Dünyada ve Türkiye’de Hal ve Gidiş

TİKB 5. Konferansı Belgeleri’nden…

Dünyada ve Türkiye’de Hal ve Gidiş

İnsanlığın geleceği bakımından tarihsel bir kavşaktayız.

Ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkilerden uluslararası dengelere kadar her şey tepeden tırnağa sarsılmış -bazıları tükenmiş, çökmüş- durumda. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ne eskisi gibi olabiliyor ne de yerlerini az çok kesinlik ve istikrar kazanmış bir “yeni”nin aldığını söyleyebiliyoruz. Tarihin içinde bulunduğumuz evresini farklı ve özgün kılan özelliklerin başında bu araf hali geliyor.

Ne yazık ki dünyada da Türkiye’de de sol bu gerçeğin ve işin ciddiyetinin hâlâ farkında değil.

Birçokları sorunu hâlâ kapitalizmin devrevi krizlerinden biri olarak görüyor. Kapitalist emperyalizmin bazı “aşırılıklarının” törpüleneceği düzeltilmiş bir kapitalizm beklentisi içinde olanlar dahi var. Dahası bu restorasyon dünyanın kanını-iliğini sömürerek olağanüstü boyutlarda servet biriktirmiş olan bir avuç finans kapital baronundan bekleniyor. Ya da bir zamanların ateşli neoliberalizm savunucuları bile devleti ekonomiye müdahaleye çağırıyorlar.

Halbuki 2008’de duvara toslayan neoliberalizmi revizyondan geçirerek sürdürebilme imkanı pandemi öncesinde de kalmamıştı. ABD’de Trump’ın vaadleri ve seçildikten sonra izlediği politikalarda, İngiltere’nin Brexit kararında cisimleştiği gibi kapitalist emperyalizmin en gelişmiş ülkelerinde dahi bir zamanların baş döndürücü sözcüğü “küreselleşme”nin yerini etnik milliyetçi bir korumacılık ve ekonomik açıdan içe kapanma eğilimleri almaya başladı.

Pandemi sürecinde özellikle tedarik zincirlerinde yaşanan kopukluklardan çıkardığı sonuçların da ışığında dünya burjuvazisinin üretimin örgütlenmesinde bazı açılardan köklü arayışlara yönelmesi olasılığı çok yüksek.

Bu yönelimin doğası gereği sınıfsal-toplumsal ilişkilerde de bir değişimi tetiklememesi düşünülemez.

İşin kötüsü sorunu hâlâ pandeminin etkisiyle şiddetlenmiş bir ekonomik kriz ve onun yol açtığı siyasal-sosyal sarsıntılar sığlığı içinde ele alan yaklaşım (ölçü, alışkanlıklar ve politika tarzı) Türkiye ve dünya solu içinde de oldukça yaygın.

Halbuki kapitalizmin eski biçimiyle süremeyeceği gerçeğinin çıplak gözle görülecek kadar aşikar hale geldiği bir eşikteyiz. Burjuvazinin temsilcileri dahi sistemin pandemi sonrasında katmerlenen krizinin şiddet, derinlik ve çok boyutluluk bakımından 1929 Bunalımı’na mı benzediği yoksa onu da aşan bir kriz olup olmadığını tartışıyor.

Böylesi geçiş evreleri doğası gereği bir dizi belirsizlik yanında yeni -ve genellikle büyük- tehlikeler kadar fırsatları da içlerinde taşır. Bunlardan hangisinin ne ölçüde gerçekleşeceğini ise proletarya ile burjuvazi başta olmak üzere uzlaşmaz çıkarlara sahip güçler arasındaki savaşım belirler.

Sınıf mücadelesinin bu temel yasası ışığında baktığımızda dünyada da Türkiye’de de tehlikeli olasılıkların daha ağır bastığını söyleyebiliriz. Çünkü yüzyılların yönetim tecrübesi yanında teknolojinin kendisine kazandırdığı avantajlara sahip olan uluslararası burjuvazi ve gericilik bu sürece daha hazırlıklı girerken proletarya başta olmak üzere sistem karşıtı güç ve dinamikler fazlasıyla dağınık, örgütsüz, daha da önemlisi olan bitenin kavranmasını kolaylaştıracak derinlikli bir bakış ve net bir programdan yoksun.

Aralarında Gezi’nin de olduğu 2010-2013 isyanlarından bu yana dalgalar halinde patlak veren öfke patlamaları asıl olarak bu yüzden kendi kendine sönümlenip geri çekiliyor ya da sürece görece hazırlıklı giren burjuva klikler ve gerici güçler tarafından yedeklenip kendisinin inkarı anlamına gelecek yönlere çekilebiliyor.

Bu gerçeğin ışığında “Dünyada ve Türkiye’de bugünkü durumun ‘en can alıcı’ özelliği nedir” diye basitleştirilmiş bir soru soracak olursak şayet bunun yanıtı toplumsal muhalefet dinamiklerine güven veren bir öncülüğün yokluğu olur.

Kriz içindeki burjuvazinin sınıf egemenliğini ve kapitalizmi yıkabilmenin ön koşulunu oluşturan nesnel koşullardaki olgunlaşmaya rağmen öznel etkendeki bu korkunç zayıflık emperyalist kapitalizmin doğasından kaynaklanan tehlikelerin daha korkunç boyutlar kazanma olasılığı da içinde olmak üzere insanlığın ve doğanın karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri daha ürkütücü hale getiriyor.

Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileriyle proletarya ve ezilen halklar arasındaki uçurumun büyümesi, servet-sefalet kutuplaşmasının kazandığı boyutlar, toplumsal çürümenin akıl almaz düzey ve görünümler kazanması, ırkçılık ve faşizmin ürkütücü boyutlarda güç kazanması, iklim krizi ve doğanın yıkımının geldiği nokta gibi zaten yaşamakta olduklarımıza ilaveten yeni tipte faşist diktatörlüklerin yaygınlaşması ve emperyalist savaş tehlikesi gibi yaklaşan felaketler insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit eden tehlikelerin başlıcalarını oluşturuyor.

Bunların tümünü geri püskürtüp ortadan kaldırmayı ilk adımda başaramayacak dahi olsa en azından bazılarını engelleyip geciktirecek, kimilerini az ya da çok geriletip proletarya ve emekçi insanlığa nefes alıp güç toplama olanağı kazandırabilecek gelişmelerin önünü açmak öncelikle sözünü ettiğimiz öncülük/önderlik boşluğunun ortadan kalkmasına bağlı.

Fakat ne yazık ki dünyada da Türkiye’de de sol bu süreçte çok daha ağır bir kriz içinde. Ne proletarya ne de ezilip sömürülen diğer toplumsal kesimler üzerinde kayda değer bir etkisi ve prestiji var. Hem bu güçsüzlük hem de bunun zamanla kabullenilip içselleştirilmesinin beraberinde getirdiği iddiasızlaşma nedeniyle devrimci sosyalist güçler bugün gerçekte politika yapmıyorlar. Meydan “sistem karşıtı” görünen küçük burjuva liberalizmiyle “Marksist” geçinen akademisyenlere kalmış durumda. “Sol” adına bunlar konuşuyor.

Kapitalist sistemin yuvarlandığı krizi, bunun yarattığı belirsizlik ve karmaşayı komünist temelde çözümleyen, işçi sınıfı başta olmak üzere sistemin dışladığı, ezdiği ve sömürdüğü bütün kesimler nezdinde politik-moral bir çekim merkezi haline gelmiş örgütlü devrimci güçlerin yokluğu, son örneğini pandemi sürecinde gördüğümüz gibi Zizek ya da Agamben gibilerine alan açıyor. “Post-Marksist” geçinen zıpçıktılıkların çaplarını aşan bir etki yaratmalarına neden oluyor.

Sudan devrimi, Lübnan ya da Şili’de tanık olduğumuz türden inatçı kitlesel patlamalar bile uyarıcı olmuyor. Devrimci öncülük boşluğunun bir an önce giderilmesi yönünde yangın alarmı olarak algılanacağı yerde bu hareketlerin içerdiği leke ve zayıflıklara odaklanan ruhsuz sorgulamaların bahanesi haline getiriliyor.

Zaten sistemin hareket alanındaki bütün daralmaya rağmen dünya burjuvazisi krizi bu haliyle bile bir şekilde yönetebiliyorsa, kapitalist toplumun temel sınıflarının siyaset ve düşün dünyasında temsili Trump ya da Zizek gibilere kalmışsa samimi ve dürüst her komünist ve devrimci durup düşünmeli, “Bunun sorumlusu kim” sorgulamasına önce kendinden başlamalıdır.

