BÜYÜK TEHLİKE- II (16 Haziran 2006)
“Çağların hem en iyisi ve hem de en kötüsüydü aynı zamanda, bilgelik, çılgınlık çağıydı. İnanç ve inançsızlık çağıydı; aydınlığın ve karanlığın mevsimi, umudun baharı ve umutsuzluğun kişiydi, hemen bütün herşey vardı önümüzde, hem de hiçbir şey yoktu, gökyüzüne doğru yol alırken karşıt yönde de ilerliyorduk. Sözün kısası o çağ, şu bizim çağımızdan öylesine uzaktı ki, önde gelen bazı otoriteler, o çağı ister iyi, (ister) kötü anlamda nitelemek için hemen daima en aşırı ve en abartılı terimler kullanır olmuşlardır” (Charles Dickens)
“ Bütün mesele, hazırlık içinde olmak..“ (Shakespare)
1) Bu kadar önemli ama bir o kadar da ‘eski’ bir konunun derli toplu çözümlenmesine örgüt olarak yönelmekte çok ama çok geç kaldığımızı görmeli ve bunu baştan dürüstçe teslim etmeliyiz! Neoliberal yeniden yapılanma ve ‘büyük dönüşüm‘ olarak adlandırdığımız süreç, neresinden bakarsak bakalım, 1970’lerin sonlarına doğru ete kemiğe bürünmeye başlayan, 1980’lerin bütününe damgasını vuran ve 1990’lar boyunca da -özellikle ilk yarısı- yeni hamlelerle devam eden uzun bir süreç. Sürece rengini veren ve ‘dipten doruğa bir değişim‘ olgusunu ortaya çıkaran bütün temel dönüşümlerin gerçekleştirildiği ‘en yoğun‘ kesitinin uzunluğu bile 15 yıl. Ve biz bu kadar uzun sürmüş bu kadar önemli bir tarihsel kesitin bütünlüklü tahliline kolektif olarak ancak şimdi yöneliyoruz(?!)
Bu gerçeğin görülmesi, bu konuda daha önce hiçbir çaba ve yönelimin olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Bunun görülüp teslim edilmemesi de, birincisi büyüklüğünde olmasa bile ‘biraz‘ ayıp olur! Fakat, bazılarının arkası gelmeyen, gelenlerin de kopuk kopuk geldiği bu yönelimlerin en büyük eksiği, ‘büyük dönüşüm‘ olarak adlandırdığımız tarihsel olguyu, konunun önemine denk bir bütünlükte değil bazı parçalarla sınırlı ele almaları; belki bundan da önemlisi, bu çabaların kolektif adına planlı ve sistemli bir teorik-siyasal araştırma ve ilgi konusu düzlemine bir türlü çıkarıl(a)mamış olmasıdır.
Bugün kendimizin de “büyük tarihsel dönüşüm‘ olarak adlandırdığımız -hatta “sanayi devrimine eşdeğer” bulanlarımızın olduğu- önemde, çap ve derinlikte bir dönemin tahlil edilmesinde bu denli ‘geç‘ kalmış olmamızın kendisi esasında çok şey anlatır. Teori-siyaset, teori-pratik ilişkisini fiiliyatta nasıl kurduğumuz ve önderlik tarzımız başta olmak üzere buradan çıkarmamız gereken çok ders vardır.
Bedellerini pratikte -üstelik “Bir dönemin kapandığını” ilan eden 3. Konferansımız gibi bir zirvenin ardından fiili bir tasfiyecilik çukuruna yuvarlanacak ölçüde- ağır ödediğimiz bu vahim siyasal-teorik hatamızın telafisine bugün 4. Konferansımız vesilesiyle sonuçta yönelmiş olmamızı, herşeye rağmen ileriye doğru atılmış bir adım olarak görmeliyiz!
2) Bu adımı atarken, TDH içerisinde hala ‘uyanamayanlara‘ bakarak değil bütüne bakarak, “Amerika’yı ilk keşfedenler” içinde değil, trene son anda atlayanlar içinde olduğumuz gerçeğini görmeliyiz! Bu gerçeğin görülmesi, bize özellikle iki yöndeki sorumluluklarımızı hatırlatmalı:
a) Konuya ilişkin olarak -çoğu üstelik yıllar önce- yapılan dışımızdaki çalışmaların ‘gerisine‘ düşmemeliyiz! Bu söylediğimiz, TDH’de yaygın ve etkin olan basit ve çiğ bir küçük burjuva rekabet sorunu olarak algılanmamalı! Burada kastettiğimiz, ‘yeni bir söz söyleme‘ iddiasında olanların ortaya koydukları tahlillerin ve çıkardıkları sonuçların, o konuda ‘devrimci aklın o gün için ulaşılabilen en son düzeyi‘ni temsil edebilecek bir teorik-siyasal derinlik, bütünlük ve isabet içermesi yükümlülüğüdür.
Bunu olumsuzdan ifade edecek olursak, başkalarının yıllar önce daha fazlasını ya da devrimci Marksizme uygunluk açısından daha doğru olanını ortaya koydukları konularda bile daha geri konumlara düşen bir ‘son söz‘ iddiası, etkisiz kalmaya baştan mahkum olmakla kalmaz, aynı zamanda kendisini komik bir duruma düşürür.
Dolayısıyla, bizim bugün ele aldığımız konuda bizden önce yapılmış birçok çalışmanın, yaşanmış tartışmaların varlığını göz önünde bulundurup, onların ‘gerisine düşmemek‘ sorumluluğunu, küçük burjuvazinin ‘yarıştırmacı‘ rekabet anlayışıyla değil, insanlığın kendi dışındaki her türlü ilerici birikiminden yararlanmasını bilen proletaryanın devrimci rekabet anlayışı çerçevesinde anlamalı ve bu temelde onlardan ‘yararlanmasını‘ bilmeliyiz. Bu ‘yararlanma‘, tabii ki tam da Marksist diyalektik eleştiri anlayışına uygun olmalı; yani onların olumlu yönlerini hiçbir komplekse kapılmaksızın soğurup kendimizleştirirken, özellikle de sürecin tahlilinden çıkardıkları sonuçlarda kendisini gösteren yanlışlarını eleştirerek aşma biçiminde bir yararlanma olmalı,
b) Neoliberal yeniden yapılanmanın ortaya çıkardığı büyük dönüşüm konusunda ‘Amerika’nın nihayet bugün, bizimle keşfedilmekte olmadığının‘ farkında olarak hareket etmek, başka şeylerin yanında bize ‘mütevazı olma‘ yükümlülüğümüzü hatırlatmalı! Bu sadece geç kaldığının bilincinde olmayla sınırlı kalmayan; kendini iyi tanıyan, güçlü ve gelişkin yönleri kadar zayıflıklarının da farkında olmaktan kaynaklı bir tevazu olmalı!..
3) Bugün neyi tartıştığımız doğru tanımlanıp, doğru kavranmalı. Anlamı, çapı, derinliği ve asıl getirdiği yükümlülükler yönüyle örgütün temel kadroları arasında bile henüz ne kadar bütünlüklü kavrandığı ‘tartışmalı‘ olmakla birlikte (bilinçli bir kavrayış düzeyine henüz çıkılamamış olmakla birlikte) “büyük bir dönüşümün yaşanıp yaşanmadığı” şeklinde bir tartışma yok bugün aramızda! Bu gerçeğin farkına varmakta en geriden gelen ve gereklerine ayak uydurmakta en fazla zorlanan kadrolarımız bile, hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve artık olamayacağı bir büyük dönüşüm sürecinin yaşandığı gerçeğini sezgisel bir biçimde de olsa ‘kabullenmiş‘ durumdadırlar. (Hala etmeyenlerle ise yollarımız ister istemez bir biçimde ayrılıyor…).
O halde bugün neyi tartışıyoruz ve tartışmalıyız?… Gerçekte birbirlerinden ayrı düşünülemeyecek olmakla birlikte bu sorunun yanıtını iki ana başlık altında toplayabiliriz: 1) Yaşanan ‘Büyük Dönüşüm‘ gerçeğinin çapı, derinliği, onu doğuran etkenler bütünlüğü ile ortaya çıkan sonuçların bütünlüğü içinde bu kesiti tarihsel bakımdan nereye, nasıl oturtmak gerektiğini ve 2) İşin temelini oluşturan bu büyük çözümlemeden hareketle, ‘proletaryanın devrimci öncüleri‘ olma iddiasını taşıyan komünist örgüt ve bireyler olarak bu tarihsel koşullarda üzerimize düşen tarihsel sorumluluklar, bunun getirdiği yükümlülükler, ‘bilinçli öncü bir tutum ve konumun sahipleri‘ olarak kalabilmemiz için örgütsel ve bireysel düzeylerde kendi ‘büyük dönüşümlerimizi‘ hangi yönlerde nasıl gerçekleştirmemiz gerektiğini…
Buradan da görülebileceği üzere, konunun kapsamı, büyüklüğü ve genişliği yanında biz henüz daha ‘tartışmanın‘ başlarındayız; atabildiğimiz adımların yetersizliği yönüyle de daha işin başlarındayız… Ancak, çok önceden geçmiş olmamız gereken bu uzun yolu yürümemiz artık şart! O halde bundan böyle kendimizi bunun gereklerine göre konumlandırmalıyız ve herkes bunun hakkını hakkıyla verme çabası ve yönelimi içinde olmalı!…
4) Bu konuya ilişkin olarak daha önce iletilen sözlü bir mesajı (“O yazıda işlenen görüşlere karşı çıkılacak olursa, bunu ideolojik bir ayrılık olarak görürüm…”) yanıtlarken, “önemli bir konuyu gündemleştirmiş olmasını değerli bulmanın yanında kendi başlarına ele alındıkları zaman altına tereddütsüz imza atacağım bölümler ve görüşler de içermekle birlikte bir bütün olarak değerlendirdiğimde bu yazının çıkardığı kimi sonuçlara, ama ondan da önce ruhuna katılmadığımı…” belirtmiştim. Bu görüşümü bugün de koruyorum. Bu durumda bununla neyi kastettiğimi açıklama yükümlülüğümü -tümüyle benden kaynaklanmayan nedenlerden dolayı- ancak şimdi yerine getirmeye çalışabileceğim.
Ancak, bunu daha önce planladığım formatlar içinde yapmaya yine zaman ve fırsat bulamadığım için kimileri yeterince işlenmemiş ‘spot tezler‘ biçiminde yapmaya çalışacağım. Meramımın anlaşılmasına bu kadarının da yeteceğini düşünüyorum. Ancak bu yöntemin doğurabileceği olumsuzluk ve handikapların da farkındayım. Bunlardan özellikle; a) meramımı fotoğrafın bütününü kapsayan daha geniş bir arka plan zemininde sunamamaktan kaynaklı olarak yanlış anlaşılma ve istemeden de olsa gereksiz tartışmalara meydan vermek olasılığı ile b) şu an ortaya koyacağım görüşler daha çok eleştirilerimi içereceği için yazının olumlu ve güçlü bulduğum yönleri yokmuş ya da bunları dikkate almıyormuşum gibi bir izlenim doğmasından endişe duyuyorum.
Her ikisi de sadece bana değil, biraz da yazılanların nasıl okunup nasıl anlaşıldığına bağlı sorunlar olmakla birlikte, kendi üzerime düşenleri konuya dair yoldaşca tartışmaların süreceğini tahmin ettiğim önümüzdeki süreçte telafi edebileceğimi düşünüyorum.
5) Bu yazının ‘ruhu‘nu, bana göre, 1980 sonrası dünyada ve Türkiye’de hayatın istisnasız her alanında nasıl genel, derin ve sarsıcı değişiklikler -“büyük dönüşüm” olarak nitelediğimiz budur- yaşandığı gerçeğinin ikna edici bir tarzda betimlenmesi değil -ki bu yazının güçlü ve değerli yanlarından biridir-, bunu hangi etkenlerin sonucu olarak görüp ortaya çıkan tablodan kendisinin çıkardığı sonuçlar oluşturmaktadır.
Bir süreç ya da dönem çözümlemesinin ideolojik-siyasal karakterini -partiye yol gösterecek yönünü- tayin edici konuma sahip bu ikinciler açısından baktığımızda, bana göre bu metin, yaşanan değişimin büyüklüğü ve çarpıcılığı karşısında adeta ‘başı dönmüş‘, onun ezici sonuçlarının altında kalmış, bu yüzden Marksist teorinin en bilinen tez ve tespitleriyle olduğu kadar kolektif adına daha önce ortaya konulmuş görüşlerle de -hatta kendi içinde kendisiyle bile- çok bariz çelişkilere çok rahat düşebilen bir görüntü çizmektedir.
“Devletin tekellerin hakimiyeti altına girişi ve onların çıkarlarını temsil eder hale gelişi(ni)” dahi neoliberalizmle birlikte ortaya çıkan “yeni ve güncel bir gelişme” olarak -hem de “yeniden yapılanma sürecinin en asli öğesi” vurguları eşliğinde- tanımlaması, son söylediklerimize verilebilecek örneklerden sadece bir tanesidir.
Neoliberal değişim ve yeniden yapılanmanın “sanayi devriminden sonra, kapitalist üretimin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşüm” olarak nitelenmesi -ki bu yazının temel tezlerinden biri batta birincisidir- bu konuda verilebilecek başka bir örnektir.
Burada, neoliberal değişim sürecini biçimlendiren etkenler bütünlüğünün, sürecin tarihsel gelişim seyrine ilişkin olarak yazının girişinde söylenen doğruları da hükümsüz kılacak şekilde (yazı bu çelişkiye de çok sık düşüyor zaten. Bir yerlerde söylediği doğru ya da doğruya daha yakın görüş ve ilişkilendirmeleri, Lenin’in “Bir fıçı bala karıştırılan bir kaşık katran” benzetmesini çağrıştıracak şekilde başka yerde söylediği üstelik tez niteligindeki hüküm cümleleri ile boşluğa düşürüp kendi kendine geçersizleştiriyor) deforme edilip teknolojik determinist bir tekyanlılaştırmaya uğratılmasının ötesinde -muhtemelen farkında bile olunmayan- çok ciddi bir iddia/temel tez saklıdır: 1980’ler sonrası yaşadığımız neoliberal değişim “sanayi devriminden sonra yaşanan en büyük tarihsel dönüşüm” ise şayet, bu durumda Lenin’in “kapitalizmin en yüksek ve en son aşaması” olarak tanımladığı emperyalizm aşamasını da aşan bir tarihsel gelişme ile karşı karşıyayız demektir.
Bu durumda, sırf Leninist emperyalizm tahlili ve çağ tespiti değil, tarihsel koşulların nesnel elverişliliği anlamında günümüzde sosyalizmin pratik olarak da gerçekleşebilir güncel bir zorunluluk haline gelip gelmediğinin gözden geçirilmesi de dahil onunla bağlantılı bütün görüş ve tezleri yeniden elden geçirme zorunluluğu doğmuş demektir.
Emperyalist kapitalizmin yıkılma imkanının nesnel olarak olgunlaşıp olgunlaşmadığının temel göstergesini oluşturan sistemin tarihsel sınırlarının da ötelenişine bakılırsa -ki bu da yazıda defalarca yinelenen başka bir temel tezdir-, sadece bu durumda izlenmesi gereken strateji ve taktiklerin özü konusunda değil, daha temel konular olarak parti, devrim, çalışma tarzı ve bağlantılı diğer bütün konularda, tarihin henüz gelmemiş saatinin gelmesini beklemeye dayalı yepyeni yaklaşımlar ve tanımlar geliştirmek mecburiyeti zaten kapıdan içeri girmiş demektir.
Neoliberal yeniden yapılanma sürecinin özellikle başlangıç ve gelişim süreçlerinde belirleyici bir rol oynayan ‘politika‘ etkeninin tahlil boyunca adeta dışlanmasını, tarihsel gerçekliği deforme edici olmakla birlikte materyalizme sadık kalma kaygısının yarattığı bir savrulma ve tek yanlılaşma olarak görmemezlikten gelecek olsak bile (gerçi bu nokta da bu kez, “bu dönüşüm sürecinde ekonominin siyasetin etkisi ve kontrolü dışına çıkarılıp artık kendi yasa ve dinamikleri temelinde işler hale getirildiğine…” dair neoliberal propagandayla sınırların belirsizleşmesi gibi bir başka olumsuzluk kendini gösterir); en az teknoloji ve makinalardaki gelişmeler kadar ‘ekonomik‘ bir etken olarak neoliberal yapılanma sürecinin bütününde yine en az onlar kadar belirleyici -hatta onların gelişim yönü, hızı, etkinlik ve yaygınlık derecesi üzerinde bile- bir etkide bulunan (1) mali sermayenin hacminde ve etkinliğindeki olağanüstü artışın anlamı ve sonuçları ile (2) kriz etkeninin – ve (3) ‘politik‘ etkenin -bu denli talileştirilmelerini anlayabilmek mümkün değildir. ((1).’ye ilişkin olarak “Emperyalizm için karakteristik olan sanayi sermayesi değil, bilakis mali sermayedir” der Lenin ve ‘tekel‘ olgusu ile birlikte bunu emperyalizmi karakterize eden “asalaklık, durgunluk ve çürüme eğiliminin kaynağı” olarak niteler. Krize ilişkin olarak ise, “Kapitalizmin genel bunalımları, burjuva ekonominin tüm çelişkilerinin gerçek yoğunlaşması ve zorla çekidüzene sokulması olarak görülmelidir…” der Marks, ve devam eder: “Bunalım -bir bütün olarak sermayenin yeniden üretim sürecinin- birbirinden bağımsızlaşan etmenlerinin birliğinin zor yoluyla kurulması ve esas olarak tek ve bir olan etmenlerin zor yoluyla ayrılmasıdır…“ Bu karakteristik etkenleri görmezlikten gelerek ya da talileştirerek kapitalizmin son 30 yıllık dönemini ‘gerçeğe uygun‘ ve ‘doğru‘ bir biçimde çözümleyebilme olanağı var mıdır? “Kapitalizmin tarihselliği içinde önemli bir dönüm noktasında bulunduğumuz(u)” kabul eden Tülin Öngen gibi bir akademisyen bile, bundan dolayı zaten, “kapitalizmin dönemsel gelişme eğilimleri ile sistemin bütünsel işleyiş mantığını temel almadan, ne krizlerin gerçek nedenlerini ne de yeniden yapılanmanın gereklerini anlamak mümkün değildir” diyorken, biz nasıl bu hatayı yaparız?!!)
Burada sorun salt bir yöntem sorunu ve zaafı ile sınırlı değildir. Ekonomik altyapıdaki değişim ve dinamiklerin önemini tek yanlılaştıran mekanik bir materyalizm anlayışının kendi içinde bile kırılmaya uğrayıp teknolojik determinizme doğru iyice daralması bir yana, asalaklığın en çıplak simgesi olan mali sermayenin gücü ve etkinliğindeki artışın yanı sıra, emperyalist kapitalizmin bütün gelişkin yönlerine rağmen nasıl insanlık dışı bir sistem olduğunun en çıplak tezahürlerini sunan kriz olgusunun -doğurdukları sonuçlarla birlikte- bu denli ‘ihmal‘ edilip teknolojide ve makinalarda ne kadar muazzam/devrimsel yenilenme ve gelişmelerin yaşandığı vurgularının altında kaybedilmeleri, devrimci sosyalist proletaryayı salt temel bir propaganda silahından mahrum bırakıp onun kitleler üzerindeki ikna gücünü zayıflatmakla kalmaz; politika ve taktiklerinin içeriği üzerinde de sınırlandırıcı etkiler doğurması olasılığı yüksek olan bir “kapitalizme güzelleme” anlamına gelir ki, bu da bir çözümlemenin ‘ruhunu‘ karakterize (tayin) eden etkenlerden biridir.
Bir olgu veya süreç çözümlemesinin ruhunu yakalamaya çalışırken, önemli bir başka gösterge olarak, onun okuyanlar üzerinde nasıl bir ruh hali esinleyip, kendisinin doğrudan çıkardıkları yanında mantıki sonuçlarına götürüldüğü taktirde hangi sonuçların çıkarılmasına hizmet edecek bir temel sunduğuna bakılmalıdır. “Zaman zaman yaygınlaşan, kitlesel biçimler kazanan direnişlere karşın devrimci parti ve örgütlerdeki güçsüzlük ve dağınıklık, deregülasyonun dağıtıcı ve çözücü etkileri karşısında önceki örgüt ve mücadele biçimlerinin yetersiz kalması, yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin gelişmemiş oluşu, işçi sınıfının çözülme halinin devam ediyor olması ve yeni, eskisinden de güçlü sınıf oluşumunun öğelerinin henüz belirginleşip etkin hale gelmemesi, süreci belirleyen temel faktörlerdir” (sf. 23, abç)
Proletarya ve onun devrimci öncüsü bakımından “süreci belirleyen temel faktörler” salt bunlarla sınırlı olarak ve sürekli bu şekilde tanımlanırsa, öte yandan terazinin diğer kefesine de sürekli olarak “teknolojideki muazzam atılımlar ile bunun burjuvaziye nasıl stratejik bir üstünlük ve büyük avantajlar sağladığı” vurguları konulursa, bu arada sistemin emperyalizm aşamasına geçişle birlikte dayandığı tarihsel sınırlar dahi ötelenir, yanı sıra “sistemin istiap haddine -içerebileceği tüm üretim güçlerini içerme- doğru olan gelişimi…” gibi o ana kadar söylenegelenlerin tam zıddı yönde bu sefer Lin Biao’cu “toptan çöküş” teorilerine zıplamalarla Lenin’in emperyalizm olgusunu tahlil ederken 100 yıl önce söylediklerinin dahi sanki gelecekte karşılaşılacak sonuçlarmış gibi gösterilmesi eşliğinde çürüme ve asalaklığın kazandığı boyutlar yanında bir dengesizlik durumu olarak krizin içinde taşıdığı imkan ve potansiyeller hakkında bile hep bir gelecek zaman kipiyle konuşulursa vb. vb.- omurgasını böylesi tez ve tespitlerin oluşturduğu bir dönem tahlili nasıl bir ruh hali esinler, nasıl bir dönem politikası ve felsefesi üretir, stratejik ve taktik politikalar alanında partiye ve proletaryaya hangi yönde nasıl bir yol gösterecilik yapar acaba?…
6) “… Üretim araçlarında ve üretici güçlerin bütününü de kapsayan devrimsel bir değişiklik olmaktadır…” (sf. 4, abç)
“… emperyalist kapitalist sistemin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim, yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması ve bir paket halinde neo-liberal ekonomik politikalara geçilmesiyle, siyasetin de bu temelde biçimlendirilmesiyle oldu…” (sf. 7, abç)
“… Emperyalist kapitalist sistemdeki iç dönüşümün devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir. Bilgisayarlı üretimin üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, geçmişte buhar ve elektriğin, makinelerin ve otomasyonun üretimde oynadığı role benzer devrimsel bir sıçrama yaratmıştır…” (sf. 7, abç)
“… Sanayi devriminden sonra, kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşümdür bu.” (sf. 19-20, abç)
Burada aktardığımız alıntılar, sözkonusu yazının bütününe yol gösteren, bir bakıma onun ‘ruhunu‘ oluşturan temel tezlerden birini, hatta başta gelenini oluşturuyor. Bu yönelimi doğuran etkenler ve sürecin tarihsel gelişim seyrine dair yazının başka yerlerinde -hatta bazıları bu alıntıların hemen öncesinde- söylenen doğrular ya da doğruya daha yakın ilişkilendirmelerle bariz bir çelişki içinde olmalarını da bir an için görmemezlikten gelelim (aslında bu, bir çözümlemenin kendi içindeki tutarlılığı açısından önemli bir problem ve göstergedir); bu temel tez bu haliyle de kendi içinde bir dizi soruyu ve problemi beraberinde getirir:
– 1980’lerden sonra yaşanan neoliberal büyük dönüşüm süreci şayet “sanayi devriminden sonra yaşanan en büyük dönüşüm” ise; a) Lenin’in “kapitalizmin en yüksek, en gelişkin ve en son aşaması” olarak tanımladığı emperyalizm aşaması ne olmaktadır? b) Bu durumda neoliberal büyük dönüşümü emperyalizmi de aşan bir gelişme olarak kabul etmek gerekir, ki bu fiilen emperyalizm içinde ya da emperyalizmden de öte ama tezin bize söylediğine göre ondan da farklı ve onun üstünde “yeni bir aşama“ya geçildiği iddiasında bulunmak anlamına gelir. Öncelikle böyle bir görüş mü savunulmaktadır? (Bir değil, iki değil, üç değil… aktardığımız dolaysız ifadelerin çokluğu yanında yazının çeşitli bölümlerinde başka konularda da aynı çağrışımı yaptıran benzeri başka tezlerle karşılaşmak, bunun basit bir kalem sürçmesi olmadığını düşündürtmekte, dolayısıyla bu soruyu sormayı zorunlu kılmaktadır). O zaman bu aşamanın adı nedir, tarihteki yeri nedir?
