Merhaba,
Bizim cephemizden hayli gecikmiş bir adımı atarak temel metin olarak önerilen “Büyük Dönüşüm” yazısıyla ilgili düşüncelerimi gönderiyorum. Dolgunluk yönüyle içime sinmediğini söylemeliyim. Fakat bu bana özgü bir eksikliktir ve bütünü bekletmeye dönüşmemelidir. Gerçi aktarılmıştır fakat, önümüzdeki günlerde taslağın iki bölümüyle ilgili düşüncelerimi -üç parametrede mi 4 parametrede mi toplansın- yazılı olarak derleyip sizlere iletmeyi düşünüyorum.
1. “…Üretici güçlerin devasa gelişimiyle, gök kubbenin altında/üstünde ne varsa, insanın en doğal ve zorunlu gereksinmelerinden manipülasyonla gereksinim haline getirilenlere kadar, meta üretiminin konusu – dolayısıyla metalara dayalı ilişki ve egemenlik alanı- haline getiren ve bu konuda muazzam bir yaratıcılık sergileyen kapitalizm, içerebileceği bütün üretim güçlerini geliştirme yönünden istihap haddini doldurmaya doğru gitmektedir. Sistemin tarihsel sınırlarına, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği aşamaya doğru olan, yaklaşmakta olduğunu gösteren gelişimdir bu da.” (sf. 25, abç)
Marks, “kapitalizmin en önemli değişiklikleri krizlerini aşmaya çalışırken yaşadığını” belirtir. “Yeniden yapılandırma” yöneliminin, emperyalist kapitalizmin krizine çare bulmak için geliştirildiğini yazınımızda işledik: “…kapitalist sistemi ve egemenliğini koruyup sürdürebilmesi için tarihsel koşulların sınıf olarak burjuvaziye dayattığı zorunlulukların bir sonucudur” (Yeniden yapılandırma, sf. 34) Yazıda bununla çelişecek biçimde ifadelerin yanında, “kapitalizmin tarihsel sınırlarına doğru hızla yaklaştığı tezi” birkaç yerde işleniyor. Oysaki daha önceki belirlemelerimizde ve temel yazılarımızda “kapitalizmin tarihsel ve doğal sınırlarına dayandığından” söz ediyorduk. Bu eğer bir kalem sürçmesi değilse, filmi bir geriye sarıştır.
Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş, kar oranlarındaki düşme eğilimi, aşırı birikim krizleri, emek-değer yasası… bunların bugünkü düzeyi dahi kapitalizmin tarihsel sınırlarına işaret ediyor, üstelik yeni de değil!
Sistemin daralıp genişlemesinin daha önceki dönemlerdeki seyrinde olduğu gibi, sermayenin krizini aşmak için sergilediği ‘küreselleşme’ tepkisi de ancak bu çerçevede anlaşılabilir.
“Büyük dönüşüm”, “büyük altüst oluş” diyebileceğimiz ve hayatın her alanına damgasını vuran son 30 yılın gelişmelerinin biçimlendirdiği bir farklılaşma olgusu veriyken sistemin temel niteliklerinde bir sapma, yapısal özelliklerinde bir değişiklik olmadığı da ortadadır. Evet, dünya çok değişmiştir; fakat emperyalizm hala o “eski” emperyalizmdir. O halde kapitalizmin çözülüşünü tanımlarken neden daha cesaretli konuş(a)muyoruz? Bu anlamda genel gidiş eğilimine işaret etmek yetmez; tersine bunu doğru olarak tanımlamak ideolojik-siyasi hat çiziminden örgütlenme biçim, yöntem ve araçlarının belirlenmesine kadar büyük önem taşır.
Sorun basitçe bir tanımlama -üslup meselesi- değildir. Bu tanımlama bir saptama/belirlemedir ve sonuçlar çıkarmaya, çıkışını ondan alan stratejilere, taktiklere yol gösterecektir. Keza bu şekilde bir tanımlama, “kapitalizmin kendini üretme ve yenileme gücü”ndeki muazzam yetkinlik anlamına da gelir ki, koşulların tüm elverişsizliğine rağmen mayalanan mücadele dinamiklerine, devrimci koşullara gözlerini kapatmaya -niyet bu olmasa da- neden olabilir.
Öte yandan, “kapitalizmin tarihsel sınırlarına doğru hızla yaklaştığı” yaklaşımı dünya çapında sınıf ve emekçi kitle hareketinin kolay kolay aşılamayacak sınırları olduğunu da vurgulu bir biçimde söylemiş oluyor. Zira sınırlara -hızla yaklaşıyor da olsak- henüz yaklaşmamışsak devrimci durumlar ve siyasal ve toplumsal iktidarı hedeflemek için bu hıza denk düşen bir zamanlamaya ihtiyaç var demektir. (abç)
Bir başka vesileyle yazarın farklı bir duruma yanıt getirmek için kaleme aldığı şu satırlar da “istikrar” beklentisi yaklaşımını -göreli değil, neredeyse mutlak denilebilecek kesinlikte- gözler önüne seriyor. Hatırlanacaktır; “…Emperyalist-kapitalist sistemde üretim araçlarından başlayıp gelişen, neo-liberal saldırılarla birlikte yürütülen bir yeniden yapılanma süreci yaşanıyor. Bu kendi karşıtlarını da doğurarak gelişen ve bir durumdan diğerine geçişin denge bozunumu da ortaya çıkartan bir süreç. Yeni dev.ci olanaklar da ortaya çıkartıyor. bununla birlikte dev.ci hareketlerin büyük ölçüde yenilmiş olması durumu da dahil olmak üzere sınıfın iç çözülümü, anti-emp. dalgadaki gerileyiş ve hareketin yeni bir temelde oluşum ihtiyacı, kapitalist üretim ilişkilerinin kapsama alanını genişletmesi sisteme bir stabilizasyon imkanı kazandırdı. Bugünkü durum bu. Devrim, 70′li yıllarda çözümü gündemde olan bir sorundu. Objektif koşullarda subjektif koşullarda bir çok ülkede devrim için elverişliydi. Bugünkü durum her iki açıdan da daha farklı. Her iki yönden de daha geri bir durum var. ‘Yakın, somut ve güncel’ bir imkan olarak…”, değerlendirmesi bundan dolayı doğru görünmüyor…”
Her ne kadar yazar hemen bunun ardından “emperyalizm döneminde uzun vadeli bir istikrarın olamayacağı” türünden vurgularda bulunsa da bu diğerinin ‘etkisini’ ne yazık ki azaltmıyor!
Tek tek alıntılamaya gerek duymuyorum; metinde “kapitalizme güzelleme” duygusu -ve elbette yıkılmasının da hiç kolay olmadığı- kendini belirgin bir biçimde hissediyor.
Üretimin örgütlenmesinde, üretim araçlarının yetkinleştirilmesinde, vb. vb. alınan mesafe ortada. Fakat soru şudur, dünya üzerindeki yaygınlığı ne boyutlardadır? Üretimin parçalanması ve dünyanın farklı yerlerine taşınması 2. Savaş’tan başlayarak emperyalistlerin adım adım gerçekleştirdikleri bir süreç. Fakat yeni teknolojilerin kullanımı (esneklik uygulamaları, işbölümü, uzmanlaşma) dünya yüzünde gerçekten de metinde çizildiği yaygınlıkta mıdır? Eğilimin bu yönde olduğuna işaret etmek başka, bunun şimdiden hakim hale geldiğini söylemek başkadır. Çeşitli kaynaklar bu konuda farklı farklı şeyler söylüyor. Ya bu kadar kesin şeyler konuşmamalıyız ya da iyi bir araştırma ile bu uygulamaların yaygınlık derecesini, bölgesel, sınıfsal ve kesimsel olarak doğru yansıtmalıyız.
Sözgelimi o kaynaklardan biri; “Yeni çıkan esneklik söylemi ekonominin en dinamik sektörlerinde rutinin yok olmak üzere olduğunu ima ediyor. Ancak çalışanların büyük çoğunluğu hala Fordizm çemberinin içinde hapis. Bu noktada net bir istatistik vermek zor olsa da, iyi bir tahminle (Tablo 1′de tarif edilen) modern mesleklerin üçte ikisi Adam Smith’in iğne fabrikasındakilere benzer, tekrara dayalı işlerdir. Tablo 7′de betimlenen bilgisayar kullanımı da, büyük ölçüde, veri girişi gibi rutin görevlerden oluşur.” (Karakter Aşınması, Richard Senneth sf. 44, 45, abç, basım tarihi 2002) diyor.
1. Metinde ekonomi-siyaset, altyapı-üstyapı ve nesnel-öznel etkenlerin konuluşu sorunludur. Çoğu zaman aralarındaki bağlantılar tek yanlı olarak kurulmakta, birinciler öne çıkarılırken, diğerlerinin bunlar üzerindeki etkisi, dolayısıyla diyalektik iç bağıntılar ve çıkarsamalar yanlış kurulmaktadır.
Üçü de önemlidir fakat özellikle ekonomi-siyaset ilişkisinin doğru kuruluşu bu tür bir çözümlemede belirleyici önemdedir -diğerleri de strateji ve taktikler sorununda, örgütlenme ve örgütlenme araçları sorununda, vb. vb. Fakat çözümleme baştan böyle bir zayıflıkla malulse bu derece derece diğerlerini -ve elbette sonucu- de etkileyecektir. Hiçbirini birbirinden koparmak, bir dönem biri öne çıksa ve baskın hale gelmiş gibi görünse bile, onun diğeri/diğerleri ve bütün üzerindeki etkilerini gözlerimize kapatırsak kimi zaman determinizme, kimi zaman indirgemeciliğe, kimi zaman iradeciliğe kimi zaman da subjektivizme düşmemiz kaçınılmazdır.
2. Metnin “Ulus Devlet” ara başlığının hemen altındaki bölümde “…Ulusal ekonomilerin bilinegelen, önceki çerçevesi ve onun üzerinde biçimlenen ulus devlet yapısı yeni durumu kapsamakta zorlanmakta, farklı düzey ve biçimlenişlerle en gelişkini AB olan üst kapitalist birlikler ortaya çıkmaktadır.” (sf. 11, abç) deniyor.
Bu konuda verilen tek örnek AB dahi -yaşadığı çatışma, gerilim ve uzlaşmazlıklar- halen “üst kapitalist bir birlik” olma vasfını ve kapsayıcılığını yerine getirmekte zorlanmaktadır. Burada konulduğu haliyle, “Ulus devlet tarihe mi karışıyor?” teziyle ayrım noktasının nereden geçtiği pek anlaşılamıyor.