Kapitalizme alternatif tarihsel bir amaç ve perspektife sahip tutarlı ve militan bir devrimci öncünün/önderliğin yokluğu tarihin bu kritik kavşağında bu yüzden tayin edici halkayı oluşturuyor.

Dünyanın durumu

Dünya bugün toplumsal yaşamın bütün alanlarını sarmış derin ve şiddetli bir kriz içinde. Kapitalizmin yapısı ve işleyişinden kaynaklanan ve emperyalizm aşamasında giderek kısalan aralıklarla kendini gösteren devrevi krizlerden farklı olarak bu kriz:

Birincisi, sistemin kendini yenileme yeteneği ve olanaklarının geçmişte yaşanan bütün krizlere kıyasla çok daraldığı bir tarihsel kesitte yaşanıyor. Korku ya da güçsüzlük duygusundan kaynaklı bir kaderciliğe kapı aralayan abartılı yaklaşımlar ölçüsünde olmamakla birlikte sermaye kendini yeniden üretebilmenin mekansal ve zamansal sınırlarına çok yaklaşmış durumda. Marksizmin kapitalizm çözümlemelerinde altını çizdiği yaratıcılığını konuşturarak ileriye doğru kaçabilmesi hem muazzam boyutlarda birikmiş sermaye yıkımını gerektiriyor hem de bu doğrultuda atacağı her adım doğa ve insanlık açısından telafisi imkansız yeni yıkımlara yol açma riskini içeriyor.

Dolayısıyla bugün burjuvazinin kapitalist sistemi ayakta tutup sürdürebilmek için üretebileceği her çözümün insanlık açısından doğuracağı faturanın yüksekliği yanında hem emek-sermaye çelişkisi temelinde hem de bizzat burjuvazinin kendi içinde yaşanacak çatışmalar boyutuyla çok sert sınıf çatışmalarına yol açmadan gerçekleşmesi teorik olarak tabii ki mümkün ama pratikte o kadar kolay değil.

Burjuvazinin yapay zeka başta olmak üzere yeni teknolojiler yardımıyla sistemi yenileyerek kapitalizme yeni bir içerik ve görünüm kazandırabileceği yönündeki bütün tez ve iddialar, sadece canlı emeğin üretebileceği (ürünü) artı-değer sömürüsü üzerine kurulu bir sistem olarak kapitalizmin yapısı ve işleyişinden hiçbir şey anlamamış ya da bunu gizleme çabası olan teknisist-kaba determinist cehalet ve gözbağcılığından başka bir anlama gelmez.

Kaldı ki kadercilik ve teslimiyet vazeden bu teknisist determinizm, toplumsal yaşamda hiçbir sürecin kendisine karşıt dinamikleri de harekete geçirip onların az ya da çok direnişiyle karşılaşmadan otobanda giden bir araba rahatlığıyla ilerlemeyeceği temel yasasını gözden kaçıran bir idealist tek yanlılık içindedir.

Bugünkü krizi öncekilerden farklı kılan özgünlüklerin ikincisini ise insanlığın üretici güçlerinin gelişkinliği ile mevcut kapitalist üretim tarzı arasındaki çelişkinin had safhada keskinleşmiş olması oluşturuyor. Başka bir ifadeyle, üretimin dünya çapında ulaştığı toplumsallaşma düzeyi ile mülk edinmenin tekelci özel karakteri arasındaki uçurum çıplak gözle görülebilecek kadar açık, derin ve keskin bir hal almış durumda. Öyle ki, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi küresel servetin yüzde 82’sine sahip. En zengin 42 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3 milyar 600 milyonun toplam gelirinden fazla.

Uzun sözün kısası tekelci bir karakter kazandığı emperyalizm aşamasına geçmesiyle birlikte ilerici bir yön ve işlevi kalmamış (Lenin bu aşamayı “kapitalizmin asalaklaşıp çürüdüğü nihai aşaması” olarak tanımlar bu yüzden) dolayısıyla tarihsel bakımdan ömrünü zaten çoktan doldurmuş bir sistem olarak kapitalizm insanlığa artık pratik olarak da dar gelmekte, onun üretici yetenek ve potansiyellerinin gelişimi önünde boğucu bir engel oluşturmaktadır.

Bundan ötürü günümüzde insanlık ya barbarlık içinde yok oluş ya da yeni bir tarihsel sıçrama yapmanın eşiğindedir. Bireysel azami kâr amacını her şeyin üzerinde tutan kapitalist üretim tarzının yerine toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alan, emeğe ve doğaya saygılı bir üretim tarzı ve toplumsal ilişkiler sistemine geçiş yapmak zorunludur.

Bunun zorunlu ilk adımı ise üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyet düzenine son verip onları -devletleştirerek değil- toplumsallaştırarak üretim ilişkilerini dünya çapında toplumsal bir karakter kazanmış olan üretim biçimiyle uyumlu hale getirmektir. Bunun gerçekleşebilmesi ise öncelikle burjuvazinin sınıf egemenliğinin yıkılmasına yani siyasi iktidar sorununa bağlıdır.

İnsanlığı ve doğayı büyük felaketlerle karşı karşıya bırakan emperyalist kapitalizmle böyle köklü bir hesaplaşmaya yönelinmediği sürece ne yaklaşan yıkım ve tehlikelerin önü alınır ne insanlığın çürüyüşü durdurulabilir ne doğanın talanı önlenebilir ne de iklim felaketinin boyutlanması engellenebilir.

Kapitalist emperyalizmin sistem olarak insanlık dışı karakteri pandemi sürecinde kendisini bütün çıplaklığıyla bir kez daha gösterdi. Bu süreçte insanlık doğanın kâr uğruna talan edilmesi sonucu bütün dengelerinin bozulması yanında insan sağlığının dahi metalaştırılmış olmasının sonuçlarını yaşadı. Milyarlarca işçi ve emekçinin yaşamlarının nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğu görüldü. Öyle ki ABD, İngiltere, İsveç, Brezilya ve Hindistan örnekleri başta olmak üzere kimi burjuva devletler kapitalist ekonominin teklememesini baştan her şeyin üstünde tutarak “sürü bağışıklığı” adı altında emekçi kitleleri düpedüz ölüme terkeden Malthusçu politikalar uyguladılar. Süreç uzadıkça Türkiye dahil bütün kapitalist ülkeler fiilen aynı politikaya yöneldi. Ekonominin çarklarının dönmesini esas aldılar. Sonuçta hiçbir güvenceye sahip olmayan milyarlarca insan işsiz, evsiz hatta aç kalırken dünyanın kanını emen parmakla sayılabilecek kadar azalmış tekelin ve burjuvaların kârları patlama yaptı.

Bilim ve teknolojideki onca gelişmişliğe rağmen salgın nedeniyle dünya çapında yaşamını yitirenlerin sayısı şimdiden 1,5 milyona yaklaştı. Dünya savaşları sırasında bile bu kadar kısa süre içinde bu kadar insan ölmedi. Ortada henüz ne bir aşı ne de etkili bir tedavi yöntemi olmadığı için bu sayı kimbilir nerelere tırmanacak. Toplumsal ihtiyaçlardan bu denli uzaklaşmış, aklımıza gelecek her şeyi metalaştırmış bu sistem, mikrobiyoloji, nano teknoloji ya da yapay zeka alanlarında yaptığı bilimsel atılımlarla övünür Mars’ta bile koloni kurmaya hazırlanırken bir virüse karşı aşı geliştiremeyerek gerçekte nasıl insanlık dışı çürümüş bir karaktere sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.

Öncesinden başlayarak pandemi sürecinde çok daha çıplak hale gelen sistemin asalak-çürümüş karakteri bütün sınıflar içinde büyük korkular yanında büyük tepkiler ve öfke birikimi yarattı. Bu birikimin dolaysız ilk sonucu ise emek-sermaye temel çelişkisi başta olmak üzere emperyalist kapitalist sistemin mevcut bütün çelişkilerinin daha da keskinleşmesi oldu. Uzlaşmaz sınıflar ve siyasal güçler arasındaki bu korku ve tepki birikiminin kendisini ne ölçüde, hangi biçimler altında dışa vuracağı önümüzdeki yılların seyrini belirleyecek.