Öte yandan “yeni bir aşama“, hatta “yeni bir çağ” iddiasında bulunulmadığı söylenecek olursa, o zaman, “Bilgisayarlı üretimin, üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi“, “üretici güçlerin bütününü kapsayan devrimsel değişiklik” ve daha benzeri vurgular eşliğinde döne döne yinelenen bu görüşle, 1980’lerin ortalarından itibaren popülarite kazanan “bilim ve teknolojideki gelişmelerin sadece üretim süreçleri ve ekonomide değil, toplumsal ve siyasal yaşamda da doğurduğu sonuçlar ve sağladığı imkanlar nedeniyle artık ‘yeni bir çağa’ geçtiğimiz” iddiasındaki “Bilimsel-teknolojik devrim” teorileri ya da “kapitalizmin üretici güçleri şaşırtıcı bir hızla geliştirmesi” vurguları eşliğinde 1990’ların başında DY içinde savunulan -ki onlarda bile, teknolojiyi adeta sınıf dışı-tarihsel bir kategori olarak ele alan “teknolojik determinizm” ile aralarına kendilerince bir sınır çekme çabasının yanında sorunu sosyalizmi insanın maddi temelinin güçlenmesi ile ilişkilendirme barizdir- “… kapitalizmi (de) aşan bir geçiş çağı içine girdiğimiz” tezleri vb. arasında ne fark vardır?…
– İnsanlığın tarihsel ilerlemesini sağlayan itici güç nedir? Toplumsal değişimlerin mekanizması nasıl işler? Altyapı ile üstyapı arasındaki ilişkiler sorunu nasıl ele alınmalıdır? Marksist materyalizme göre “ekonomik altyapı ve ondaki değişmelerin son tahlilde belirleyici olması” ne anlama gelir? Öte yandan, teknoloji “sınıf dışı” veya “sınıflar üstü” bir kategori veya etken midir, dolayısıyla onun kontrolünü elinde bulunduran sınıfın kullanım biçiminden ve bunun yol açtığı sonuçların toplamından kopuk olarak -ki bilim ve tekniğin özgürce gelişiminin engellenip olabileceğinin daha gerisinde tutulması da dahil emeğin korkunç biçimlerde alçaltılması ve aslında büyük kitlesinin köreltilmesi, doğanın tahribi, insanlığı tehdit eden tehlikelerin büyümesi vb. bunlar arasındadır- o salt ‘kazandırdıkları‘ yönüyle değerlendirilebilir mi? Adeta “bağımsız” bir güçmüş gibi teknoloji, toplumsal değişmenin ve ilerlemenin temelini oluşturabilir mi? Ve son olarak, makinalarda ve teknikteki değişme ve ilerlemeler, otomatik olarak, bütün üretici güçlerde bir gelişme anlamına mı gelir? Bunlar arasında doğrusal bir ilişki mi vardır?
Bunlar ve daha sorulabilecek bağlantılı sorular, felsefenin kadim sorusu olan madde-bilinç ilişkisi kadar eski olmasalar bile -onunla da bağlantılı olarak- Marksizmin tarihi kadar eski tartışma konularıdır. Ve sözü fazla uzatmadan, fazla da dolandırmadan ifade etmek gerekirse, yukarda aktardığımız alıntılarda kendisini gösteren yaklaşım, bu konularda materyalist değil teknolojik determinist bir karaktere sahiptir
Bu teknolojik determinizm kendisini özellikle dört noktada gösteriyor: 1) Ekonomiden siyasete, toplumsal yaşamdan kültüre kadar her alanda herşeyin dipten doruğa değiştiği 1980 sonrası neoliberal dönüşümün merkezine, adeta tekleştirerek, “teknolojideki ve makinalardaki değişimi” koymakta (“Emperyalist kapitalist sistemdeki iç dönüşümün devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir…“) 2) Neoliberalizmin tarihsel gelişim seyrine ilişkin olarak, aktardığımız ikinci alıntının biraz öncesinde bizzat kendisinin yaptığı tarih özetini de hükümsüz kılacak şekilde gerçekleri ters yüz edip, özellikle politik etkenin bu süreçteki rolünü talileştirip adeta yok sayısında (“kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşüm“; “… emperyalist kapitalist sistemin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim, yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması ve… siyasetin de bu temelde biçimlendirilmesiyle oldu…“; 3) Teknolojide ve makinalardaki gelişmeyi, emeğin toplam kitlesi ve insanlığın bugünü ve geleceği açısından doğurduğu sonuçların bütünlüğünden kopartmakla kalmayıp, doğrusal bir biçimde üretici güçlerin bütününde bir gelişme olarak yorumlamasıyla ve nihayet 4) Yeni teknolojilerin dünya ekonomisinin bütününde henüz ne kadar yer kapladığını sormaksızın onu “günümüz üretiminin teknik temeli” konumuna oturtmakta.
“… Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marks ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli öğeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani: Başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri- de, tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın bir rol oynarlar. Bütün bu öğeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır…
Gençlerin kimi kez, ekonomik yana gereğinden fazla ağırlık vermelerinde kısmen Marks’ın ve benim de kabahatım vardır. Hasımlarımız karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi boyuna vurgulamak zorunda kalıyorduk; böyle olunca da, karşılıklı etkileşime katılan diğer öğeleri gereği gibi vurgulayacak ne zaman, ne yer, ne de fırsat bulabildik. Ancak, tarihi bir kesimi sergilemeye gelince, yani pratik bir uygulamaya gelince sorun farklıydı ve burada hata yapılmamalıydı…” (Engels, abc)
Pratikteki gözle görülür ilk büyük sonuçlarını ekonomiden de önce 1980’lerin başında siyasette ve ideolojik-kültürel yaşamda göstermeye başlayan neoliberal büyük dönüşüm sürecinin başlangıcına dair simgesel bir tarih göstermek gerekecek olursa eğer, 1973’teki Arap-İsrail savaşının arkasından uygulamaya konulan birinci petrol ambargosunu bu doğum tarihi olarak kabul etmek yanlış olmaz. Dönemin iki süper devleti ve arkalarına yedekledikleri güçler arasındaki Soğuk Savaş’ın kendi içinde tırmanışa geçtiği bir tarihsel kesitte gündeme gelen bu ambargo, yarattığı başka kaygı ve sonuçların yanında, özellikle ABD ve Batılı kapitalist müttefikleri içinde büyük bir korku yarattı. Çünkü, kapitalist ekonomilerin bağımlı oldukları en büyük enerji kaynağı olarak petrolün şahsında öldürücü bir silah, bu kaynağın akışında bir kesilme veya aksama olduğu taktirde ise sadece ekonomide değil sosyal yaşamda da ne kadar büyük bir kaosla karşı karşıya kalabileceklerini somut olarak gördüler. Petrol -ve sonraları buna eklenen doğalgaz- alanları ile petrol akışının güvence altına alınıp alternatiflerinin çoğaltılması arayışları, o tarihten başlayarak bütün emperyalist strateji ve politikaların temel amaçlarından biri haline geldi.
Aynı yıllar kapitalist ekonomilerde dünya çapında bir krizin ilk belirti ve sinyallerinin de kendilerini hissettirmeye başladığı yıllardı. İkinci Paylaşım Savaşı’nın ardından yaşanmaya başlanan “balayı yılları“nın sonu görünmüştü. Gelişmiş emperyalist ülkeler dahil özellikle Avrupa ve ABD’de büyük grev ve kitle gösterilerinin birbirlerini izlemesinin yanında yarı sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşları dalgasının halen süren yükselişi, emperyalist burjuvazi açısından -üstelik yeni bir devrevi kriz dalgasının ayak seslerini duyurduğu bir tarihsel kesitte- başedilmesi şart hale gelen bir başka baş belasını oluşturuyordu. Ve yine esasında kriz öğelerindeki yoğunlaşmanın da basıncıyla dönemin iki süper devleti arasındaki Soğuk Savaş tırmanışa geçmiş ve SSCB’nin Afganistan’ı işgale kalkışması gibi maceracı hamleler kendini göstermeye başlamıştı vs. vs. vs.
Çok kaba bir çerçeve halinde hatırlatmaya çalıştığımız dönemin bütün o politik, askeri, toplumsal ve tabii ekonomik etken ve gelişmelerinin hepsi, sonuçta dönüp dolaşıp ‘kriz‘ paydasında toplanıyor; 1970’lerin sonlarına gelindiğinde kendisini artık doğrudan ve acıtıcı bir tarzda (önceleri yarı sömürge ülkelere kredi ve borç olarak yatırılan sermayelerin geri dönüş sürecinde tıkanma -“borç krizi“- ve “talep yetersizliği” biçiminde) göstermeye başlayan krizin yarattığı korkuları büyütüyordu. Korku büyüdükçe ve korkulan somutlaştıkça, belayı en hafif hasarla atlatma arayışları da haliyle yoğunlaştı.
Bu arada geçerken ama altını çizerek belirtelim; kapitalist sistem ya da ekonominin bütününü ilgilendiren tehdit ya da sorunlar söz konusu olduğu zaman, en ‘saf ekonomik‘ sorunlara dahi çözüm öncelikle ‘siyaset‘ alanında aranır ve bu da kendisini öncelikle ‘kapitalist sınıfın kolektif iktidar aracı olarak‘ devletin yönetimi ve politikalarının el ya da rota değiştirmesi biçiminde gösterir… Özellikle de mülkiyetin ve iktidarın çok daha küçük bir tekelci azınlığın elinde toplandığı, dolayısıyla burjuvazinin iktidarının toplumsal meşruiyet ve sosyal dayanakları bakımından çok dar bir zemin üzerinde durmaya çalıştığı emperyalizm çağında, radikal genel ekonomik kararlar ve politikaların yolu ancak siyasetin, özellikle de ‘zor‘un gücüyle açılabilir.
Neoliberal değişim ve yeniden yapılanma sürecinin gelişimi de aynen böyle olmuştur. O yıllarda piyasaya çıkan ve siyasetten ekonomiye, dış politikadan savunmaya, eğitimden güvenliğe, devlet yapılanmasından sivil topluma… kadar her alanda denenen ya da öneri düzeyinde kalan, total ya da kesimsel, yasal ya da fiili “çözüm” girişimi veya reçetelerinden çoğunun bugün adını bile anımsamak olanaksız. Tıpkı 1929 büyük bunalımından çıkış arayışları sırasında, akademik ve politik düzeylerde de çok dalgalı ve çatışmalı bir sürecin sonunda nihayet Roosvelt tarafından benimsenip ilk somut ifadesini New Deal programında bulan Keynes’in reçetesinin baskın çıkması gibi, 1970’lerin sonu -’80’lerin başının tarihsel koşulları içinde- yine birbirleriyle çatışan, birbirlerini kesen, bazıları birbirlerinin üzerine binen güç ve dinamikler arasındaki ilişkilerin vektörel bir sonucu olarak -siyasette ve ekonomide birbirlerini bütünleyen iki reçete diğerlerine baskın çıktılar: Siyasette Reagan-Thatcher çizgisi, ekonomide Friedmancılık…
Emperyalist tekelci sermayenin azami karlarını ve sistemin bu temelde işleyişini güvence altına almak için gözükara bir pervasızlıkla hareket etme felsefesine sahip olmaları bunların ortak noktalarını oluşturuyordu. Özgün çizgiler olarak ise, Reaganizm rakip emperyalist güç SSCB şahsında daha çok “dışa” karşı -sadece coğrafi sınırların ötesi anlamında “dış” değil, her türlü ilerici-sol düşünce başta olmak üzere kapitalist sisteme ve burjuvazinin mutlak hegemonyasına karşıtlık taşıyan ideolojik bakımdan da “dış” her türlü düşünce ve eğilime karşı- gözüdönmüş bir saldırganlığın temsilcisi yönüyle öne çıkarken, ruh ve düşünce ikizi Thatcherizm ise, işçi sınıfı hareketini dağıtıp örgütsüzleştirmeyi merkeze koyan “iç düşmana” karşı saldırganlığı simgeleyen bir “marka” özelliğini taşıyorlardı. Ekonomide Friedmancılık ise, monetarizm politikalarıyla, açgözlülüğünün yanında asalaklığıyla da ünlü mali sermayenin çıkar ve beklentilerini merkeze alan vahşi sömürü ve yağma reçeteleri öneriyordu.
Tıpkı Türkiye’deki 12 Eylül askeri faşist cuntası ile 24 Ocak Kararları ve Özalizm arasındaki ilişkide olduğu gibi, ikinciler (Friedman ve çömezi Özal) birincilerin şahsında, önerdikleri o vahşi sömürü reçetelerinin uygulanabilmesi için şart olan gözüdönmüş bir şiddet ve acımasızlığı bulurlarken; birinciler ikincilerin ‘ekonomik‘ reçetelerinde, temsil ettikleri sınıfın azami kar hırsını doyurmanın yanında sermayenin birikim süreçlerindeki tıkanmayı açacağını düşündükleri formülü buldular. Kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasında da var ve oldukça da güçlü olan ama tekelci emperyalist aşamaya geçişle birlikte (en başta da dünyanın yağmasına duyulan ihtiyacın yaşamsal bir zorunluluk halini alması nedeniyle) artık birbirlerinden ayrılma imkanı da kalmayan ‘ekonomi‘ ile ‘siyaset‘ ya da ‘siyaset‘ ile ‘ekonomi‘ arasındaki zorunlu izdivacın yeni bir bileşimi çıktı sonuç olarak ortaya.
Sonuç olarak, neoliberal büyük dönüşüm olarak adlandırdığımız süreç, ne yazıda iddia edildiği gibi “… kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayan” bir değişimdir, ne de onun “devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir“. Yine yazıda iddia edildiği gibi “… sistemin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim, yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması” ile başlamadığı gibi, “bir paket halinde neo-liberal ekonomik politikalara geçilmesi“de, “siyasetin biçimlendirilmesi“de “bu temelde” olmamıştır! Gerek neoliberal yeniden yapılanma sürecine yön veren temel siyasetler biçimlenip uygulamaya konulduğunda gerekse sadece para politikalarıyla sınırlı olmayan en temel neoliberal ekonomik politikalar uygulanmaya başlandığı sırada, “herşeyi belirlediği” iddia edilen o yeni teknolojiler, üretim modelleri ve üretimin yeni örgütlenme biçimleri -dünya ekonomisinin bütünü dikkate alındığında- henüz embriyonik sayılabilecek ‘pilot uygulamalar‘ düzeyindedir. Dünya Japon kalite çemberlerini, Kaizen sistemini vd. daha yeni yeni “keşfetmektedir“.
Kaldı ki o teknolojilerin ve onlara dayalı olarak yeni üretim örgütlenmelerinin serbestçe yaşama geçirilebilmesi için aşılması gereken en büyük engel -işçi hareketinin güçten düşürülüp sınıfın örgütsüzleştirilmesi- henüz tam olarak başarılabilmiş değildir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, para, vergi, hatta ücret, tarım, sosyal güvenlik vb. politikalarını ulusal devletlerin kontrolü dışına çıkarıp IMF ve DB standartlarına bağlama politikaları hala öncelikli yüklenme konularını oluşturmaktadır. Yeni teknolojilerin ve yeni üretim tekniklerinin uygulanabilmesine yolu açabilmek için yoğun bir devlet terörü ve ezici bir baskının (yani ‘ekonomi dışı‘ bir etkenin) yanı sıra yoğun bir ideolojik-kültürel beyin yıkama (yine ‘ekonomi dışı‘ bir başka etken) operasyonuna olan ihtiyaç sürmektedir.
Ve çok önemli bir başka faktör olarak SSCB ve Doğu Bloku henüz dağılmamıştır; dolayısıyla yeni teknolojilerin genis çaplı uygulanabilmesi için gereken büyük yatırımlari yapabilmenin önündeki salt askeri-psikolojik yönüyle değil, ondan daha önemlisi o teknolojilerle üretilecek ürünlere ‘pazar‘ sorununun çözümünü sağlama yönüyle ‘kamçılayıcı‘ bir rol oynayan ekonomik ve siyasi bir motivasyon etkeni henüz ortada yoktur; keza Çin henüz 1990’ların ortalarından sonra olduğu ölçüde henüz tam “güven veren” bir yatırım ve pazar alanına dönüşmemiştir vb. vb.
Tabii ki bütün bunlar, yeni teknolojilerin uygulamaya girmesi, üretim örgütlenmesinin yeni biçimlerine gecis yönlerinde hiçbir gelişmenin olmadığı anlamına gelmez; buradaki vurgularımız, bu yönelimlerin sürecin başlarında henüz öyle iddia edildiği boyutlarda olmadıklarını hatırlatmak için olduğu kadar (bunlardaki asıl patlama, ’80’lerin sonları ile ’90’ların başlarında yaşanmıştır); daha sonrası itibarıyla da neden-sonuç ilişkilerinin doğru kurulması kapsamında yine ‘tek‘ ve ‘bağımsız‘ bir konumlarının olmadığını anlatmak içindir.
Materyalizmin diyalektik bir uygulaması sırasında asla ihmal edemeyeceğimiz, ‘mevcut bir durumu yaratan etkenler bütünlüğünün, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileşimleri içinde eksiksiz olarak‘ dikkate alınması zorunluluğu, tek yanlı bir abartıyla herşeyin temeline yerleştirilen yeni teknolojilerin ortaya çıkıp sanayiye uygulanmaları sürecinin kendi içinde ele alınışı sırasında da ihmal edilmemelidir. Bu yapıldığı taktirde, o zaman yeni teknolojilerin bu yönüyle de “kapitalist ekonomilerin içsel yapıları içinden” doğan “saf ekonomik” bir kategori olmadığı gerçeği görülür.
Sanayi devrimini doğuran süreç ve kapitalizmin serbest rekabet döneminden farklı olarak emperyalizm aşamasında teknolojik yenilenme ve gelişmelerin arkasındaki ana itici güç savaş sanayiidir. Bu tabii ki, kapitalist rekabet tekelci aşamada da tümüyle ortadan kalkmadığı için -zayıflamak ya da ortadan kalkmak şurada dursun, dünya çapında çok daha açgözlü ve vahşi bir hal almıştır- üretim maliyetlerini düşürerek rakipleri karşısında avantajlı bir konum elde etme ‘ekonomik‘ dürtüsünden kaynaklanan teknik ilerleme ve iyileştirme dürtülerinin köreldiği ve büsbütün ortadan kalktığı anlamına gelmez. Fakat, buna rağmen açık olan bir gerçek vardır: İki büyük savaş ve ardından yaşanan iki kutuplu dünya koşullarında savaş sanayi olağanüstü boyutlar kazanmakla kalmamış, emperyalist ekonomilerin bütünü askerileşmiş, adeta savaş sanayinin emrine ve hizmetine girmiştir.
Bu koşullarda bilimsel araştırmalar ve yeni bilimsel buluşlarla, bunların sanayiye uygulanması anlamına gelen yeni teknolojilerin yaygınlık kazanması da bu ilişkiye bağımlı bir hal almış; sanayi devrimi ve sonrasında sahip oldukları ‘bağımsızlığı‘ özellikle de II. Paylaşım Savaşı sonrasında bütünüyle yitirerek savaş sanayinin emrine girmiş, onun ihtiyaç ve beklentilerine göre şekillenip ancak onun “izin verdiği” sınırlar içinde yaygınlık kazanabilen bir tabiyet konumuna gerilemişlerdir. Yani teknoloji, ‘saf ekonomik‘ bir etken olma özelliğini ve ‘bağımsızlığını‘ esasında çok uzun süre önce büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. (Küçük bir test sorusu bile bize bu konuda bir fikir verebilir: Yeni yüksek teknolojilerin genel sanayi içindeki ağırlığı/uygulanma oranı ile ondan da önce teknolojide yenilenme ve gelişmenin bağımlı olduğu etken olarak AR-GE faaliyetlerinin kapladığı alan ve buna ayrılan kaynak oranı gibi konularda neden ABD -çoğu noktada Japonya’yı dahi geride bırakacak şekilde- açık ara öndedir?…)
Önce bu gerçeği unutarak, ama ondan da önemlisi bunun da gerisinde yatan daha temel bir gerçek olarak teknolojiyi, ona hakim olan, kontrolünü elinde tutan bir sınıfın varlığından, bu sınıfın karakterinden ve tarihsel konumundan, onun bilimi ve teknolojiyi hangi amaçlarla, hangi yönlerde, nasıl kullandığından adeta bağımsız bir etken ve dinamik olarak ele alıp “sistemdeki iç dönüşümün devindirici unsuru” olarak nitelemek, “sistemin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim etkeni” konumuna oturtmak, kapitalist sistemin insanlık dışı karakterinin, sistemdeki çürüme ve asalaklığın had safhaya vardığı bir tarihsel dönemde bizi nesnel olarak, gerçeğin bu yanlarından -ve doğurduğu diğer yıkıcı sonuçlardan- arındırılmış bir biçimde sistemin sadece “üretim araçlarını ve üretici güçleri geliştirme yeteneğini hala nasıl büyük bir canlılıkla koruduğunu ve bunun ne denli muazzam dönüşümler yarattığını” propaganda eden bir ‘teknoloji hayranı‘ konumuna düşürür.
Bu sadece bir ‘propaganda sorunu‘, onun içeriği ve ikna gücünün kendi ellerimizle sınırlanması sorunu olarak algılanmamalıdir. Onu da içerecek şekilde yansımalarını strateji ve taktikler alanında da gösterme ihtimali olan bir ‘politik konum kaybı’ tehlikesini beraberinde getirir; teorik açıdan da tehlikeli savruluşlara kapı aralar.
Bizi örneğin, “teknolojik ve kurumsal değişmeye her zaman merkezi bir rol atfeden” ve neoliberalizmin felsefede Hayek gibi 1980 sonrasında peygamberleştirdiği isimlerden biri olarak iktisatcı Schumpeter’in “ardışık sanayi devrimleri/iktisadi döngüler” temel tezinden hareketle inşa edilen “yenilik iktisadı” ya da “yeni büyüme teorisi” gibi neoliberal iktisadi teoriler ve ‘inceltilmiş’ sistem savunuları ile aynı zemine düşürür (Kondratief’in “uzun dalgalar” teorisi ile de büyük çakışmalar gösteren Schumpeter’in “ardışık sanayi devrimleri” teorisi ile bu yazının temel tez ve çıkarsamaları arasındaki sınırların belirsizliği konusuna, bağımsız bir başlık altında tekrar döneceğiz). Her iki yöndeki -teorik ve politik- yanlışlar ve yeni tehlikelere açıklıklar, onu bütün yönleriyle doğru kavrayıp ondan devrimci yönde doğru sonuçlar çıkarmamızı da engelleyecek şekilde bizim neoliberal büyük dönüşüm ‘eleştirimizi‘ zayıflatır!