3. Metinde “Emperyalist-kapitalist neo-liberalizm ve burjuva liberal demokrasisi” arabaşlığı altında ard arda ve birbiriyle bağlantılı olarak önce “Burjuva demokrasileri, emperyalizm çağının karakteristiklerine, tekellerin hakimiyet ve siyasi gericilik eğilimine uygun olarak burjuvazinin günümüzdeki ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde neo-liberal politikalar temelinde yeniden yapılandırılmaktadır. Sınıf mücadelelerine bağlı olarak oluşan dengeler temelinde ileri biçimlenişler kazanmış burjuva demokrasilerinden geriye doğru bir dönüştür bu (sf. 14, abç)” denildikten sonra sırasıyla;
a) “…genel ve eşit oy hakkı ve seçilmiş parlamenter kurumlar, siyasal partiler yetkisizleştirilmekte ve etkisizleştirilmektedir. Bunların, üzerlerinde hiç bir etki ve denetiminin olmadığı mali sermaye ve tekellerin, uluslararası ve işbirlikçi burjuvaların çıkarlarının doğrudan yansıtıcısı oligarşik kurumsal yapılar oluşturulmaktadır (sf 16, abç)”;
b) “…Oluşturulan oligarşik yapı, devletin bütünüyle tekellerin hakimiyeti altına girdiğini ve onların çıkarlarını temsil ettiğini gösterir, tekelci devlet kapitalizminin günümüzdeki örgütlenişidir (aynı yerde, abç)”; “…Devletin oligarşik temelde örgütlenişi, devletin yeni yapılanma ve biçimlenişinin en asli ögesidir (sf. 17, abç)”;
c) “…Türkiye siyasal yapısında da bir değişim, bir rejim değişikliği gerçekleşmektedir bu süreçte. Faşist rejim çözülmektedir; gelişim ise, demokratik içeriği zayıf ve sınırlı, gerici liberal bir burjuva demokrasisinin oluşumu yönündedir. (sf. 37) Türkiye, kimi özellikleriyle liberal gerici bir burjuva demokrasisinin biçimlenmekte olduğu bir geçiş sürecindedir.”;
d) “…burjuva demokrasisinin liberal biçimi ile, üretimi rasyonel kılmak için siyasal ve ekonomik terör uygulayan faşizm arasındaki ayrım bu noktada oldukça siliktir. (sf. 40, abç) Belirttiğimiz tarihi gelişim ve biçimleniş özellikleriyle liberal burjuva demokrasisi, burjuva demokrasisinin diğer biçimlerinden daha gerici bir yapıda, emek-sermaye çelişkisinin daha keskinleştiği bir biçimlenişidir.” (sf. 40) deniliyor.
Özellikle (c) bendinde söylenenleri -“Faşist rejim çözülmektedir; gelişim ise, demokratik içeriği zayıf ve sınırlı, gerici liberal bir burjuva demokrasisinin oluşumu yönündedir. Türkiye, kimi özellikleriyle liberal gerici bir burjuva demokrasisinin biçimlenmekte olduğu bir geçiş sürecindedir.”- nereye oturtmamız gerekiyor? “Devleti Yeniden Yapılandırma” yazısında su söylediklerimizle nasıl bağdaştırmak gerekiyor:
* “Burjuva devleti yeniden yapılandırma yönelimine de yön veren bu temel düşünce, ‘Yeni Dünya Düzeni Demokrasisi’ni, burjuvazinin tarihsel bakımdan iki temel egemenlik biçimini oluşturan klasik burjuva demokrasisinden daha çok faşizme yaklaştıran ayırdedici bir özelliktir. ‘YDD demokrasisi, zaten sahte ve aldatıcı burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesi yönünde değil, bunun tam tersine, onun biçimsel bazı yönlerinin dahi törpülendiği, burjuvazinin egemenlik sisteminde faşizme özgü yöntem ve çizgilerin öne çıkıp derinleşmesi yönünde bir gidişin ifadesidir…” (agy,47, abç)
* “..tekelci burjuvazinin kendisinin yarattığı ama günümüz kriz koşullarında artık kendisine de ayak bağı haline gelen burjuva parlamenter yöntem ve mekanizmaları iyice kuşa çevirerek yönetmenin ‘yeni’ yöntem ve mekanizmalarını devreye soktuğu…”, “Çoğu faşizme özgü olan yöntemlerin parlamentarizmin kalıntılarıyla harmanlanarak farklı bir bütünlük oluşturmaları sonucunda ortaya ‘yeni bir burjuva devlet biçiminin çıktığı…” (51, abç)
* “Kapitalist üretimin örgütlenme modelinde yaşanan değişimlere bağlı olarak üretim artık dünya çapında bir toplumsal karakter kazanır ve insanlığın üretken güçlerinde muazzam bir sıçrama yaşanırken, mülkiyetin eskisinden daha dar bir tekelci azınlığın elinde toplanıyor olmasının derinleştirdiği ve keskinleştirdiği çelişkiler, kapitalist sistemin varlığını sürdürebilmesini, geçmiştekinden çok daha yoğun bir baskı ve teröre bağımlı hale getiriyor.” (63, abç)
Tartıştığımız yazıda ise bunlar öyle tarzda konuluyor ki -(a) ve (b) bentleri-, “oligarşik kurumsal yapılar”ın oluşumu sanki bugünün sorunuymuş gibi bir anlam çıkıyor. “Tekelci devlet kapitalizminin günümüzdeki örgütlenişi” denilen olgu da yeni bir şey değildir. Lenin’in 1916′da Emperyalizm adlı eserinin “Mali sermaye ve mali oligarşi” bölümünde “Üretimin yoğunlaşmışsa, bunun sonucu olarak tekeller, sanayi ile bankaların kaynaşması ya da iç içe geçmesi -işte mali sermayenin oluşum tarihi ve bu kavramın içeriği budur” şeklindeki belirlemesi ışık tutucu niteliktedir. Bugün daha da kurumsallaşmış ve yoğunlaşmış olarak mevcuttur; dolayısıyla bugün ortaya çıkmış/çıkıyormuş, oluşmuş/oluşuyormuş gibi koymak sorunludur.
4. Yine bunun kadar yanlış olan bir diğer kavramlaştırma; “Sanayi devriminden sonra, kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşümdür bu” (sf. 18, abç) denilen üretim alanındaki “köklü” değişikliklerdir. Bunun “bilimsel-teknolojik devrim” teziyle farkı nedir? Ayrımı nereden koyacağız, nereden koymalıyız?
5. “IMF politikalarıyla, birikmiş borçlar ve yıkıma uğratılan ekonomiler içerisinde, yeni ve büyük sermaye akışının olmadığı, küreselleşme dalgasının dışında tutulan Latin Amerika halkları reformist politikaların girdabından çıkamadan dev.ci bir ruhla dalgalanıyorlar.” (sf. 19, abç)
Bu saptamanın da doğru olduğunu düşünmüyorum. Nedenine gelince; küreselleşme krizin -sermaye lehine- aşılabilmesi işlevini görecek bir sermaye tepkisiyse ve emperyalizm dünyanın en ücra köşelerine kadar çeşitli biçimlerde -en başta da sermaye ihracı şeklinde- sızmışsa, Latin Amerika halklarının bunun dışında olduğu düşünülemez. Kaldı ki, diğerleri bir yana özellikle Brezilya ve Meksika’nın ‘80’li ve ‘90’lı yıllar boyunca (tabii günümüzde de) IMF politikaları ve yeniden yapılandırma süreçlerinde özel bir konum sahibi oldukları biliniyor.
6. Metinde günümüz kapitalizminin salt “gelişkinlik düzeyi”nin sergilenmesine dönük bir koyuş değil, asıl olarak onun eleştirisine önem vermek gerekir. Şöyle deniyor: “Ülkeleri, bölgeleri, sınıfları ve farklı sınıf kesimlerini farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde -bazısını daha çok, bazısını daha az, bazısını karşı yönde- etkileyen, kapitalizmin günümüzde yaratmış olduğu çekim, bir tarihsel durum olarak, geçicidir. Ama stratejisi, nispi ve mutlak artık değerin çoaltılması olan neo-liberal yeniden yapılanmanın yıkıcı etkileri, birçok ülke ve bölgede, çeşitli sınıflar ve emekçi sınıf kesimleri üzerinde ortaya çıkarken, ilerleyen süreçte bu daha yaygınlaşacak, büyüyecek ve derinleşecektir.” (sf. 22, abç)
Adı farklı farklı konulan emperyalizmin -”burjuva uygarlığı”, “küreselleşme”- derin bir istikrarsızlık, parçalanma ve çöküşe doğru yol almakta olduğunu ve dönemsel, bölgesel kimi “iyileşmeler/iyileştirmeler” yaşanıyor olsa da tarihsel eğilim ve mutlak sonucun ne olduğu çok net olarak vurgulanmalıdır.
Bu şundan çok önemli: Eğer bu kafa açıcı bir netlikte konulamazsa, geçiş süreçlerinin sancılı ve kaotik yapısından yeterince yararlanılamaz; devrimci ayaklanmalar için yol açılamaz. Kapitalizmin kendisini farklı biçimlerde var edebileceği evrelere geçişi kolaylaştırılmış olur yalnızca!
7. Öte yandan, genel olarak muhalif hareketleri ve “kapitalizm ve küreselleşme karşıtı” saflarda durduğunu iddia eden muhalefet hareketlerini de kanımca kısaca da olsa eleştirmek gerekir.
8. Bununla birleşik olarak; kriz, sermayenin sınırları ve küreselleşme bahsinde denklem çoğunlukla bu ilk bölümden yana değil; diğer bölümden yana kurulmaktadır: Emeğin krizi! Emeğin krizinin ise salt sermaye birikim sürecinin çözücü etkileriyle değil sosyalizm deneyimlerinin başarısızlığa uğrayışıyla da yakından ilgisi vardır.
9. Kendiliğindenciliğe kapılmamanın ve örgütsel siyasal faaliyeti kesintisiz olarak sürdürmenin önemine vurgu yapılan bir yerde “Koşullar ne olursa olsun gerçeklik duygusu hiçbir zaman yitirilmemelidir. Ko. ve dev.ci partiler için, her zaman en büyük tehlike, gerçeklik duygusu yitirildiğinde, olay ve gelişmelerin gerçekçi bir analizi yapılamadığında ortaya çıkmıştır.” (sf. 20) deniliyor.
Metnin değişik bölümlerinde, fakat en fazla burada geçen “gerçeklik/gerçekçilik” vurgusu, yine niyet ne olursa olsun rahatsız edici. Bence bu kesitte, gerçekçilik vurgusundan çok, sınırları ve ölçüleri doğru yerden çeken bir “iradecilik” vurgusuna daha fazla ihtiyaç var. Neden olarak şu kadarını söyleyeyim ki, devrimci ve komünistler de içinde olmak üzere insanları(mızı) hayal kırıklığı, başaramama korkusu, umutsuzluk ve inanç yitimine götüren olguların başında, üzerilerine bir karabasan gibi çöken “gerçeklik duygusu”nu -kuşkusuz doğru okumadıkları için- alt edememeleri; verili “gerçekliği” değiştirecek gücü ve donanımı kendilerinde de örg’te de bulamaları geliyor. “Gerçekçilik” vurgusuna yüklediğimiz misyon -temel devrimci hasletleri vurgulayan ne kadar doğru ve yerinde saptama yaparsak yapalım-, oynaması gereken işlevi oynayamayacaktır. Pratiğin yol açıcılığına, yaşamla ve farklı kesimlerle, onların gerçek sorunlarıyla yüzleştiriciliğine (çözüm arayışında), zorlanılan ilk eşiklerde “gerçekçilik” adına takılıp kalınmamasında iradenin rolüne daha fazla önem verilmelidir; “gerçekçilik duygusu” herkesin “fena halde” mustarip olduğu bir gerçekliktir.