Bu noktada sürecin nasıl kavrandığı tayin edici bir önem taşıyor.

Pandemi sürecinde ortaya çıkan tablonun okunuşu ve çıkarılan sonuçlar kendisini “sistem karşıtı” olarak tanımlayan politik ve entelektüel güçler içinde bile aynı olmadı.

Sosyalist solun yaşadığı derin ideolojik-siyasi-örgütsel kriz pandemiyle birlikte çıplak hale gelen sistemin karakterini gelecek perspektifiyle çözümleyerek kitlelere bir mücadele çağrısına dönüştürememesine de yansıdı. Üretilenler genel doğruların ötesine geçmediği gibi asıl olarak nasıl bir gelecek önerildiği noktasında sığ kaldı. Gücünün sınırlarıyla da birleşik olarak arayış halindeki kitleler nezdinde “geleceğin şarkısına” dönüşemedi.

Bu alanda akademi ya da aydınlar dünyasından çeşitli isimlerin sınıf karakterlerine de uygun düşen tezleri çekim merkezi haline gelebildi. Bunlardan bazıları konuya üstelik sadece sermayenin/burjuvazinin olası hareket tarzı odağından bakan korku ve yılgınlık teorileri üretirken, bunun karşı kutbunda ise benzer bir tek yanlılıkla “kapitalizmin işinin bittiğini” iddia eden kendiliğindenci iyimserlik teorileri piyasaya sürüldü. Aralarındaki bütün zıtlıklara karşın tarihin oluşumunda karşıt güç ve dinamiklerin rolünü ve hareketini dikkate almayan bu mekanik indirgemeci yaklaşımlar (ve türevleri) doğrusal bir tarih anlayışının güncel örnekleridir.

Teslimiyetçi korku teorilerinin en öne çıkanı biyopolitikçi Agamben’in teorisiydi. Sırf tezine bir temel kazandırabilmek için “Abartacak ne var bu virüste? Bildiğimiz nezle” diyerek Covid-19 gerçeğini bile eğip bükerek işe başlayan Agamben, burjuvazinin eskisinden çok daha katı bir denetim-gözetim toplumu kurmak amacında olduğunu ve Covid-19’u kullanarak can korkusu gibi sefil bir korkuya sürüklediği toplumların bunu gönüllü benimsedikleri iddiasındaydı.

Bunun karşı kutbunda ise bu kez “COVID-19 kapitalizme bir darbe vururken, bizleri de topluma ve bilime güven temelli bir komünizmi yeniden icat etmeye mecbur bırakacaktır” diye özetlenebilecek ayakları havada bir iyimserlikle boy gösteren Zizek gibileri yer aldı. Bu kategorideki yorum ve çözümlemeler de burjuvazinin sahip olduğu güç ve avantajlar dışında toplumsal muhalefet güçlerinin hem dünya hem de tek tek ülkeler bazında yaşadığı zayıflık ve dağınıklığı hesaba katmayan ayakları havada bir iyimserlik pompalayarak esasında rehaveti ve kendiliğindenliği körüklemiş oldular.

İster korkulara hitap ederek isterse aptalca bir iyimserlik yaymayı seçerek ezilen insanlığa somut hiçbir strateji ve çıkış yolu önermeyen entelektüel gevezeliklerin herbirinin içerdiği haklı uyarı ve alt çizmelere elbette gözlerimizi kapatamayız. Fakat süreci çözümlemeye çalışırken onlardan farklı olarak her şeyden önce ilk anda gözümüze çarpan bazı yön ve olasılıklardan hareketle tek yanlı mutlaklaştırmalardan kaçınmalıyız. Ayrıca sadece görünenlerin tespitiyle de yetinemeyiz. Sürecin bundan sonraki seyri üzerinde etkili olacağını düşündüğümüz noktalar üzerinde yoğunlaşırken de;

  1. Hiçbir şeyin sabit kalmayacağı ve değişimin hiçbir zaman düz bir çizgi halinde doğrusal bir hat izlemeyeceği diyalektik yasasını,
  2. Marks’ın “Günümüzde her şey kendi karşıtına gebedir” sözünü,
  3. Dolayısıyla birbirini besleyip güçlendiren etkenler bütünlüğü kadar onlarla zıt yönde hareket eden karşıt etkenler bütünlüğünü

hiçbir zaman gözden kaçırmamalıyız.

Pandemi koşulları henüz bütünüyle ortadan kalkmamışken hayatın seyri de hatırlattı zaten bu zorunluluğu. Egemen burjuvazinin toplumların Covid-19 nedeniyle yaşadığı büyük şok ve korkuları kullanarak geçmişe rahmet okutacak sıkılıkta bir denetim ve gözetim rejimi inşa edeceği iddia edilirken ABD’de patlayıp hızla yayılan Floyd isyanları -en azından şimdilik- bu işin o kadar da kolay ve engelsiz gerçekleşemeyeceğinin somut kanıtı oldu. Lübnan ve Belarus’taki toplumsal kaynamaları da bu göstergeler arasında sayabiliriz. Fakat özellikle Floyd isyanları Agamben gibi entelektüellerin hayattan kopuk tek yanlılığına pratikte verilen en çarpıcı yanıttı.

Bu isyan dalgasının gelişimi sırasında Trump’ın adeta iç savaş kışkırtıcılığına soyunması, ABD Anayasası’nı ve ABD burjuvazisinin yerleşik yönetim geleneklerini pervasızca çiğnemesi, orduyu, ulusal muhafızları ve federal ajanları göstericilerin üzerine sürmesi gibi Agamben gibilerinin korkularını doğrulayan gelişmelere de tanık olduk. Fakat hem eylemlere katılanların bileşim yönünden genişliği ve kapsayıcılığı hem de hareketin salt bir öfke boşalmasıyla sınırlı kalmaktan hızla çıkıp net bazı sosyal ve siyasal reform talepleri öne sürmesi ona ırkçılık karşıtı geçmiş isyan dalgalarından farklı bir sınıfsal özellik kazandırdı.

Bu seferki patlamanın ırkçılık karşıtı geçmiş isyanlardan belirgin farklılığı Seattle’da özerk bölge ilanı ya da kimi eyaletleri ve kent yönetimlerini “polis reformu”na zorlaması gibi çap olarak belki küçük ama ABD özgülünde siyasal bakımdan dudak bükülemeyecek yönelim ve sonuçlarda da kendini gösterdi.

İşsiz kalmış yoksul bir siyah olarak Floyd’un vahşice katledilmesi üzerine patlayan isyan dalgasını karakterize eden de asıl olarak bu özellikler oldu zaten. Keza bu dalganın ABD içinde olduğu kadar dünyanın başka yörelerinde de hızla yayılışı ve militanlığı dünya çapında başka bir damarın varlığını bir kez daha gösterdi.

Zaten dünyada pandemi öncesinde de belli aralıklarla kabarıp bir süreliğine geri çekildikten sonra yeniden alevlenen inatçı bir isyan dinamiği vardı. İçlerinde Gezi’nin de yer aldığı 2010-2013 dalgası yarattığı büyük heyecana ve sergilediği inatçılığa karşın kendi kendine sönümlenmekten kurtulamadı. Çünkü -kökleri 1990 sonlarının Porto Alegre’sine ve Seattle gösterilerine uzanan- o ilk dalga, neoliberal vandallığın yarattığı tepki birikiminin büyüklüğüne karşın sadece komünist bir öncülükten değil üzerinde ortaklaşılmış net bir ilerici talepler bütünlüğü ve örgütlülükten de yoksundu. O nedenle zaten siyasal hedef açıklığı ve örgütlülük bakımından sürece daha hazırlıklı giren Müslüman Kardeşler gibi gerici güçler ya da ilk anların şaşkınlığını daha çabuk atan farklı burjuva klikler tarafından yedeklenip yoldan çıkarıldılar.

Bu örnekler yanında o dalganın üzerinde sörf yaparak güç kazanan Syriza gibi “düzeltilmiş kapitalizm” yanlısı küçük burjuva liberalizmin pratikteki iflasından da edinilen deneyim sonraki dalgalarda hedef açıklığı ve örgütlülük yönünden göreli bazı ileri adımlar şeklinde kendini gösterdi. Fakat komünistler ve devrimciler tarafından1980 sonrası bırakılan muazzam boşluklar ve ideolojik savrulmaların yol açtığı zayıflıkların giderilmesi ha deyince mümkün değildi ve olamadı da zaten. Bu çelişki 2019’un ilk aylarından itibaren Şili’den Lübnan’a, Hong Kong’dan Meksika’ya, Güney Kore’den Fransa’ya, Sudan’dan İngiltere’ye kadar yine dünyanın dört bir yanında tam 44 ülkeye yayılan ikinci dalga sırasında kendini gösterdi.