Kendi sınırları içinde asıl büyük patlamayı ’90’ların başında yapan teknolojik gelişme ve yeni üretim araçlarının ortaya çıkışının simgesel ilk adımlarını da yine petrol ambargosunun arkasından yaşanan gelişmeler içinde görürüz. Kapitalist ekonomilerin temel enerji kaynağı olarak petrolün düzenli akışının önemini emperyalist burjuvaziye daha derinden hissettiren bu ambargonun kamçıladığı arayışlar sırasında, Ümit Burnu’nu dolaşarak bir seferde olağanüstü miktarlarda petrol nakletmeye uygun tankerlerin üretilip kullanıma sokulması gündeme gelmiş fakat, bu projenin uygulanabilmesinin önündeki en büyük iki engelin çözümü ancak o zamana kadar sırf askeri amaçlar için kullanılan iki “teknolojik sırrın” kilidinin sivil amaçlar için açılmasıyla bulunabilmiştir. Bunlardan, “bu kadar büyük kütlelerin nasıl hareket ettirilip bunlara manevra kabiliyetinin nasıl kazandırılacağı” sorunu, o zamana dek sadece uçak gemilerinin yapımında kullanılan makina ve teçhizatların bunlarda da kullanılmasının önünün açılmasıyla aşılırken; doğru rotada seyir güvenliğinin sağlanması sorunu da o güne dek salt askeri amaçlarla kullanılan uydular aracılığıyla -bugün taksilerde bile kullanılacak ölçüde yaygınlaşmış olan- GPRS sistemlerinden yararlanmaları sağlanarak çözümlenmiştir.
Yeni teknolojilerin kullanımında 1990’ların başında yaşanan patlamanın gerisinde yine askeri-politik bir başka strateji, “Yıldız Savaşları Stratejisi” vardır. Hatırlanacak olursa, Reaganizmin alamet-i farikasıdır bu proje. Asıl olarak ABD ve kapitalist Batı’nın o dönemdeki en büyük rakibi ve düşmanı olan SSCB emperyalizmine karşı oluşturulmuş ve onu, yapısal zaaflarının da etkisiyle dikişlerini içerden patlatacak şekilde altından kalkamayacağı bir silahlanma yarışının içine çekerek zayıflatıp çökertme üzerine kurulmuştur. Bu stratejinin asli amacı konusunda ne kadar başarılı olduğu 1989 çöküşüyle de görülmüştür ve neoliberal yeniden yapılanma teknolojideki yenilenme dahil hemen her konuda asıl büyük patlamasını bundan sonra yapmış (Fukuyama bile “tarihin sonu” tezini ondan sonra attı ortaya), onun ezici sonuçları asıl bundan sonra kendisini göstermeye başlamıştır.
Fakat, bir simge niteliğindeki “Yıldız Savaşları Projesi“, salt askeri-politik bir proje olmakla sınırlı değildir. Onun asli amacını ve öne çıkan yönünü bu oluşturmakla birlikte, Reaganizm’in şahsında emperyalist burjuvazinin bu projeyle güttüğü iki stratejik amacı daha vardı: Bunlardan birincisi, “sistemin karşı konulmazlığı” ve “kendisine karşı olan herkesi ve herşeyi ezmekte kararlı” olduğu mesajını beyinlere kazımayı hedefleyen bir ideolojik-kültürel hegemonya boyutu ile (ki bu konuda emperyalist burjuvazinin, özellikle de 1968 ve Vietnam sonrası 1970’li yıllar boyunca büyük darbeler almış olan ideolojik-kültürel hegemonyasının yeniden kurulabilmesi, neoliberal yeniden yapılanmanın önünün açılıp sonuçlarının pekiştirilerek ilerlenilebilmesi açısından yaşamsal önem taşıyordu); ikincisi, artık kapıdan içeri girmiş olan krizi en az hasarla atlatabilmek için yeni silah ve sistem siparişleri yaratarak büyük silah tekellerine ve sanayiye kaynak aktarma yoluyla ekonomiye canlılık kazandırma ‘güncel‘ amacının yanında daha ‘stratejik‘ bir amaç olarak daha yüksek kar imkanlarını da içeren daha sofistike teknolojilerin üretimine geçişin altyapısını geliştirme şeklinde özetleyebileceğimiz ikili bir yöne sahip ekonomik bir boyut.
Yazıya damgasını vuran ‘teknolojik başdönmesi‘ni yaratan gelişmeler, asıl olarak bu ikincisinin sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.
Sanayinin diğer dallarında olduğu gibi savaş sanayisinde de arza ve yeni teknolojilere alan açabilmek için, eldekileri bir biçimde tüketip demode hale getirmek/ıskartaya çıkarmak gerekir. Başka bir ifadeyle, talepte bir artış yaratma, bunun için yeni ‘ihtiyaçlar yaratma‘ zorunluluğu vardır. Mikroişlem, fiberoptik, elektronik ve gen teknolojilerine dayalı ürünler başta olmak üzere daha önce hayallerimizden bile geçiremediğimiz ürünlerin 1980’lerin sonlarından itibaren adeta bir çığ hızıyla günlük yaşamımıza kadar girmesini sağlayan teknolojik gelişmelerin çok büyük bir kısmı, esasında yine daha önceleri elde bulunan ama salt askeri amaçlarla kullanılmak üzere o güne kadar savaş sanayinin elinde sır olarak saklanan buluş ve yeniliklerin piyasaya sürülmelerinin (genel sanayide de kullanıma sokulmalarının) ortaya çıkardığı sonuçlardan biridir. Gerek bu alanda artık işlevlerini tamamlayıp demode hale gelmiş olmaları yüzünden gerekse yine aynı alanda -savaş sanayi- daha yüksek ve sofistike ürünlerin üretilebilmesi için alan açıp genel sanayide de buna uygun bir altyapının oluşumuna (teknik altyapıda genel bir vasıf yükselmesi) imkan sağlamak için bunların üzerindeki sır perdeleri kaldırılıp sanayide kullanılmalarının önü açılmıştır.
İşin başında, şu an kabaca özetlemeye çalıştığımız bu niyet ve hesaplar yatmakla birlikte, bu süreç, tabii ki birilerinin bir yerlerde oturup, düşünüp, aralarında tartışıp sonunda böyle bir karara varmaları şeklinde gelişmemiştir. Genel ve tarihsel nitelikteki her siyasal, toplumsal, ekonomik gelişmenin ortaya çıkışında olduğu gibi burada da askeri strateji ve yeni ihtiyaçlardan siyasi strateji ve politikalara, uluslararası dengelerdeki değişmelerden genel ekonomik neden ve ihtiyaçlara, mali olandan kültürel olana, muhtemelen bizim henüz bilemediğimiz yeni ve daha ileri buluş ve icatların yapılmış olmasından yine bilemeyeceğimiz kimbilir hangi hesap ve çıkar çatışmalarına, bilinçli tercih ve kararlardan rastlantılara kadar vb. vb. bir dizi farklı etkenin birbirleriyle hercümerc olmalarının yarattığı sonsuz çeşitlilikteki gelişme olasılıklarından baskın çıkanın ortaya çıkardığı bir sonuçla karşı karşıyayızdır.
Örneğin, teknolojideki patlamanın neden daha önce ya da 1980’lerin başlarında ya da ortalarında değil de asıl olarak 1990’lardan sonra yaşandığı sorusunu, bu konuda ‘belirleyici‘ ağırlıktaki etkenlerden biri olarak revizyonist sistemin daha önce değil ancak 1989’da çökmüş olması gibi ‘siyasi‘ bir etkenden kopuk olarak yanıtlayamayız.
Ama tabii ki öte yandan teknolojideki değişim ve yeniliklerin hiçbir ekonomik nedeninin olmadığı şeklinde bir iddiada bulunamayacağımız gibi; teknolojide fazla bir değişim ve önemli yeniliklerin olmadığı, olduğu kadarının da önemsiz, tali şeyler olduğu şeklinde ahmakça iddialarda da bulunamayız ve bulunmuyoruz!
Burada anlatmaya çalıştığımız şey, 1980’lerde başlamış olan neoliberal yeniden yapılanma sürecinin “devindirici unsuru“nun, asıl patlamasını 1990’lardan sonra yapan teknolojideki yenilikler olmadığı gibi, yaşanan bütün bu ‘büyük dönüşüm’ün “belirleyici etkeni” payesi verilen teknolojideki yeniliklerin de “kapitalist sistemin içsel yapısı içinden doğan” bağımsız, adeta kendi başına bir güç olmadığının görülmesini sağlamaktır. Bu konuda kendini gösteren bir tekyanlılığı düzeltme çabasıdır. Bu en başta, Engels’in “burada hata olmaz” dediği tarihin doğru yazılıp doğru okunabilmesi için önemlidir.
“Marksizme karşı gözüdönmüş gerici saldırganlığın artık doğrudan materyalizmi de hedef alan idealist bir kudurganlığa evrilmiş olduğu” gerçeğini de gözönünde bulundurarak burada, tarihsel dönüşümlerin “son tahlilde belirleyici etkeni“ni oluşturan ‘ekonomik‘ etkene doğru -belki bir parça aşırıya kaçmış- bilinçli bir çubuk bükme yönelimiyle hareket edildiği düşünülebilir. Bu düşünceyle bu tahlil bazılarımıza, “materyalist yöntemi uygulamanın başarılı bir örneği” olarak da görünebilir. Ama bu düşünce ve yargılara katılma olanağı kendi adıma yoktur! Çünkü, “yağmurdan kaçarken doluya tutulma” misali, bu kez karşımıza çıkan teorik ve politik tehlikeler hiçte öyle ‘küçük‘ ve ‘önemsiz‘ kuruntular değildir.
Lenin, Kautsky’nin “en büyük” hatasının, “emperyalizmin siyasetini ekonomisinden ayırmasında yattığını” hep söyler. “Ultra emperyalizm rüyası” dahil onun bu konudaki bütün yanılgı ve hatalarının kaynağında bunun yattığını belirtir. Nereden nasıl doğup sonra nerelere doğru evrildiği pratikte doğurduğu somut sonuçlarla da bilinen bu tarihsel örnek (ve benzer başkaları) ortadayken, şimdi neoliberal büyük dönüşüm olgusunu irdelerken, hangi gerekçe ve niyetle olursa olsun bu kez tersten gelerek, “neoliberal emperyalizmin ekonomisini siyasetinden ve belki bundan da önce teknolojideki değişimler dışında örneğin kriz ve mali sermayenin hacmi ve etkinliğinin olağanüstü büyümesi ile emperyalist saldırganlık ve sömürgecilik siyasetinin klasik sömürgeciliğe rahmet okutacak biçimler ve boyutlar kazanması gibi tümüyle ‘ekonomik’ diğer temel bileşenlerinden ve tabii hepsinin birden doğurduğu sonuçların yıkıcı ve insanlığı tehdit edici yönlerinden kopartılmış” bir biçimde ortaya konulmasını, “materyalizme sadakat kaygısı yanında onu yüceltmeye çalışan bir yaklaşım” olarak ‘huzur ve sükun içinde‘ karşılama olanağı var mıdır?
Bir tarihsel dönemin stratejik tahlili iddiasını taşıyan yazıda, bu süreci şekillendiren, onun akış yönünü, somut biçimlenişini, hızını ve tabii tarihteki yerini ve karakterini vd. tayin eden 1) etkenler bütünlüğü ve 2) sonuçlar bütünlüğü eksiksiz ve doğru bir biçimde yer almadığı gibi; kurulan ilişkiler de kurulduğu kadarıyla ‘diyalektik karşılıklı etkileşim‘ ilişkisinden çok, tekyanlı ve mekanik bir doğrusal ilişki biçiminde kurulmaktadır.
(Türkiye’deki faşist diktatörlük rejiminin “gerici liberal bir burjuva demokrasisi“ne doğru evrildiği siyasal tezi buna verilebilecek örneklerden biridir. Bu teze göre Türkiye’deki gidiş, nasıl oluyorsa, her alanda ‘güç’ün eskisinden de dar bir kesimin elinde toplandığı bir güç yoğunlaşması yaşanan dünyadaki genel gidişe ters yöndedir. Aslında bu tez, yazının kesinlikle katılmadığım ve politikada çok ciddi sonuçlar doğurabilecek önemli bir siyasal yanılgı olarak gördüğüm tezlerinden bir başkasıdır. Gerçi yazının kafası bu konuda da hem dünyadaki genel gidişin yönü ve içeriği noktasında karışıktır hem de Türk tekelci burjuvazisinin 1980 sonrası gelişim sürecinin anlamı, boyutları ve nedenleri konusunda ‘bazı kör noktalara sahip gibi‘ görünmektedir. Bu teze de daha sonra değineceğiz).
Neden-sonuç ilişkilerinin ‘sabit‘ konumlar olarak algılandığı için doğrusal bir düzlükte kuruluşu, bu yazının yöntemsel açıdan üçüncü temel kusurudur ve bunun temelinde de, Engels’in sözleriyle “neden ile sonucu kaskatı zıt kutuplar olarak gören ve karşılıklı etkileşimi hiç hesaba katmayan” diyalektik dışı bir yaklaşım yatmaktadır. Bu yaklaşım yazıda kendisini, somut durum ve olguların somut tahlilinden hareketle sonuca giden de değil de, herkesçe bilinen somut olguları dahi sanki kafasında önceden belirlenmiş sonuçlara uyarlamaya çalışan bir görünüme bürünmüş olarak gösteriyor.
Biraz önce andığımız Türkiye’deki rejim tipinin evrimi meselesi, bunu düşündürten örneklerden biri. Ama asıl örnek, şu an tartıştığımız, “1980 sonrası yaşanan neoliberal büyük dönüşümün ‘devindirici unsuru’, dönüşümü sağlayan asıl etken olarak ‘teknoloji ve üretim araçlarındaki gelişme, bilgisayarlı üretimin, üretimin teknik altyapısına yerleşmesi’” tezidir. Teknolojideki değişim dışında sürecin tarihsel gelişim seyrinin en asli bileşenlerinin dahi ‘kenar süsü‘ durumuna düşürülmeleri ve sonuçların hep belirli bir yönünün vurgulanması biçiminde deforme edilmesi pahasına sergilenen teknolojik determinist tek yanlılık da, muhtemelen benzer ön kanaatlerle örülmüş olarak ‘sürecin materyalist bir çözümlemesini yapma‘ kaygısının ortaya çıkardığı sonuçtur. Hareket noktasını oluşturan düşünce ve kaygıların neler olduğuna dair kesin konuşma ve yargılarda bulunma olanağımız elbette yoktur fakat, nedenleri ne olursa olsun izlenen yöntemin ve ortaya çıkan sonucun Marksist devrimci diyalektik materyalizme uygun olmadığını söyleme olanağı vardır.
“Ekonomik koşulları biz, tarihsel gelişmeyi ensonu koşullandıran etmen olarak görüyoruz… Ne var ki, burada, iki nokta gözardı edilmemelidir: a) Politik, hukuksal, felsefi, dinsel, yazınsal, sanatsal vb. gelişme, ekonomik gelişmeye dayanır. Ancak, bütün bunlar, hem birbiri üzerinde, hem ekonomik temel üzerinde karşılıklı etkide bulunurlar. Bundan; ekonomik durum nedendir, sırf o etkendir, oysa geri kalan her şey ancak edilgen sonuçtur anlamı çıkartılmamalıdır…” (Engels, abç)
Engels’in bu son söyledikleri, daha önce aktardığımız, “… Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur…” sözleriyle birlikte okunmalıdır.
Aslında burada şu an tartıştığımız “neoliberal yeniden yapılanma ve büyük dönüşüm süreci nasıl bir gelişim seyri izlemiştir, onun temel dinamikleri nelerdir ve bunlardan hangisi bu büyük dönüşümü sağlayan asıl belirleyici etkendir” sorularına tarihsel gerçekliğe de uygun doğru yanıtlar vermenin ötesinde -tabii bu somut durum şahsında- daha derin ve daha temel bir felsefi sorun yatıyor: Toplumsal ilerleme ve tarihsel dönüşümlerin mekanizması nasıl işler? Bu konuda materyalist bir yaklaşıma sahip olunup olunmadığının temel göstergesini oluşturan “ekonomik temelin, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretiminin, bunun biçim, araç ve yöntemlerinin esas alınması” zorunluluğu ne anlama gelir? Bu temel ilkeyi nasıl anlamak ve uygulamak gerekir? Marksist hareketin tarihinde bu konuda ne gibi tartışmalar yaşanmıştır? Günümüzde bu konuda ne gibi tartışmalar vardır? Günün temel teorik görevleri kapsamında hem bu tartışmalarla bağlantılı hem de bunların da üstüne çıkarak hangi yükümlülükler söz konusudur? Daha somut ve daha doğrudan bir ifadeyle, bugün materyalizmin diyalektikle daha ileri bir sentezine, bu konuda daha gelişkin felsefi-teorik açılımların ortaya konulmasına, ‘soyut teorik‘ çalışmalar kadar belki onlardan daha fazla yaşanılan sürecin, karşılaşılan tarihsel olguların olağanüstü bir isabet ve yetkinlikte çözümlenmesi anlamında somut uygulama örneklerinin ortaya konulmasına ihtiyaç vardır.
Bir zamanlar içimizden çıkan “Koordinasyoncular”un sloganlaştırdıkları bir söz vardı: “Dönemin ‘Ne Yapmalı’sını yazmak gerekir!…” Onlar bu sloganı, dönemin devrimci bir ihtiyacını ifade etmek kaygısıyla değil, kendilerinin devrimci pratikten uzak durma eğilimlerini perdelemek için icat etmişlerdi. Kötü bir şöhreti olmasına rağmen bu sözden esinlenerek ifade etmek gerekirse, bugün tarihsel materyalizmi etkili bir tarzda savunup yüceltebilmek için bu dönemin Anti Dühring’ini, Ampriokritisizm’ini, Felsefe Defterleri’ni vb. vb. yazmak kadar, belki onlardan da önce bu dönemin Fransa’da Sınıf Savaşımları’nı, 18. Brumaire’ini, Almanya’da Burjuva Demokratik Devrim’ini vb. vb. yazmak gerekmektedir.
Kapsamı ve büyüklüğü ortada olan bu görevin layıkıyla yerine getirilebilmesi için gereken koşul ve niteliklere dair çok şey söylenebilir belki ama, materyalizmin yasalarını diyalektik canlılık ve dinamizmden yoksun bir kuruluk ve donuklukla ele almamak zorunluluğu ile ele alınıp incelenen tarihsel kesit ve olguyu biçimlendiren bütün etken ve dinamiklere keyfi yaklaşmama zorunluluğunu bunların herhalde başına yazmak gerekir.
Materyalist tarih anlayışı ve yönteminin nasıl anlaşılıp nasıl uygulanması gerektiği konusu, bilindiği gibi, Engels’in ömrünün son yıllarında her fırsatta döndüğü konulardan birisidir. Bu konunun doğru anlaşılması amacıyla 1890 Eylül‘ünde Bloch’a, 1893 Temmuz‘unda Mehring’e, Ekim 1890‘da Conrad Schmidt’e ve 1894 Ocak‘ında Borgius’a yazdığı mektuplar özellikle önemlidir. Tarihlerine dikkat edilecek olursa bu mektupları, teorimizin kurucu önderleri adına söylenen bir nev’i ‘nihai hüküm cümleleri‘ olarak görüp bu şekilde yorumlamak yanlış olmasa gerektir. Bunların hepsinde de Engels, Marks ve kendisi adına açık ve samimi özeleştiriler de yaparak, materyalist tarih anlaşının uygulanması sırasında, her türlü ekonomik indirgemecilik başta olmak üzere özensiz, mekanik ve savruk tutumların yanlışlığına ve tehlikelerine işaret eder. Ve biz bu mektuplarda, olgunluğunun zirvesindeki Engels’in açık, net ve kesin ifadelerle yaptığı uyarı ve altçizmelerin yanında, şu an tartıştığımız somut konu açısından da yol gösterici bir özelliğe sahip yine harika bir diyalektik yorum/uygulama örneği ile karşılaşırız: “… Tarihsel bir öğenin, en sonunda başka ekonomik nedenler tarafından meydana getirilir getirilmez kendisinin de tepki gösterdiğini, çevresi ve hatta kendisini doğuran nedenler üzerinde etkili olabildiğini bu beyler çoğu kez kasten unutuyorlar”
Sorunun buraya kadar tartıştığımız yönlerini şu başlıklar altında toplayıp özetleyebiliriz: Teknolojideki yenilikler ve üretim araclarindaki gelişmeler, neoliberal yeniden yapılanma ve büyük dönüşüm sürecinin temel bileşenlerinden biri olmakla birlikte; a) sürecin başlangıcı ve ’80’li yıllar boyunca gelişimi sırasında öyle ‘baskın ve belirleyici‘ bir role sahip değildir, b) başlangıçta, o yıllarda bütün ağırlığıyla kapitalist ekonomilerin üzerine çökmüş olan krize “çözüm” arayışları ile emperyalist askeri-siyasi stratejilerdeki değişikliklere bağlı ortaya çıkan bir ‘sonuç‘ özelliğini taşırken, c) ortaya çıktığı andan itibaren fakat özellikle de asıl büyük patlamayı yaptığı ’90’ların başından sonra “çevresi, hatta kendisini doğuran nedenler üzerinde de etkili olan” temel dinamiklerden biri özelliğini kazanmıştır.
Ona en azından bu andan sonrası için, “asıl büyük dönüşümün onunla birlikte başladığı belirleyici etken” denilebilir mi? Açıkçası bu konuda kesin bir yargıya kendi adıma henüz varabilmiş değilim. Çünkü, neoliberal yeniden yapılanma ve büyük dönüşüm sürecinin daha önce katettiği mesafelerin fazlaca önemsizleştirilip diğer etkenlerin rolünün fazlaca unutulmasını görmezlikten gelecek olsak bile, sorunun bu tarzda konuluşu da içerdiği bazı problemleri hala ortadan kaldırmamaktadır. Bu noktada bu kez de karşımıza şu sorular çıkmaktadır: a) Yeni teknolojiler dünya ekonomileri içinde bu tezin içerdiği ölçüde yaygın, etkin ve belirleyici bir konuma ulaşmış mıdır?; b) Sanayide üretim örgütlenmesinin yeni modellerini de içeren yeni üretim teknikleri ile modern teknoloji ürünü eskisinden çok daha gelişkin makinaların devreye girmesi, emeğin toplam vasıf düzeyinin yükselmesi başta olmak üzere üretici güçlerin bütününde bir gelişme anlamına mı gelir; birincisi otomatik ve doğrusal bir gelişme olarak ikinciyi doğurur mu? Bununla da bağlantılı olarak, emperyalist kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneği sorununu nasıl ele almak gerekir?; c) “Üretim araçlarındaki gelişme son tahlilde üretici güçlerde de bir gelişme anlamına gelir, bunu koşullar ve er geç yaratır” denilecek olsa bile, emperyalist kapitalizmin elinde ve kontrolündeki teknolojik ilerleme ve gelişmenin tek sonucu sadece makinaları ve üretici güçleri geliştirmek midir; kapitalist sistemin genelinde olduğu gibi neoliberal dönemde de teknoloji ne pahasına, hangi yönde, nasıl bir gelişme göstermektedir? Ve nihayet d) Felsefenin kadim sorunlarından biri olarak asıl can alıcı soru: Toplumsal ilerleme ve değişimin temelini ve belirleyici etkenini teknolojik ilerleme mi oluşturur?
Baştan belirteyim, konunun bu sorularla dikkat çekmeye çalıştığım boyutları konusunda arzuladığım genişlikte bir hazırlık için istediğim zamanı ve kaynakları (özellikle a ve c’ye ilişkin) bulamadım, bu arada b ve d ile bağlantılı çıkardığım notların önemli bir bölümü de bir bilgisayar kazasında “uçtu”. Dolayısıyla, her biri konusunda şu an için sınırlı bazı dikkat çekmelerle yetineceğim.
a-) Son 25 yıllık süreçte dünya ekonomisinin genelinde olduğu gibi onun temel bileşenlerinden biri olarak sınai üretimin yapısında da gözle de görülür büyüklükte sarsıcı değişimler yaşanmıştır. Bu değişim gerçeği, değişik yönlerden yaklaşımlarla çeşitli biçimlerde kategorize edilebilir; bu çeşitlilik imkanına bağlı olarak bir ve aynı olgudan (dünya sınai üretiminin yapısındaki değişim) çok değişik sonuçlar çıkarılabilir. Bu konudaki “seç, beğen, al” imkanının genişliği, hangi amaçla nereden nasıl bakılırsa bakılsın kör olunmadığı sürece görülüp teslim edilecek çizgi ve sonuçlar olmadığı anlamına gelmez elbette.