10. “Egemen sınıfların ikinci kez içerisine düştükleri yönetememe krizi, d.ci direnişi bastırarak, reformize ederek, komünist ve devrimci çizgide kalmakta ısrarlı olanları zayıflatıp marjinalleştirerek bir kez daha kendi lehlerine çözmeyi başarmalarının yanı sıra, uzun bir tarihsel dönem boyunca süren rejim içi gerilim ve çatışmaların konusu olan rejim krizi de tarihsel olarak çözülme sürecine girmiştir. Rejim krizi, burjuvazinin ve Türkiye kapitalizminin bugünkü gelişminine, dünya emperyalist kapitalist ekonomisiyle entegrasyonuna bağlı olarak neo-liberal iktisadi politikaların uygulanması ve siyasetin de bu temelde yeniden yapılandırılmasıyla işbirlikçi tekelci burjuva sınıf egemenliğinin, iktidarının -devletin- yeniden yapılandırılıp biçimlenmesiyle çözülmektedir.” (sf. 37, abç)
Bu koyuş da “kapitalizmin mutlak bir üstünlük” sağladığı yolundaki tespitlerin mantıki bir sonucudur! “Rejim krizi de tarihsel olarak çözülme sürecine girmişse”, “çözülmekteyse” yazınımızda neden bundan dem vurup duruyoruz. Hatta rejim krizinin dinamiklerini çözümlemeye, işçi ve emekçi kitlelerin önüne bu doğrultuda yapmaları gerekenleri görev olarak koyuyoruz? Bu ‘boşuna’ bir çaba değil mi?!!
Diyalektik yaklaşım bu tür kesinlemelerden uzak durmayı gerektirir. Alınan yolu göstermek kadar boşluklarının, zayıflıklarının, asla gideremeyecekleri yapısal zaaflarının altının kalınca çizilmesini gerektirir. İşçi sınıfı ve ezilen yığınların önüne koşullarını değiştirirken dünyayı, dünyayı değiştirmeye çalışırken koşullarını ve kendilerini değiştirme doğrultusunda görev koyup hat çizme de, bütün zaaf ve zayıflıklarına rağmen emperyalist kapitalizmin, dünya ölçeğinde burjuvazinin kendiliğinden çökmeyeceğine işaret etmenin gereğidir.
Leyla, 4 Haziran 2006
***
Büyük dönüşüm-büyük çözülme tartışmaları
‘Büyük dönüşüm ve yeniden yapılandırma, özellikle 1990‘lar sonrası siyasal literatürde birbirine bitişik en sık kullanılan kavramlar arasındadır. “Küreselleşme” ve “globalleşme” bizim dilimizde sermayenin sınırsız ve engelsiz dolaşımı ve bunu üzerinden ekonomik-siyasal- topumsal-felsefi-kültürel yeniden yapılandırılmasının yine hit kavramlar arasında olduğu malum. Eğitimde büyük dönüşüm ve yapılandırma… Büyük dönüşüme bağlı olarak sınıfların değişen yapısı… Mühendislerin ve teknikerlerin emekçileşmesinde yaşanan dönüşüm.. Teknolojide büyük dönüşüm.. Kentin değişen yapısında büyük dönüşüm..
Bu alanda yer yer Marksizmden etkilenen fakat yaşanan olguları, bizzat değişim ve dönüşümün kendisini emperyalist-kapitalizmin özsel çelişkilerinden biri ile tek yanlı ilişkilendiren, diğer çelişkilerini atlayan-büken sayısız araştırma ve fizibilite çalışması vardır.
Büyük dönüşüm kavramından çıkartılan sonuçlar üzerinden yaşanan tartışma ve saflaşmalar daha da gerilere gider. “Son çeyrek yüzyılda sermayenin sınırsız egemenlik ve tahakkümü ona, sınıfsal-ulusal- toplumsal hareketlerin geriye düşmesi ya da sisteme entegre olmasının avantajlarını da kullanarak, devasa teknolojik gelişkinlikle üretici güçleri de geliştirmesi stratejik bir üstünlük kazandırdı. Sistem krizlerini çözmekte bağışıklık kazandı. Emperyalizm yeni bir aşamaya gelmiştir, Lenin’in emperyalizm tahlili bu günü açıklamaya yetmemektedir.” diyerek yaşanan dönüşümün bazı yönlerini alarak, bundan ekonomik determinist, teknolojik determinist sonuçlara ulaşanlar saflaşmanın bir yanındadır. Teknolojik devrimcilerin başını çektiği bu kesime örnek vermeye gerek yok sanırım.
Sermayenin önündeki engellerin tümünü aşarak muazzam genişlemesi, ‘Çevre ülkeler’ diye adlandırılan bağımlı kapitalist ülkelerin emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonunda yaşanan hız, kapitalizmin teknolojide kaydettiği “devrimci” atılımlar, emek organizasyonlarında yaşanan altüst oluşun doğru açıklanamaması bu yanılsamayı yaratmaktadır. Bunlar emek-sermaye çelişkisi başta olmak üzere emperyalizmin derinleşen çelişkilerini, “çürüyen ve can çekişen” yanını silikleştirirler.
Yine, teknolojik devasa atılımların emperyalizmin krizlerini aşma ihtiyacından doğduğu ve aynı atılımın içersinde kriz tohumları taşıması bağını kuruşları zayıftır. Emperyalizmin yapısallaşan krizlerini, her “atlatıldı” denildiğinde aslında krizi ötelediklerini, daha büyük sarsıntılar beklenmesi gerektiğini doğru değerlendiremezler. Onlar da öteler. Emperyalizmin üretici güçleri geliştirmesinedir vurguları.
“Kapitalizm üretici güçleri geliştiriyor geliştirmesine de, bu onun yıkıcı yaratıcılığı, yapısal krizlerinin ona içkin olduğu, büyük dönüşümün de bunun bir sonucu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Emperyalizm kılık değiştiriyor evet. Fakat büyük dönüşümün büyük çözülmeye evrilmesi, globalleşme ve küreselleşme masallarının cilasının dökülmesi Marks‘ın öngörülerini, Lenin’in emperyalizm ve proletarya çağının çürüyen ve can çekişen kapitalizm olduğu tespitini doğruluyor. Çağımızın çelişkileri derinleşiyor” diyerek ilk bakışta çok doğru gibi gözüken, fakat “.. Farklı evrelerin, çelişik yanların sarsıntılarla birbirinden ayrılması ve yine zorla -eskisinden farklı bir biçimde- birleştirilmesi”nin görüngüleri doğrultusunda yaptıkları her yorumlarında, ekonomik ve siyasal krizlerin Marksist yorumundan uzak tespitlerle çubuğu fena halde büyük çözülmeye bükenler. Saflaşmanın diğer kanadını bunlar oluşturur. Saflaşan tarafların (Kendisine Marksist diyen yabancı araştırmacılar. Yerli olanları) akademik düzeyde tartıştığını, bundan sınıf mücadelesinin seyrini belirleyecek sonuçlar çıkarma ya da toplumsal hareketlerin, gelişen sınıfsal karekterli direnişlerin, ekonomi ve siyasete etkisi gibi bir dertleri yok doğal olarak. Sırtlarında bu anlamda da yumurta küfesi taşımıyorlar. Taşıyoruz iddiasındakileri, oportünist-revizyonist, Troçkist görüşleri geçiyorum. İlerde hepimizin bildiği bir süreç olduğu için, sıkıcı bir tekrar olması pahasına döneceğim bu tartışma, bu memlekette ve dünyada 15 yıldır sürüyor neredeyse.
Örneğin; en popüler olanlarından E.Yıldızoğlu sık sık ‘büyük dönüşümün bittiğini‘ söyleyenlerden. 1990‘larda neoliberalizmin ekonomik olarak rezilce iflası, ideolojik olarak dünya halkları karşısında inandırıcılığını yitirmesi, kendi içerisinde bir anlamda bir dönemini noktalamasıdır. Emperyalist-kapitalizm o süreçten sonra bir üst düzeyden kendisini yeniden yapılandırma hamlelerine girişmiştir. Yıldızoğlu, sadece büyük dönüşümün büyük çözülmeye evrildiğini söylemekle kalmaz, birde sık sık yaşadığımız süreci dönüşüm ve çözülme arasındaki bir ara kesit olarak belirsizleştirir,arasındaki devamlılık ilişkisini muğlaklaştırır.
“Yirmi beş yıl boyunca, ”küreselleşmenin” kaçınılmazlığına ilişkin tezler, ekonomi, uluslararası ilişkiler yazınına egemen oldu. Ancak bir süredir, ”Ya küreselleşme çökerse” , ”küreselleşmeciliğin çöküşü” gibi konular ilgi çekiyor. Dün, ”tek çare özelleştirme” diyen Milton Friedman , bugün, yasal, kurumsal yapının çok daha önemli olduğunu, iktisatçı Samuelson , serbest ticaretin her koşulda yararlı olmadığını savunuyor. Ulus-devletin sönmekte olduğunu savunan da (kimi şizofreniklerin dışında) kalmadı. Çünkü 25 yıl önce başlayan ”büyük dönüşüm projesi” artık tükendi” demektedir (Cumhuriyet gazetesi. GOP üzerine yaptığı değerlendirmeden)
Ve bir başkası.“Çözülme, işte bu ”büyük dönüşüm” projesinin arkasından gelen, ne kadar uzun süreceği ve neye yol açacağı belirsiz bir geçiş süreci. Bu, bir krizi yönetme modelinin (serbest piyasa projesi-IMF, Dünya Bankası programları) tükenmesiyle bir yenisi arasında kalan dönem”(Age)
Emperyalist-kapitalizm ne kadar gelişirse o kadar içsel çelişkileri yoğunlaşır, “sermaye kendi kendisinin engeli haline gelir” doğru çıkarsamalarından, karşıt dinamiklerin basıncı olmaksızın da (sübjektif faktörün rolü) kendi kendini dinamitleyeceği tezleri de az değildir. Oysa karşıt dinamiklerin güçlü bir engelleyiciliği olmaksızın, kapitalizmin özsel çelişkilerini derinleştirmek pahasına krizlerini nasıl yönetebildiği bir tespit olmaktan çıktı. Tanığı olarak yaşayarak gördük. Krizin geçici olmadığını 1970′lerin sonundan itibaren gören kapitalistlerin, “serbest piyasa ekonomisi ve demokrasi” “küreselleşme ve nimetleri” demogojileriyle yapılandırma hamlelerini hepimiz biliyoruz.
