2020’yi Karşılarken
1) Kapitalist emperyalist sistemin yeni bir kriz içinde olduğu gerçeği bugün burjuvazinin temsilcileri tarafından da kabul edilen bir gerçek.
Sistemin doğasından kaynaklanan bu yapısal krizi, tarihteki benzerlerinden ayıran iki belirgin özellik var:
Bunlardan birincisi, 1970 başlarından itibaren kendini hissettirmeye başlayan krize “çözüm” olarak emperyalist burjuvazinin 1980’lerden sonra hayata geçirdiği neoliberal politikaların yol açtığı yıkımın, biriktirdiği öfkenin, keskinleştirdiği çelişkilerin büyüklüğü.
İkincisi ise, tıkanan neoliberal birikim tarzının yerine konacak yeni bir kapitalist modelin -ön belirtilerinin dahi- henüz ortada görünmeyişi.
Bu iki ‘özel’ etkenin varlığı bir taraftan krizin şiddetini ve ağırlığını artırır, ona uzatmalı bir karakter kazandırırken, diğer taraftan emperyalizm çağında kapitalist sistemin ana toplumsal dayanağını oluşturan orta sınıflar içinde dahi ‘kapitalizmden farklı’ bir sistem/alternatif arayışına yol açmaktadır. 1990’ların sonlarında henüz cılız bir ses halinde olan “Başka bir dünya mümkün” arayışının 2010 sonrası dünyanın değişik yörelerinde patlak veren kitlesel öfke patlamalarına dönüşmesi bunun en açık göstergesidir.
O dalganın net bir anti kapitalist programdan ve asgari bir örgütlülükten yoksunluk başta olmak bir dizi neden sonucu sönümlenip geri çekilmesinin ardından 2019 yılı ortalarından başlayarak yeni bir dalganın gelişine tanık olmaktayız. Sudan’da kısmi fakat net kazanımlar elde ederek yeni bir aşamaya geçen devrimci atağın arkasından Lübnan’dan Şili’ye, Cezayir ve Irak’tan Meksika ve Bolivya’ya, Hong Kong’tan Fransa ve Sırbistan’a kadar hemen her kıtadaki kaynama, inatçı ve militan öfke patlamaları, grev ve gösteriler bunun göstergeleridir.
2) Mevcut sistemin tıkandığı, ekonomide olduğu gibi siyasette ve toplumsal ilişkiler alanında da hiç bir şeyin ‘eskisi gibi’ gitmediği buna karşın ne burjuvazi ne de proletarya ve emekçi halklar cephesinden ortaya yeni ve güçlü bir alternatifin konulabildiği koşullarda bir büyük tehlike ve bir büyük tarihsel fırsat kendini gösterir.
Tehlike, egemen burjuvazinin esas olarak elindeki şiddet tekelini ve olanaklarını kullanarak yeni bir denge kurma -en azından stabilizasyonu sağlama- yöneliminden kaynaklanır. Bunun ülkeler bazındaki sonucu faşizm, uluslar arası plandaki karşılığı ise yeni bir emperyalist savaş tehlikesinin büyümesidir.
Fırsatı ise kapitalist sistemin neden olduğu yıkım ve çürümeye, eşitsizlik, yoksullaşma, gelecek güvensizliği ve iklim felaketine tepkinin sonucu olarak ‘farklı bir alternatif’ arayışlarının yoğunlaşması bağrında taşır. Bu sonucun kendiliğinden gerçekleşmeyeceğinin bilinciyle hareket edildiği taktirde bu arayışları devrim ve sosyalizm hedefine yönlendirme imkan ve olasılıkları artar.
Dünya (ve Türkiye) bugün hem tehlike hem de fırsat bakımından böyle kritik bir kavşaktadır.
3) Hem faşizmin dünya çapında atağa kalkıp önceden var olduğu ülkelerde kendini yeni bir düzlemde örgütleyerek tahkim ettiği, bu arada bölgesel ve genel savaş tehlikesinin büyüdüğü hem de insanlığın ve doğanın uğradığı yıkımın boyutları yanında önceki tarihsel girişimlerden çok daha ileri noktalardan işe başlayacak gelişkin bir sosyalizmi inşa etmenin nesnel koşullarının daha önce görülmedik ölçüde olgunlaştığı koşullarda devrimci bir öncüye olan ihtiyaç da büyür ve yakıcılaşır.