Çoğunluğu ekmek, ulaşım ya da elektrik gibi temel ihtiyaç maddelerine yapılan yeni zamlara ve siyasal sistemdeki çürümeye tepki temelinde patlak veren bu isyanlar öncüllerine kıyasla daha belirgin sınıfsal talepler yanında görece daha örgütlü çıktılar sahneye. Fakat siyasal bir devrimle noktalanan Sudan ile Fransa’da heterojen bir halk hareketi olarak başlayıp hâlâ inatla süren Sarı Yelekliler dışında kalanlar bu zayıflıklarını bütünüyle aşabilmiş değiller.

Lübnan bu açıdan çok tipik bir örnek. Emekçilere yoksulluk ve umutsuzluktan başka bir şey veremez hale düşen çürümüş bir siyasal rejime karşı 2019 Ekim’inde başlayan kitle gösterileri, dinsel ve siyasal grup farklılıklarının üzerine çıkan kapsayıcılığı yanında inatçılığıyla dikkati çekiyor. Nitekim pandemi nedeniyle hız kesmiş gibi görünen gösteriler Temmuz’da yeniden başladı. Fakat hâlâ parçalı ve dağınık. Halkın kimi kesimlerini saran umutsuzluk ülkeyi eski sömürgeci Fransa yönetsin talebiyle imza kampanyası açılması gibi akıl tutulmalarına neden oluyor ya da Hariri ailesi gibi onlarca yıldır ülkenin kanını emerek Lübnan’ın bu hale gelmesinin sorumlusu klanlardan birinin “kurtarıcı” pozlarında yeniden sahneye çıkmasına yol açabiliyor.

Marksist geçinenler dahil -hatta en başta onlar- örgütlü sol güçler tabandan yükselen bu kitlesel tepki patlamalarına çoğu kez kuşku ve güvensizlikle yaklaşıyorlar. Hem talepler hem de örgütlenme ve eylem biçimleri bakımından klasik devrimci formların dışında gelişen hareketler bir de bileşimlerinin heterojenliğinden kaynaklanan bulanıklıklar içeriyorsa bu kuşku ve güvensizlik seyirci kalmanın da ötesine geçerek düpedüz karşıtlığa dönüşüyor. Arap isyanları ya da Sarı Yelekliler hareketi sırasında örneklerini gördük bu tarz keskin solculuğun.

Bunun temelinde sınıftan ve kitlelerden kopukluğun yanında hayatiyetini yitirmiş bir doktrinerlik ve ondan türeyen taşlaşmış bir politika tarzı yatıyor. Sol’un dünya çapında bu denli cılız ve etkisiz halde olmasının da belirleyici nedenleri arasında yer alan bu donma halini kitlelerin dinamizmi de çözemiyor. Halbuki dönemin bu açıdan da istikrar kazanan bu özelliği sola kendisini yenileme, bu hareketlerin doğasını da kavrayarak yeni mücadele araç ve yöntemleri geliştirme, kadrosal yapısından tutalım politika ve taktik geliştirmeye kadar hemen her konuda toptan bir dönüşümü dayatıyor.

Bu gerçeklik ve ihtiyacın hakkını veremediği sürece solun bıraktığı boşluğa ırkçı faşist parti ve örgütlerle farklı burjuva klikler hücum ediyorlar. Ardından bu tablo “o boşluğu neden ve nasıl bıraktık” sorgulamasına dönüşeceği yerde, meydanı baştan başkalarına bırakan doktriner ruhsuzluğun “haklılığına” kanıt olarak karşımıza çıkarılıyor. Kısacası kuyruğunu yakalamaya çalışırken çevresinde dönüp duran kedi olmaktan bir türlü kurtulamıyor bu tarz solculuk.

Her şeyi metalaştırarak emekçilerin yaşamını dayanılmaz hale getiren neoliberal azgınlığın neden olduğu öfke patlamalarının, deneyimsizlik, programsızlık, yorgunluk, korku ya da sonuç alınacağından umudu kesmek gibi nedenlerle -daha doğrusu, bunların değişik ölçülerde bileşimi sonucu- hız kesip sönümlenme eğilimi göstermesinden, burjuvazi ve burjuva siyasetin hoşnutluk duyması doğal bir durum. Fakat kendisini “solda” gören kimi çevre ve bireylerin “demedik mi” havalarına girip bu keyfe ortak olmaları anlaşılır gibi değil.

Bunun karşıt kutbunda ise sokağa çıkan her hareketi gözü kapalı olumlayıp peşine takılan liberal popülizm yer alıyor. Doktriner yaklaşım nasıl klasik biçimlerin varlığı ya da yokluğunu baz alıp sadece buna göre tutum belirliyorsa, liberal yaklaşım da sadece kitlelerin hareketlenmiş olmasına odaklanıp onun varlığını yeterli görüyor. O hareketlenmenin arkasında yatan yönlendirici güç ve örgütlenmelere, harekete yön veren amaç ve taleplerin içeriğine gözlerini kapatıyor. Neredeyse herbiri ABD ve Batı yancısı kleptokrasiler hatta düpedüz faşist rejimler kurulmasıyla sonuçlanan “Turuncu Devrimler” ve Ukrayna örnekleri sonuçlarıyla ortada olduğu halde bunlardan ders alınmıyor. Temelinde sosyalizm ve devrimci örgüt düşmanlığı yatan bu liberal aymazlık güncel bir örnek olarak ikinci bir Ukrayna olma riski yüksek Belarus örneğinde karşımıza çıkıyor.

Kuşkusuz tarihte hiçbir “saf” devrim örneği yoktur. Saf bir işçi devrimi ya da her adımı önceden planlanmış örgütlü bir devrim arayışı ve beklentisi içinde olmak toplumsal bir devrim hakkında hiçbir bilgi ve fikir sahibi olunmadığını gösterir. Çünkü kitlelerin eylemine dayanan toplumsal bir devrim birbirinden farklı -hatta yer yer zıt- öncelik ve hedefleri olan çok farklı güç ve dinamiklerin bileşkesi biçiminde gelişir. Nesnel koşulların yeterli olgunluğa ulaşması temel koşulunun var olduğu durumlarda devrime katılan sınıflar ve siyasal güçlerden hangisi sürece kafası daha açık ve hazırlıklı girerse çoğu durumda hareketi o sürükler peşinden.

Bu rolü devrimci proletaryanın oynayabilmesinin ön koşullarının başında onun bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından kendi iç hazırlığının yüksekliği yanında kendi dışındaki toplumsal muhalefet dinamikleri üzerindeki etkisi, onlarla kurduğu ilişkilerin genişliği ve derinliği gelir. Bunların her ikisi de hareket başladıktan sonra değil öncesinden başlayarak onun mayalanma süreçlerinde kurulup geliştirilmesi gereken ilişkilerdir. Dolayısıyla bugüne kadar -ve halen- ne sınıf içinde ciddi bir örgütlü güç biriktirmiş ne de özgürlük arayışı içindeki ezilen halklarla, kadın dinamiği, çevre ve iklim hareketleri gibi proletarya dışındaki sistem karşıtı dinamiklerle doğru dürüst ilişkilenmiş, onların dostluk ve güvenini kazanmış bir proleter öncülük arayışı ve beklentisi tarihin oluşumunu kollarını kavuşturarak seyrettiği yetmezmiş gibi bir de suçu kendi dışında arayan kendiliğindenci pişkinliğin daniskasıdır.

Kitlelerin çoğu kez kendiliğinden patlak veren isyanlarına hazırlıksız yakalanmak istemeyen devrimci sosyalist bir proletarya hareketi, dönemin komünist parti ve örgütlerinin ’68 öğrenci hareketi ve sonrasında patlak veren kitlesel başkaldırılar hatta Nikaragua Devrimi gibi devrimler sırasında ya da kadın ve çevre hareketi gibi muhalefet dinamiklerine “sosyalizm hedefinin ya da işçi sınıfının yokluğu” gibi gerekçelerle uzak durması hatta düşmanca bir tutum alması tarihsel yanlışını tekrarlamamalıdır.