“Kapitalist üretim tarzının her genişleme döneminin sonunda, ekonomik krizle birlikte oluşan bir mali genişleme dönemi var. Ekonomik gelişim döneminde dünya pazarını kendi siyasi denetimi altında bütünleştirerek, diğer ülkelerinde kullanımına sunabilen hegemonik ülke, (bunu yapabildiği için hegemonyasını kabul ettirerek hegemonik konumda kalabiliyor) bu mali kabarma dönemine, bundan en iyi bir biçimde faydalanmasına olanak sağlayacak avantajlı bir konumdan giriyor ve bir atılım dönemi yaşıyor.Bu atılım aslında hegomonik gücün sonbaharıdır” (Fernand Braudel)
Yine bu saflaşmada bir çok kongre, tartışma platformları, paneller yapıldığını, tonlarca kitap-araştırma yazısı-makale yayınlandığını hepimiz biliyoruz. Tartışan tarafların her ikisinde de; emperyalizm bu günkü gelişkinlik düzeyi ile üretici güçleri geliştiriyor mu-geliştirmiyor mu gibi bir problemleri yok. Geliştiriyor noktasında bir konsensüs var. Bizim, her ikisiyle de sınır çeken ve doğal olarak bundan önümüzdeki on yılların mücadele seyrini belirleyecek bir strateji oluşturma buna bağlı taktikler ve praksis tarihi yükümlülüğümüz var. Bu süreç tahlilimizin eksenidir.
Bilimin kapısında, aynı cehennemin girişinde olduğu gibi, taleplerimiz şu olmalıdır:
Burada bütün güvensizlikler geride bırakılmalı / Burada bütün korkaklıklar ölmelidir. Dante
İlk yazdığım kısacık mektupta makalenin en büyük eksikliklerinden biri; Teknolojide ve üretimin örgütlenmesinde büyük dönüşüm bölümünde, teknolojik devrimcilerle aradaki farklar silikleşmiş, mutlaka bir bölüm eklenmelidir, siyasal spekülasyonlara da açık bir makale demiştim. Yine buna bağlı olarak liberal burjuva demokrasisi yaklaşımına katılmadığımı, neo-faşizm yönünde bir gelişim olduğunu söyleyip Av. son yasa ve uygulamalarla örneklendirmiştim. Ocak ayında kabataslak bir şeyler yazdım. Kabataslak haliyle kaldı. Nedenlerini biliyorsunuz. Arkasında öncelikleri belirleyememek, tembellik, pratiğin peşine takılmak gibi bahaneler yok gerçektende.
Şirket ünitelerinin (örgüt organları-nba) hem dış rekabet, hem de içten kötü yönetimle tasfiyesi gibi varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya olunduğu dönemlerde, şirket yöneticileri ya da şirket yönetim temsilcisi nasıl bir yönetişim anlayışı geliştirmelidirler içerikli bir çalışmaya daldım. Aynı gerekçeyle, bu ciddi bir araştırmanın sonucu yazılan bir makale eleştirisi değil. Daha çok, zaten başka vesilelerle araştırdığım-okuduğum şeyler üzerinden ve cepten yiyen bir çalışma. Genişletmek için beklettim ama aciliyetten dolayı bunu da yapamıyorum.
Bu açıklamadan sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Makale üstte sözünü ettiğim her iki eğilimle de arasında sınırlar çekmeye çalışmış. Özellikle:
“Emperyalist kapitalist dünya ekonomik sisteminin kar oranlarında düşüş eğilimindeki artma, sermaye birikim süreçlerinde yavaşlama ve makro ekonomik dengelerin bozulması, pek çok yan ve bağlı sorunu da üreterek emperyalist kapitalist sistem için gitgide büyüyen ve çözüm gerektiren sistemin genel krizini derinleştirici yapısal bir sorun niteliği kazandı”
“İlk aşamada varolan birikim modeli içerisinde uygulama değişiklikleriyle başlayıp yeni üretim teknolojilerinin geliştirilmesi ve ekonomi politika değişiklikleri ile süreçlerin de bunlara uygun biçimlendirilmesini sağlayacak ekonomik, politik, askeri, felsefi, kültürel toplum mühendisliği uygulamalarıyla dayatılan sistemin iç yapısındaki kapsamlı değişikliklerin ve dönüşümün zorunluluk zemini budur.”
“Kapitalist ekonomilerin kendi içindeki gelişim dengesizliklerinin de tetiklediği, sıklaşan krizlere yol açtı; kapitalizmin genel krizini ağırlaştıran bir etkide bulundu. Genişletilmiş yeniden üretime dayalı büyüme geriledi, sürdürülemez hale geldi”
Üstte verdiğim alıntılarda olduğu gibi makalede; sistemin iç yapısındaki kapsamlı değişikliğin zorunluluk zemini olarak; emperyalist-kapitalist sistemin kar oranlarının düşme eğilimi, gittikçe büyüyen sistemin genel krizini derinleştirici yapısal krizlerinin olduğu var. (Yazar da makalede bu var diyecektir).
Fakat değişimler sorunu ve bunun burjuvaziye sağladığı stratejik üstünlük gibi doğru bir çıkarsama öylesine şişirilmiş, baş döndürücü dönüşümün bu yönü tek yanlılıkla öyle bir coşkuyla anlatılmış ki -hacim olarak bile önemli bir bölümünü bu kaplamış- bu değişim ve dönüşümün neyin ürünü olduğu, ve istediği kadar baş döndürücü olsun gelişkinliklerin kapitalizme sağlayacağı gelişme potansiyelinin ”göreliliği ”o kadar az yer kaplamış ki, ilk okumada bile insanın yüzüne çarpıyor.
Dönüşümde, teknolojinin rolüne, üretici güçleri geliştirme kapasitesine müthiş bir vurgu (Eksiklik buradan kaynaklanmıyor. Emperyalist-kapitalizm üretici güçleri istesede istemesede olağanüstü geliştiriyor.) kendisini ortaya çıkaran nedenlere dokunulup geçilmesi, yarattığı yıkıcı sonuçların talileştirilmesi söz konusu. Arkası, doğal olarak zincirleme gelmiş.
Gelişkinlik-kar oranlarının düşmesi bağını kuruşta zayıflık, buna bağlı olarak vazgeçilmezimiz olması gereken, adı üstünde hem risk hem olanak demek olan durumdan vazife çıkarma ilişkisi (Kapitalizmin krizlerinin ”yol kazası” olmadığı, onun işleyişine içkin olduğu ve bundan kaçamayacağı, onun uzlaşmaz çelişkilerinin tüm yönleriyle yoğunlaşması ve çıplaklaşması vurgusu zayıf. Yeni bir kriz dalgasının beklendiği tartışmalarının olduğu bir dönemden geçiyoruz!) buna bağlı olarak sınıfsal uçlarda birikmeyi koşullayan, üretici güçler-üretim ilişkileri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık ve bunun derinleşmesi, emperyalistler arası çelişkilerin kızışması (Bugün sadece emperyalistler arası çelişkiler derinleşmiyor. Latin Amerika oluşan alternatif blok ile emperyalistler arası çelişki de, emperyalistleri zorlayan yeni bir faktör olarak devrede) hemen hepsi talileştirilmiş.
Kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği/gelişimin devam edeceği gerçeği, kapitalist sistemin işleyiş ve örgütlenmesinde ulusal sınırları aşan gelişme eğiliminin yarattığı niteliksel değişimlerin, özellikle 80 sonrasında iyice belirgin hale geldiği gerçeği, kapitalizmin temel yasa ve çelişkilerini talileştiren yepyeni bir olay gibi ele alınıp yorumlanamaz. Makale üstte de dediğim gibi tek yanlı vurgularla gelip buraya düşüyor. Parça parça burada eleştireceğim bütün bölümler var, fakat aralarındaki ilişkilerin kuruluşundaki orantısız vurgularla çubuk sürekli olarak gelişkinliğe , gelişkinlik içersinde de teknolojinin avantajlarıyla ekonomiye bükülmüş. En azından ben; dönüşüm-kriz-çözülme ilişkisini tok bir tarzda alamadım bu makaleden.
Bu “bizi bozar mı korkusu” “tutuculuk” “büyük dönüşümü ve dinamiklerini görmemek” filan değil. Yeninin adının konulmasında, teknolojide ve üretimin örgütlenmesindeki değişmeler ile kar oranlarında düşme yasası, kriz olgusu gibi kapitalizmin temel yasa ve uzlaşmaz çelişkileri ve bunun yarattığı sonuçlar arasındaki bağın kuruluşu gerçekten de çok zayıf. Makale bunu bilinçli yapmıyor, hatta tersi vurguların da bulunmasına rağmen buraya düşüyor. Bu günkü değişim ve dönüşüme, kapitalizmin en parlak ve “İlerici” yıllarında, karşılıklı olarak birbirini tetikleyen buluşlar sayesinde; sadece ekonomide değil bir bütün olarak toplumsal yaşamda zincirleme yaşanan sıçramalı devrimsel gelişim ve bu gelişkinliğin dünyanın bakir alanlarına taşınması düzeyinde bir misyon biçmekle buraya düşüyor. Bu “affola” diyerek geçiştireceğimiz bir yanlış benzeştirme değil. Zira diğer bütün eksiklikler -talileştirmeler bu eksende gelişiyor.
Emperyalist-kapitalizmin; çürüme, asalaklaşma, kendisiyle beraber tüm toplumu ve doğayı çürütücü etkisi gelişimiyle paralel işledi. Bir ve aynı süreç olarak işledi. Dönüşümle-çözülmenin diyalektik ilişkisini bu kadar orantısız, hem de sadece ekonomik temeldeki gelişmeler cephesine bu kadar vurguyla kurarsak, düşmemesi de düşünülemezdi.
“Emperyalist kapitalist sistemdeki iç dönüşümün devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir. Bilgisayarlı üretimin üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, geçmişte buhar ve elektriğin, makinelerin ve otomasyonun üretimde oynadığı role benzer devrimsel bir sıçrama yaratmıştır” (Sf:8)
Bu alıntının bir fakatı olmalıydı. Buhar ve elektriğin, makinaların ve otomasyonun geliştiği dönemler, hepimizin bildiği gibi, emek yoğun eski teknolojilerin yerini alan yeni üretim teknikleri artı-değer üretimini artırmakla kalmadı. Bunun emilimini kolaylaştırıcı üstte de dediğim gibi devasa bir bakir alan vardı. Kapitalizmin gelişme-gençlik yıllarıydı. Bırakalım sermayenin kendi kendisinin engeli haline gelmesini, gelişmesini koşullayan bir ortam vardı. Günümüzde artı değeri artırıcı üretim organizasyonlarında teknolojinin rolü, gelip gelip kapitalizmin kendi içsel engellerine takıldı. Harikulade teknolojik ürünlerin üretimi dahi oluşan devasa stoklardan dolayı hız kesti. Dağılım hızı da bir ve aynı olmadı, olamazdı da zaten.