Son 25 yıllık dönemde kapitalist sanayileşmenin de dünya çapında genel bir yaygınlaşma ve yükselme trendi içinde olduğu gerçeği buna bir örnek olarak verilebilir. Fakat, öte yandan genel bir önkabul gören yaygın kimi düşüncelerin de, düşünüldüğü kadar kesin bir mutlaklık ve geçerlilik taşımadıkları, en azından bu konuda hala süren ‘tartışmalı bir durumun‘ varolduğu da görülür ve bu da tabii onlara dair daha fazla araştırma yapma yükümlülüğü ile kimileri artık fetişleşmiş yaygın önkabullere daha ihtiyatlı yaklaşma gerekliliğini beraberinde getirir.
Sanayide yüksek teknoloji kullanımının gerek dünya ekonomisinin bütününde gerekse gelişmiş emperyalist kapitalist ülke ekonomileri içinde ulaştığı düzey, kapladığı yer sorunu bunlardan biridir. Bu konu iktisatçılar ve üretim süreçleriyle ilgilenen akademisyenler arasında hala tartışmalı bir konudur ve tahmin edileceği üzere, neoliberal kapitalizm pazarlamacıları tarafından bu konuda da çok ciddi boyutlarda bir bilgi kirliliği yaratılmış durumdadır. Dolayısıyla, neoliberal yaygaraların “şekere bulanmış mermilerini” farkına bile varmadan yutan bir konuma düşmemek için dikkatli olunmak zorunluluğu vardır.
Türkiye’nin saygın akademisyenlerinden, yetkin ve namuslu bir iktisatçı olan Oktar Türel’in konuya ilişkin bir çalışması hayli dikkat çekici veri ve sonuçlar içermektedir. Dünya sınai üretiminin 1975-2000 yılları arasında geçirdiği yapısal değişimi, UNIDO ve OECD kaynakları başta olmak üzere değişik istatistiklerin ışığında inceleyen Türel, tartıştığımız konuya ilişkin olarak önce, “25 yılın gözlemleri… dünya sınai üretiminin doğal kaynağa dayanan ve/veya düşük teknoloji kullanan sektörlerden uzaklaştığı, orta ve yüksek teknoloji kullanan sektörlere doğru bir kaymanın gerçekleştiğini ortaya koymaktadır” tespitini yapıyor ve bu tespitini verilerle de destekliyor: “… Nitekim doğal kaynağa ve düşük teknolojilere yaslanan sınai ürünlerin dünya ticaretindeki payının 1980’de yüzde 45’ten, 1996’da yüzde 36’ya gerilediği, buna karşılık yüksek teknoloji ürünler payının yüzde 17’den yüzde 25’e çıktığı izlenmekte, orta teknoloji kullanan sektörlerin payında kayda değer bir değişiklik görülmemektedir”.
Söz konusu “kayma”, kimya sanayinin bazı dalları ile özellikle makina ve cihaz üretiminde (orada da asıl büyük sıçrama 1995 sonrasında gerçekleşmiş gözükmektedir) kendini göstermektedir. Ama örneğin, taşıt imalat sanayi -özellikle de otomotiv- gibi temel bir sektörde yaşanmadığı gibi yaşanan sektörler arasında bile doğal olarak büyük dengesizlikler vardır. “Orta ve yüksek teknoloji kullanan” sektörlerden örneğin kimya sanayinde bu temelde üretilen katma değer oranı 1970’te yüzde 11,8 iken, bu oran 1995’te yakaladığı yüzde 15’ten de hafif geriye kayarak 2000’de topu topu yüzde 14 seviyesini tutturabilmiş. Türel’in aktardığı verilere göre, dünya imalat sanayinin ürettiği toplam katma değerin genel teknolojik yapısı, 1970 ile 2000 yılları arasında yüzde payları olarak şu şekilde bir değişim geçirmiş:
“Doğal kaynağa dayanan + Düşük teknoloji kullanan” sektörlerin payı 1970’de yüzde 57,2 iken, bu oran 1980’de 54,9’a, 1990’da 49,7’ye, 1995’te 48,3’e ve nihayet 2000 yılında yüzde 40,5’e kadar gerilemiş. Buna karşın, “Orta ve yüksek teknoloji kullanan” sektörlerin ürettikleri katma değerin payı 1970’de yüzde 40,1 oranındayken (ki bu da öyle çok düşük bir pay sayılmaz-nba) bu oran, neoliberal büyük dönüşümün başı kabul edilen 1980’de henüz yüzde 43,6’ya yükselmiş, 1990’da 48,9’a, 1995’te 50,3’e ulaşmış, asıl büyük patlamayı -neoliberal yeniden yapılanma konusunda artık Üsküdar’ın bile geçildiği- 1995’ten sonra yaparak yüzde 58,1’e fırlamış.
Zaten bu tespitlerin arkasından detaylara girdikçe, karşımıza başka bazı ‘ilginç‘ göstergeler daha çıkıyor. Bunlardan birincisi, “orta ve yüksek teknolojili sektörlere doğru kayma”nın dünya genelinde kapitalist gelişmenin olağan eşitsizliğinden de öte bir eşitsizlik temelinde gerçekleşiyor olması. Türel’in de sık sık altını çizdiği gibi Afrika kıtası, Ortadoğu ve Latin Amerika’nın önemli bir bölümü yok zaten bu gelişmenin içinde! Değil yeni yüksek teknolojiler, son 25 yılın genel sanayileşme hamlesi bile uğramamış durumda buralara. Tartıştığımız konu açısından tabii ki diğerleriyle eşit bir ağırlık dahi taşımaz bu tek başına ancak, genel tez niteliğindeki dünya-tarihsel görüşler ileri sürerken dünyanın bütününü gözönünde tutarak konuşması gereken bir yaklaşımın üzerinden atlayamayacağı -ve atlamaması da gereken- anlamlı bir göstergedir bu da kanaatimce.
Kolay kabul gören yaygın kanaatleri sarsacak özellikte asıl ilginç bir gösterge ise, orta ve yüksek teknoloji kullanan sektörlerdeki atılımın başını Güney Kore, Tayvan, Singapur ve Hong Kong’dan oluşan “birinci kuşak Asya kaplanları” ile Malezya, Tayland, Endonezya ve Filipinler’den oluşan “ikinci kuşak Asya kaplanları”nın çekmiş olması. Öyle ki, 1970’li yıllarda “sanayileşme göstergesi” olarak kullanılan ölçütler ışığında bakılacak olursa, “ikinci kuşak kaplanlar, bugün pek çok Batı Avrupa ülkesinden daha çok ‘sanayileşmiş’ durumdadırlar” (abç). “Ülke gruplarına göre sınai yapı değişmeleri ilginç farklılıklar göstermektedir. Orta ve yüksek teknolojili sektörlere doğru en çarpıcı kaymalar Güney, Doğu, ve Güneydoğu Asya’dadır… Çin’de 1955’e kadar önemli bir yapı değişikliği izlenmemektedir. Latin Amerika ve özellikle Afrika’da doğal kaynağa dayalı sanayilerin önem ve ağırlığı dolayısıyla yapısal değişmenin bu ülkelerde daha yavaş bir tempoda gerçekleştiği söylenebilir. Türkiye’de ise yapı değişikliğinin en hızlı olduğu dönem 1970’li yıllardır (ilginç?!!-nba)”
Bunu tamamlayıcı nitelikte bir başka veriye göre ise, ABD ve Japonya dahil dünya ekonomisinin patronları konumundaki G-7 ülkelerinin gayri safi yurtiçi hasılaları içinde tarımla birlikte sanayinin de payı gerilemekte (1960-85 arası dönemde cari fiyatlarla tarımın payı yüzde 1,8-9,5 puan; sanayinin payı ise 3,6-16,1 puan gerilemiş), buna karşılık hizmet sektörünün payı ise sıçramalı bir biçimde yükselmektedir (yüzde 6,4-16,1 puan artmış). Geçerken belirtelim; gözle de görülebilir çıplaklıkta bu eğilim, asalaklıktaki derinleşmenin bir başka göstergesidir.
Türel’in aktardığı istatistiklere göre, “imalat sanayii katma değer artış hızları” 1970-2000 yılları arasında -Japonya hariç- bütün gelişmiş kapitalist emperyalist ekonomilerde dünya ortalamasının bariz biçimlerde gerisinde kalmıştır. Dünya ortalaması 1970-80 arasında 3,6; 1980-90 arasında 3,1, 1990-2000 arasında 2,8 olurken, bu oran ABD+Kanada’dan oluşan Kuzey Amerika’da sırasıyla 2,8-2,8-1,9 düzeyinde kalmıştır. Batı Avrupa daha beter dökülmektedir 2,6-1,8-1,5.
Batı Avrupa konusundaki asıl çarpıcı gösterge, bunların asıl yüksek teknoloji kullanımı noktasında nal topluyor oluşlarıdır. Tek tek ve birlikte AB ülkelerinin ABD –ve tabii Japonya, hatta giderek Çin- karşısındaki asıl büyük zayıflıkları bu noktadadır ve AB içinde yeni krizler yaratan bütün gelişmelerin (Anayasa’nın reddi, Bolkestein direktifleri, Hartz IV veya Sarkozy reformları, vb.) temelinde esasında bu büyük açığı nasıl kapatabiliriz arayışları vardır.
Konumuz açısından ilginç bir başka gösterge ise, yeni teknolojilerin geliştirilebilmesinin temelini oluşturan AR-GE faaliyetlerine ayrılan kaynakların –bazı Asya ülkeleri dışında- 1980’lerden itibaren yavaşlayıp 1990’larda yer yer gerilemesidir. Yani yeni teknolojilere geçişin ‘pratikte’ patlama yaptığı yıllar, işin ‘teorik’ aşamasında bir duraklama hatta küçük de olsa gerilemelerle karakterize olmaktadır ?!!! AR-GE faaliyetlerinde asıl büyük ve hızlı gelişme 1960’lı yılların sonlarına kadar yaşanmış ; bu büyüme ve genişleme biraz hız kesmekle birlikte 1970’lerde de sürmüş ve çok ilginçtir 1980’lerden itibaren özellikle de ABD ve İngiltere’den başlayarak bir miktar yavaşlamış ve bu yavaşlama 1990’larda yer yer gerilemeye donüşmüştür.
Bütün bu veriler alt alta konulacak olursa eğer, tek başına bunlardan hareketle kesin ve mutlak sonuçlar çıkarılamaz elbette ama herşeyin başı ve belirleyeni haline getirilen “teknolojik yenilik ve atılımların” çapı ve boyutları konusunda en azından daha çok yönlü düşünülüp daha ihtiyatlı bir yaklaşım benimsenmesinin daha doğru olacağını görmemiz için bu kadarı da yeter herhalde.
b) Yeni teknolojilerin, bunların ürünü makina ve araçların sanayide kullanımının yaygınlığı bakımından, “Asya kaplanları” ile ABD ve Japonya’yı nispeten hariç tutacak olursak, diğer gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeler de dahil dünya ekonomisinin bütününde ne kadar yer ve ağırlık kapladığı sorunu, bu konunun tartışılması sırasında verilerle de destekli olarak yanıtlanması gereken temel bir sorudur. Bunun yanında ama bundan da bağımsız olarak, teknolojide ve üretim araçlarındaki gelişmenin, günümüz dünyasında başta emek olmak üzere “üretici güçlerin bütününü -hem de- eskisinden de hızlı bir biçimde geliştirip –tepeden tırnağa- dönüştüren” bir rol oynadığı ileri sürülebilir mi? Yazının bunu -hem de kalın alt çizmelerle- iddia ettiğini biliyoruz. Yalnız işin bu yönü de bugün hala tartışılan ve acele hükümlere varmadan önce meselenin gözden kaçırılan başka bazı yönleri üzerine de biraz daha derinlemesine düşünmeyi gerektiren bir konudur.
Fakat, bunlara geçmeden önce, buradaki “yeni” kavramına da bir açıklık getirmek gerekir. “Teknolojik bir devrim”den söz edebilmek için ortada, geleneksel mal ve hizmetlerin o güne dek kullanılan makina ve üretim yöntemlerinden daha farklı ve daha gelişkin makina ve örgütlenme modelleriyle eskisinden daha fazla, daha çabuk, nesnel olarak daha kolay vb. üretilebilir hale gelmesinin ötesinde bir gelişme olmalıdır. “Yenilik”in bu temel koşulunu, öncelikle, “sadece aynı mallardan daha fazla miktarlar değil, daha önce hayallerimiz dışında hiç varolmayan bir mallar ve hizmetler demeti(nin ortaya çıkışı)” şeklinde de tanımlayabiliriz.
Ancak, onun zorunlu koşullarından belki en başta gelenini oluşturmakla birlikte bu tanımların içerdiği unsur, yani daha önce hayal dahi edilemeyen kendine özgü yepyeni mal ve hizmetler demeti sunma özelliği “devrim niteliğinde bir teknolojik atılım”dan söz edebilmek için ‘gerekli ve yeterli koşulların‘ kanımızca tamamı anlamına gelmez. Konunun bu yönü de iktisatçılar ve akademisyenler arasında tartışmalıdır. Birinciyi yeterli görenler olduğu gibi, onu ayırdedici özelliklerden biri olarak kabul etmekle birlikte asıl “yeniliği” daha önce bilinip kullanılanlardan farklı yeni enerji kaynakları bulup onları kullanmaya dayalı yepyeni sektörlerin omurgasını oluşturduğu bir ekonominin ortaya çıkmasında gören yaklaşımlar da vardır.
Kabaca özetlemeye çalıştığımız bu yaklaşım ve tanımlar ışığında bakıldığında, sırf “daha önce hayal dahi edilemeyen” ürün ve hizmetlerdeki çoğalma ve çeşitlilikten hareketle bile “teknolojide devrim niteliğinde bir atılımın fazlasıyla yaşandığını” düşünmek olanağı belki var gibi görünmektedir ama, şurası da unutulmasın ki, II. Emperyalist Savaş döneminde kullanılan askeri amaçlı bilimsel araştırma ve buluşların ‘yan ürünleri‘ olarak 1950’lerden sonra kitlesel üretime de sokulan özellikle kimya (sentetik) ve metalurji sanayinin ürünleri, örneğin alüminyum tava ve tencereler, naylon gömlekler, plastik kap kacak ve leğenler vb. vb. de insanlarda önceleri aynı duygu ve düşünceleri yaratmıştır (hatta o zamanlar da “artık plastik çağına girdiğimizi” iddia edenler çıkmıştır!!!) ama her biri teknolojide bir ilerleme ve değişimin ürünleri olarak karşımıza çıkmış olsalar bile bu gelişmelerin bir “teknolojik devrim” anlamına gelmediği herhalde kabul edilir.
“Teknolojide devrim ölçeğinde atılım ve bunun sayesinde gerçekleşen devrimsel dönüşüm” tezinin parçası olarak “üretim teknikleri ve araçlarındaki gelişmenin, üretici güçlerin tümünü geliştirmesi kapsamında emeği de daha vasıflı hale getirdiği” iddiasına gelince, bu da çok su götürür bir pilavdır. Bu teknolojilerin nerelerde ne kadar yaygınlaştığını vs. de bir yana bırakalım burada, üretim araçlarındaki gelişme ile emeğin genel vasıf düzeyinin yükselmesi arasında doğrusal, otomatik bir ilişki kuruş vardır ki, en başta bunun kendisi yanlıştır. Bu iddiada bulunulurken, dünya ve ülke ekonomilerinin bütününün durumu gözardı edildiği gibi emeğin toplam kitlesinin durumu da aynı şekilde gözardı edilip yeni teknoloji ve sistemler kendi içlerinde kendi başlarına ele alınmaktadır.
Örneğin bugün sömürgeci kölelik dönemine rahmet okutacak koşullarda dünya ekonomisinin ucuz emek depoları ve ‘üretim merkezleri‘ durumuna getirilmiş ülke ve coğrafyaların işçi ve emekçilerinin gerçeği ile buralara kaydırılmış üretimin yapısı, hangi tekniklerle nasıl gerçekleştiği, buralara kaydırılan üretimin dünya ekonomisi içindeki büyüklüğü ve rolü etkeni yoktur bu iddiaların dayandırıldığı tahliller içinde; ayrıca, o noktada da yine otomatik doğrusal bir ilişki kurulmaktadır. Başkaları bir yana bizzat kendi literatürümüzdeki bilimsel araştırma ve verilere dayalı incelemeler de bir yana, günlük hayatın içinden haber veya değişik türden yazılardan dahi görülebilecek bir gerçek vardır: Makinalardaki her yenilenme, ileri teknoloji ürünü makina ve tezgahların üretime girmesi -bırakalım emeğin toplam kitlesini- onu kullanmak durumunda olan emekçilerin durumunda bile çalışma temposunun artması, sömürünün yoğunlaşması, aşağılayıcı bir denetim ve gözetlenme sisteminin kurulmasi vb. dışında çoğu zaman kayda değer hiçbir değişiklik yaratmaz. Bu gerçeği, Arçelik işçileri adına SAK’a sunulan tebliğde de görebiliriz. Daha ‘bilimsel‘ bir veri göstermek gerekirse eğer, bu konulardaki çalışmalarıyla tanınan bir akademisyene, A. Alpay Dikmen’e kulak vermek yeterlidir.
Ondan aktarmak istediğimiz bir alıntıya geçmeden evvel, Dikmen’in, “Fordizmin aşılmasını da beraberinde getiren yeni teknolojik devrim” tez ve teorilerine kökten karşı bir konumun sahibi olduğunu da belirtelim. (Dikmen bu konuda, “Fordist/Taylorist üretim teknikleri, insanlığın en önemli üretim tekniği buluşudur, bu aşamaya ulaşabilmek için binlerce yıllık bir gelişme süreci yaşanmıştır ve yeni üretim teknikleri olarak adlandırılan teknikler de bu süreçten bir kopmayı değil, bu sürece yeni zincirler eklemeyi ifade etmektedir” temel görüşüne sahiptir ve bu arada, “yeni üretim ve yönetim tekniklerinin ürettiği neoliberal yeni ‘standart aklın’ -ve kavramların- tuzaklarına düşmemek” konusundaki uyarılarıyla da dikkat çeker).
“… Yeni gelişmelerin değerlendirilmesindeki üçüncü temel hata ise, yeni teknolojilerin emeğin vasfını artıracağı şeklindeki kabuldür. Vasıf tartışmaları günümüzde hala en canlı şekliyle devam eden ve sonuçlandırılamayan tartışmalardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. En önemli anlaşmazlık vasfın ‘insan’a mı yoksa ‘iş”e mi içsel olduğu noktasına gelip düğümlenmektedir (…) Yine de teknolojik gelişmelerin vasıf ihtiyacını artırıp artırmadığı tartışmalı bir konudur. Örneğin, bilgisayar sistemlerinin ve bilgisayar destekli üretimin daha vasıflı emek gerektirdiği büyük oranda yanlıştır (Rumberger). Barkod sistemleriyle çalışan bir kasiyer, bakkal sahibinin hesap makinasına göre yüksek bir teknoloji kullanmaktadır, ancak yaptığı iş barkodlu ürünü makinaya okutmak ve birkaç tuşa basarak ürünün toplam fiyatını müşteriye söylemekten ibarettir. Çalışanın yaptığı işe bakıldığında otomobil fabrikasında vida sıkan bir işçininki kadar basit, kendi kendisini tekrarlayan ve entelektüel birikim gerektirmeyen bir iş olduğu görülür. ABD’de 300 küçük büro işi için yapılan bir çalışmada (aktaran Rumberger) bu işler için gerekli olan bilgisayar eğitimin ortalama 30 saat civarında olduğu saptanmıştır. Dolayısıyla, yüksek teknoloji kullanımının çalışanın vasıf seviyesini ya da eğitim seviyesini yansıttığı ya da yüksek teknolojinin daha fazla eğitim gerektireceği şeklindeki bir iddia bir hayli yanlıştır… Bugün bilgisayar teknolojilerindeki gelişmelerin bizleri getirdiği nokta paket program kullanıcılığıdır. Paket programlar da ‘kullanıcı dostu’ basit programlar olarak tasarlanmakta ve bunları kullanmak için yoğun bir eğitime gerek duyulmamaktadır. Bilgisayar destekli üretim teknikleri kullanan fabrikalar için de durum bundan farksızdır… Yüksek teknoloji, çalışan için her zaman daha fazla denetim ve daha fazla otomasyonun (bunlardan da önce, daha fazla ve daha yoğun bir sömürünün-nba) aracısı olmuştur, günümüzde de böyledir…” (abc)
Sonuç olarak, a şıkkında olduğu gibi bu konuda da biraz daha ihtiyatlı ve biraz daha araştırıcı olma ihtiyacı vardır. Yazı bu konuda çok kesin ve vurgulu tezlere sahip olmanın yanında, sanki “kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini hala koruduğunu” göstermeye çalışmak gibi bir misyona soyunmuş izlenimi doğurmaktadır. Bu çabanın muhtemel nedenlerinden biri de, bu konuda TDH içinde de 1970’lerden itibaren çok etkin olan eski bir yanlış inancın olası etki ve lekelerini ortadan kaldırma arzusu olabilir. Eğer bu tahmin doğru ise, bu eski yanlış inançla savaşımın yolu çubuğu bu kez hem de yanlış bir biçimde tersine bükmeye kalkışmak olmadığı gibi, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini kaybetmediğini kanıtlamaya çalışmak böyle bir yazının işi ve misyonu değildir! Temel Konferans belgesi olmak ve örgüte bundan sonrası için yol gösterme iddiasını taşıyan bir çalışmada böyle bir çabaya girmenin bizatihi kendisi, yazının rengini ve işlevini de farklılaştıracak nitelikte bir çarpıklığı (çarpılmayı) beraberinde getirir.
“Tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş bir sistem olarak kapitalizm üretici güçleri geliştirir mi geliştirmez mi? Özellikle de Lenin’in ‘çürüyen kapitalizm’ olarak tanımladığı emperyalizm aşamasında bu artık mümkün müdür? Buna eğer ‘mümkün’ deniyorsa, bu emperyalizme ‘ilerici’ bir özellik atfetmek değilse nedir?…” Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının kapitalistleşme yönünde değişip değişmediği sorunu gibi hayati bir sorun, 1970’li yılların ortalarında TDH içinde işte bu çocukça soruların belirlediği bir cendere içinde “tartışılıp çözümlenmeye” çalışılmıştır?!! Kendisini daha baştan böyle bir deli gömleğinin içine hapseden “araştırma ve incelemelerden” ne kadar sağlıklı sonuçların çıkmış olabileceğini kestirmek de zor olmasa gerektir!!!
Her gün yaşayıp soluduğumuz, gözümüzün önündeki bir gerçeği -kapitalistleşen Türkiye gerçeğini- kabul etmeyip, Türkiye’nin hala “yarı feodal” hatta “feodal” bir ülke aşamasına saplanıp kaldığını “kanıtlamak için” helak olan dogmatik tutuculuğun son kalesi hep bu sorular -ve onların gerisinde yatan yanlış bir inanç- olmuştur: “Eğer Türkiye kapitalistleşmişse, bu emperyalizme bağımlı yarı sömürgecilik koşullarında, üstelik de emperyalizm çağında yaşanmış demektir. Feodalizm ve yarı feodalizme kıyasla kapitalizm, üretici güçlerin gelişmesiyle ortaya çıkan daha ileri bir toplumsal düzendir. Bu durumda emperyalizm, yarı sömürge bir ülke olan Türkiye’de üretici güçleri geliştirmiş olmaktadır. Bu da emperyalizmin hala ‘ilerici’ bir nitelik taşıdığı anlamına gelir. Çünkü Marks’a göre bir sistem üretici güçleri geliştirme yeteneğini kaybetmemişse, o ‘ilerici’ ozelliklerini de hala bütünüyle kaybetmemiş demektir…” Bugün belki ‘inanılmaz‘ gelebilir belki ama bu bir gerçektir! Türkiye’nin sosyo ekonomik yapısının çözümlenmesi gibi bir konu, Marksist materyalizm ve ekonomi politikle ilgisi olmayan bu kadar sığ bir boş inancın yarattığı ‘akıl tutulması‘nın kurbanı olmuştur!