Diğer yandan kapitalizmle cepheden köklü bir hesaplaşma içine girilecekse sınıf olarak proletaryanın kazanılması ve öncülüğünün önemini küçümseyen sınıf dışı tutumlar, halkçılık ve kimlik esaslı yaklaşımlarla sınırlar da aynı ölçüde net ve kalın olmak zorundadır.

Bu ikinci sınır net olarak çizildikten sonra işçi sınıfı hareketinin dışında kalan dinamikler ve muhalif öznelerle ilişki konusunda -geçmişin de eleştirisini içerecek tarzda- çok daha cesur ve özgüvenli olmak şarttır. Bu elbette onlarla uzlaşmayı her şeyin üstünde tutan bir teslimiyet ilişkisi anlamına gelmez. Ne kendimizi onlara beğendirmeye hatta benzetmeye çalışırız ama ne de onlardan mutlaka bizim çizgimize gelip peşimize takılmalarını bekleriz. Dayatmacı bir tutum takınmak yerine onların duyarlı oldukları konulardaki talep ve beklentilerini dikkate alarak bunları hem emperyalist kapitalizme karşı birleşik bir hareketin kaldıraçları haline getirmeye hem de bu talep ve yönelimlere proleter sosyalist bir içerik kazandırmaya çalışırız. Bu konularda sergileyeceğimiz samimiyet, tutarlılık, ön açıcı öneriler ve pratiğimizle muhataplarımız ve etkileri altındaki kesimlerin güven ve saygısını kazanmaya dayalı bir öncüleşme çabası içinde oluruz.

İnsanlığın yüz yüze olduğu tehlikelerin büyüklüğü bunu zaten bir zorunluluk olarak getiriyor sınıfa ve insanlığa karşı sorumluluk duyan samimi devrimci güçlerin karşısına. Bu noktada Lenin’in Ne Yapmalı’da ekonomistlerle tartışmasında proletaryanın bilincinin devrimci bir sınıf bilinci özelliği kazanabilmesi yanında devrimde öncüleşebilmesinin de nasıl mümkün olacağına dair alt çizmeleri hatırlanmalıdır.

O tartışmada Lenin önce proletarya içinde belirli mevziler kazanmış bir güç haline gelmeksizin diğer toplumsal hareketler üzerinde saygınlık yaratmanın zor olduğuna dikkat çeker. Sadece proleter hareketin değil proletaryanın kendisinin de diğer toplumsal kesimlerin sorunlarıyla ilişkilenmesinin önemi ve anlamını döne döne vurgular.

Onun bu alt çizmelerini ekonomistler “sınıftan kaçış” olarak damgalamaya kalkışırlar ve önceki yıllarda işçi çalışmasını merkeze koyan bir yaklaşımının olduğunu hatırlatırlar. Bu demagojik itiraza yanıt olarak Lenin o zaman bunun zorunlu olduğunu, çünkü sınıf içinde bir güç olmadıklarını, fakat gelinen noktada artık önemli mevziler oluşturduklarını, işçi sınıfının politikleşmesi ve öncüleşmesinin diğer sınıf ve katmanlarla, onların sorunlarıyla ilişkilenmesinde düğümlendiğini anlatır.

Proletaryanın devrimcileşmesi ve devrimde öncüleşmesinin yoluna dair Lenin’in çizdiği bu hat sanki bugün için çizilmiş devrimci bir yol haritasıdır. Öncelikle sınıf içinde bir güç haline gelmeyi esas almayan ve bunun için çalışırken sınıfı da kendi dışındaki ezilen ve sömürülen toplumsal kesimlerin sorun ve taleplerine duyarsız kalmama bilinciyle donatmaya çalışmayan bir toplumsal devrimcilik iddiasının geçerliliği ve hayatta bir karşılığı yoktur.

Tarihin bugün içinde bulunduğumuz evresi gibi belirsizliklerle dolu geçiş dönemlerinin temel karakteristiklerinin başında ‘dengesizleşme’ gelir. Günümüzdeki denge kaybı, krizin ağırlığı ve şiddetindeki farklılıktan dolayı hayatın her alanında daha önce görülmedik biçimler kazanmış olarak çıkıyor karşımıza. Geçmişte ihtimal dahi verilmeyen olasılıklar bugünün gerçekliğini ve normalini oluşturuyor. Bu açıdan dünyanın çivisi çıktı dense yeridir.

Bu anomalinin en ürkütücü örnekleriyle en başta burjuva siyaset sahnesinde karşılaşıyoruz. Düşünün ki, hegemon konumu zayıflama sürecine girmiş olmakla birlikte özellikle askeri güç ve teknolojik kapasite bakımından hâlâ dünyanın en büyüğü olan ABD gibi emperyalist bir gücün başına Trump gibi çapsız bir cahil olmakla kalmayıp ne zaman ne yapacağı belli olmayan dengesiz bir megaloman gelebildi. Kaldı ki Trump bir istisna değil. Brezilya’dan Hindistan’a, Polonya ve Macaristan’dan Türkiye ve Filipinler’e, Orta Asya cumhuriyetlerinden Afrika’nın birçok ülkesine kadar dünya Trump’lar dünyası haline gelmiş durumda.

Tarihin içinde bulunduğumuz evresini şekillendiren temel dinamiklerin hâlâ farkında olmayanlara bu durum “kötü bir şaka”, en fazla bir “yol kazası” gibi görünüyor. Halbuki ekonomide olduğu gibi siyasette de gücün merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının devamı olarak karşımıza çıkan bu gerçek emperyalist kapitalizmin doğasından kaynaklanan bir sonuçtur.

Trump’ın son seçimi kaybetmesine bakarak bu sürecin tersine döndüğünü düşünenler, bu sonucu “demokrasinin yeniden güç kazanması” olarak yorumlayanlar korkunç bir aymazlık içindedirler. Komünistlerin Almanya’da 1932 seçimlerinde komünist partinin oylarındaki sıçramaya odaklanarak öte tarafta Nazilerin nasıl çok daha büyük güç topladıklarını gözden kaçırmalarına benzer bir tarihsel yanılgıya düşülmemelidir. Trump seçimi kaybetmiştir ama Trumpizm bu seçimden oylarını 8 milyondan fazla artırarak çıkmıştır. Üstelik kapanmış fabrikalar kuşağında (rust belt/pas kuşağı) yoğunlaşan işsiz işçi yığınları dışında Hispanikler, Latinolar ve siyahlar gibi sistematik ırkçılığın hedefindeki yoksul kesimler arasında da desteğini büyütmüş olması ürkütücüdür. Sadece ABD ile sınırlı düşünülmemesi gereken bu sonuç, neoliberalizmin keskinleştirdiği toplumsal yarılmalar ve kutuplaşma eğiliminin gelip geçici bir sapma olmayıp nasıl kökleştiğinin görülmesi açısından çok ciddi bir uyarıdır.

Kapitalizmin tekelci aşamasında burjuvazi artık nasıl ortalama bir kârla yetinemez, sürekli azâmi kâr peşinde koşarsa siyasette de azâmi egemenlik-mutlak iktidar peşinde koşar. Bu bir tercih meselesi değildir, sistemin doğası ve işleyişi bunu gerektirir. Para sermayenin ihtiyaç ve önceliklerini esas alan doğası nedeniyle neoliberal birikim modeli burjuvazi açısından bu ihtiyacı hem büyüttü hem de yakıcılaştırdı. 1980 sonrasında önce gelişmiş emperyalist kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketini gerilemeye mecbur bırakıp büyük ölçüde örgütsüzleştirmeyi başaran burjuvazi, buna bir de revizyonist sistemin 1989’daki çöküşünün kazandırdığı avantaj eklenince neofaşist karakterde mutlak egemenlik inşasına hız verdi. Türkiye’de bugün Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşmiş olarak karşımıza çıkan führerci tek adam diktatörlüğü bu dünya-tarihsel yönelimin Türkiye özgülündeki versiyonudur. Dünyayı Türkiye kuyusunun ağzından ibaret gören “Tayyip düşmanlığı” bu bağlantının hâlâ farkında değildir ve bu yüzden hâlâ sık sık Avrupa Birliği hatta ABD’den “demokratik tavır” ve tepki beklentisi içindedir.