Sosyalizmin önkoşulları
Makalemizde sürekli olarak ekonomik altyapıya vurgularla, altyapı-üstyapı arasındaki ilişkiyi doğru bir tarzda kuramamışız. Bu en çarpıcı biçimde, yapısal değişim ve dönüşümün, bilim ve teknolojide atılımın, sosyalizmin önkoşulları açısından nasıl okunması gerektiğinin es geçilmesinde yansıyor. Halbuki bu kadar önemli bir makalede, en vurgulu ve dikkat çekici bölümlerden biri bu olmalıydı.
Bu durumdan çıkartılması gereken vazifeler ilişkilendirmesi de buna paralel es geçiliyor. Bunları redaksiyon ya da öyle kalem darbeleriyle düzeltilecek eksiklikler olarak görmüyorum.
Emperyalizmin asalaklaşması ile genişlemesi, çürümesi ile değişim-dönüşümünün birliği, tok bir tarzda kurulamadığı için, bunun sosyalizmin önkoşulları ile bağıda ötelenmiş. Başka bir vesileyle dokunup geçtiğimiz iki yer dışında yok nerdeyse. (Dikkatimden kaçan yerler olabilir. Fakat bu sonucu değiştirmiyor) Temel bir makale bunlar olmadan olabilir mi?!
“Devlet düzeyinde ortaya çıkan ve çıkabilecek olan bu oluşumlar, üretimin ve emeğin daha üst düzeyde toplumsallaşmasını ve merkezileşmesini ortaya çıkartır, komünizm için daha elverişli bir maddi temel de oluştururlar.” (Sf:18)
“Kapitalizm, içerebileceği bütün üretim güçlerini geliştirme yönünden istihap haddini doldurmaya doğru gitmektedir. Sistemin tarihsel sınırlarına, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği aşamaya doğru olan, yaklaşmakta olduğunu gösteren gelişimdir bu da” (Sf:33)
Emperyalist-kapitalizm, sosyalizmin önkoşullarını bu gün sadece ekonomik teknik altyapıya bağlı olarak emeğin ve üretimin daha üst düzeyde toplumsallaşması ve merkezileşmesi ile hazırlamıyor. Bunun belirleyiciliğinde, toplumu ve yönetimi de olağanüstü geliştirmek zorunda kalıyor. Toplumu, yönetimi-organizasyon becerisini olağanüstü geliştiriyor. Bu beceriyi geliştirmek için dev bir eğitim kadrosu (satın alınmış bilimcilerden) besledi/ besliyor. Toplumu bir yandan eziyor çürütüyor, yozlaştırıyor alıklaştırıyor. vs..tamam. Diğer yandan karmaşıklaşan toplumsal ve siyasal işbölümü ile yönetim ve organizasyon teknikleriyle, yeniden düzenleme ve projelendirmeyle, politikayı, iktidarı, toplumu ve ekonomiyi her zamankinden daha fazla iç içe geçirerek bütünleştiriyor, yetkinleştiriyor. (O ünlü toplumsal mühendislik faaliyetleri) Ve bu gelişkinlik yetkinlikle, iç çelişkileri daha da yoğunlaşmış , çelişkili bir olarak çıkıyor karşımıza. Görüngüleri, genel bir eğilim olarak siyasal kriziler, yönetememe krizi olarak yansımaktadır.
İşte, sosyalizme geçişin ön koşulları; çıkışını yalnızca onun bir yanından ekonomi ve teknik gelişkinliğinden üretimin ve emeğin olağanüstü toplumsallaşmasından almıyor. Bu belirleyici olmakla beraber, bunun üzerinden geliştirilen bütünden, siyasal toplumsal ekonomik dinamiklerinden almaktadır. Bu bize geçmiş sosyalizm deneyimlerinden çok daha gelişkin bir ekonomik teknolojik ön temel sunduğu gibi, aynı zamanda çok daha gelişkin bir toplumsal siyasal organizasyon, yönetim becerisi, proletarya diktatörlüğü olanağı sunmaktadır. Bu teknolojik determinist ve ekonomik deterministlerle diğer alanlarda olduğu kadar, sosyalizmin ön koşulları noktasında bizi ayıran çok ciddi bir farktır.
Sosyalizmin ön koşullarının olduğu kadar, altyapı-üstyapı ilişkisinin bu tarz kuruluşunun kendisi sorunlu. Makalenin eksenine oturan, biteviye ekonomik-teknolojik gelişkinliğe vurgu burada da kendisini gösteriyor. Hem sosyalizmi hazırlayan ön koşullara yer vermeliyiz, hem de bunun ekonomik-siyasal-toplumsal dinamiklerle ilişkisi içersinde verebilmeliyiz.
Teori praksis ilişkisi
Bu dönüşümün kapsamını hafifsemek olarak algılanmamalıdır. Değildir. Dergide zaten bizim de belli yönleriyle dalış yapıp yarım bıraktığımız, daha sonraki propagandamızın merkezine oturan, 15 yıldır da süren bir tartışmada, bizim değişim dönüşüm var mıdır yok mudur, emperyalist kapitalizm bu günkü gelişkinlik düzeyinde üretici güçleri geliştiriyor mu-geliştirmiyor mu gibi yere takılıp kalmamız garip kaçar.
Gelişmelerin boyutunu doğru değerlendirmek, hakkını vermek çok önemli. Bu sadece değişim ve dönüşümün boyutunu reel-nesnel açıklamak için gerekli değil bize. Buradan çıkışını alan, miadını doldurmuş etkisiz mücadele biçim ve yöntemlerinde takılıp kalmamak, ömrünü doldurmuş yönetim anlayışlarının aşma, yeni sürecin gerektirdiği aile modelleri ve aktivistlerini yaratma, sürecin olanaklarını değerlendirerek organizasyon becerisini yükseltebilmek açısından da çok önemli.
Fakat gelişimin boyutu, kapitalizmin biçim ve içerik değiştirerek devam eden özsel çelişkilerini ne değiştirmiştir ne de talileştirmiştir. Bunu, makalede (farkında olmadan düştüğü noktalar dışında) böyle bir iddia olduğu için söylemiyorum. Kapitalizmin ekonomik gelişkinliğine bu denli abartılı vurguyla, özsel çelişkilerini bu denli gerilere itmekle buraya düşüyor. Bir de, emperyalist kapitalizmin çözümlenmesinin bitişiğinde, çıkarttığımız günümüz görevleri praksisi olarak hangi sonuçlara ulaşacağımızı es geçersek, istesekte istemezsekte teknolojik devrimcilerle aramızdaki farklar silikleşir.
Ör: Emperyalizmin Leninist yorumu bu gün geçerliliğini korumaktadır. Çağımızın çelişkileri de başkalaşmadığı gibi griftleşerek daha da derinleşmektedir. Bu konuda net olmak gerekiyor. Gelişkinlik, değer yasası, kar oranlarının düşme yasası, rekabet olgusunun eski biçimini yadsıyarak biçim ve içerik değiştirmesi, kapitalizmin çelişkilerini bir üst düzeyde yoğunlaştırması ve yeni çelişkileri ortaya çıkarmasından başka bir şey değildir.
Yine çok kullanılan bir deyimle, kabalaştırarak söylersek “sermaye için sermaye enternasyonalizminden ötesi yoktur”. Fakat uluslararası tekellerin dünya ekonomisi içindeki nicel ve nitel öneminin artmasını (Dünya ekonomisi neredeyse 5-10 uluslararası tekelin elindedir. En büyük 200 -bilgi eski olduğu için daha da düştü- çok uluslu şirket dünyanın mal ticaretinin yarısını kontrol edebiliyor. -Bazılarının yıllık cirosunun pek çok ulus devletin GSMH’sından büyük olduğu söylenmektedir-)
Tekelleşme (Kartel) olgusundaki nesnel gelişmeleri, bugünkü boyutlarını incelemek zorundayız. Tekil ulus-devletin kapitalist ekonominin yönetiminde geçmişe oranla önemini yitirmesini, çokuluslu üst kuruluşlar ve bölgesel iktisadi birlikler öne çıkmasını (Ulus devlet bitti mi-yoksa yeniden ulus devlet retoriğine sarılma mı var, ulus devlet bitti demek şizofreni mi?!) üretimin olduğu kadar, dağıtım planlarının da uluslararası ölçekte ele alınmasını ve boyutunu araştırmayı yine dayatıyor bize. (E-ticaret vs.)
Kapitalist devletlerin ihtiyaç duyduğu ve uygulamaya koyduğu makro ölçekli iktisadi ve sosyal politikaların ulusal olmaktan çıkıp uluslararası karakter kazanmasının yeni aşamasını ayrıtılandırmak zorundayız. vs. vs. Bunların hiç birisi zor da değil. Çiğnenmemiş bir yolda yürümüyoruz. Sayısız güvenilir araştırma ve istatistik var. Bunlar kollektif olarak daha sonra el atacağımız alanlar olarak söylüyorum.
Çözümlemekle bitmiyor. Asıl sorun ne için çözümlediğimiz noktasında başlıyor.Emeğe saldırıların makro olmaktan çıkması yeni bir enternasyonalizmin nesnel temelidir demek yeterli olmuyor bu tespitten sonra. Sermaye ”enternasyonalizminin” nesnel temelini oluşturduğu, bölgesel iktisadi birlikler, bölgesel direnişlerin de mayalandığı, birbirini tetiklediği yerler olacak. Av. bu yönleriyle gittikçe daha fazla ‘Tekleşiyor” Sermayenin saldırıları ortaklaştıkça, emekçilerin eylemleri buna paralel Av. çapında gelişiyor. Latin Amerika ”Tekleşerek” birbiriyle etkileşim içersinde bir seyir izliyor. Bu süreç hızlanacaktır. Kıtalar arası etkileşim…. giderek evrensel etkileşimin örneklerini yaşıyoruz/yaşayacağız. (CPE yasasına karşı direnişin, Fransa’da gelişip, Yunanistan‘a, oradan bize ulaşmasında olduğu gibi.) Troçkist dünya devrimi toptancılığına düşmeden, yeni sürecin gereklerine öncelikle kafaca ve tabiki praksis olarak hazırlıklarımızın neler olması gerektiğini kollektif olarak belirlemek zorundayız. Bunun gerektirdiği mücadele yöntemleri neler olmalıdır? Her türlü siyasal akımın arzı endam ettiği mayınlı bir tarlada, siyasal bir çekim merkezi olmak, altyapı ve lojistik oluşturmak aşamasında olduğumuz bu kesitte, YD çalışmasının temel taşlarından olan enternasyonal çalışmanın içeriğine kollektif olarak kafa yormak zorundayız.