Bu konuda Rosa’nın ‘tarihsel günahı‘ büyüktür! “Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini emperyalizm aşamasında artık bütünüyle yitirdiği” iddiası, asıl olarak O’nun teorize ettiği bir görüştür. Özünde indirgemeci bir tek yanlılıktan kaynaklanan bu yanlış çıkarsamanın zamanla derinleşip sorgusuz sualsiz benimsenen bir ‘amentu‘ haline gelmesine Buharin ve Zinovyev’in “katkıları”da az değildir! Bu çapta düşünürleri bile bu konuda bu kadar ‘çocukça‘ -ve bu kadar yanlış- bir sonuç çıkarmaya sürükleyen asıl etken, devrimci heyecanları yanında, Marks ve Engels’in özellikle de 1859’da birlikte kaleme aldıkları “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz”de formüle ettikleri görüşleri tek yanlı ve indirgemeci bir yorumla emperyalizm olgusuna uygulamaya kalkışmalarıdır.
Tarihsel bir yol gösterici olma özelliğine sahip olan o ünlü “Önsöz”de Marks ve Engels, “üretici güçleri geliştirme yeteneğini hala koruyup koruyamamasını, bir üretim biçiminin tarihsel bakımdan miadını doldurup doldurmadığının belirleyici göstergesi olarak” tanımlarlar; Rosa ve diğerlerini yanlışa sürükleyen de bunun mekanik yorumlanması olmuştur. Emperyalizmin üretici güçleri ‘geliştirdiğinden daha fazlasını tahrip eden‘ özelliğinden de hareketle, onu artık birinci (‘geliştirme‘) değil, ikinci (‘yıkım ve engelleme’) yönünün karakterize ettiği (ki bir yönüyle de doğrudur, emperyalizme “çürüyen, en son aşama” özelliğini kazandıran özsel özelliği de bu yönüdür ve bu yön asla unutulmamalıdır!) gerçeğine de işaret ederek sözünü ettiğimiz yanlış sonuca varmışlardır.
Bu görüşün asıl büyük yanılgısı, bir sistem olarak kapitalizmin ‘yıkıcı yaratıcılık‘ının diyalektik bir bütünlük oluşturduğunu gözden kaçırarak bu yönleri kaskatı zıt kutuplarmış gibi birbirlerinin karşısına çıkarmalarındadır. Fakat, bu yanlışı düzeltmenin yolu, aynı tek yanlılıkla çubuğu bu kez kuvvetlice ters tarafa doğru bükmek değildir ve olmamalıdır! Aynı tek yanlılık zenmininde sadece ağırlık verilen ayağı değiştirme anlamına gelen böyle bir yaklaşım, insani amaç ve niyetlerden bağımsız olarak, “kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koymak yerine” kapitalizme güzelleme düzen biri konumuna düşürür!
“Emperyalist kapitalizm üretici güçleri geliştirir mi geliştirmez mi? Neoliberal büyük dönüşümün gerçekleştiği son 30 yıl içinde üretim teknolojsi ve makinalarda olağanüstü boyutlarda bir değişim yaşandı mı yaşanmadı mı? Bu aynı zamanda emeğin vasfında bir farklılaşma talebi yaratır mı yaratmaz mı? Kaldı ki, en azından bazı sektörlerde ve üretimin bazı aşamalarında bu yönde bir gelişme ve ilerleme var mıdır yok mudur?…” Sorunu bu sorular içine sıkıştırarak tartışmaya kalkışmak abestir.
Kapitalist kar kırsı ve rekabetin doğurduğu nesnel sonuçlardan biri olarak Marks’ın “Burjuvazi bu konuda sürekli bir devrim yapmadıkça yaşayamaz” dediği üretim araçları ve teknolojideki gelişme ve yenilik olgusunun, bütün durgunluk ve çürüme eğilimlerine karşın emperyalizm aşamasında da ortadan kalkmadığı ve kalkmayacağı -olgularla da ortada olan- tartışmasız bir gerçektir. Lenin’in açık sözleriyle, “… Teknik iyileştirmelerle üretim maliyetlerini azaltma ve karları yükseltme olanağı elbette yeniliklere yol açmaktadır. Ancak, bu “iyileşme” ve “yenilikler”in ne pahasına, nasıl gerçekleştikleri de asla unutulmamalı ve işin bu yanını -bütün yönleri ve insanlık dışı anlamı ile birlikte- ortaya koymayı “unutan” ya da “fazlaca ihmal eden” abartılı tek yanlılıklardan da -en az birinciler kadar- uzak durulmalıdır!…
Teknolojinin ve üretici güçlerin tarihsel gelişiminin ‘son tahlilde‘ aslında frenleniyor olup kontrol altında tutulması da bu sonuçlar arasındadır. Dolayısıyla, vurgu bu yönüyle de sadece “gelişme ve geliştirme” yönüne yapılmamalıdır. “… Emperyalizmin en derin ekonomik temeli tekeldir. Bu tekel, kapitalist bir tekeldir, yani kapitalizmden doğmuş olan ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halinde bulunan bir tekeldir. Ve yine, bütün tekeller gibi, kaçınılmaz olarak bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar; geçici olarak da olsa, tekel fiyatları uygulandığı ölçüde, teknik ve dolayısıyla her türlü ilerlemenin itici gücü bir noktaya kadar yok olur; ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme iktisadi olanağı doğar…. Teknik iyileştirmelerle üretim maliyetlerini azaltma ve karları yükseltme olanağı elbette yeniliklere yol açmaktadır. Ancak, tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi (de) işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde bazı sanayi dallarında bir zaman için üste çıkmaktadır. Çok geniş, zengin ya da elverişli yerlerdeki sömürgelere sahip olmak tekeli de aynı yönde etkide bulunur…” (Lenin, abc)
Sorun işte bu diyalektik yaklaşım temelinde ele alınıp incelenirse sağlıklı ve isabetli sonuçlara ulaşılır !..
c-) Emperyalizm aşamasında “azami kar” azgınlığına sıçramış olan kapitalist kar hırsı ve rekabetin doğurduğu ‘olağan ve kaçınılmaz‘ sonuçlardan biri olarak karşımıza çıkan teknolojide ilerleme ve üretici güçlerin gelişimi sorununu, hangi gerekçelerle hangi yönde olursa olsun kendisini doğuran nedenler bütünlüğünden olduğu kadar doğurduğu sonuçlar bütünlüğünden de kopartarak ele alan her türlü tek yanlılık, sadece ciddi bir ‘teorik hata’ olmakla kalmaz, belki bundan da ciddi ‘siyasal hatalar’ hatta ‘savrulmalar’ doğurma riskini bünyesinde taşır.
Buradaki ilişkinin olduğu kadar doğurduğu sonuçların da nasıl diyalektik bir ikili yön taşıdıklarını gözden kaçıran Rosa ve izleyicilerinin, ulusal sorun gibi devrimin çok temel bir sorununda nasıl “emperyalist ekonomizme” savruldukları iyi bilinir. Fakat, bunun kadar yaygın bilinmeyen tarihsel bir örnek olarak Troçki’yi, 1939’da, ikinci dünya savaşı karşısında, “ya dünya proleter devrimi gerçekleşecek ya da geriye, tekelci kapitalizmin yeni bir çöküşü, medeniyetin kararması ve kapitalist sistemin iç çelişkilerine dayandırılan sosyalist programın bir ütopya olduğunun ortaya çıktığını kabul etmekten başka bir şey kalmayacaktır!…” şeklinde ak-kara keskinliğinde tarihi sonuçlar beklentisine sürükleyenin de yine bu konudaki aynı yanlış kavrayış olduğu pek bilinmez. Troçki’yi, “XX. yüzyılın bütün önemli sosyalistleri arasında çağımızın büyük gelişme eğilimlerini ve karşıtlıklarını en iyi teşhis eden ve uluslararası işçi hareketinin buna denk düşen kurtuluş stratejisini en açık biçimde formüle eden kişi” olarak yere göğe sığdıramayacak kadar ateşli bir Troçki müridi olan Mandel’in bile “vahim” gördüğü bu politik saçmalama, yine Mandel’in yorumuyla, “Bu kuşkusuz bir önceki değerlendirmenin, üretim güçlerinin yeni bir büyüme döneminin artık mümkün olmadığı… değerlendirmesinin mantıki sonucudur”.
Aynı konuda, bu kez ters yönde bir tekyanlılığın -buna da belki ‘ekonomist emperyalizm‘ denilebilir- yine sadece ‘politik hata‘ ile de sınırlı kalmayan nasıl bir savruluşa zemin oluşturabildiğine örnek olarak ise DY tasfiyeciliğini verebiliriz. “Türkiye’de tasfiyeciliğin duayeni” olarak nitelenmeyi hak eden bu çevre, önce 12 Eylül cuntası karşısındaki pratiğiyle yaptığı kendi tasfiyeci büyük dönüşümünün 1990’lı yılların başında örgütlediği “iç tartışma” sürecinde teorisini de yapmaya soyunduğunda, devrimci geçmişini ya da geçmişten kalan devrimci ne varsa onu inkar etmenin temel ‘teorik‘ dayanaklarından biri olarak da “kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini biz geçmişte fazla gözardı hatta inkar ettik, ama işte tarih en son 1989 çöküşüyle bize bu yanılgımızı acı bir biçimde gösterdi…” tezini formüle etmiştir.
Bu tarihsel örnekler ‘uyarıcı‘ olmalıdır!
Yukardan beri ifade etmeye çalıştığımız itiraz noktaları ve ihtiyat paylarının sınırları içinde kalmak kaydıyla, neoliberal yeniden yapılanma ve büyük dönüşüm sürecinin üretim araçları ve tekniklerinde yarattığı değişimler “olağanüstü”, “devrimsel” vb. vb. olarak da nitelenebilir. Tekrar edelim, bu konuda da problem, bu alanda da “büyük ve sarsıcı değişimler yaşanıp yaşanmadığını kabul edip etmemek” noktasında değildir. Tartışma, öz olarak, buna biçilen misyon noktasındadır. Ekonomi ve siyaset dahil her alanda yaşanan diğer bütün değişimlerin temeline bunun konulmasıdır.
Bu süreçte proletaryayı örgütsüzleştirip silahsızlandırarak 100-150 yıl önce kazandığı haklarını dahi savunamaz konuma sürükleyen, buna mukabil burjuvaziye olağanüstü bir hareket kabiliyeti ve stratejik üstünlük kazandıran asıl belirleyici etmen olarak da yine bu gösterilmektedir.
Yeniden yapılanma ihtiyacını ortaya çıkaran etkenlere bağlı olarak sürecin en başından itibaren birbirlerini tamamlayıp birbirlerinin üzerine binen, üst üste yığılıp süreç içinde sürekli olarak ‘nicelikten niteliğe sıçrama‘ karakterinde yeni sonuçlar üreten, önce ‘sonuç’ olarak ortaya çıkanın ardından ‘neden‘ler arasına katıldığı seyir grafiğini keyfi bir bozunuma uğratmakla kalmayıp diğer ekonomik-toplumsal etkenlerle, “iç”te ve “dış”ta sık sık pervasız çıplak bir ‘zor’ biçimine bürünen siyasetin üzerinden atlanmasını yine bir kenarda tutalım; gelişmiş kapitalist-emperyalist ekonomilerde belirgin bir daralma gösteren sanayi üretiminin kaydırıldığı ‘ucuz emek depoları‘/’fabrika ülkeler‘ etkeninin, hiç olmazsa ‘proletaryanın hasmı üzerindeki yaptırım gücünü zayıflatıp buna mukabil burjuvaziye geniş bir hareket alanı ile birlikte büyük avantajlar kazandıran etkenler‘ bahsinde belirgin bir ağırlıkla hesaba katılmaması anlaşılır gibi değildir.
“Gerçeği bütün yönleriyle, olabildiğince eksiksiz bir biçimde kavramaya çalışma” yükümlülüğünün yanında hem ‘geçmişin açıklanması‘ hem de ‘geleceğe dair öngörüler‘ kapsamında (buraların dünya çapında yeni bir devrimci dalganın fünyeleri işlevini görme olasılığı hiçte uzak ve zayıf bir olasılık değildir ve son günlerde Bangladeş’te patlak veren işçi gösterileri bu yönüyle dikkat çekicidir) üzerinden atlanamayacak ya da talileştirilemeyecek önemli bir etkendir bu halbuki.
En başta emeğin -ve hammaddelerin- gelişmiş kapitalist ekonomilere kıyasla aşırı ucuzluğu nedeniyle kar oranlarındaki düşmeye ve krize karşı bir “savunma önlemi” olarak gündeme gelen bu yönelim, dünya sanayi üretiminin ağırlığının, neoliberal yeniden yapılanmanın birinci büyük dalgasının yaşandığı 1980’li yıllarda “Asya kaplanları” ile Brezilya veya Türkiye vb. gibi “eksen ülkeler”e kaydırılması sonucunu doğurmuş; bunun nasıl büyük avantajlar sağladığının görülüp tadının alınması üzerine ikinci büyük dalganın yaşandığı 1990’lı yıllarda bu kaydırma yönünü bu kez ‘ucuzun da ucuzu‘ emek depoları olarak Asya’da Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş hattı ile Orta ve Güneydoğu Avrupa’daki eski revizyonist ülkelere, Latin Amerika’nın bu konudaki ‘klasikleri‘ Meksika, Brezilya, Arjantin ve Şili’ye eklenmeye çalışılan Güney Amerika’nın kuzeyindeki Bolivarian cumhuriyetlere, Kuzey Afrika’da Mısır, Fas, Tunus, Cezayir eksenine, Güney Afrika vb. gibi ‘nokta‘ ülkelere çevirmiştir.
Neoliberal yeniden yapılanma saldırısının başlarında gücü asıl olarak devlet zoruyla yıpratılıp ezilen (1980’lerin ilk yarısında İngiltere’de yaşanan ünlü maden, liman ve basın grevleri hatırlansın) proletaryanın ekonomik mücadele gücü ve silahlarının dahi etkisizleşmesinde, buna mukabil burjuvazinin büyük maddi avantajlar yanında en az onlar kadar önemli psikolojik ve ideolojik bir rahatlık ve üstünlük kazanmasında bu etkenin rolü, “teknolojideki atılımlar ve üretimin teknik temelindeki yenilenmeden” kesinlikle daha fazladır!
Burada hemen, “peki, bu imkanı sağlayan nedir? Özellikle de iletişim ve ulaşım imkanlarının artmasını ve kolaylaştırmasını sağlayan teknolojik gelişmeler değil midir?” sorusunun geleceği açıktır. Bu yerinde bir sorudur, halkı bir yönü de vardır. Gerçekten de burjuvazi bu üstünlük ve avantajını biraz da bu sayede kazanmıştır. Buna ‘büyük ölçüde‘de diyebiliriz ama bu ‘hepsi‘ değildir. Daha da önemlisi, burjuvazi bu avantajı ‘bütünüyle‘ bu sayede -yani teknolojideki gelişmeler- elde etmiştir diyecek olsak bile, bu, dünya sanayi üretiminin kaydırıldığı ucuz emek deposu ülkelerde “bilgisayarlı üretimin, üretimin teknik altyapısına yerleşmesi, bilgisayarlı-robotsal teknolojilerin gelişimi ile bilgi yoğun üretimin etkin hale gelmesi temelinde bir bütün olarak üretici güçlerin eskisinden de hızlı gelişim sağlayan devrimsel bir sıçrama” falan anlamına gelmemektedir.
Bazı sektörler, üretimin bazı aşamaları ya da Çin’de Hong Kong-Şanghay, Hindistan’da Bombay-Pencap bölgesi gibi bazı üretim alanlarında belirgin bir yer kaplamak hatta ağırlık oluşturmakla birlikte Çin’de veya Hindistan’da, Pakistan ya da Bangladeş’te… eski Doğu Avrupa ülkeleri de dahil yukarda saydığımız ülkelerin her birinde ve bir bütün olarak dünya ekonomisinde artık böyle bir “teknik temelin” oluştuğundan ve bunun belirleyici hale geldiğinden söz edebilir miyiz? Buralarda yapılan sanayi üretiminin ağırlıklı bir bölümü hala eski teknolojilerle ve yoğun bir emek sömürüsüne dayalı olarak yapılmaktadır. (Geleneksel sektörlerin ve ürünlerin ağırlığı, hatta eski teknolojilerin kullanımı gelişmiş kapitalist ekonomilerin çoğunda da hala ağır basan yönü oluşturmaktadır). Emperyalist burjuvazi, elindeki eski teknolojileri buralara kaydırmıştır. Zaten, Çin ve eski revizyonist blok üyesi ülkeler başta olmak üzere andığımız ülkeler ve coğrafyalar, en başta büyük ve bakir bir pazar oluşturmaları, sonra olağanüstü ucuz emek ve hammadde depoları olmaları yanında emperyalist burjuvaziye elindeki eskimiş sabit sermaye yatırımlarını, makina ve tezgahlarını buralara kaydırarak bir süre daha işletme imkanı sağlamaları nedeniyle emperyalist kapitalist burjuvazinin sistemin genel devrevi bunalımının yüklerini kendi cephesinden hafifletme imkanını kazandırmakla sisteme büyük nefes aldırmışlardır. Neoliberal yeniden yapılanmanın “merkez” ülkelerde de bu kadar rahat ve engelsiz yürütülebilmesi, biraz da bu sayede olmuştur.
Bu özelliği nedeniyle bu etkeni, ekonomik-politik ve kültürel etki ve sonuçlarıyla birlikte hem ‘geçmişten bugüne gelişin‘ açıklanması sırasında hem de geleceğe dair olasılıkların hesaplanması sırasında küçümseyemeyiz. ‘Dün‘ emperyalist burjuvaziye ‘nefes aldıran‘ etkenlerin başlarında gelen tek başına bir ‘Çin faktörü‘ bile, bugünden çoğalan belirtilerden de görülebileceği üzere, ‘yarın bir gün‘ konroldan çıkarak sistemin ‘gırtlağına sıkan‘ bir etkene her an dönüşebilir. Bu olasılığın embriyonik sayılabilecek bir örneği olarak, “Polonyalı muslukçu”nun, yılların AB projesi için nasıl öldürücü bir darbe etkeni haline geldiğini hatırlayabiliriz. “Polonyalı muslukçu” -tıpkı “Çin belası” gibi- “üretimin teknik temelindeki yenilenmenin, bilgisayarlı robot teknolojisinin” ürünü ve temsilcisi falan değil, ‘21. yüzyılın zencisi‘ olmayı kabullenmiş ucuz emeğin temsilcisidir.
Sonuç olarak, dünya sanayi üretiminin yarısında bir değişiklikten ve onun sonuçlarından söz ediyorsak eğer, o zaman her iki yönde de bütünü göz önünde bulundurarak konuşmalıyız.
7) Neoliberal büyük dönüşüm sürecinde hala süren “kaotik bir geçiş evresinde bulunduğumuz” iddiası, bu yazının temel tezlerinden bir diğeridir.
“… İki-üç yıl önce başlamış, sürmekte ve daha sürecek olan bir fay hattı hareketliliği içerisinde küresel ölçeklerde bir dönüşüm geçirmektedir dünya. Eski ve yeninin iç içe geçtiği, yıkılmakta, eriyip buharlaşmakta olanla yeni olanın yan yana ve birlikte yer aldıkları bu durumun etkileyip sarsmadığı hiçbir şey bulunmamaktadır. Önceki biçimlerin sarsılıp, çözüldüğü yeni olanın ise henüz tam olarak biçimlenip etkin ve egemen hale gelmediği bir süreç yaşanmaktadır. Hemen her şeye damgasını vuran bu kaotik durumdur…” (sf. 20, abc)
“… Hali hazırda geçiş döneminin kaotikliği sürmektedir. Bundan dolayı pek çok şey eski biçimini koruyamazken, henüz yeniye göre bir biçimlenişte kazanmış değildir. Ara biçimlenişler, kırık ve gel-gitli biçimler yaygındır, hiçbir şey oturmuş ve tam olarak yeni bir biçim kazanmış değildir; hemen her şeye damgasını vuran krizdir…” (sf. 21, abc)
“… Toplumlar, özellikleriyle birlikte çözümlendi, kaotik duruma uygun olarak ilke ve değerler bozunuma uğratılarak…” (sf. 22, abc)
“Emperyalist kapitalist sistemin yeniden yapılanma süreçleri krizlerden azade değildir. Geçiş döneminin kaotikliği içerisinde gerçekleşen ve gerçekleşecek olan krizler…” (sf. 23, abc)
– “Geçiş dönemi” ve “kaos” vurgularıyla bu kadar çok karşılaşınca, insanın aklına önce “bu ne bitmez bir geçiş süreciymiş, bu ne kadar inatçı ve uzatmalı bir kaosmuş?!!” sorusu geliyor. Hakikaten de, “iki-üç on yıl önce başlamış”, yani neredeyse 30 yıl; halen “sürmekte” ve işin ilginci -onun ne kadar süreceği belirtilmemiş ama- “daha da sürecek”!!! Neresinden baksanız en az 50-60 yıllık bir süreç. Söylenenler onu gösteriyor.
Tam bu noktada, zihninizin çengellerine yeni bir soru takılıyor: “Biraz aritmetiksel bir dille de dile getirilmiş galiba ama bu görüş Kondratief’in ‘Genişleyen uzun dalga’ teorisi ile Schumpeter’in ‘Ardışık sanayi devrimleri’ teorilerinin bir karışımı olmasın?… Çünkü onların bu teorileri arasında da örtüşen yanlar çok ve bu yazıda savunulanlar da onlara ne kadar benziyor?…” diyorsunuz.
– Akla takılan ikinci soru: “Biz hala 1980’lerin sonu-’90’ların ilk yarısında mıyız?” oluyor. Çünkü “kaos” ve “geçiş dönemi” adına söylenenlerin çoğu o yıllarda yaşananları anlatıyor. Bunların çoğu şöyle veya böyle ama sonuçta bir “çözüm”e ulaşmış, oturmuş ve kendilerince -ve tabii kriz koşullarında olabileceği kadar- bir istikrara kavuşmuş. Yani, “du bakali n’olcak?” denilecek “geçici” ve “kaotik” bir tarafları kalmamış…
Öte yandan köprülerin altından epey sular akmış, bugünkü Latin Amerika ya da Irak gerçeği gibi gerçekler ortaya çıkmış, bir zamanların pembe masalı “Yeni Dünya Düzeni” masalının balonu patlamış, bunun yerini “yumuşak gücü” orta sınıflar içinde bile yıpranıp zayıflamış bir ABD ve “Yeni Dünya Düzeni” gerçeği karşısında “Başka bir dünya mümkün” sloganı ve arayışları almış…
– Bu kadar çok “kaos” ve “geçiş dönemi” vurgusu, üçüncü olarak, o halde bunun taktiği ne olmalı, yazı nasıl bir taktik en azından taktik esaslar önerip esinliyor sorusunu getiriyor akla… Bir futbol deyimiyle “üç ihtimalli maç” misali güç dengelerinin ve koşulların en elverişsiz olduğu koşullarda bile yeni tehlikelerle birlikte yeni imkan ve fırsatları da içinde taşıyan dengesizlik ve belirsizlik kesitleri olarak “kaos dönemlerinin” taktiği ne olmalı, nelere dikkat edip neleri kollamalı, “sakınma” söz konusu olduğu zaman sadece maceracılıktan değil, fırsatları kaçırmaktan da korkup sakınmalı…
(Hal böyleyken, yazı ve yazarı nasıl bir taktik felsefeye sahip?… “İstikrar” öngörüsü- “Uzun dalga” takvimi ile de çakışan/bu noktada iç tutarlılığa sahip bir görüş…
Zaman zaman kendini gösteren devrimci huzursuzluk; fakat burada da; 1) Hep bir “gelecek zaman” kipiyle konuşuyor, 2) Çok kötü bir kendiliğindenciliğe sıçrıyor. Zaten yazı boyunca “gerçekçi” olalım uyarılarıyla “güneşli günleri de göreceğiz çocuklar!” tesellileri dışında dönemin taktiği ne olmalı sorusuna dair fazla bir ışık yok!… Neden acaba?…
Bu “tutarlılık” kendisini kapitalizmin tarihsel sınırlarını öteleme ile de gösteriyor ve bu öncekileri de güçlendirip pekiştiren bir başka tezi oluşturuyor.)