Proletaryanın ölümsüz önderlerinden Lenin emperyalizm tahlilinde her alanda tekelleşme eğilimiyle karakterize olan kapitalizmin bu nihai aşamasında burjuvazinin her alanda nasıl gericileştiğinin altını çizer. Bunun siyasi alandaki yansımasını ise “emperyalizm demokrasi değil gericilik peşinde koşar” sözüyle vurgular. Dolayısıyla burjuvazinin feodalizme karşı savaşımının sürdüğü koşullarda desteğine muhtaç olduğu işçi sınıfı ve halk kitlelerini peşinden sürükleyebilmek için kapitalizmin serbest rekabet aşamasında ihtiyaç duyduğu liberal demokrasinin tarihsel bakımdan miadı aslında tekelci kapitalizm aşamasına geçişle birlikte dolmuştur.

Onun buna rağmen siyaseten varlığını 20. yüzyıl sonuna kadar sürdürmesi alternatif olarak çekim gücü yüksek bir sosyalist sistemle Batılı kapitalist ülkelerin hemen hepsinde güçlü işçi sınıfı ve halk hareketlerinin varlığının burjuvazi üzerinde yarattığı basınç ve korkunun sonucuydu. Ne zaman ki bu iki basınç etkeni neoliberal yeniden yapılanma döneminde ortadan kalktı, burjuva demokrasisinin siyaseten de bordadan atılması süreci o zaman hızlandı.

Bu sürecin düşünsel altyapısı özellikle 1990’larda döşendi. Finans kapitalin, özellikle de onun en açgözlü ve asalak biçimini oluşturan para sermayenin çıkar ve beklentilerinin sözcüsü ABD’li neoconların başını çektiği neoliberal ideologlar “yönetebilir demokrasi”, “illiberal demokrasi”, “devletin küçülmesi”, “devletin ekonomiden elini çekmesi” gibi slogan ve demagojiler eşliğinde önce demosun (halk) demokrasi dışına itilmesinin, zaten fiilen lafta kalan genel ve eşit oy hakkına dayalı serbest seçim gibi demokrasinin temel mekanizmalarını işlevsizleştirmenin “teorisini” yaptılar.

Emperyalizm çağında kapitalizmin temel toplumsal dayanağı haline gelen kentli orta sınıfı bu tasfiye sürecini benimseyip desteklemeye açık ve hazır hale getirmek amacıyla yürütülen bu ideolojik hazırlık 2001’deki İkiz Kuleler saldırısı sonrasında hızla pratikleşti. “Artık küreselleşmiş barış içindeki bir dünyada parlak bir geleceğin ve fırsatların kendilerini beklediği” yanılsaması içindeki üst ve alt orta sınıf içinde dünyanın rakipsiz hegemonu konumundaki emperyalist bir gücün dahi evinde vurulabileceği şokunu yaratan ve hâlâ çok karanlık noktalar bulunan bu saldırının yarattığı siyasal-psikolojik ortamda “kuvvetler ayrılığı”nın yerine gücün merkezileşmesi, yasama, yargı ve yürütmenin tek elde toplanması, güvenlik aygıtları ve denetim yöntemlerinin olağanüstü güç kazanarak öne çıkması süreci frenlerinden boşaldı.

O günlerden bugüne adım adım örülen bu yeniden yapılanma sürecinin sonunda ortaya egemen burjuvazinin yeni bir yönetim tarzı, buna uygun bir burjuva devlet modeli çıktı ortaya. Ana hatlarıyla bu model, zaten büyük eşitsizlikler üzerine kurulu ikiyüzlü liberal burjuva demokrasisinin biçimsel bazı yönlerinin dahi törpülendiği, buna karşın faşizme özgü yöntem ve çizgilerin daha fazla öne çıkıp baskın hale geldiği, asıl olarak burjuvazinin farklı kesim ve kliklerinin hak ve çıkarlarının gözetilmesini sağlayacak bir denge ve kontrol mekanizması işlevine sahip burjuva “kuvvetler ayrılığı”nın yerini iktidar gücü ve yetkilerinin alabildiğine merkezileştirilip tek elde toplandığı, parlamentoların yanı sıra hükümetlerin bile iyice işlevsizleşip göstermelik bir konuma itildiği, yargının politik bir silah ve düzenleme aracı olarak kullanıldığı, görünüşte “sivil” ve “parlamenter” ama gerçekte ne sivil ne de parlamenter sayılabilecek neofaşist bir yönetim tarzı ve rejim modelidir.

Faşizmi hâlâ 1930’ların Almanya ve İtalya’sındaki biçimleriyle algılayan, onların örgütlenme ve iktidara yürüyüş süreçlerinin karakteristik özelliklerini değişmez sabit biçimler olarak kabul eden yaklaşımlar, burjuvazinin egemenlik tarzı ve yöntemlerindeki neofaşist değişimi hâlâ “sağ popülizm” gibi belirsiz kavramlarla tanımlama ısrarı içindeler. Burjuvazinin her zorbalığını hemen faşizmle özdeşleştiren indirgemeci basmakalıp yaklaşımların “faşizm” tanımını ayağa düşürmüş olmalarına ortak olmamak gibi anlamsız bir gerekçeyi bahane eden bu “popülizm” edebiyatı, gözlerimizin önünde gelişen süreçleri ve olguları adlı adınca anmamak için neredeyse her ay bir başka tanım icat ediyor. Burjuva demokrasisi gibi faşizmin de sabit tek bir biçiminin olmadığı, tarihsel koşullar ve sınıfsal dengelerdeki değişime bağlı olarak her ikisinin de farklı boyutlar kazanıp farklı biçimlere bürünebileceği gözden kaçırılıyor. Fantezi peşinde koşan bu aydın oportünizmi, en başta tehlikenin büyüklüğünü ve ciddiyetini perdelemeye hizmet ediyor.

Burjuvazinin liberal demokrasiyi tasfiyeye yönelmesi ilerici-sol saflarda öz olarak iki farklı tepkimeye kaynaklık ediyor:

Bunlardan birincisini gitmekte olanın arkasından koşarak güçlendirici kimi önlemlerle ona yeniden hayatiyet kazandırmayı amaçlayan restorasyon önerileri oluşturuyor. Yerel otonomiyi esas alan gevşek bir merkeziyetçilik, radikal demokrasi, güçlendirilmiş parlamenter sistem önerileri aralarındaki nüanslara karşın son tahlilde burjuva liberal demokrasinin savunulup canlandırılması çerçevesi içinde kalan yaklaşımlardır.

İkinci yönelimin özünü ise zaten can çekişmekte olanı yeniden nasıl canlandırırız yerine “hemen, şimdi devrim” hayalciliğine kapılmadan onu daha hızlı nasıl aşar, temsili demokrasinin yerini doğrudan demokrasinin, bunun sınıfsal karşılığı olarak burjuva demokrasisinin yerini proleter demokrasinin alması sürecini nasıl hızlandırabiliriz, bugünün güç dengeleri içinde bunun geçiş biçimleri neler olabilir arayışları oluşturuyor. Doğası gereği bu eğilim kapitalizmi yıkmayı hedefleyen sosyalistler ve devrimci çevreler arasında kendini gösteriyor. Bu arayış içinde olanların hareket noktasını kapitalizmi restore etmek değil yıkma amacı oluşturuyor.

Birinci kategoride yer alan yaklaşım sahiplerinden bazıları da sosyalizmi hedefledikleri iddiasındalar. Gerçi sosyalizmden ne anlaşıldığı, daha doğrusu nasıl bir sosyalizm sorusuna verilen yanıtlardaki farklılıklar devreye giriyor bu kez burada. Fakat ondan da önce “bütün eleştirilerimize rağmen yine de burjuva demokrasisini savunmanın gerekliliğine” dair ileri sürülen gerekçelerin temelinde yatan devrimci iktidar iddiasındaki zayıflık çıkıyor karşımıza.

Bu reformist yaklaşım sosyalizmin tarihinden Halk Cephesi politikası örneğinin arkasına saklanarak kendini savunuyor çoğu kez ama hem somut tarihsel koşullar ve güç dengelerindeki farklılıkları gözden kaçırıyor hem de faşizmin tarih sahnesine henüz yeni çıktığı 1930’ların koşullarında geçerli gerekçelere sahip o politikanın ilerleyen yıllarda özellikle Fransa, İtalya ve Yunanistan’da burjuvazinin liberal kanatlarıyla uzlaşma peşinde koşmak uğruna proleter devrim ve iktidar fırsatlarının harcanmasına yol açan olumsuz sonuçlarını hiç dikkate almıyor.