YD-memleket ortak çalışma alanlarının öneminin her zamankinden daha fazla yakıcılaşmasının içeriklendirilmesi, taktiklerine kollektif kafa yorulması gelmeli hemen arkasından. Bu asıl olarak başka ek makalelerin işi olabilir. Fakat temel makalede ön gürüşler, paragraflar olarak mutlaka bulunmalıdır.
Emperyalizmin yaşadığı değişim ve dönüşümle; eski toplumsal ilişkilerin tümünü zor yoluyla ayırıyor ve üretkenliği artıracak biçimde yeni ve daha karmaşık bir toplumsal-teknik iş bölümü ile bir araya getiriyor, sınırları da eskisinden çok daha farklı bir tarzda parçalıyor tespitini yapıyoruz. Bunu sosyalizm için muazzam bir altyapı olduğu ile birleşik düşünmeliyiz ve düşünüyoruz. Çünkü sosyalizm kapitalizmin sunduğu ekonomik-teknik olanakların ötesinde siyasal, toplumsal, ekonomik teknik bilimsel insani gelişimde sınırsızlık demek olan tek altarnatiftir sistemdir. Sosyalizm fikrini yeniden canlı bir ütopya haline getirecek ayak bağlarından birisi “Sosyalizmin kaçınılmazdır. Fakat geçmiş yaşanan deneyimlerden yola çıkarak aynı biçimde bir sosyalizme asla” diyen, kafası karışık, her türlü siyasal bulamacın politik etkisinde azımsanmayacak bir kesim var. Anti-Stalinizm‘de somutlanan kafa karışıklığının önünü nasıl alırız anlamında geriye dönüşlerin açıklanması-eleştirel özümleme-geleceğin sosyalizmi ilişkisine çubuğu bükmek zorundayız. (her iki alanla ilgili iki kısa makale mutlaka olmalı ve doğal olarak ilgili yazarların işi olacağı için acil girişmeliyiz bence.) vs.. vs..
Özetle her çözümleme, praksise yol gösterici siyasal-praksis kafa açıklığı sağlayacak noktaları, belli halkalarıyla bu makalede giriş yaparak örebilmeli. Ve üsttede söylediğim gibi kapsamlı kısa makale olarak ayrı ele alınmalıdır. Fakat temel makalede en azından parağraflar halinde mutlaka girişler olmalı, makale bu soyutluğundan kurtarılmalıdır.
Keskinleşen çelişkiler
Yapısal dönüşümleri yine yapısal çelişkiler içersinden açıklanmalıdır noktasından devam edersek, Marks kapitalizmin bunalımlarının onun doğasından kaynaklandığı gerçeğini, ekonominin kısmen istikrarlı gözüktüğü süreçlere bakarak ötelemek isteyenlere, ”Felaketleri, patlak veren karşıt etmenlerin doğasında araştıracak yerde, felaketin kendisini yadsımakla ve düzenli ve dönemsel yinelemeler karşısında da eğer üretim ders kitabına uygun biçimde sürdürülseydi bunalımın patlamayacak olduğunda ısrar etmekle yetindiler‘‘ der -Kapital-
Makalemiz emperyalist-kapitalizmin gidişatına ilişkin, açıktan istikrar demiyor belki, fakat okura talileştirdiği yanlarla “gelişmenin ders kitabına uygun gittiği” duygusunu yaşatıyor. Üretici güçlerin gelişkinliğine o kadar vurgudan sonra, gelişiyorda ne oluyor sorusunun yanıtı, işin nirengi noktalarından birisi yine arka planda.
Nirengi noktasıdır zira , gelişkinlik sonucu yığılan metadaki kullanım değeri ile değişim değeri çelişkisi kapitalizmin genel krizini embriyon halinde içermektedir. Bu emriyon en genel hatlarıyla üretici güçler- üretim ilişkileri uzlaşmaz karşıtlığıdır. Özünde ise burjuvazi ile proletarya çelişkisidir. Çağımızın -milenyum çağı vb. adına ne denirse densin – emperyalizm ve proletarya devrimleri çağının tüm çelişkilerinin bu kadar keskinleştiği bir evrede, yine kısaca söylersek emeğin somut ve yararlı toplumsal üretkenliğinin, üretici güçlerin engelsiz gelişmesi mümkün değildir. Terside doğrudur. Engelsiz geliştiremediği ve geliştiremeyeceği için çelişkilerinin keskinleşmesi. En genel anlamıyla üretimin toplumsallaşması ile toplumsal ürünün dağılımının özel karekteri arasındaki çelişki;hacim ve çeşitlilik açısından, meta üretiminin, bilimsel-teknolojik devrimin gelişiminde yeni bir aşamaya işaret eden büyüklüğe ulaştığı zamanlarda, kendisini daha dolayımsız göstermiştir. Devasa gelişimin içersindeki bu çelişki, kapitalist ülkelerde özellikle de bağımlı kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin dinamikleri açısından temel tetikleyici bir unsur oldu.
Özellikle neoliberal ekonomik- politikaların tüm söylemlerinin gerçek yüzünü teşhir ettiği gibi, yer yer IMF politikalarını geçici olarak püskürten, Latin Amerika‘da kıtasal özellik kazanan görkemli genel grevlerle. Bilindiği gibi, 2000′in Ocak ayında, Ekvator’da, 40,000 kişinin katıldığı IMF karşıtı bir yürüyüşle başlayan hareket daha sonra Ekvator’da bir genel greve dönüşüp, hükümeti IMF programından vazgeçmeye zorlamıştı. 2000 Haziran’ında Brezilya, Ekvator, Honduras, Paraguay gibi ülkeler, gerçekleşen IMF karşıtı genel grev dalgasıyla sarsıldı.
Orta sınıfları dahi neoliberalizmin karşısına geçiren, emekçilere yaklaştıran, sadece krizin kıyım ve yıkıcılığının boyutu değildi. Bu belirleyici olmakla birlikte,dünya emekçilerinin kendi gücünü yeniden görmesinde, moral buluşunda “Biz de varız” demesinde, önemli bir yeri vardır Seattle‘de başlayıp Davos‘ta devam eden ve genel grevlerle ilerleyen bu sürecin. “Neoliberalizmin ebediliği, tüm dünya halklarının buna biat etmek zorunda olduğu, etmeyenin dinazor olduğu” biçiminide lanse edilen ideolojik hakimiyetini de darbeleyen onurlu bir yeri bulunur tarihte.
Kaldıki, sınıf mücadelesi, ulusal kurtuluş mücadeleleri ne kadar dibe vurursa vursun. başka bir deyimle; sermayenin vahşiliğini durduracak gerçek engelleri, ne kadar zayıf olursa olsun, “Emeğin toplumsal üretkenliğinin içsel bağını oluşturan sermaye ilişkisi onun engeli haline gelir” Genel kriz ilk elde bu içsel bağının sarsılması, yani değer yasasının işlemez hale gelmesi ve kar düşüşünde gösterir. Üretici güçler-üretim ilişkilerinin eski biçimi; maddi yaşamın sınıflar arası ve sınıf içi yeniden üretim ilişkilerinin eski biçimi; sömürü ve mücadelenin eski biçiminin çözülüş sürecidir bu. Kapitalist ekonominin tüm çelişkilerinin gerçek yoğunlaşmasıdır. İçsel olarak bağlı olan karşıt ve farklı toplumsal sınıfların zor yoluyla birbirinden ayrışmasıdır. Eşitsiz gelişme ve dengesizleşme sürecidir. Kapitalist toplumun ilişkiler sisteminin bir bütün olarak dağılma sürecidir. Yolun sonu bilindiği gibi uzlaşmaz karşıtlıkların çıplaklaşması ve uçlarda birikme.
İşte neoliberalizm sermayenin ve üretimin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ekonomi-politikasını uygularken kapitalizmin temel çelişkilerinin tümünü keskinleştirdi. Emperyalistler arası paylaşılmış dünyanın bilmem kaçıncı kez yeniden paylaşımını. (Kartellerin, dünya piyasalarında belli bir süreliğinde olsa ele geçirdikleri alanları “girilmez” olarak ellerinde tutmaya çalışmaları, tekellerarası rekabeti ortadan kaldırmış görüntüsü verebildi. Fakat emperyalist rekabet şiddetlenerek sürdü.) Devasa gelişen sayısal teknolojiler, biyoteknoloji, gen teknolojisi ve enerji teknolojisi tekeller arası kapışmanın unsurları haline geldi. Giderek araları sıklaşan mali bunalım ve bunun sarsıntıları, emperyalistler arası rekabetin kızışması, gelişimin dönüşümün sonucuydu. Üretici güçler-üretim ilişkileri uzlaşmaz çelişkisi yine ona keza. Bu da emperyalist kapitalizmin ”aklıllıca yön verebileceği” bir durum değildi/değildir. (Ör: ekonomik ve siyasal kriz yönetim stratejilerinin hemen hepsinin farklı konjoktürel etmenlere de bağlı olarak dikişleri tutmuyor.)
Mali genişleme kredi sistemleriyle artmıştır. Mali genişlemenin (devasa çürümenin ve asalaklaşmanın) boyutu, bir dönemler Dünya Bankası Direktörü E. Stern’in dediği gibi “16 trilyonluk bir kumarhaneye çevirdi dünya ekonomisini” (Business Week 12/12/94) Bu emperyalizmin gelişkinliğini gösterdiği kadar, asalaklaşması ile gelişmesinin, çürümesi ile devasa gelişiminin birliğidir. Marks‘ın emperyalizm aşamasının öngününde söyleyip günümüz gelişmelerinde herkese “Bu Marks‘ı doğruluyor” dedirten, insanda öngörüsünden dolayı hakikaten hayranlık uyandıran dahiyane alıntısında dediği gibi:
“Bu yalnızca şu olguyu gözler önüne serer ki, kapitalist üretimin çelişkili nitliğine dayanan seremayenin kendi kendini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar gerçek serbest gelişime izin verir ve böylece, aslında , sürekli olarak kredi sistemiyle yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyle, kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda kredi , bu çelişkinin şiddetli patlamalarını bunalımlarını hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak ögeleri oluşturur” -Kapital-
Marks’ın öngörüleri, arkasından geliştirilen Leninist “Emperyalizm çürüyen can çekişen kapitalizmdir” tezi, sadece mali sermayenin hacmindeki rakamlara bakıldığında dahi, daha bir çıplaklaşıyor. Uluslararası piyasalarda dolaşan sermayenin hacminin üçe katlanarak 1991 yılında 1 trilyon dolardan 1994 yılında 3.7 trilyon çıkmış. Banka Kredisi ile sağlanan fonların hacmi 1990’da 468 milyar dolardan 1993’de 555 milyar dolara, hisse senedi piyasasından sağlanan fonlar ise aynı yıllarda 756 milyar dolardan 2.2 trilyon dolara fırlamış. (Newsweek 03/10/94)
Kuşkusuz günümüzde bırakalım Marks dönemini, Lenin dönemiyle karşılaştırılmayacak kadar kapsamlı niteliksel değişim söz konusu. Ör: Emperyalizm eskisi gibi sadece meta sermayesini değil, üretim araçları üreten kesimde dahil üretimi tüm üretim süreci ile birlikte toptan bir yerden kaldırıp başka yere ihraç edebiliyor. (Son Bolkenstein direktifleri üzerinden Av. emekçilerinin kaynaması… Üretimin parçalarının değil, tümünün ucuz iş gücü olan ülkelere kaydırılması.) Devasa dış borçlarla, emperyalist kredilerle mali genişleme , sistemin bir zamanlar geçerli olan işbölümü ve üretim ilişkilerini zorla çözüp dağıtıyor. Uluslararası sosyo-ekonomik “Tekleştirme” çabası, olağanüstü merkezileşme ve yoğunlaşma ile; hem sınıflar arası hemde emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi bir ve aynı sürecin ürünü olarak işliyor.