8) “… Sistemin Tarihsel Sınırlarına Doğru Yaklaşması…” (sf. 24, abç) (Bu bir ara başlık hem de!.. -nba)
“… kapitalizm, içerebileceği bütün üretim güçlerini geliştirme yönünden istiap haddini doldurmaya doğru gitmektedir. Sistemin tarihsel sınırlarına, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği aşamaya doğru akan, yaklaşmakta olduğunu gösteren gelişimdir bu da.” (sf. 25, acb)
“… Büyük bir krizin üstesinden gelebilmenin bedeli, ülkelerin, bölgelerin, kıtaların, dev ekonomilerin çökertilmesi, savaşlar ve sosyal yıkımlardır. Bu kapitalist emperyalist sistemin asalak, çürüyen, can çekişen kapitalizm olma özelliklerini tümüyle açığa çıkartıp belirgin hale getireceği gibi, sistemin yıkıcı özelliklerinin belirginleşip öne geçmesi onun insanlıkla bağdaşmayan niteliğini de açık bir biçimde gösterecektir…” (sf. 26, abç)
“… Devrimci durumların daha sık ve daha geniş ölçeklerde ve daha derin ortaya çıkacağı, sosyalizmin maddi ön koşullarının daha olgunlaşacağı bir tarihsel süreçtir bu aynı zamanda…” (sf. 27, abç)
Yine bir değil, iki değil, üç değil… Emperyalist kapitalizm ve onun krizinin artık orta sınıfları dahi “Başka bir dünya…” arayışına yönelten “insanlıkla bağdaşmayan niteliğinin açık bir biçimde görülmesini” sanki ‘gelecekte karşılaşılacak sonuçlarmış‘ gibi öteleyen bu vurgulara, basit bir kalem sürçmesi ya da özensiz ifade örnekleri gözüyle bakılıp üzerinden atlanamaz. Burada, partinin politikaları ve taktikleri üzerinde de belirleyici etkilerde bulunabilecek çok ciddi teorik gaflar söz konusudur.
Bunlardan birincisi, “çürüyen kapitalizm” olarak onu “sosyalizmin arifesi, sosyalizmi kurmanın artık mümkün ve zorunlu hale geldiği son aşaması” olarak tanımlayan Lenin’in emperyalizm tahlili ve çağ tespiti ile -ve tabii bundan türeyen stratejik yaklaşımlar olarak; kapitalist zinciri en zayıf halkadan kırabilme ve tek ülkede sosyalizmi inşanın olanaklılığı, parti, devrim, çalışma tarzı, devrimin örgütlenebilirliği vb. vb. konulardaki Leninist yaklaşımlarla- açık bir çelişkiye düşülmesidir.
“Emperyalizmin ekonomik özü yerine yukarda söylenenlerin tümünden şu sonuç çıkıyor: Emperyalizmi bir geçiş kapitalizmi, daha doğrusu can çekişen kapitalizm olarak tanımlamak gerekir”. Lenin sorunu bu kadar açık ve net koyar! Üstelik sadece “Emperyalizm” kitabında değil, ondan sonraki yıllarda özellikle savaşa ve 1917 sonrası sosyalizmin inşasına dair yazdığı değişik yazılarında, “emperyalizm aşamasına geçişle birlikte kapitalizmin tarihsel bakımdan artık ömrünü doldurduğunu” defalarca vurgular. Hal böyleyken, bunların üzerinden bu kadar açık bir biçimde atlanmasını ve bu rahatlığın nedenini anlayabilmek gerçekten güçtür!…
Bu alıntılarda saklı olan ikinci büyük teorik gaf, kapitalizmin krizinin ve diğer yapısal hastalıklarının sonuçlarının ötelenmesi yanında bunlar sanki kendiliğinden devrimci sonuçlara evrileceklermiş gibi konuşan bir kendiliğindencilikle Rosa -”sol komünistler”- Troçki hattı üzerinden Lin Biao’ya kadar uzanan “toptan çöküş” (“istiap haddini doldurma”) keskinliği arasında gelgitler sergilemesidir. Baştan beri kendisini adeta “kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini hala kaybetmediğini göstermeye vakfetmiş” bir görünüm çizen yazı, burada yaptığı ani bir zıplama ile kendisiyle de büyük bir çelişkiye düşmekte, Rosa Luksemburg ya da “emperyalist kapitalizmin bugün artık doğal/fiziki sınırlarına da dayandığını” ileri süren SEH’in teorik zeminine kaymaktadır.
Öyle ya, eğer kapitalizmin “içerebileceği bütün üretim güçlerini geliştirme yönünden (daha ilerisine istese de gidemeyeceği) bir istiap haddi” varsa, üstelik bu sadece teorik bir varsayım değil, pratik olarak da mümkün bir olasılık ise, o zaman sistemin o sınıra 1910’larda (Rosa), 1960 sonlarında (Lin Biao) ya da günümüzde (ör. SEH) dayandığını iddia edenlerin en azından teorik bakımdan haklı bir yönleri var demektir ve demek ki onlarla olan ‘farklılık‘ özde değil, sadece zamanlama sorununa ilişkin farklılıktır?!!
“Sistemin tarihsel sınırlarına henüz dayanmış olmayıp ona doğru gitmekte olduğunu” iddia eden bu alıntılardaki vahim gafların üçüncüsü, ‘tarihsel sınırlar’ ile ‘siyasal sınırlar’ sorununu birbirine karıştırmasıdır ve bundan dolayı, bu vurgularıyla bizlere esasında, “emperyalist kapitalizmi yıkabilmenin nesnel koşullarının günümüzde henüz tam olarak olgunlaşmadığını, dolayısıyla bu yönde bir çabanın, devrimi örgütlemeye çalışmanın ve devrimci başkaldırıların başarısızlık ve yenilgiyle sonuçlanmaya baştan mahkum maceracı girişimler olacağını” söylediğinin -söylediklerinin teorik açıdan bu anlama geldiğinin- muhtemelen farkında değildir!
Lenin’in “Sol Komünizm”de “burjuva parlamentolardan yararlanma” sorununa yaklaşım sırasında eleştirdiği “solculuk”un teorik yanılgısı -maalesef tam zıt yönde sonuç üretmeye müsait bir tarzda- tekrarlanmaktadır burada. Bir sistemin ya da bir kurumun “tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş olup olmaması” ile “siyasal bakımdan (da) ömrünü doldurmuş olması” bir ve aynı şeyler değildir. Bunlardan birincisi, yani ‘tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş olup olmamak‘, bunun için gereken subjektif koşullar da doğmuşsa ya da örgütlenebilirse (ki Leninist parti ve devrimcilik anlayışı açısından ‘devrimci öncü misyonu‘ bu noktada somutlanır zaten), o sistemi ya da kurumu yakıp ortadan kaldırabilmenin nesnel-tarihsel açıdan artık olanaklı hale geldiğini anlatır. İkincisi, yani ‘siyasal bakımdan ömrünü doldurmuş olup olmamak‘ ise, nesnel olarak mevcut bu olanağın fiilen gerçekleşebilmesi için gerekli subjektif koşulların asgari düzeyde de olsa ortaya çıkıp çıkmadığını, bu subjektif faktörün asgari olgunluk düzeyine ulaşıp ulaşmadığını, daha kısası onu pratikte de hemen yıkabilmenin mümkün olup olmadığı anlatır, bu anlama gelir.
Bu kısa özetten de görüleceği üzere, birincisi ikincisinin temel ve zorunlu bir koşuludur, o ortada yoksa diğerinin esamesi dahi okunmaz fakat, ikincisi birincisinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak kendiliğinden çıkmaz ortaya. Onun biraz da ‘hazırlanmış olması‘ gerekir. Meselenin ‘inceliği‘ buradadır. Teknolojik determinizmin yarattığı ‘başdönmesinin‘ yanında bir de işte bu ‘ince‘ nokta altlanınca, teorik özü itibarıyla, “kapitalizmi yıkmak bugün nesnel bakımdan dahi henüz olanaklı değildir” anlamına gelen bir gaf çıkar işte böyle karşımıza!
Bugünkü somut tarihsel koşullarda dünyada proleter bir devrim ya da güçlü bir devrimci dalganın kabarışını beklememek gerektiğini, yani ‘kapitalizmi yıkmanın siyasal tarihsel koşullarının bugün için ortada olmadığını, subjektif faktörün yeterince olgunlaşmadığını, vb.” söylemeye çalışmak ayrıdır, ayrıca, bu doğru ve gerçekçi bir belirlemedir ama aynı zamanda devrimci öncülük iddiasını taşıyanlara görev ve sorumluluklarını hatırlatır; fakat, bunu anlatmaya çalışma adına, “kapitalizmin tarihsel bakımdan henüz ömrünü tam doldurmadığını ama buna doğru gittiğini, buna yaklaştığını, onun insanlıkla bağdaşmayan niteliğinin daha açık görülmesi, bu arada sosyalizmin maddi önkoşullarının daha da olgunlaşması için biraz daha beklemek gerektiğini vb. vb.” söylemek tamamen ayrı birşey! Aslında bugünün dünyasının gerçekleriyle de çok fazla örtüşmeyen bu yaklaşımda da ‘gerçekcç‘ bir yön vardır belki ama, bu gerçekçilik devrimci bir gerçekçilik olarak görülemez!…
9) Zaten çalışmanın bütününde, Lenin’in emperyalizm olgusunu çözümlerken yaptığına benzer bir “neoliberalizm eleştirisi” kendisini net ve derli toplu bir biçimde hissettirmediği gibi, “kendisiyle birlikte devrimi, devrimle birlikte kendisini” örgütleyen “öncü parti” misyonuna dair -”gerçekçi olmalıyız” uyarısı dışında- hiçbir somut görev ve hedef tanımı göremiyoruz! Proletaryaya, ondan da önce partiye ve parti güçlerine yol gösterme, stratejik bir perspektif kazandırma iddiasını taşıyan bir metin açısından bunu “küçük bir kusur” ya da “zaten bu metnin asli işi olmayan bir ihmal” olarak görebilir miyiz?…
Devrimci öncülük misyonunun kavranışıyla, teori-pratik ilişkisinin nasıl anlaşılıp, nasıl kurulduğu temel sorunları, burada bir kez daha çıkar karşımıza.
Lukacs, Lenin’in parti anlayışının “mekanik kadercilikten ikili bir kopuş” anlamına geldiğinin altını çizer: “… Bu örgüt anlayışı, hem proletaryanın sınıf bilincinin onun sınıfsal konumunun mekanik bir ürünü olarak kavranmasından, hem de bizzat devrimin kendisinde, yalnızca kaderci biçimde -nesnel devrim koşulları yeterli olgunluğa eriştiğinde, bu mekanik işleyiş proletaryayı her nasılsa otomatik olarak zafere götürecektir- görülmesinden kurtulmak demektir…” Özellikle bu ikinci noktadan hareketle, “Elbette, proletaryanın tepkime biçimi, büyük çapta, partinin kendi sınıf hedeflerin verebildiği açıklığa ve enerjiye bağlıdır… diye devam eder.
Burada esasında sadece proletarya ile parti arasında değil, bizzat parti içinde kadrolar ile önderlik arasındaki ilişkiler sırasında da geçerli olan ‘devrimci öncülük/önderlik‘ misyonunun püf noktasına parmak basılmaktadır: Proletaryanın da parti güçlerinin de olaylara ve süreçlere tepkime biçimi, öncelikle onların önlerine konulan hedeflerin niteliğine (“sınıf hedefleri”), bunların açıklığına ve ‘öncü‘ konumunda olanların bu konuda sergiledikleri enerjik tutuma bağlıdır. En elverişsiz koşulların adım adım ‘değiştirilebilmeleri‘ de, elverişli fırsatların etkin bir biçimde ‘değerlendirilebilmeleri‘ de, öncelikle böyle bir ‘öncülüğün‘ varlığı/yapılması ile mümkündür.
Lukacs, Leninist öncülük, parti ve devrim anlayışına ilişkin olarak isabetle yakaladığı bu halkayı, bu temelde formüle ettiği iki çarpıcı tanımla taçlandırır: “Leninist örgütün kendisi de diyalektik bir nitelik taşıdığına göre, kendi kendisinin aynı zamanda hem ürünü hem de yaratıcısı olduğu sürece, yalnız diyalektik tarihsel gelişmenin ürünü değil, aynı zamanda onun bilinçli ilerleticisidir…” ve “Partinin devrimi hazırlama görevi, partiyi, aynı zamanda ve aynı yoğunlukta devrimci kitle hareketlerinin yaratıcısı ve ürünü yapar, partiyi bu hareketlerin önkoşulu ve meyvası haline getirir… (Rosa Luxemburg) Lenin’deki parti anlayışının püf noktasını, partinin hazırlama görevini anlayamamıştır; bu nedenle, bu görevden doğan örgütsel ilkelerin hepsini en ters biçimde yanlış anlamak zorunda kalmıştır. (sadece bunları mı? Örneğin teori yapış tarzı ya da günün devrimci siyasal görevlerini zamanında ve eksiksiz kavrama konusunda Rosa’nın sık sık ‘geç‘ ve ‘tek yanlı‘ kalışı yine aynı “anlayamama”nın sonuçları değil midir? -nba)” (abç)
Bizim literatürümüzde “Partiyi ve devrimi birlikte örgütlemek” dediğimiz de budur! Fakat, biz partiyi de devrimi de, sadece ‘elverişli‘ veya ‘olağan‘ koşullar altında değil, olağanüstü ölçülerde elverişsiz koşullarda dahi nasıl örgütleyeceğimiz konusunda da bir ‘açıklığa‘ sahip olmalıyız. Bize bu açıklığı sağlayacak olan ise, sürecin çözümlenmesine dayalı olarak ortaya konulması gereken dönemsel taktik esaslardır. Marksist-Leninist bir parti ve devrimcilik tarzı açısından süreç tahlili bunun için yapılır zaten. Bu esasların üzerlerine inşa edileceği tarihsel ve dönemsel temel dinamiklerden bazılarının yakalanması ama bunlara bile sadece işaret etmekle yetinilmesi, tek başına bu ‘açıklığı‘ sağlamaz; hatta yazıda olduğu gibi bu bazen, farkına bile varılmayan bir ‘kendiliğindencilik‘ propagandası özelliğine bürünebilir.
Örneğin, üretimin toplumsallaşmasının günümüzde kazandığı boyutlardan hareketle, “proletarya toplumsallaşıyor, toplum proleterleşiyor” şeklinde sloganlaştırılan bir dinamik yakalanmaktadır. Neoliberal saldırganlığın bir taraftan proletaryayı ‘zayıf düşürüp çözerken‘ diğer taraftan ‘proleter devrimin sosyal tabanını‘ kendi elleriyle nasıl büyütüp güçlendirdiğini sergileyen bir ‘dip akıntısı‘ özelliğine sahiptir bu tespit. Bunun yakalanmış olması, buna işaret edilmesi çok önemlidir. Ama iş bu noktada bırakılırsa, yani eski konumlarını yitirerek proletaryaya doğru itilen kesimlerin devrimci örgütlenme ve eyleme çekilmeye daha açık bir hale gelmeleriyle bunun sınıf hareketinin kendini toparlayıp doğrulmasını sağlayacak manivelalardan biri olarak nasıl kullanılacağına dair somut bir politikalar demeti bir an önce ortaya konulmazsa, temel bir dinamiğin yakalanmış olması, bu durumda, Lukacs’ın da işaret ettiği gibi, “… harekete geçen ekonomik güçlerin mekanik işleyişinin doğuracağı sonuçların kaderci bir bekleyişine” cevap veren ‘iç rahatlatıcı‘ bir kendiliğindencilik etkenine dönüşür!
Aynı şey, üretimin teknik temelindeki gelişmeler ve üretimin toplumsallaşmasının kazandığı boyutlarla sosyalizmin maddi önkoşullarının olgunlaşması arasında kurulan ilişki açısından da söylenebilir. Günümüz koşullarında bu da bir “dip akıntısı” özelliğine sahiptir, bu özelliği yazıda da doğru ve isabetli bir biçimde yakalanmıştır. Fakat, biz sadece bunun tespiti ile yetinirsek, hele bunun sosyalizmin kuruluşu açısından sağladığı imkan ve kolaylıkları -biraz da haliyle- ‘geleceğin sorunları‘ olarak ortaya koyarken ‘bugün için‘ konuştuğumuz yerlerde bu etkenin insanlığın geleceği açısından sosyalizmin kurulmasının nasıl acil ve yakıcı bir ihtiyaç haline geldiğinin göstergesi olma yönünü değil de burjuvaziye kazandırdığı üstünlük ve avantajlar yönünü öne çıkararak konuşursak, işte o zaman bu “dip akıntısını yakalamış” olmamız, kendiliğinden ‘devrimci‘ bir anlam kazanmaz, hatta, partiyi ve proletaryayı daha enerjik ve tutkulu bir biçimde harekete geçiren bir dinamik olmaktan çok, en fazla “anlat, anlat, heyecanlı oluyor!!!” ruh halini yaratan bir ‘bekle gör‘ etkeni olarak iş görür.
“Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte geniş ve derinlemesine gelişen içsel bir hakimiyet oluşturmasına” ve “burjuvazinin sağladığı avantajlar ve stratejik üstünlük” üzerine vurguların yanında, bunun “daha geniş ölçekli ve daha derin yeni devrimci durumlar yaratacağını”, “üretici güçlerin geliştirilmesi ve sermaye birikimine süreklilik kazandırmakta sistemi daha büyük zorluklarla karşı karşıya bırakacağını”, “krizlerin artık tek ülkede ve dar bir alanda değil, ’97 Asya krizinde olduğu gibi, pek çok ülkeyi saracak ve sarsacak bir düzey ve biçimde gerçekleşeceğini” vb. vb. de söyleyen yazıya dair, sırf birinci yöndeki vurguların kuvvetinden ve çokluğundan dolayı ikinci yöndeki alt çizmelere yeterince dikkat etmeyerek ‘haksızlık‘ ettiğimiz düşünülebilir, hatta bu konuda ‘kendiliğindenciliğin ağır bastığı devrimci olmayan bir gerçekciliğe sahip‘ olduğuna dair eleştirimizi boşa düşüreceği düşünülen yeni alıntılar karşımıza çıkarılabilir. Örneğin, “Emperyalist kapitalist sistemin yeniden yapılanma süreçleri krizlerden azade değildir. Geçiş dönemin kaotikliği içerisinde gerçekleşen ve gerçekleşecek olan krizler, verili durumun birçok alanda yarattığı sarsıntılarla içiçe geçerek büyüme potansiyeline sahiptir. Bunlar, tarihi, sosyal, siyasal, kültürel yönlerden farklılık gösteren, daha elverişli koşulların olduğu kimi ülkelerde derinleşerek devrimci durumlara ve devrimci yükselişlere yol açabilir…” (sf. 23) denilmiyor mu diye sorulabilir. “… Devrimci durumların daha sık ve daha geniş ölçeklerde ve daha derin ortaya çıkacağı, sosyalizmin maddi ön koşullarının daha olgunlaşacağı bir tarihsel süreçtir bu aynı zamanda….” (sf. 27) şeklindeki alt çizmeler hatırlatılabilir. Ve nihayet, “… İçerisinde bulunulan durumu iyi çözümleyemeyen, olguları birbirinden ayıramayan biri, varolan durumdan en kötümser sonuçları çıkartarak, kapitalizmin ekonomik, siyasal, kültürel, askeri bütün alanlardan yürüttüğü neo-liberal saldırı ve yeniden yapılanma süreçleri karşısında çaresizliğini ilan edebilir, boyun eğip teslim de olabilir; olguları ayrıştırabilen, bugün için nispeten zayıf hatta ters yönde bir görünüm sergileyenleri doğru değerlendirebilen biri ise, sistemin iç dengelerinin bozulmasının ortaya çıkardığı devrimci imkanları değerlendirmeyi ve güçlü bir alternatif oluşturmayı düşüneceği gibi, başını kaldırıp ileriye doğru baktığında da, içerisinde devrimlerle çıkılacak bir çağ yangınını ve yeni bir sosyalizm dalgasını görecektir.” (sf. 26-27, abç) cümlelerine işaret edilerek, “daha ne denilsin?…” diye sorulabilir.
Hakikaten de özellikle bu son alıntıda dile gelen yaklaşımın içeriğine ilişkin olarak söylenecek söz, “daha ne denilsin?” sorusu olabilir. Ama bunun varlığı, başka bazı soruları sorma gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Bunların başında da, “Yazının bütününe damgasını vuran, bu anlamda onun ruhunu oluşturan yaklaşım, bu sorunun ikinci kısmında ifade edilmeye çalışılan devrimci tutuma mı daha uygun ve yakındır yoksa ‘günün gerçekliğinin altında kalan’ bir görünüm mü sergilemektedir?…” sorusu gelir. Çoğunu yukarda aktardığımız ikinci yöndeki alıntıların yazıdaki yerlerine dikkat edilecek olursa, bunların mevcut durum içinde onu devrimci yönde değiştirmemizi sağlayacak dip akıntılarını ve dinamikleri bulup çıkarmayı esas alan bir yaklaşımın sonuçları olarak değil, hep birinci yöndeki vurguların arkasından harekete geçen devrimci refleks ve içgüdülerin söylettikleri olarak karşımıza çıktıkları görülür.
Bu o kadar öyledir ki, bu reflekslerin harekete geçtiği yerlerde bile, anılan imkan ve dinamikler hep ‘gelecekte karşılaşacağımız sonuçlar‘ şeklinde ifade edilmektedir. Ve asıl bunların nasıl doğacağına, yaratılacağına, “hazırlanacağına” dair genel geçer bazı hatırlatmalar dışında (sonradan eklenen “proletarya” bölümü hariç) somut hiçbir şey söylenmemekle tipik bir ‘kendiliğindencilik‘ (“kriz=devrimci bunalım” kendiliğindenciliği) sergilemektedir. Bundan da geçtik, yazının başka yerlerinde bu devrimci refleks tepkileri de hükümsüz kılan daha kesin tezler vardır.
10) Bu dönemin taktiği ya da onun esaslarına ilişkin somut öneri adına, “… Devrimci alternatif olunabilen ve kitle mücadelelerinin görece farklılaştığı az sayıda ülke dışında mücadele düzeyinin düşük ve geri düzeyde olması ve bu durumun uzun süredir devam ediyor oluşunun yarattığı moral bozukluğu, yorgunluk, özgüven zayıflaması, sadece kitleleri değil, devrimci parti ve örgütleri de sarmış, hatta bu yönden aralarındaki fark silikleşmiştir. Komünist ve devrimci parti ve önderlerin kendiliğindenciliğe kapılmadan bu durumu aşmaları, sürecin tarihsel ve nesnel bir analizini yaparak teorik, siyasal ve örgütsel, her alandan etkin bir çalışma yürütmeleriyle olacaktır. Komünist, devrimci çalışmada, subjektif faaliyetin yükseltilmesi, koşullara boyun eğmemeyi, soluklu, uzun sürekli bir çalışmayı, bunu fırsatları değerlendiren, yer yer de koşulları zorlayan sıçrama yaratacak taktiksel hamlelerle birleştirebilmeyi gerektirdiği gibi, kesinlikle, darlaşma ve içe kapalılığın yol açtığı sınırlı ve tekil durumları abartma ve mutlaklaştırmak gibi öznel yaklaşımdan uzak kalabilmeyi de başarmalıdır. Koşullar ne olursa olsun gerçeklik duygusu hiçbir zaman yitirilmemelidir…” (sf. 23) şeklindeki ‘genel‘ -ve “gerçekci olmalıyız” uyarısıyla da- ‘anlamlı‘ hatırlatmalar dışında ne bulabiliriz?