Öne çıkan figürler ve biçimlerindeki kısmi farklılıklara karşın bütün burjuva kapitalist ülkelerde istisna olmaktan çıkıp genelleşme eğilimindeki neofaşist iktidarların faşizme özgü özelliklerinden birini de “kendinden olmayana” karşı düşmanlık siyasetine dayanmaları oluşturuyor. İçte ve dışta keskin bir “ötekileştirme” ve düşmanlık siyaseti bunların temel gıdası. Krizin nereden kaynaklandığının üzerini örtmekten tutalım faturanın işçi sınıfı ve emekçi kitlelere ödetilmesine, yoğunlaşmış gücün temsilcisi olarak öne çıkan çapsız diktatörlerin en akıldışı tutum ve politikalarının rasyonalize edilmesinden tutalım pespaye demagojilerin dahi “gerçek” olarak yutturabilmesine kadar hemen her konuda en büyük kozları bu kutuplaştırma. Bu sayede sınıfsal çelişkileri perdelemekle de kalmayıp bütün sınıfları yatay olarak kesen bir hareket ve etki alanı kazanıyorlar. Sadece hızlı bir konum kaybı içindeki orta sınıf ve toplumun tortusunu oluşturan lümpen proletarya ile sınıf dışılaşmış kesimler içinde değil -sol’un etkisizliğinden de yararlanarak- proletarya içinde dahi ciddi bir destek bulabiliyorlar.

Neofaşist rejimler, parti ve hareketlerin temel politik enstrüman olarak izledikleri ‘kutuplaştırma’ siyaseti onlara sadece taban ve oy kazandırmakla kalmıyor. İç ve dış düşmanlara karşı şiddet kullanımını meşrulaştırıp olağanlaştırıyor. ABD dahil hemen her ülkede muhalif her hareket ve gösterinin ölçü tanımayan bir devlet terörü ve polis şiddetiyle karşılaşması yanında bizzat iktidarlar tarafından örgütlenen ya da açıkça korunup kollanan Nazilerin SA’sını çağrıştıran silahlı paramiliter örgütlenmelerin sayısındaki artış gidişin yönü ve içerdiği tehlikelerin büyüklüğü konusunda uyarıcı olmalıdır.

Bu gidiş ülkeler bazında potansiyel bir iç savaş riskinin büyümesi anlamına geliyor. İç savaş denildiği zaman onu da tarihte örneklerini gördüğümüz belirli bazı biçimlerle sınırlı düşünmemek gerekiyor. Zaten burada görülmesi gereken asıl unsur, sistemin krizinin derinleşmesine paralel olarak devlet terörünün ölçü-sınır tanımaktan çıkışıyla bizzat iktidarlar tarafından örgütlenen SA tipi çete örgütlenmelerinin şiddetinin ‘olağanlaşması’ yönündeki eğilimdir. Bu tümüyle toplumsal fay hatlarının derinleşmesinin, sınıf çelişkilerindeki keskinleşmenin ve egemen burjuvazinin yaşadığı sıkışma ve korkularındaki büyümenin toplam sonucudur.

Dolayısıyla her türlü muhalif örgütlenme ve eylem bu gerçeklik ve gidişi dikkate alarak örgütlenmek zorundadır. İşçi sınıfı ve halk kitleleriyle devrimci sosyalist örgütlenmelerin tehlikeyi zamanında görerek hazırlıklı olmak yerine gafil avlandıkları değişik tipteki iç savaş süreçlerinin nasıl ağır bedellere mal olduğu hatırlanarak hareket edilmesi tarihsel bir sorumluluktur.

Dünyadaki bütün dengelerin altüst olmasının hem nedenlerinden hem de sonuçlarından biri de 1990’larda “tek kutuplu dünya” masallarının üretilmesine neden olacak ölçüde güçlü ve rakipsiz görünen ABD’nin hegemonyasının sarsılması, teknoloji ve askeri güç alanlarında üstünlüğünü korumaya devam etmekle birlikte ekonomik, mali, siyasi ve diplomatik bakımlardan gözle görülür bir gerileme sürecine girmesidir.

Bu aslında emperyalist gelişmenin eşitsizliği yasasının doğal ve mantıki sonucudur. Lenin’in emperyalizm tahlilinde dile getirdiği gibi bu yasa yeni bir emperyalist savaş tehlikesinin de kaynağını oluşturur.

Kapitalizmin bugün yaşadığı yapısal krizin büyüklüğü ve derinliğinden dolayı sistemin kendisini ancak geçmiş krizlerden çok daha büyük ölçekte birikmiş sermayeyi ve üretici gücü tahrip ederek yaşatıp sürdürebilecek durumda olması bu tehlikeyi büyüten ek bir etkendir. Tarihsel olduğu kadar dönemsel olarak da hareket alanı daralmış güç kaybı içindeki burjuvazinin tek tek ülkeler bazında olduğu gibi dünya çapında da hükmünü ağırlıklı olarak şiddet araçları ve yöntemleriyle sürdürebilir durumda olması bu asli etkenlerin üzerine binen tamamlayıcı/hızlandırıcı bir etkendir.

Bugünün teknolojisiyle yürütülen her savaş hem insanlık hem de doğa açısından geçmiştekilere kıyasla çok daha büyük yıkım anlamına gelmektedir. Dolayısıyla bugün savaş tehlikesine karşı mücadele, insanlığın ve doğanın ayakta kalabilmesi uğruna bir savaştır ve o artık sistemden soyutlanmış soyut bir barış talebiyle yürütülemez. Sonuç almayı hedefleyen etkili bir barış mücadelesi dolaysızca emperyalist kapitalizmi ve burjuvazinin egemenliğini hedef almak zorundadır. Aksi taktirde emperyalist burjuvazi ve devletler üzerinde hiçbir yaptırım gücü olmayan iyi niyetli dilek ve sızlanmalar olmaktan öteye geçemez.

Emperyalist güçler arasındaki rekabet ve çatışmanın önümüzdeki süreçte öne çıkan yönünü “gerileyen emperyalist” ABD (ve peşinden sürüklediği Avrupalı emperyalistler) ile “yükselen emperyalist” Çin arasındaki sürtüşmeler oluşturacak. Her iki emperyalistin kısa süre önce yayınladıkları temel strateji belgeleri bu olasılığı artık açıkça dile getiriyor zaten.

2019 yılında yayınlanan Savunma Siyaseti Beyaz Kitabı’nda Çin’in “kendi değerleri ve işbirliği modeline dayalı global güvenlik mimarisi kurmakta kararlı” olduğu ifade edilirken, ABD’nin 2017 yılında açıklanan Güvenlik Strateji Belgesi’nde ise Çin “ana tehdit” olarak tanımlanıyor. 2020 Mayıs’ında kamuoyuna açıklanan Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ne Yönelik Stratejik Yaklaşımı başlıklı raporda da bunun gerekçesi çok açık bir dille, “Çin’in kendisine biçilen rolün ve sınırların dışına çıkarak uluslararası düzende kendi lehine değişiklikler peşinde koşması” şeklinde dile getiriliyor.

Bu savaş pandemi öncesinde ticaret savaşları biçiminde başlamış bir savaş aslında. Çin’in iletişim tekeli Huawei’nin faaliyetlerinin ABD ve Batılı emperyalist ülkelerde sınırlanmasına yol açan G-5 teknolojisi savaşı dijital dünyanın bölünmesine doğru giden başka bir savaş cephesi.

Sürekli yeni sürtüşmeler doğuran emperyalist rekabetteki keskinleşme sadece ticaret ve teknoloji gibi alanlarla sınırlı olmadığı gibi sadece bazı coğrafyalarla da sınırlı değil. Çin, gerileyen emperyalist olarak ABD hegemonyasının etkisini dünyanın her yöresinde sistematik olarak kemiriyor. ABD ise Çin düşmanlığı temelinde cepheleşmeyi kışkırtarak Çin’i psikolojik baskı altına alma, hareket alanlarını daraltarak çevreleme-kuşatma stratejisi izliyor. Kapitalist krizi ivmelendiren pandemi sürecinin yönetimi sırasında bariz bir ahmaklık sergileyen Trump hem bu beceriksizliğinin üzerini örtmek hem de yığınların tepkisini dış bir düşmana yönlendirmek amacıyla Çin düşmanlığına hız verdi.