Dünya emekçileri açısından sosyal yıkım sürecidir bu.Yıkıp gerekirse; zorun her türlü yöntemiyle yeniden dizaynıdır. ( işgal, işgal tehdidi, kitleleri toplumsal mühendislik faaliyetleri hatta rüşvetle satın alarak arkasına yedeklediği darbelerle)
Büyük dönüşüm sadece gelişkinlik olarak yaşanmıyor. En az onun kadar büyük bir asalaklaşma-çürüme yaşıyor emperyalist-kapitalizm. Bunun çürüme yanını genelleyerek koyup, tek yanlı gelişkinliğe çubuk bükülemez.
Bir etabın sonu
Emperyalist-kapitalizmin, tüm dünyayı ve yarı sömürge bağımlı ülkeleri alt üst eden neoliberalizm ve küreselleşme’ nin rezilce iflasından sonra , bir etabı tamalayarak yeni bir viraja evrildi. Bu dönüşümle-çözülmenin ararsında bir belirsizlik kaos durumu değildir. Dev emperyalist tekellerin vantuzlarını dünyanın en ücra bölgelerine kadar uzatmaları süreci, üretimin yeniden düzenlenmesi için karteller halinde birleşmesi, tröstleşmelerin hızlanmasıdır. Tekellerin kızışan rekabeti sonucu bilinen gelişmeler yaşanmasıdır. Çökertilen ayıklanan tekellerle, yeni birleşmeler sonucu belli alanlarda dünya çapında nerdeyse bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda tekelin kalması. Silah sanayi başta olmak üzere, petro-kimya, ilaç, otomotiv, telekominikasyon, bilgisayar, tarım, vs. Karteller; özelleştirmeler, kartel fiyat anlaşmaları ile yarısömürge ülkelerin muazaam kaynaklarını gerçek değerinin çok çok altında kelepir fiyatına satın aldılar. Sermayenin merkezileşmesi ve mali genişleme yarı sömürge ülkeleri tek bir sürecin parçası haline getirdi.
Kartelleşme; belli bir alanda dünya piyasasını kendi elinde tutarak başkalarının girmesini engelleme çabaları ile istikarasızlık ve emperyalist rekabetin şiddetlenerek sürmesi yine aynı sürecin ikili yönü olarak işledi. Her şeyden önce kartellerin kendi içersindeki rekabet, kartellerin birbirleriyle rekabeti, farklı alanlar ve tekellerle, karteller arası rekabetin kızışması. Bu devletler arası rekabet ve öbekleşmeyi hızlandırdı. Sonrası paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması, savaşlar, kanlı darbeler, savaşın dünya halklarına, hatta doğaya yaşattığı yıkım ve kıyıcılık. Yani emperyalist-kapitalizm deyim yerindeyse, düzensizliğin düzeni olarak; arkasındaki toplumsal destekle, hem biz, hem biz olmayan farklı dinamiklerin basıncıyla (Latin Amerika halklarının desteğini arkasına alan, yeni bir sosyalizm diyerek ayrı bir blok oluşturan, sosyal-liberal devletler ve dinci gericiliğin etkisinde direnen Ortadoğu hakları vs.) yer yer insiyatifi elinde tutmakta zorlandığı bir rotaya evriliyor.
Asalaklaşma, çürüme bandını geriye doğru sararsak:
Emperyalizm bu büyük dönüşümü tamda resmedildiği gibi yaşıyor denilebilir. Fakat emperyalizmin yaşadığı değişim ve dönüşümde, asıl belirleyici olan yan, teknolojideki gelişkinlikler, üretim organizasyonlarında ve bir bütün olarak yaşadığı devrimsel değişim-dönüşüm müdür?! Makalenin eksenine bu mu oturmalıdır?! Yoksa bunun egemen sınıflar tarafından hangi çıkarlar için kullanıldığı ve yönetildiği ile devrimsel değişimin bağını kurmak mı?! sorularını sormak zorundayız.
Zira yeni teknolojik devrim, ne denli olağanüstülük taşırsa taşısın, emeğin toplumsallaşmasında ne kadar avantaj sağlarsa sağlasın, kapitalizmi ilgilendiren boyutundan ayrıksı düşünülemez. Kesinlikle üstte saydığımız katogorilerden ikincisi makalenin eksenine oturmalıdır. İkincisi otumalıdır; karşıt dinamikleri doğru tespit edebilmek, bu dinamiklere önderlik misyonu bu belirlemenin ışığında ortaya çıkacaktır. Karşıt dinamikler-aile (örgüt-nba) modeli, hangi karşıt dinamiklere-hangi aile modeli ile gideceğimizin içeriğini bu tespitle dolduracağız.
Bu zincir devam eder. Yönetim aktivistler ilişkisi, aktivistler-yönetim ilişkisi, ağ tipi konumlanışın önemi-ağ tipi içersinde dikeyin konumlanış, ağı öncelikli olarak nerelere atacağımız,ağ atacağımız alanların bileşimindeki değişimden, ağ atma yöntemlerinin çeşitliliğine… Başlayan sürecimizi yönünü böyle devam ettireceğiz.
Hepimizin bildiği gibi, günümüzün yeni teknikleri de dahil, yaşanan büyük dönüşüm ne kadar çarpıcı olursa olsun azami karı yükseltmenin bir aracıdır. Teknolojik gelişmeler; üretkenliği artırmanın, üretim için gerekli emek zamanını azaltarak karı yükseltmenin aracıdır. Teknolojik devasa üstünlük gerekli emek-zamanını azaltarak artı-değeri, dolayısıyla azami karlarını yükseltmenin aracından başka bir şey olmadı/olamaz. Yaşanan gelişmelere baktığımızda dahi; devrimsel dönüşüm önce muazzam karların sağlanmasına olanak verdi. Hemen arkasından ise, teknolojik devrim yaygınlaştıkça kar oranları kaçınılmaz olarak düştü. Teknoloji harikası üretilen mallarda dahi devasa stoklar oluştu. (Bu süreç devam etmektedir. Kafkaslar’da yaşanan son kadife darbelerin en önemli çekişme alanlarından birisi telekominikasyondur. Darbelerde adı daha gerilerde anılmasına rağmen en ciddi yatırımları Çin’in yaptığı söylenmektedir.)
90’lı yıllarda önce yeni teknolojiler temelinde kaydedilen ekonomik büyüme, somut gelişmelerde yansımasını buldu. Çok kısa sürede bir aşırı-üretim bunalımına dönüştü. Varolan pazarların yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması ve emilmesi açısından yetersizliği, teknik buluşlara rağmen üretkenliği arttırma hızını frenledi. Kapitalist sisteme yükseliş ivmesi veren koşullar bir süre sonra tersine döndü ve bu kez inişe geçti. Çok bilinen bir örnek olduğu için, 1990′lı yıllarda Microsoft‘un düşünelim. Başdöndürücü bir yükselişti gerçektende. Saltanatı uzun sürmedi.
Ör: 90’lı yıllarda peşpeşe uygulamaya giren yeni teknolojilerin, kapitalizmde sanayi devrimine benzer bir atılım dönemini başlatacağı iddia edilmiştir. Başlatamadı! İnternet, bilgisayar, cep telefonları gibi yeni teknolojilerin yaygınlaştırılması sayesinde 90’ların başından itibaren özellikle ABD’de ekonomik trend yükseliş eğilimindeydi. (Doğal olarak enformasyon teknolojisinde sağlanan sıçramalar dünyada eşzamanlı ve yaygın bir uygulama alanına kavuşamadı) Bu durum “kapitalist ekonominin 70’li yıllardan itibaren görece bir durgunluk eğilimi içine sürüklendiği yolundaki değerlendirmelerin doğru çıkmadığı ve aslında yeni teknolojik devrim sayesinde kapitalist çevrimlerin doğasının değiştiği” savunularına zemin oluşturdu. “Kapitalizmin boom’ları takiben kaçınılmaz olarak içine düşülen krizler eşliğinde yol aldığını açıklayan Marksist çözümlemenin artık çağdışı olduğu” ilan edildi.
Yeni teknoloji sayesinde, piyasadaki talebi tam olarak belirlemek, stokları istenildiği biçimde kontrol altına almak ve bu suretle aşırı-üretim eğiliminin önüne geçmek mümkün olacaktı! Göreli artı-değer üretiminde artış ve bunun yaygın kullanımı sonucu ekonomik büyüme, bir sıçarama yarattı. 90′lı yılların sonlarından itibaren enformasyon-telekominikasyon alanında simgeleşen aşırı stoklar aşırı üretim krizi baş gösterdi. Sonra bilinen süreç yaşandı. Hem de burjuvazinin sözcülerine dahi “Marks haklıydı” dedirtecek kadar. Bildiğimiz zincirsel sistem krizi kapsamında krizler yaşandı. O çok kullanılan deyimle “Krizi aşmak için geliştirilen küreselleşme, krizi küreselleştirdi” “Emperyalizm teknolojik atılımlarla üretici güçleri geliştirdi. Krizlerini aşma kapasitesine ulaştı ya da krizlerini öteleme becerisi kazandı” diyerek, en azından kısa vadede kriz beklemeyenlerin olduğu kadar, istikarar öngürüsünde bulunan, bunun üzerinden yükselen tespit ve teorilerin tümünü gelişmeler gümletti.