Ne var ki hem Türkiye özeli hem de dünya genelinde bu alanda büyük bir boşluk vardır. Günümüzdeki krizin üçüncü özgün özelliğini maalesef bu boşluk oluşturmaktadır. Devrimin nesnel koşullardaki olgunlaşmanın düzeyi ile öznel koşullardaki zayıflık arasındaki açıklığın bu büyüklüğü, tarihteki örneklerden de görülebileceği üzere, insanlığın karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri büyütmenin yanında dünya burjuvazisinin sıkıştığı köşeden bir biçimde –çoğu kez karşı devrimci terör ve savaş yoluyla- çıkışını kolaylaştırıcı bir etkendir.
4) Dünyada ve Türkiye’deki bugünkü durumun ele alınışı sırasında süreçlerin akışı üzerinde etkili dip akıntıların/temel eğilimlerin bütünlüklü bir kavranışı yerine yüzeydeki görüngülerden hareketle sonuç çıkaran indirgemeci bir tek yanlılık yaygındır. Bu yaklaşımla hareket edildiği sürece çoğu gündelik sonuç ve gelişmelerden hareketle büyük coşkulara kapılıp arkasından aynı kolaylıkla büyük karamsarlıklara savrulmaktan kaçınılamaz.
Tek yanlılığa dayalı bu sığlık dünyaya Türkiye odağından, Türkiye’ye de Tayyip Erdoğan karşıtlığından bakmakla sınırlı ikinci bir kırılmanın da kaynağı durumundadır. Neoliberalizmin doğasından kaynaklanıp şimdi onun da sınırlarına dayanmasıyla hem katmerlenmiş olarak hem de çıplak gözle dahi görülebilir açıklıkla karşımıza çıkan sistem krizinin bütün belaları, yol açtığı çürüme ve yıkım bu yüzeyselliğe sadece “Türkiye’ye özgü bir durum” ve sanki sadece “Tayyip Erdoğan’ın kişiliği ve karakterinden kaynaklanan sonuçlar” olarak görünmektedir.
İnsanlığın çürümesi ve doğanın yıkımına duyulan tepkilerin sistem karşıtı tutarlı ve radikal bir muhalefet dinamiğine dönüşebilmesi bir yönüyle de bu düşünsel sığlık ve ufuksuzluğun aşılmasına bağlıdır.
5) Yüzeydeki görüntülerle yetinerek dip akıntılarını ıskalayan yüzeysellik, dünyanın bugünkü durumuna ya da öncü boşluğuna bakarken de çoğu kez karamsar yönlere takılmaktadır.
Örneğin emperyalist kapitalist ülkelerde yeni tipte faşist parti ve hareketlerin yükselişine, Latin Amerika’daki halkçı dalganın geri çekilmesine ya da İngiltere’deki son seçimlerde silik bir sosyal demokrat çizginin temsilcisi Corbyn’in yenilgisine bakarak moral bozukluğu yaşarken Sudan’da üstelik kadınların öncü bir rol oynadığı toplumsal isyan ve siyasal devrim bu zihniyetin görüş alanına dahi girmemekte, Lübnan, Irak ya da Şili’de yaşananlar Corbyn’nin seçim yenilgisinden duyulan moral bozukluğu ölçüsünde bir heyecan yaratmamakta, Fransa gibi bir ülkede Sarı Yelekliler hareketi gibi bir isyanın sergilediği inatçılıkla şimdi ona eklenen işçi grevlerinde işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanmasıyla ortaya çıkan tablonun anlamı ve içerdiği mesajlar üzerinde birinciler kadar durup düşünmemektedir.
Halbuki bu andığımız örneklerin herbiri burjuvazinin sınıf diktatörlüğüne ve kapitalizme karşı mücadelenin örgütlenmesi ve geleceği açısından çok anlamlı dersler içermektedir. Bunların başında da sistem karşıtı mücadelenin fitilini ateşleme/başını çekme anlamında öncülük konusunda ile kitle hareketi-öncülük ilişkisinin kuruluşunda tutucu dogmatik yaklaşımlardan kurtulma zorunluluğu geliyor.
6) Bu hareketlerin her biri ‘kitle hareketi ile öncü’ ilişkisinin kavranışı konusundaki klasik algıların dışında gelişiyor. Arkalarında elbette uzun yılların ve başka pratiklerin yarattığı birikimler var. Fakat sonuçta herbiri ‘kendi kendine özneleşme ve öncüleşme’ örnekleri olarak dikkat çekiyor. Herbiri kendi yolunu kendisi açıyor. Hareketin sonraki seyri üzerinde öncülük iddiası taşıyanlara da öncelikle hareketin içinde yer alıp onun toplumsal dayanaklarına dokunma, onlarla pratik eylem içinde kurulan ilişkinin etkinliği ölçüsünde güç olabilme olanağı sunuyor.