“… Zaman zaman yaygınlaşan, kitlesel biçimler kazanan direnişlere karşın devrimci parti ve örgütlerdeki güçsüzlük ve dağınıklık, deregülasyonun dağıtıcı ve çözücü etkileri karşısında önceki örgüt ve mücadele biçimlerinin yetersiz kalması, yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin gelişmemiş oluşu, işçi sınıfının çözülme halinin devam ediyor olması ve yeni, eskisinden de güçlü sınıf oluşumunun öğelerinin henüz belirginleştirip etkin hale gelmemesi, süreci belirleyen temel faktörlerdir.” (sf. 23, abc)
Proletarya ve onun devrimci öncüleri bakımından “süreci belirleyen temel faktörler” bir kez böyle tanımlanırsa, öte yandan bunun karşısına sürekli olarak “burjuvazinin sağladığı avantajlar ve stratejik üstünlük” vurguları konulursa; bununla da yetinilmeyip kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişle birlikte dayandığı tarihsel sınırlar dahi ötelenir, en başta bir ‘dengesizlik durumu olarak‘ krizin içinde taşıdığı imkan ve potansiyeller (kriz-fırsat diyalektiği) en fazla dil ucuyla anılır, bunlarda dahi hep bir ‘gelecek zaman kipiyle‘ konuşulursa -temel tezlerini ve çerçevesini bu belirlemelerin oluşturduğu bir dönem tahlilinden nasıl bir dönemsel taktik anlayış ürer?..
Devrimci içgüdülerin harekete geçtiği yerleri de hükümsüz kılan bu çerçevedir işte ve ‘yazının ruhu‘da buradadır!
Zaten yazarın, “yakın zamanda ve kısa-orta vadede hızlı gelişmeler olacağını düşünmediğini” yazdığı mektuplarından da biliyoruz. Gündelik enti püften etkenlerin bile üzerinde etkili olabildiği sınıf mücadelesinde hız-tempo sorunu konusunda Lenin’in de sık sık belirttiği gibi “kesin ve mutlak belirlemelerde asla bulunulamaz” fakat, genellikle kabul gören zaman ölçüleriyle “kısa-orta vade” asgari 15-20 yıla tekabül eder. Yazıda sürekli vurgulanan “hala bir geçiş dönemindeyiz” teziyle Schumpeter’in “Ardışık sanayi devrimleri” ve Kondratief’in “Genişleyen uzun dalga” teorileri ile olan ‘yakınlık‘da göz önüne getirilecek olursa, bunların hepsi arasında ‘büyük bir uyum ve iç tutarlılık‘ olduğu görülür. Yazının bütününde, başka konularda görmediğimiz bu “tutarlılık”, burada bir erdem değil, ürkütücü bir tehlike kaynağıdır!
Parçaların birbirini tamamladığı bu eğilim, kendi içinde tutarlı kaldığı, derinleştiği ve mantıki sonuçlarına götürüldüğü sürece strateji ve taktikler alanında bu dönem boyunca, kendi içinde de ağırlaştırılmış bir “Almanca konuşma” eğilimi üretir, aşırı ihtiyata dayalı bir hareket tarzı doğurur, süreçlere müdahale noktasında fazla ‘sakin‘ ve ağırkanlı tutum ve taktikleri kolaylıkla benimser ve içine sindirebilir, günün devrimci görevlerinin bütünlüklü bir kavranışı yerine önem ve aciliyet bakımından isabetsiz keyfi seçimlere dahi bir ‘meşruiyet‘ zemini sunar, en azından tüm bunlara alan açar, çanak tutan bir konuşma düşer, partinin ve parti kadrolarının bu yönlerde gelebilecek ‘iç‘ ve ‘dış‘ gerici cereyanlara göğüs gerebilme katsayısını düşürür vb. vb.
Bütün tarihsel ‘yoldan çıkma‘ örneklerinin de gösterdiği gibi partinin, çoğu kez farkına dahi varmadan kendine, geçmişine, devrimci iddialarına ve tarihsel misyonuna gitgide daha fazla yabancılaşması sonucunu doğuracak ‘makas değiştirme‘ tehlikesi işte burada yatar!…
11) “… Devletin oligarşik temelde örgütlenişi, devletin yeni yapılanma ve biçimlenişinin en asli öğesidir…” (sf. 18, abc)
“… Emperyalizm çağının neo-liberal demokrasisidir bu. Bu oligarşik kurumlarda yer alan bürokratlar, mali sermaye ve tekellerin çıkarlarının en has savunucuları, geniş yetkilerle donatılmış yüksek ücretli hizmetkarlarıdır. Oluşturulan oligarşik yapı, devletin bütünüyle tekellerin hakimiyeti altına girdiğini ve onların çıkarlarını temsil ettiğini gösterir, tekelci devlet kapitalizminin günümüzdeki örgütlenişidir…” (sf. 18, abc)
“Emperyalist-kapitalist neo-liberal saldırıyla birlikte burjuva demokrasileri de tarihsel bir gerileme sürecine girdiler. Günümüz burjuva demokrasileri, AB Anayasasında da görüldüğü gibi, bir iç kırılma ve dönüşüm geçirmektedirler. Feyz alınan liberal demokrasidir. Burjuva demokrasileri, emperyalizm çağının karakteristiklerine, tekellerin hakimiyet ve siyasi gericilik eğilimine uygun olarak burjuvazinin günümüzdeki ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde neo-liberal politikalar temelinde yeniden yapılandırılmaktadır. Sınıf mücadelelerine bağlı olarak oluşan dengeler temelinde ileri biçimlenişler kazanmış burjuva demokrasilerinden geriye doğru bir dönüştür bu…” (sf. 15, abc)
“Neo-liberalizme geçişle, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelelerin belirleyici olduğu, siyasal ve sınıfsal dengelere göre farklı düzey ve biçimlenişler kazanan burjuva demokrasisinin sosyal demokrasi gibi görece ileri biçimleri de terkedilmektedir…” (sf. 16, abc)
Aktardığımız alıntılar, yazının ‘siyasal alandaki büyük dönüşüm’ ve onun asli öğesi olarak burjuva devletin yeniden yapılandırılmasına dair temel görüşlerinin özünü yansıtmaktadır.
Burada en başta, Marksist teorinin bu konudaki en bilinen tezleriyle, burjuva devletin yeniden yapılandırılmasına ilişkin olarak kolektif adına daha önce ortaya konulmuş görüşlere bu kadar aykırı ve bu kadar yanlış görüşlerin bu kadar rahat savunulabilmesine neden olan özensizlik dikkati çekiyor.
Burjuva devletin “oligarşik bir yapı kazanması”, “bütünüyle tekellerin hakimiyeti altına girmesi ve onların çıkarlarını temsil eder hale gelmesi” ne ‘güncel‘ ne de ‘yeni‘ bir gelişmedir. Bırakalım bundan tam 90 sene önce « artık tipik olarak dünyanın hakimi … finans kapitaldir…kelimenin tam anlamıyla birkaç yüz milyarder ve milyoner tüm dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadır » diyen Lenin’in emperyalizm ve devlet üzerine yazıp çizdiklerini; “tekellerle burjuva devlet arasındaki iç içe geçişin artık ‘şahıslarda da birlik’ boyutlarını ve pervasızlığını aldığını, şurada bir bankanın ya da tekelin büyük hissedarı ya da yöneticisi olarak karşımıza çıkan bir burjuva ile öbür tarafta bir bakan ya da üst düzey devlet görevlisi olarak karşılaşır hale geldiğimizi, bu durumun istisna olmaktan çıkıp kural haline geldiğini” bundan tam 120 yıl önce yazan Engels’i ya ‘okumamış‘ olmak ya da ‘kaale almamak‘ anlamına gelir bu. Bu kadar önemli bir konuda, bu kadar iddialı bir metinde bunların ikisi de kabul edilemez tutumlardır!
Ayrıca bunlar, devletin yeniden yapılanması konusunda “yeni ileri açılımlar” içermek şurada dursun, kolektif adına yıllar önce geliştirilmiş olanların dahi gerisine düşen, dahası onlarla bariz çelişki taşıyan görüşlerdir. Ama tekelci mali sermayenin egemenlik çağı olarak emperyalizm aşamasına geçişin kendisiyle birlikte ortaya çıkmış bir gelişme olarak “devletin az sayıda tekelin hakimiyeti altına girmesi” olgusunun dahi sanki “güncel” ve “yeni” bir gelişmeymiş gibi yorumlanabildiğini gördükten sonra, bu ikincisi konusunda “nasıl bu kadar ‘rahat’ olunabildiği” sorusunu sormak artık abestir!…
Ancak, işin diğer bir boyutu önemlidir. Burjuva demokrasisi ile onun en hakiki özünü oluşturan liberalizm arasında sanki ‘niteliksel‘ bazı farklılıklar varmış gibi bir görünüm çizen yaklaşım şeklinde özetleyebileceğimiz bu boyut, aktardığımız dğer iki alıntıda -daha başkaları da var- kendini göstermektedir. Sosyal demokrasiyi bir “devlet tipi” konumuna yükseltmekle kalmayıp sanki arkasından bir parça hayıflanıyormuşuz izlenimi yaratacak şekilde hiçbir eleştirel rezerv koymadan bir de “ilericilikle” ödüllendirmek gibi gafları da beraberinde getiren burjuva demokrasisi ve devleti konusundaki bu yüzeysel ve çarpık kavrayış, “kaş yapayım derken göz çıkartma” misali, “yeni yorumlar” getireyim derken STK’lar ve burjuva eğitimin içeriği gibi konularda neoliberal görüşler ve propagandayla en azından ‘sınırların belirsizleştiği‘ konumlara savrulmaktadır.
«Burjuva demokrasisi» ile «liberal demokrasi», aktardığımız alıntılara içerili olduğu gibi, aralarında ‘ciddi’ farklılıklar olan iki ayrı ‘şey’ değil; büründüğü somut biçimler her tarihsel evrenin kendine özgü koşullarına, en başta da egemen sınıflarla ezilen emekçi sınıflar arasındaki mücadelelerin belirlediği guc dengelerine bağlı olarak değişebilen ‘aynı şey’in iki farklı adlandırmasıdır. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin iki temel biçiminden biri olarak (diğeri de faşizmdir) ‘burjuva demokrasisi’, işin başından itibaren ‘liberal bir demokrasi’ olarak şekillenmiştir. Kavram olarak işin daha çok burjuvazinin sınıf egemenliğinin kendinden önceki feodal mutlakiyetçi egemenlik yöntemleri ile olduğu kadar faşizmden de siyasal biçim yönü ile ayrılan yönlerini anlatmak için kullanılır; ‘liberalizm’ ise onun özünü oluşturur ve burjuva demokrasisinin bayraklaştırdığı «Özgürlük, Eşitlik ve Adalet» temel sloganı başta olmak üzere onun bütün kurumsal yapı ve işleyişinin gerçek sınıfsal karakterini yansıtır. Montesqieu ve J. S. Mill başta olmak üzere burjuva demokrasisinin temel felsefesini ortaya koyan Aydınlanma çağı filozoflarından onun en özgürlükçü yorumcularından biri olan Tom Paine’e varana kadar onun özgün kaynaklarından herhangi birine bir göz atmak bile bu basit gerçeği bize gösterir. Kaldı ki, Marks, Engels ve Lenin’in bu konuda çok özlü ve çok net sayısız değerlendirmeleri vardır.
Burjuvazinin sınıf egemenliği temel biçimleniş olarak nasıl ki tek bir biçimden ibaret değilse, bunların her biri de kendi içinde değişik alt biçimlenişler gösterebilir, temel sınıflar arasındaki mücadelenin gelişim seyrine, düzeyine ve bunun sonucu ortaya çıkan güç dengelerine bağlı olarak çok değişik biçimlere bürünebilirler. Karakteri icabı çok daha ‘düzleştirici’ ve ‘tekleştirici’ bir egemenlik biçimi olarak faşizmin bile standart bir biçimi yoktur. Burjuva demokrasisinin somut biçimlenişinde bu ‘biçim çeşitliliği’ haliyle daha fazladır.
Ama bunların her biri sanki farklı tipte bir burjuva devlet tipi, biçimi, modeli anlamına gelmez! Öz olarak burjuva demokratik bir muhtevaya sahip olmakla birlikte burjuva sınıf egemenliğinin kurumsal yapılanışı ve işleyişi açısından gösterdikleri gözle görülür farklılıklar nedeniyle burjuva demokrasisinin başlıca üç ana biçiminden söz edebiliriz: Tipik örneklerini daha çok batı Avrupa’da gördüğümüz ‘parlamenter demokrasi’; bugünkü İngiltere, İsveç, İspanya, Belçika vs. örneklerinde gördüğümüz ‘meşruti monarşi’ ve değişik varyasyonlar olarak örneklerini İsviçre ve ABD’de gördüğümüz ‘kantonal-federatif sistem’.
Tabii ki bunların dışında daha farklı kategorilendirmeler de yapılabilir, bu biraz da olaya hangi amaçlarla nereden bakıldığına bağlıdır. Fakat yine en başta güçler dengesine ve tarihsel koşullara bağlı olarak sonsuz bir çeşitlilik gösterebilecek olan «yoğurt yeme tarzlarındaki» farklılıklardan hareketle biz burjuvazinin her yönetme tarzına, her burjuva ideolojik-siyasal akım ve partiye dayalı vb bir devlet tipi (demokrasi bir devlet biçimidir çünkü) tanımlamaya kalkışacak olursak, işin içinden çıkamayacağımız gibi; geçmişte sosyal demokrasi veya Asya Kaplanları özgülünde ‘otoriter demokrasi’, bugünlerde popüler olarak «islami demokrasi» üzerine tartışmalar gibi tartışmalar ve güncel politik sorunların ele alınışı sırasında burjuva liberal demokrasi anlayışının her birine cevaz veren gerçek özü ve ikiyüzlülükleri konusunda almamız gereken ideolojik pozisyonu kendi ellerimizle bulanıklaştırıp zayıflatmış oluruz.
Bu son söylediklerimiz , burjuvazinin sınıf egemenliğinin nasıl sağlanıp nasıl sürdürüldüğüne dair ‘biçim farklılıkları’ kapsamında burjuva demokrasisinin biçimlenişindeki farklılıkların hiçbir önemlerinin olmadığı anlamına gelmez elbette! Eğer öyle olsaydı, o zaman, her ikisi de burjuvazinin sınıf egemenliğinin her ikisi de özünde baskı ve zora dayalı egemenlik biçimleri olarak burjuva demokrasisi ile faşizm arasında da bir fark görmememiz ve ayrım yapmamamız gerekirdi. Ama bunun nasıl ‘solcu bir ahmaklık’ ya da ‘ahmakça bir solculuk’ olduğunu teoriden olduğu kadar tarihsel pratiklerden de biliyoruz. Aynı şey, burjuva demokrasisinin hem genel hem de belirli bir tarihsel kesitte, belirli bir ülkedeki somut biçimlenişi arasındaki farklılıklar konusunda da geçerlidir.
Ancak tüm bu ayrımları yaparken, farklı biçimler arasındaki özsel ortaklığı, bunun sınıfsal-tarihsel anlam ve içeriği ile farklı bir sınıfın farklı bir demokrasi anlayışının temsilcisi M-L’ler olarak bizim bunların hepsiyle bu temelde özsel bir karşıtlık içinde olduğumuz gerçeğini de bir an bile unutmamalıyız!
Yazıda söylenenlerle burada söylenenler arasında – belki son nokta hariç- öz olarak çok büyük bir farklılık yok gibi görünüyor. Fakat asıl sorun da kendisini zaten bu son noktaya bağlı olarak gösteriyor. Yazı, 1980’lerden itibaren yeniden yapılandırılan neoliberal demokrasiyi, «burjuva demokrasisi açısından tarihsel bir geriye dönüş» olarak niteliyor –ki bu da doğru !- , fakat bunun ardından, hiçbir eleştirel kayıt, uyarı, sınır vs. koymadan, yitip giden o «ileri biçimler» ve onun sanki tek temsilcisiymiş gibi adresini gösterdiği «sosyal demokrasi»nin arkasından hayıflanıyormuşuz duygusu uyandıran bir görüntü çiziyor. Buralarda bizi, «o güzel atlarına binip giden…», o «ileri biçimler», Keynesçi sosyal devlet ve sosyal demokrasinin ardından gözyaşı dökenlerden ne ayırıyor ?
Yazıda, siyasetin ve devletin yeniden yapılandırılmasının ele alındığı ve o alanda « tarihsel bir geriye gidiş »in yaşandığı temel tezinin işlendiği sayfalar boyunca, neoliberalizm tarafından geriye itilen o eski « ileri biçimlerle » de aramızdaki farkları hatırlatan herhangi bir sınır işareti göremiyoruz. Buna karşın orada sosyal demokrasiye –ve onun şahsında burjuva demokrasisine- kategorik olarak « ilericilik » payesi veriyoruz. Peki bunu yaparken, doğumundan başlayarak onun Marksizm ve işçi hareketi içinde nasıl bir rol oynadığını ne kadar göz önünde bulunduruyoruz ? Sadece ideolojik bir akım olarak değil siyasal bir pratik olarak da onun tarihsel pratiğinin bütünlüğünü ne kadar hesaba katıyoruz ?
Sosyal demokrasiye tarihsel bir konum olarak « ilerici » payesini verirken, onun sadece neoliberal demokrasiye kıyasla görece ‘ileri’ yanlarını baz almakla yetinebilir miyiz ? Tarihte sosyal demokrasi, salt Keynesçi sosyal devlet ve İskandinav tipi demokrasi uygulamalarından mı ibaret ? Aynı sosyal demokrasinin elinde 1918 Alman Devrimi’nin vahşice bastırılması ve önderlerinin alçakça katledilmelerinden başlayarak sayısız yöntemlerle sayısız kez işlediği cinayetlerin kanı yok mu ? 1930’larda faşizmin önünün açılmasından başlayıp en vahşi sömürge savaşlarının en utanmaz destekçileri arasında yer almak üzerinden bugün Bush’un finosu Blairciliğe kadar uzanan tarihsel bir suç dosyasının sahibi bu aynı sosyal demokrasi değil mi?..
Daha sorulabilecek bu ve benzeri sorulara yanıtlarımız « evet, ayrıca bunları reddeden mi var ? » olacaksa, o zaman biz o sosyal demokrasiye tarihsel bir rütbe takarken işin sadece bir yönünü, neoliberal azgınlığa kıyasla ılımlı yönünü öne çıkarıp bunları o anda adeta ‘unutan’ sıfatları nasıl bu kadar rahat kullanabiliriz ?
Aynı sorular ve aynı eleştiri, «liberal demokrasi (anlayışından) feyz alan neoliberal saldırı tarafından tarihsel bir gerileme sürecine itildiği» iddia edilen genel bir « burjuva demokrasisi » tanımı açısından da geçerlidir. Yazının 14-19. sayfaları arasında yer alan bu konuya ilişkin bölümü okurken insanın içinden sık sık, «Pardon ama biz M-L’iz!!!» hatırlatmasında bulunma isteği geçiyor.
Oralarda, neoliberal ‘yeni’ demokrasiye göre sanki köklü farklılıklar içeren daha « ileri » bir tarihsel-siyasal konumun temsilcisi olarak gösterilen « burjuva demokrasisi » genel tanımının geçtiği her yerde, bunun «ileriliğinin», «‘sınıf mücadelelerine bağlı olarak oluşan dengeler temelinde ortaya çıkan’, ‘ proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelelerin belirleyici olduğu siyasal ve sınıfsal dengelere göre farklı düzey ve biçimlenişler kazanan göreli bir ilerilik’ olduğunun sürekli belirtildiği» savunması ileri sürülebilir. Bunun akıldan geçirilmesi bile şu anki eleştiri ve uyarının doğruluğunu gösterir: O ‘göreli tarihsel ilerilik’ demek ki, burjuva demokrasisinin yapısından kaynaklanan, eskilerin tabiriyle ‘ona mündemiç’ içsel bir özellik olmayıp, ‘dış’bir etkenin –sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı dengeler- ona kazandırdığı ve buna bağlı olarak pek ala ‘geçici’ de olabilen, sınırlanabildiği kadar genişletilmesi de mümkün değişken, dışsal bir özelliktir. O zaman ‘yaşanan değişim’ demek ki, «burjuva demokrasisinin liberal yönde bir bozulması , gerilemesi,» vb vb şeklinde yorumlanabilecek bir değişim değil, burjuva demokrasisinin de özünü oluşturan liberalizmin gerçek yüzünü daha dolaysız ve daha pervasız biçimde kusması şeklinde bir değişimdir. Dolayısıyla burjuva demokrasisinin sanki karakterine aykırı bir gelişme ile değil, tersine, onun yapısında zaten var ve saklı olanın belirli tarihsel koşullarda açığa çıkması şeklinde özetlenebilecek bir gelişme ile karşı karşıyayız demektir.
Burada da sorun yine sadece özensizlikten ve bu arada biraz da bilgi noksanlığından kaynaklanmıyor. (Kaldı ki teorik konularda, hele partiye yol gösterme iddiasını taşıyan temel bir belgenin hazırlanışı sırasında özensizlik ve savrukluk ‘geçerli’ bir mazeret olarak görülemez!) Burada asıl mesele, burjuva demokrasisinin muhtemel algılanışında, en azından buradaki haliyle sunumunda yatıyor.
Yazar, burjuva demokrasisinden ne anlıyor, onun hakiki halini artık nasıl tasavvur ediyorsa, « liberal demokrasi » olarak tanımladığı durumu « ona göre geriye gidiş anlamına gelen ondan daha geri bir durum » şeklinde bize tanıtıyor ?!!! Yani arada bir ‘öz farkı’ görüyor.
İşin siyaset tarihi ve felsefesine dair bilgi yetersizliği tarafı da bir yana, bu içerikteki bir yaklaşım bizi, günümüzde özellikle de ‘sosyal demokratik sosyal devlet’in arkasından sular seller gibi gözyaşı döken ve teselliyi ‘AB tipi demokrasi’de aramaya çıkan burjuva demokratizmi ile fiilen aynı nesnel zemine düşürür. Çünkü bu demokratizm de, güncel somut biçimlenişini 11 Eylül sonrası daha da dolaysızlaşmış çizgileriyle « Bush demokrasisi »nde gördüğü « neoliberal yeni demokrasiyi » -tıpkı sürecin başlarında Reaganizme, daha sonraki yıllarda «baba Bush » çizgisine baktığı gibi- hakiki burjuva demokrasisinden bir « sapma », onun özüne de aykırı bir « yoldan çıkma », « istisnai bir durum», ilk veya bir sonraki seçimlerle düzeltilebilecek « tarihsel bir hata », vb vb olarak görüyor.
Bu iki anlamda da ‘saf’ demokratizmin, ülkeler içinde seçimler yoluyla gerçekleşecek yönetim değişikliklerinde uluslararası planda ise BM gibi kurumlarla AB vb. etkinliğinin artışında gördüğü ve hepimizin haklı olarak ‘enayice’ bulduğu «çözüm» önerilerinin temelinde bu samimi yanılgı yatıyor ! Burjuva demokrat ideologlar ve propagandanın sürekli olarak körüklediği bu yanılgının temelinde ise ; 1) Demokrasinin de bir ‘devlet biçimi’ olduğu, 2) burjuva demokrasisinin, ‘sınıf dışı’ veya ‘sınıflarüstü’ bir varlık olmayıp burjuvazinin sınıf egemenliğinin temel biçimlerinden birini oluşturduğu, 3) burjuvazinin sınıf olarak doğası ve tarihsel konumundan ötürü onun sınıf egemenliğinin asıl olarak baskı, şiddet ve zora dayandığını ve burjuva demokrasisinin özünü de bunun oluşturduğunu, 4) bu anlamda burjuva demokrasisinin « en demokratik » biçiminin dahi, baskı, şiddet ve zorla çelişen, onu içermeyen, onu bünyesel olarak dışlayan vs. bir karaktere hiçbir zaman sahip olmadığını, burjuvazinin sınıf egemenliği ve çıkarlarının az çok ciddi bir tehditle karşılaştığı durumlar karşısında ‘en demokratik’ cumhuriyetlerin bile nasıl çıplak zora, acımasız bir terör ve baskıya, vahşi bir zulme ve kıyıcılığa tereddütsüz bir biçimde başvurduklarını hatırlatan sayısız tarihsel örneğe rağmen ‘unutan’ boş inanlar yatıyor.