Kaldıki, teknolojik devrimi yere göğe sığdıramayanlar, ekonomideki etkinliğine çubuğu bükenler dahi; bunun “kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasına tosladığı” “Tekeller arası rekabeti körüklediği” her ikisinin bir ve aynı süreç olduğunu söylüyorlardı. Uzun bir alıntı:
“Enformasyon ve iletişim teknolojilerinin en önemli etkisi, kendisini diğer teknolojilerden ayıran “doğuran” (generic) niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bundan önceki teknolojik gelişmeler sadece belli bir mamulün veya sektörün üretimini etkilerken, bu teknolojiler ekonomide oldukça geniş bir uygulama alanı bularak ekonomik etkinliği daha çok geniş bir alanda sağlamaktadır .İşletmelerin bu yarışa ayak uydurabilmeleri üretim sürecine yeni düşünce tarzı getiren, bilgisayar ortamında üretim, bilgisayar destekli mühendislik, tasarım, imalat gibi modern yöntemleri benimsemeleri ve uygulamalarını gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, küçülen dünya ekonomisinde rekabet gücü, yeni teknolojiler üretmek ve bu teknolojileri hızla üretime dönüştürebilme yeteneğine dayanmaktadır” dedikten sonra,
“Teknoloji yeteneğini, teknoloji transferi yaparak geliştirmek belli bir noktaya kadar mümkün olabilmektedir. Ancak, teknoloji açığını kapatma konusunda bütün diğer koşullar aynı olsa bile, teknoloji transferini yapanlar teknolojiyi üretenler karşısında daha baştan rekabet yarışını kaybetmektedirler. Böyle bir durumda; teknoloji üretip ihraç edenler açısından, dünya pazarlarında mutlak bir rekabet üstünlüğü elde edilmektedir.” (Houghton ve Peter, 2000)
Bu anlamıyla yaşanan devasa değişim ve dönüşümün, emperyalizmin özsel çelişkilerinden dolayı ona sağlayacağı gelişme potansiyeli, stratejik üstünlüğün “göreliliğini” yaşamın kendisi kanıtladı. Bu sadece kapitalizmin krizlerinin kaçınılmazlığını, en gelişkin göründüğü evrelerde dahi kriz olgusunun ona içkinliğini göstermedi. Önceleri insan hakları, demokrasi , çoğulculuk gibi söylemlerle kafası bulandırılan (Onlardan önce devrimci öncüyüm diyenlerin kafası sersemledi) karşıt dinamikleri de kendi elleriyle harekete geçirdi.
Sonuç olarak, yıllarca biraz gereklilik, daha çokta zorunluluktan teknolojik devrimcileri okumuş birisi olarak; gelişkinlik, hemde ,bilimsel-teknolojik-ekonomik gelişkinliğe fena halde kaptırmışız kendimizi diyorum. Büyük dönüşümün devasalığı ile-kapitalizmin özsel çelişkilerinin keskinleşmesi sonucu ortaya çıkan çürümesi olgusunun içsel bağını doğru kuramamışız. Tüm karşıt vurgularımızı da silikleştirmişiz. Bu da beni, baştada dediğim gibi sıkıcı bir tekrar olması pahasına, hepimizin bildiği çürüyen yanına , gelişkinlik-çürüme ilişkisinin kuruluşuna vurgulara zorladı. Çürüme olgusunda, geriye sarmaya zorladı.
Liberal burjuva demokrasisi
Yine karşı çıktığım noktalardan birisi liberal burjuva demokrasisi belirlemesidir.
“Çok sayıda ve yaygın, farklı biçimleniş ve düzeylerde, katmanlı yapıdaki burjuva ’sivil toplum’, burjuva sınıf egemenliğine, siyasal devlet örgütlenmesine, toplumsal bir temel kazandırmakta, kapsayıcılık alanını genişletmekte, esnek ve bütünleşik siyasal toplumsal örgün bir yapı oluşmaktadır. Eğer böyle bir yapılanma olmasaydı, yeni yapılanması içerisinde mali sermaye ve tekellerin devleti, egemenlik ve zor aygıtı olarak kendini gizleyemez, çıplak bir biçimde ortada olurdu. Böylesi siyasal toplumsal örgün bir yapıya sahip olması ise, sadece burjuva sınıf egemenliğini perdeleyici olmamakta, mali sermaye ve tekeller çoğu zaman hiç bir baskı ve şiddet uygulama gereği duymaksızın bu kurum ve ilişkileri kullanarak toplumu denetim altında tutup biçimlendirmekte, bu şekilde egemenliklerini daha kolay sürdürüp daha ucuza mal etmektedirler.” (sf.18)
“Sivil toplum”un; yani tüm o sistemin çıplak zor ve iğrençliğini gizleme, sistemin çıplak zorunu perdeleyerek bütünleyeni olma, kitleleri de buna yedekleme çabalarına rağmen; burjuva devlet yapılanması neo-faşizm yolundaydı. Bu gün, çıplak zorunu-açık terörcü yöntemleri en rezil biçimde uygulayıp, gizleme ihtiyacını da duymamaktadır. Kimseyi peşine takamayacak, (takmakta istememektedir) kadar pervasızlaşmıştır. Uzatmak istemiyorum; Rice‘nin işkence uçakları konusundaki tavrı hatırlansın. Guantanamaro hatırlansın. Irak hatırlansın. Av. 2. dünya savaşı yıllarındaki gibi kamplar kurma planları hatırlansın. Sermaye, baskı ve açık terörcü yöntemlere baş vurmaksızın yolunu açmakta, her geçen gün daha fazla zorlanmaktadır.
“Şekilsel ve kolaycı bir bakışla bu yapılanmayı neo-korporatizm ve bir bütün olarakta neo-faşizm olarak görmek ve tanımlamak yanlış olur. Neo-liberalizm, kapitalist üretim ve piyasasının bugünkü yapılanması içerisinde para, mal ve hizmetlerin, kısmen sınırlandırılmış olarakta bireylerin serbet dolaşımını öngördüğü gibi, gereksinimlerine uygun olarak birey ve grup aidiyet ve özerk gelişimine uygun kadrolara ihtiyaç duymaktadır. Burjuva eğitim sistemi bu temelde yeniden yapılandırılmakta, üretimin örgütlenişi (katı hiyerarşik yönetimden daha esnek, yatay örgütlenmelere…), siyasal toplumsal yapı ve ilişkilerde buna göre biçimlendirilmektedir. Mutlakçı, monolotik faşist bir siyasi toplumsal yapı içerisinde bunlar olamaz” (sf. 19)
Bu tespitte, üstte sosyalizmin maddi koşullarını, kapitalizmin nasıl hazırladığı bölümünde olduğu gibi; altyapı-üstyapı arasındaki ilişkide, indirgemeci bir biçimde üstyapının altyapıya uyarlanışı söz konusu.
“Para -mal-hizmetler-eğitim-kısmen sınırlandırılmışta olsa kişiler, serbest ve esnek bir üretim modelinin kadroları olmak zorundadırlar. Bu da rejim tipini bir yandan merkezileşmeye ama daha çok esnekleşmeye zorlar. Sivil toplum devleti açık terörcü yöntemlere baş vurmaktan alakoyan bir kalkan görevi görmektedir”diye kabalaştıracağım bir belirleme bu. Ne süreç böyle işlemiştir, ne de bu tanım doğrudur bence. Üretim ve üretim organizasyonları esnekleştikçe devlet merkezileşmiş, katılaşmıştır. Mali sermaye ne kadar esnekleşmiş ve genişlemişse devlet o kadar merkezileşmiş,-katılaşmış-ceberrutlaşmıştır.
Hani şu devletin ceberrutluğunun, ’serbest piyasa ekonomisine yakışıksız kaçtığı düşünülerek üretilen teorileri hatırlayalım. Devletin ekonomiye müdahalesi ile serbest piyasa ekonomisinin birbirine tezat olduğu, devletin ekonomiden elini çekmesi ‘minimalize devlet” “gece bekçisi devlet” “Devlet ekonomiden elini çeksinmi yoksa düzenleyici baba devlet olarak kalsınmı?” diye süren tartışmaları hatırlayalım. Devletin merkezileşmesi ve sınırsız güç kullanımı ile ekonominin serbestliği arasındaki, devletin ekonomiye müdahalesi ile liberal ekonominin, tamda doğrusal uyumunu gizleme çabalarını.
Bildiğimiz gibi sivil toplumcuların, liberallerin mızırdanmalarına rağmen,devlet hiç bir yere çekilmedi! Ne ekonomiden ne de güç kulanımından. Mali özel sermaye gruplarının devletler içindeki kontrolü arttı. (Yine son kadife darbelerden örneklendirecek olursak; arkalarından Soroz vakfı da çıkmaktadır) Kısmen özerkleşme, fakat daha çok devlet içindeki bir klikle iç içe geçme diye tanımlayabileceğimiz, devletin sermaye ile içiçeliğinin niteliği değişti. Emperyalistler arası güç mücadelesinde, neoliberalizmin işleyen doğal yapısı gereği;mali sermaye grupları arasında, çeşitli burjuva klikler arasında, her bir mali sermaye grubuyla devlet arasında kapışmalar hızlandı. Devlet içindeki güç ve mücadele savaşları yapılan devlet içi ayak kaydırma operasyonları sonucu, en geri kitlelerin gözünden devletin saygınlığını düşürecek kadar çıplaklaştı.
Sermayenin sınırsız ve engelsiz hareket serbestisi istemesi, sınırsız egemenlikle yolunu açmasıyla sağlanabilirdi ancak. Emperyalist kapitalizm, devleti, siyaseti, ekonomiyi, eğitimi, tekelci kapitalizmin doğasına uygun olarak gücü merkezileştirdi.
“Her alanda sınırsız bir egemenlik peşinde koşan ve gericileşen kapitalizmin tekelci aşamasının karakteristiğine ve tarihsel gelisme eğilimine uygun olarak ekonomide olduğu gibi siyasette de güç, parçalanmak ve dağılmak şurada dursun, gitgide daha sınırlı bir kesimin elinde toplanmakta ve merkezileşmesi. Devleti yeniden yapılandırma yöneliminin özünü ve ayırdedici özelliğini de tekelci kapitalist devleti bu güç yoğunlaşmasına uygun yeni bir kalıba dökme, bunun gerektirdiği yeni bir kurumsal yapılanma ve işlerliğe kavuşturma oluşturmaktadır”(DP. Devletin Yeniden Yapılandırılması)
Geçmiste; “Çoğu faşizme özgü olan yöntemlerin parlamentarizmin kalıntılarıyla harmanlanarak farkllı bir bütünlük oluşturmaları sonucunda, ortaya yeni bir burjuva devlet biçiminin çıktığı”
“Tekelci burjuvazinin siyasal egemenlik aracı olarak burjuva kapitalist devletin, bütün göstermelik karakterine karşın burjuva parlamenter demokrasinin klasik biçiminden daha uzak, açık faşist diktatörlük biçimine daha yakın” olduğu tespiti ajitasyon-propagandamızın içeriğini biçimlendirdi. Bu tespitlerin üzerinden geçen zamanda, burjuva demokrasisine sahip çıktığını söyleyen ülkelerde söylemlerin dahi değiştiği, kırıntı adına ne varsa ortadan kaldırma çabalarının sürdüğü bir süreç yaşadık. Bu süreç devam etmektedir. Sosyal hak kırıntılarının kaldırılmasına paralel olarak yasalaştırılan ırkçı-faşist önergelerde olduğu gibi. Şimdilik noktalıyorum.
Selam ve sevgilerimle kucakladım
Çiçek