O nedenle, kapitalist özel mülkiyet düzenine karşı savaşımı sonuna kadar götürme yeteneğine sahip tek sınıf olarak devrimde proletaryanın öncülüğünü savunmak ve bunun gerçekleşmesi için çalışmakla başında ya da içinde sınıfın -henüz- yer almadığı kitle hareketlerine uzak durup dudak bükmek, daha da ileri gidip hasmane tutum takınmak birbirine karıştırılmamalıdır.
7) Hem Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi hem de Sudan, Lübnan ve Şili örnekleri hatta farklı bir örnek olarak öğrenci gençlerin dünya çapında gerçekleştirdikleri iklim grevleri proletaryanın dışındaki toplumsal dinamiklerin de toplumsal muhalefet patlamalarının başını çeken bir rol oynayabileceğini bizlere göstermiş olmalı.
Bu bağlamda özellikle de kadın dinamiği ile doğanın talanı, çevre ve iklim felaketine duyarlılıktan kaynaklanan muhalif girişimlerle ilişkilenişimiz kesinlikle farklılaşmak zorundadır. Azami hedeflerinin parçayla sınırlılığına rağmen bunların herbirinin günümüzde çok daha belirgin bir sistem karşıtı öz taşıdığı, emek-sermaye çelişkisi zemininde yükseldiği görülmelidir.
8) Öte yandan hem Fransa hem de Sudan örnekleri neoliberal propagandanın “bittiğini” iddia ettiği işçi sınıfının devreye girip üretimden gelen gücünü kullanmasıyla işlerin seyrinin de renginin de nasıl farklılaştığının somut örnekleri olarak okunmalı. İngiltere’de Corbyn liderliğindeki işçi partisinin seçim yenilgisinde bile partinin kaleleri olarak bilinen “Kızıl Kuşak”taki işçilerin tepkisinin belirleyici rolü parlamenter zeminde dahi sınıfın gücünü ve onu kazanmanın önemini gösteren başka bir örnektir.
Ne kadar kitlesel, yaratıcı ve militan olursa olsun salt meydan işgallerine dayalı kitle protestolarının -esinledikleri ruh hali ve verdikleri mesajların bütün önemine karşın- burjuva gerici iktidarları geriletme güçlerinin sınırlılığını Gezi’yi de içeren 2011-2013 dalgası sırasında yaşayarak gördük. Sudan ve Fransa örnekleri ise işçi sınıfının değişik kesimlerinin üretimden gelen güçlerini kullanarak devreye girip bu sokak dinamiğiyle birleştikleri taktirde burjuvaziyi nasıl köşeye sıkıştırıp nasıl çok daha büyük tavizlere zorladığının yakın dönemdeki çarpıcı örnekleri olarak öne çıkıyorlar.
Bu örneklerden alınması gereken ders açıktır: Farklı duyarlılıklara, farklı öncelik ve taleplere sahip toplumsal mücadele dinamiklerinden hiçbirini bir diğerini “esas alma” adına küçümseyip içerdiği potansiyellere sırt dönmeden birleşik bir mücadelenin özneleri olarak düşünüp buna uygun bir stratejik yaklaşım izlemek zorunludur.
Günümüzde burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelenin seyri ve alacağı sonuçlar, komünistlerin ve devrimcilerin bu konuda sergileyecekleri beceri ve yaratıcılığa bağlıdır.
9) 21. yüzyılın ikinci on yıllık periyoduna adım atarken Türkiye’de de dünyada da sert sınıf mücadelelerine hazır olmalıyız! Ne sınıf düşmanlarımızın gücünü ve sahip oldukları avantajları abartmalıyız ne de onların zayıflıklarına özellikle de kendi aralarındaki çelişkilere umut bağlayıp buna oynayan bir siyasi aymazlığa sürüklenip rehavete kapılmalıyız. Bu anlamda “sistem göçtü göçecek”, “AKP- MHP- Ergenekon faşist koalisyonu çöktü çökecek” şeklinde hayallerle kendimiz avutmamalı; öte yandan öz gücümüze, gerçek dostlarımıza, siper yoldaşlarımıza, sınıfımıza ve emekçilere güvenmeyi esas almalıyız!
Tarih hiçbir zaman doğrusal bir çizgi şeklinde mevcut durumun küçük iniş-çıkışlarla süregitmesi biçiminde akmaz! Askeri faşist darbeler ve katliamlar gibi ani hamleler dışında karşı devrimin neler yapacağı yine de görece kestirebilir; ancak büyük toplumsal patlamalar ve devrimlerin hiç umulmadık anlarda patlak verdikleri gerçeğini bir an bile akıldan çıkarmamalıyız!
Her duruma, her gelişmeye hazırlıklı olmak! 2020 yılında rehber ilkemiz bu olacaktır!..
TİKB Merkez Komitesi