1980 sonrası yeniden yapılandırılan neoliberal burjuva demokrasisi ile –bunun özellikle de 11 Eylül sonrası kazandığı çizgiler içindeki biçimiyle- onun ‘eski’, ‘geleneksel’ biçimi arasında kuşkusuz önemli, büyük ve derin farklılıklar vardır. Bunların üzerinden atlamak mümkün de değildir doğru da değildir. Öte yandan, bunların altını çizilmeye çalışılması da doğru ve yerindedir. Fakat bunu yapmaya çalışırken, burjuvazinin mutlak hegemonya (azami egemenlik) ihtiyacının büyümesine paralel olarak ekonomi dahil her alanda özellikle de tıkandığı noktalarda kaba kuvvete başvurma ve saldırganlık eğilimlerindeki artış ve yoğunlaşma ile karakterize olan neoliberal ‘yeni’demokrasi ile ‘eski’ biçimleniş arasında sanki niteliksel bir farklılık ortaya çıkmışçasına bir yaklaşım doğru olmadığı gibi tehlikelidir. Bu aslında burjuva demokrasisi hakkındaki kadim yanılgıları hortlatır, onları besler.
Hele burjuva demokrasisi ile burjuva liberalizmi arasına bir ayrım koymaya kalkışmak, bu konuda artık Marksist devlet ve demokrasi kavrayışının en basit gerçeklerine dahi sırtını dönen bir ‘demokrasi fetişizmi’ özelliğini kazanır.
12-) “… Şekilsel ve kolaycı bir bakışla bu yapılanmayı neo-korporatizm ve bir bütün olarakta neo-faşizm olarak görmek ve tanımlamak yanlış olur. Neo-liberalizm, kapitalist üretim ve piyasasının bugünkü yapılanması içerisinde para, mal ve hizmetlerin, kısmen sınırlandırılmış olarakta bireylerin serbest dolaşımını öngördüğü gibi, gereksinimlerine uygun olarak birey ve grup aidiyet ve özerk gelişimine uygun kadrolara ihtiyaç duymaktadır. Burjuva eğitim sistemi bu temelde yeniden yapılandırılmakta, üretimin örgütlenişi (katı hiyerarşik yönetimden daha esnek, yatay örgütlenmelere…), siyasal toplumsal yapı ve ilişkilerde buna göre biçimlendirilmektedir. Mutlakçı, monolotik faşist bir siyasi toplumsal yapı içerisinde bunlar olamaz...” (sf. 19, abç)
Yukarda aktardığımız alıntılarla birlikte okunması gereken bu alıntıda da insanın düzeltmeye neresinden başlayacağını bilemediği bir yanlışlar ve çelişkiler demeti ile karşı karşıyayız. Önce yazının kendisiyle düştüğü çelişkiden başlayalım. «Burjuva demokrasilerinin tarihsel bir gerileme süreci içine girdikleri … görece ileri biçimlerinin dahi terkedildiği… daha çok artık değerin ele geçirilmesi, sermaye birikim ve dolaşım süreçlerinin önündeki engellerin kaldırılması (için)… siyaset, hukuk sistemi, idari kurumlar(ın) toplum mühendisliği uygulamalarıyla adeta tek tornadan çıkmışçasına yeniden yapılandırıldığı, vs vs vs » bir tarihsel kesitte, burjuva eğitim sisteminin içeriği neden, nasıl ve ne kadar bu genel gidişin (eğilimin) dışında kalabilir? Siyasetten hukuka, idari yapılanmadan toplumsal yaşamın örgütlenişine kadar her alanda herşey ‘daha sıkı bir denetim’ temelinde biçimlendirilirken, burjuva eğitim sistemi bunun dışında kalarak, hatta sanki biraz da bunun tersi yöndeymiş gibi bir bağlantı içinde ifade edilen ‘özerk kişiliği’ nasıl kazandırabilir ?
Neoliberal yeniden yapılanma sürecinde burjuva eğitim sisteminin de hangi yönlerde, nasıl bir evrim geçirdiği sonuçlarıyla gözlerimizin önünde olan bir süreç, dolayısıyla gidişin yönünü ve içeriğini ampirik gözlemlerden dahi görebiliriz. Hal böyleyken, « bireylerin kendilerini keşfetmelerinin sağlandığı, bireylere birey olma özgürlüğünün ve inisiyatifinin kazandırıldığı, vb vb » şeklinde demagojiler eşliğinde yürütülen neoliberal propagandayla sınırları inceltecek ifade ve ilişkilendirmeleri biz nasıl kurabiliriz ?
«Sözü edilen özerkliğin, sermayenin bugünkü gereksinimlerine uygun, onun sınırları içinde kalan bir özeklik olduğu belirtiliyor » şeklinde bir itirazda bulunulabilir. Sorunun özü de burada yatmaktadır zaten : ‘Sermayenin bugünkü gereksinimleri’, nasıl bir toplum, nasıl bir birey, nasıl bir siyasal sistem, nasıl bir hukuk, nasıl bir eğitim, nasıl, nasıl….. ihtiyaç duymaktadır ?
Biz bu sorunun yanıtını, ne genelde ne de tek tek parçalara ilişkin olarak, keyfimize göre seçip keyfimizce yorumladığımız unsurlara dayalı veremeyiz.
Yukarda ve son aktardığımız alıntılarda kendisini gösteren tutarsızlık ve hataların asıl kaynağı burada yatıyor zaten : ‘Sermayenin bugünkü gereksinimleri’, nasıl bir toplum, nasıl bir birey, nasıl bir siyasal sistem, nasıl bir hukuk, nasıl bir eğitim, nasıl, nasıl….. ihtiyaç duymaktadır ? Yazı bu konuda bir bütün olarak sindirilmiş net bir görüşle hareket etmiyor. Başka yerlerde, başka konuları ele alırken dile getirdiği doğruları, başka bir konuya geçtiği zaman adeta ‘unutuyor’. (Bu aslında onun diyalektik bir yaklaşımdan çok indirgemeci düz bir yaklaşıma sahip olmasından kaynaklanan kaçınılmaz bir sonuç). Burada da ‘unuttuğu’ temel öğe, burjuvazi açısından tarihsel bir ‘yeniden yapılanma zorunluluğunu’ doğuran etkenler bütünlüğü.
Aslında yazının bütününde ‘unutulan’, kimi yerlerde anılsalar bile bütüne yedirilemeyen karakteristiklerin burada bir kez daha tümüyle ‘devre dışı’ tutulmalarının doğurduğu tutarsızlık ve çelişkilerle karşılaşıyoruz. Daha önce neoliberal emperyalizmin ekonomisini siyasetinden ayırma biçiminde karşımıza çıkan tek yanlılık, bu kez onun siyaset, devlet biçimlenmesi ve eğitim sistemini vb. ekonomisinden, o alanda yaşanan değişmeler, burjuvazinin ihtiyaçları ve yönelimlerinden kopartarak ele almak biçimine bürünmüş olarak karşımıza çıkıyor! Daha önce burjuva demokrasisinin içeriğine yaklaşımda tanık olduğumuz ele alınan konuya ilişkin yaygın boş inanç ve yanılsamaların etkisiyle de neden-sonuç ilişkilerinin kaskatı kurulduğu düzlük, burada bu kez faşizmin mutlakçı monolitiklik anlayışının yorumunda kendisini gösteriyor, vb vb.
“Rantiye devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir ve bu olgu söz konusu ülkelerin toplumsal ve politik koşullarının bütününe …… zorunlu olarak yansır” (Lenin, abc). Bu kadar açık, bu kadar net! Ama tabii biz, asalaklığın, rantiyelik ve çürümenin bizzat kendisinin kazandığı boyutlarla bunun temel dinamiğini oluşturan mali sermayenin hacmi ve etkinliğindeki olağanüstü büyümenin üzerinden atlamışsak, bir de burjuvazinin sıkışma ve korkularını büyüten kriz etkeni flulaşmışsa, buna karşın varsa yoksa “üretim teknikleri ve araçlarındaki devrimsel değişime” takılmışsak ve bu içten içe gözümüze sanki biraz ‘farklı’ bir gelişme olarak görünüyor gibiyse, o zaman, burjuva devletin işleyişi ve tipinde meydana gelen değişimlerin yönünü ve anlamını da tabii doğru yorumlayamayız, nasıl görüyorsak o zaman bunun adını açıkça koyma cesaretimiz de kırık olur, eğitim sistemindeki değişmeleri de «azami kar, azami egemenlik» ana eğiliminin dışında görürüz, burjuvazinin geleneksel siyasal akımları arasındaki ‘farkların’ silinmesini de yadırgar, bunlar arasında sanki varmış gibi ‘nitel’ farklar aramaya başlarız, vb vb!!!
“Öte yandan, örneğin Birleşik Devletler’in cumhuriyetçi burjuvazisinin, monarşist Japon ya da Alman burjuvazileriyle karşılaştırılması gösteriyor ki, emperyalizm döneminde en büyük politik farklar bile son derece zayıflamaktadır; bu da, genelde önemsiz olduğu için değil, bütün bu durumlarda çok açık bir biçimde belirmiş asalak nitelikte bir burjuvazinin varlığından ötürü böyle olmaktadır..” (Lenin) Hal böyleyken biz, «asalak nitelikteki burjuvazinin» en yetkin temsilcisi olarak “modern burjuva toplumunda, istisnasız bütün ekonomik ve politik kurumların üzerine sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş olan mali oligarşi...” (Lenin) olgusunun kendisinin üzerinden atlarsak, ondaki olağanüstü büyüme ve etkinliğindeki olağanüstü artışı çözümlemenin merkezi öğelerinden biri olarak her konuda aklımızda bulundurarak hareket etmezsek, tutarsızlık ve çelişkilere düşmekten kurtulabilir, yapmamamız gereken hatalardan sakınabilir miyiz ?..
Yazıya göre burjuva devletin neoliberal yeniden yapılandırılması, «burjuva demokrasisinin ileri biçimlerinden tarihsel bir geriye gidiş» fakat öte yandan bunu «neo-korporatizm ve bir bütün olarak neo-faşizm olarak görmek ve tanımlamak» da yanlış, üstelik bu «şekilsel ve kolaycı» bir bakış!..
Olabilir, yazar bugün bu görüştedir. Onun bu hakkına kimse birşey diyemez ! Fakat bu konuda daha önce kolektif adına ortaya konulmuş görüşlerle açık bir çelişki içeren böyle bir ‘yeni’ yorum ortaya konuluyorsa, o zaman bunu ikna edici bir biçimde temellendirmesini istemek ve beklemek de bizim hakkımız ! Bunun nasıl ve ne ölçüde temellendirildiğini gördük !!! Bu da bir yana, madem öyle, bu neoliberal yeniden yapılanmanın hangi yönde nasıl bir gelişme olduğunun adı neden açıkça konulmuyor ? Kendimizle bile üstü örtük bir polemik anlamına gelecek şekilde « o değil » ama « bu da değil », « o denmez », « bu denmez » şeklinde lafı dolandırıp duracağımıza, ne diyorsak onu baştan açıkça koymak daha doğru olmaz mı ?..
1998 sonlarında kaleme alınan ve 1999 başlarında bağlayıcı görüşlerimiz kapsamında yayınlanan yazıda (mDevrimci Proletarya dergisinin Şubat 1999 tarihli birinci sayısında yayınlanan “Burjuva Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine-I” başlığını taşıyan yazı kastediliyor-nba), bu konuda şunlar söyleniyor :
« .. Ana hatlarıyla: Klasik burjuva ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin yerine iktidar gücü ve yetkilerinin merkezileştirildiği ve ordunun belirleyici bir konumda olduğu çekirdeksel kurum ve organların elinde toplandığı, parlamentoların yanı sıra artık hükümetlerin bile iyice işlevsizleşip göstermelik bir konuma itildiği, yargının politik bir silah ve düzenleme aracı olarak kullanıldığı, değil burjuva ‘hukuk devleti’ olmak ‘yasa devleti’ olarak bile nitelenemeyecek, görünüşte ‘sivil’ ve ‘parlamenter’ ama gerçekte ne sivil ne de parlamenter sayılabilecek keyfi, bürokratik, zorba bir yönetim tarzı ve rejim modelidir bu.
(…)
… tekelci burjuvazinin, kendisinin yarattığı ama günümüz kriz koşullarında artık kendisine de ayak bağı haline gelen burjuva parlamenter yöntem ve mekanizmaları iyice kuşa çevirerek yönetmenin ‘yeni’ yöntem ve mekanizmalarını devreye soktuğuna işaret ettik. Çoğu faşizme özgü olan yöntemlerin parlamentarizmin kalıntılarıyla harmanlanarak farklı bir bütünlük oluşturmaları sonucunda ortaya yeni bir burjuva devlet biçiminin çıktığı tespitinde bulunduk. Tekelci burjuvazinin siyasal egemenlik aracı olarak burjuva kapitalist devletin, bütün göstermelik karakterine karşın burjuva parlamenter demokrasinin klasik biçiminden daha uzak, açık faşist diktatörlük biçimine daha yakın bir çizgide örgütlendiği bu süreç, ‘90’li yıllardan itibaren hız kazanmış olarak halen sürüyor…»
İçerdiği temel tez ve ilişkilendirmelerin geçerliliklerini bugün de, üstelik 11 Eylül sonrası «en demokratik» burjuva ülkelerde bile yürürlüğe giren yasal ve fiili uygulamalar göz önüne getirilecek olursa fazlasıyla doğrulanmış ve kuvvetlenmiş olarak koruduğunu düşündüğüm bu çözümlemede, «devletin yeniden yapılanma ve biçimlenişinin en asli öğesi» şöyle tanımlanıyor :
“.. Her alanda sınırsız bir egemenlik peşinde koşan ve gericileşen kapitalizmin tekelci aşamasının karakteristiğine ve tarihsel gelişme eğilimine uygun olarak ekonomide olduğu gibi siyasette de güç, parçalanmak ve dağılmak şurada dursun, gitgide daha sınırlı bir kesimin elinde toplanmakta ve merkezileşmektedir… zaten devleti yeniden yapılandırma yöneliminin özünü ve ayırdedici özelliğini (de) tekelci kapitalist devleti bu güç yoğunlaşmasına uygun yeni bir kalıba dökme, bunun gerektirdiği yeni bir kurumsal yapılanma ve işlerliğe kavuşturma oluşturmaktadır..”
Burjuvazi açısından bu ihtiyaç nereden çıkmış ve neden bir zorunluluk halini almıştır:
“…’Yeniden yapılandırma’ yönelimini tekelci burjuvazi için dünya çapında zorunlu bir ihtiyaç haline getiren özellikle iki temel neden vardır: Bunlardan birincisi, krizin ve burjuvazinin anti kriz önlemlerinin derinleştirip keskinleştirdiği çelişkileri ‘yumuşatarak’ her an sistem karşıtı patlamalara dönüşecek olan toplumsal muhalefet eğilimlerini soğutup denetim altında tutma çabasıdır. Diğeri ise, sermayenin –özellikle de son kriz sürecinde olağanüstü bir büyüklük ve önem kazanan para sermayenin- hareket serbestisini sınırlandırıp yavaşlatan engelleri ortadan kaldırma gereksinimidir.
(…)
Onun için, tekelci burjuva devleti yeniden yapılandırma yönelimini, kapitalist ekonomi ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan değişikliklerden, özellikle de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının günümüzde kazandığı boyutlardan, mali sermayenin hacminde ve rolündeki olağanüstü büyümeden, emperyalist mali ve sınai sermaye ihracındaki artıştan, krizin keskinleştirdiği rekabet koşullarında emperyalist sermayenin emeği alabildiğine ucuzlatmaya duyduğu ihtiyacın yanı sıra ‘güven’ ve ‘istikrar’ arayışından, bu arada sistemin ve burjuva rejimlerin toplumsal temellerindeki daralmanın büyüttüğü tehlikelere karşı burjuva devlet cihazını güçlendirip yetkinleştirmenin yanı sıra özellikle orta sınıfları yeniden kazanarak onları sisteme daha sıkı bağlama amacından kopuk olarak ele alıp ‘kendi içinde bir amaç’ şeklinde algılamaktan kesinlikle uzak durmak gerekiyor...”
Ama aradan yıllar geçtiği halde, üstelik 11 Eylül sonrası yaşananlar bütün çıplaklığıyla ortadayken, devlet sorunu gibi çok hayati bir konuda aynı kaba yanlışlarla hala karşılaşıyor olmak doğrusu moral bozuyor…
Yazı, kolektifin birikimlerine bu kadar bariz bir biçimde bu kadar ‘rahat’ sırtını dönerken, döndüğü yerde Drucker gibi neoliberalizme sivil toplumcu bir kılıf dikme çabası içindeki ideologlarla buluşuyor, farkında değil.
“..Çok sayıda ve yaygın, farklı biçimleniş ve düzeylerde, katmanlı yapıdaki burjuva ‘sivil toplum’, burjuva sınıf egemenliğine, siyasal devlet örgütlenmesine, toplumsal bir temel kazandırmakta, kapsayıcılık alanını genişletmekte, esnek ve bütünleşik siyasal toplumsal örgün bir yapı oluşmaktadır. Eğer böyle bir yapılanma olmasaydı, yeni yapılanması içerisinde mali sermaye ve tekellerin devleti, egemenlik ve zor aygıtı olarak kendini gizleyemez, çıplak bir biçimde ortada olurdu. Böylesi siyasal toplumsal örgün bir yapıya sahip olması ise, sadece burjuva sınıf egemenliğini perdeleyici olmamakta, mali sermaye ve tekeller çoğu zaman hiç bir baskı ve şiddet uygulama gereği duymaksızın bu kurum ve ilişkileri kullanarak toplumu denetim altında tutup biçimlendirmekte, bu şekilde egemenliklerini daha kolay sürdürüp daha ucuza mal etmektedirler.” (sf.18)
Yazıdan yaptığımızı bu alıntıda ifade edilen görüşlere ilişkin öncelikle şuna dikkat çekelim: Burada sözü edilen siyasal-toplumsal yapılanma ne ‘yeni’ ne de ‘özgün’ bir yönelimdir. Yani neoliberal yeniden yapılanmayla birlikte ortaya çıkmış, mali sermaye ve tekellerin, yeniden yapılandırılan burjuva devletin iyice çıplaklaşan gerçek yüzünü perdelemekle kalmayıp burjuva egemenlik ilişkilerini toplumun içine ve derinliklerine taşımaları amacıyla neoliberalizm döneminde ihtiyaç duymaya başladığı yeni bir yönelim değildir. Bu ihtiyaç, toplumda azınlığı oluşturan bir sınıf olarak burjuvazinin egemen sınıf konumuna yükselmesi ile birlikte ortaya çıkıp burjuvazi tarihsel sonuna doğru ilerledikçe büyüyüp keskinleşen bir ihtiyaçtır.
Bu ihtiyaç nedeniyle burjuva devlet, başından beri olabildiğince böyle “örgün bir yapıya” dayanma yönelimi ve çabası içinde olmuştur. Engels’in “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” üzerine yaptığı incelemenin o ünlü önsözünde altını çizdiği, “Dünyanın bu en burjuva toplumu, şimdi kendisine uygun bir burjuva işçi sınıfı yaratmaya çalışıyor” belirlemesi ya da Lenin’in sürekli dikkat çektiği bir olgu olarak “sömürgelerden sızdırılan karların çok küçük bir kısmını ayırmak suretiyle işçi hareketini satın almaya çalışan” emperyalizm ile işçi aristokrasisinin büyümesi ve oportünizm arasındaki ilişkiler, o zamanın tarihsel-toplumsal koşulları içinde hayata geçirilmeye çalışılan “siyasal devlet örgütlenmesine toplumsal bir temel kazandırıp onun kapsama alanını genişletme” yöneliminin doğurduğu sonuçlardır.
Demek ki bu konuda da ortada salt neoliberalizme özgü, özü itibarıyla “yepyeni” bir durum yoktur, ama ortalığı pıtrak gibi üreyen NGO’ların kaplamasından da görebileceğimiz gibi tabii ki yenilikler ve farklılıklar vardır. Ama bu farklılık kapsamında onlara “devletin zırhı” misyonunu biçip, “burjuva egemenlik ve sınıf erkinin bir parçası” olarak tanımlamak pek isabetli bir yaklaşım olmaz. Bu vurgular, çok yerinde, haklı ve devrimci bir tutumla, AB’ci liberal avanaklıktan da beslenen “sivil toplumculuk” ve “STK sektörü” ile sınırlarımızı kalınca çizme isteğinden kaynaklanmış olabilir belki ama; bu kez öbür taraftan, dikkatlerin ve enerjinin “güç yoğunlaşması” ihtiyacı ve esası temelinde örgütlenen burjuva resmi devletin kendisinden bir parça da olsa uzaklaşmasına zemin olabilecek aşırılıklara da kaymamak gerekir “..Kapitalist toplumun ekonomik temellerindeki genişleme, kapitalist üretimin ve ekonominin bir bütün olarak büyüyen ve karmaşıklaşan bir iş bölümü temelinde örgütlenişi, üstyapının kazandığı özgül önem ve genişleme ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel düzeylerde, merkezi ve yerel farklı alanlarda farklı biçimlenişlere sahip çok sayıda birbiriden ayrı kurumu ortaya çıkartmakta, merkezinde devletin yer aldığı bu kurumlar toplamı bir bütün olarak burjuva egemenlik erkini oluşturmaktadırlar. ‘Sivil toplum’, toplumun kapitalist temelde örgütlenmesidir; burjuva sınıf erkinin bir uzantısı ve parçasıdır. ‘Sivil toplum’, devleti-siyasal iktidarı dışlayan ve ona karşı olan değil onunla bütünleşik bir yapıyı oluşturur. ..” (sf.18-19 abc) şeklindeki çok doğru da olmayan vurgular, görünüşte onlara tam ters yönden girerek bizi, “sosyal sorumluluk sahibi sivil toplum örgütlenmelerinin inisiyatif ve etkinliğinin genişlediği yeni tipte çoğulcu bir toplumsal-siyasal düzene geçtiğimizi ve bunun egemen devlet ötesi yeni bir POST çağ olduğunu” iddia eden Drucker’larla buluşmaya kadar götürür!..
13) Malum konu: Türkiye’deki rejim tipinin evrimi….
Kafada önceden verilmiş bir hükmün, üstelik kayda deger bir temellendirme çabasına dahi girmeden “ben söyledim, oldu” şeklinde gündemleştirilmesi örneği (Aslında aynı şey, “sosyalist devrim” belirlemesi gibi stratejik bir belirlemenin temellendiril(meyi)şi açısından da geçerli…)
“..Daha çok artık değerin ele geçirilmesi, sermaye birikim ve dolaşım süreçlerinin önündeki engellerin kaldırılması, sadece ekonominin kendi kurallarıyla değil siyasal, gerektiğinde askeri müdahalelerle de gerçekleştirilmekte, uluslararası ve ulusal düzeyde siyaset, hukuk sistemi, idari kurumlarda adeta tek tornadan çıkmışçasına benzer modellerle, toplum mühendisiği uygulamalarıyla yeniden yapılandırılmaktadır….” (sf.17)
“..Devlet, ‘sosyal devlet’ olarak tanımlanan ve devlete ilişkin yanılsamalara da yol açan fonksiyonlarından arındırıldığı gibi, bu ‘küçültme’ operasyonu, burjuva demokrasisinin parlamento, hükümet gibi temsili kurumlarının başta ekonomik konular olmak üzere yetkisizleştirilip etkisizleştirilmesi, oligarşik kurumların ve zor aygıtlarının ise yetki gaspıyla güçlendirilmesi biçiminde sürdürülmektedir...” (sf.18)
Dunya çapındaki ‘genel eğilim’ madem bu yönde –bazı lekeleri olmakla birlikte özü doğru- Türkiye’deki gelişme neden ve nasıl ‘ters yönde’ olabilmekte? “Ben dedim, oldu” dışında bir açıklaması var mı bunun?
– MLKP’nin “gizli inancı” ile örtüşme: AB’yi “demokratikleşme konusunda iç dinamiklerin yetersizliğini gideren/kapatan bir etken” olarak gören AB’ciler de bunu iddia etmiyorlar mı?..
(16 Haziran-Terzi/Yusuf)