Çin düşmanı ırkçı eğilimlerin önümüzdeki süreçte diğer Batılı emperyalist-kapitalist ülkelerde de gelişme olasılığı çok yüksek. Çünkü pandemi sürecinde ağırlıklı olarak Çin’e dayalı tedarik zincirlerindeki kopukluğun gelişmiş kapitalist ekonomileri dahi nasıl bloke ettiğini yaşayarak görmenin şokunu yaşayan burjuvazi şimdi bir taraftan bu zincirleri çeşitlendirmenin arayışı içinde olacak; bir taraftan da ha deyince gerçekleşmeyecek bu süreci örgütlerken bu arada Çin’e de şantaj yapıp onunla olan kontratlarında eskisine oranla yeni avantajlar elde etme peşinde koşacak. Batı kamuoylarında kışkırtılıp yükseltilecek Çin düşmanlığını şantaja dayalı bu pazarlıklar sırasında koz olarak kullanacak.

Bu arada daha geriden gelmekle birlikte Rusya’nın da bu emperyalist rekabet yarışı içinde olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bugün için daha çok Ortadoğu ve Orta Avrupa gibi sınırlı coğrafyalarda yaptığı bölgesel ataklarla öne çıkıp potaya giren Rusya, ekonomik ve teknolojik bakımlardan ABD ve Çin ile dünya çapında rekabet yürütebilecek güçte değildir. Fakat Avrupa cephesinde Almanya önderliğindeki AB ile Güneydoğu Asya’da ise Çin’le kuracağı ilişkilere dayalı olarak dünya çapındaki dengeleri etkileyip değiştirebilecek bir konumdadır.

Bu arada bu rekabet savaşının alttan alta uzaya da taşındığını not edelim. ABD tıpkı 1980’lerin başında içten içe çürümüş SSCB’yi boyunu aşan bir yarışa çekerek çöküşe sürüklemek amacıyla ortaya attığı Yıldız Savaşları projesinin yeni bir versiyonunu gündeme getirmiş görünüyor. Elon Musk gibi karanlık ilişkilerin temsilcisi özel sektörü de devreye sokarak Ay’ın yerleşime açılması ve Mars’a yolculuk gibi uzay projeleri biçiminde ideolojik propaganda boyutunu da içeren yeni askeri-teknolojik hamleler geliştiriyor. İnsanlık bu açıdan da Nazım’ın Stronsiyum 90 şiirinde dediği gibi “Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, Ya dünyamıza inecek ölüm” kavşağında.

İnsanlığın ve doğanın karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin büyüklüğü karşısında korku ya da güçsüzlük duygusundan kaynaklanan sızlanmaların, bütünsellik taşıyan sistemik bir gelecek vizyonuna sahip olmamaktan kaynaklanan ahlâki itirazların ötesine geçmemiz gerekiyor.

Aynı şey kapitalizmin şurasını ya da burasını şöyle ya da böyle revizyondan geçirerek yola devam edilebileceği yanılsamasını körükleyen “düzeltilmiş kapitalizm” vaazları açısından da geçerli.

Kapitalizm çözümlemeleri sırasında Marx’ın altını defalarca çizdiği gibi onun egemenliğine son verilmediği sürece sermayenin el koyamayacağı, iç edip emeğin ve insanlığın aleyhine kullandığı bir bumeranga dönüştüremeyeceği hiçbir ahlâki itiraz ve reformist proje yoktur.

Dolayısıyla bugün ister emeğin kurtuluşunu, ister halkların özgürlüğünü, ister kadın sorununun çözümünü, isterse çevre ve iklim duyarlılığını vd. esas alsın sistemin şu ya da bu yönüyle sorunu olan her itiraz ve hareket artık bir bütün olarak bu çürümüş sistemin kendisiyle cepheden bir savaşa tutuşmak zorundadır.

Türkiye’de durum

Türkiye toplumu” bugün derin bir çürüme ve umutsuzluk yaşıyor. Fakat ondan da önce bazı ortak değerler temelinde birlikte yaşama arzusunu koruyan bir ‘toplum’dan söz etme imkanı neredeyse kalmamış durumda.

Sınıflı bir toplumda kaynaşmış yekpare bir blok zaten söz konusu olamaz. Ayrıca sadece farklı sınıfların değil farklı etnik kökenler ve farklı dinsel inançların olduğu yerde bu hiç mümkün değil. Fakat bu farklılıkları yok sayma anlamında değil tanım kolaylığı sağladığı için “Türkiye toplumu” olarak adlandırdığımız topluluk bugün sadece bu sınıfsal ve tarihsel fay hatları boylamında değil yer yer bunları da enine kesen enlemler ekseninde de çok yönlü, çok katmanlı karmaşık bir parçalanma yaşıyor.

Bu tamamen “yaratılmış” bir sonuç. Temelleri 1990’ların ortalarından itibaren tekrar görünür hale gelen rejim krizinin o evresinde, merkezinde ordunun bulunduğu geçmiş iktidar bloku tarafından döşendi. Bu krizin temelinde ise 24 Ocak Kararları sonrası ekonomide izlenen neoliberal politikalar sonucu palazlanan, içlerinden bazıları tekelleşen Anadolu-taşra sermayesinin iktidarın yeniden paylaşımı talebi yatıyordu. Eski egemen blokun ordu ve yargı bürokrasisi eliyle önleme çabalarına rağmen engelleyemedikleri taşra sermayesinin bu iktidarlaşma süreci aşama aşama ilerledi. Güç biriktirmeden iktidarlaşmaya geçiş aşamasını oluşturan 2002-2010 arasında zaman zaman alevlenmekle birlikte daha çok alttan alta sürdü. O kesitte koalisyon halindeki AKP-Gülen ortaklığının adım adım ördüğü bir hazırlık evresinin ardından 2010 sonrası zincirlerinden boşandı.

Önce ordu dahil bürokrasinin yukardan aşağıya adım adım ele geçirilerek iktidarın tahkim edildiği o hazırlık evresinin ikinci etabında sıra toplumun parçalanıp yeniden yapılandırılmasına geldi. Neo faşist karakterini o yıllarda hâlâ sahte bir “demokratlık” maskesiyle gizlemeye devam eden (sol güçler arasında da bunu yutan epey “kullanışlı aptal” çıktı) İslami karakterdeki yeni iktidar bloku, hazır örgütlü güç olarak önceden beri dayandığı tarikatların yanı sıra o etapta önceliği bu kez kendi sermaye örgütlerini, kendi sendikalarını, kendi kitle örgütlerini, kendi kadın hareketini, kendi okullarını… örgütlemeye verdi. Mevzilerini adım adım genişletip kendi cephesini sağlamlaştırırken bunun tamamlayıcı adımı olarak karşısındaki güçleri devlet imkanlarını da kullanarak sistematik bir tarzda örgütsüzleştirme stratejisi izledi.

Dinci neo faşist blokun 2000’ler sonrası yürüttüğü bu kapsamlı hegemonya inşası solun liberal bölüklerini büsbütün pelteleştirirken, devrimci kesimler içinde de temel devrimci değer yargıları ve ölçütlerin dahi terkedilip unutulduğu bir çözülme süreci olarak işledi. Bunun taşıyıcılığını ise bir dönem devrimci örgütlerin saflarında yer aldıkları halde 2000 sonrası kabaran yeni tasfiyeci dalganın önüne katıp sürüklediği yorulmuş yol arkadaşları üstlendi. İnsanlığın kurtuluşu kavgasına ve devrimci geçmişlerine yabancılaşmalarına yol açan yorgunluklarının nedenlerini önce kendilerinde aramak yerine kendi gerçeklikleriyle yüzleşmekten kaçış biçimi olarak dışlarında bir “suçlu” ve “sorumlu” bulma ihtiyacıyla hareket edenler “devrimci” olan her şeye saldırmayı varoluş tarzı haline getirdiler. Bu bağlamda onlar da yeni bir hegemonya inşası sürecindeki burjuvazi ve gericiliğin değirmenine en az “yetmez ama evet”çi liberaller kadar su taşıdılar.

Neoliberal kapitalizmin yeni bir rejim modeli, yeni bir iktidar bloku, “yeni bir toplum” inşası sadece bir tercih meselesi değildi. Burjuvazi içinde yeni bir güç dağılımı temelinde iktidarın ele geçirilmesi ve bunun tahkim edilmesi bu zorunlulukları zaten içeriyordu. Fakat emperyalist kapitalizmin yapısal krizinin şiddetlenmiş olarak kendini tekrar göstermesi, bu arada dünyada, özelde de Ortadoğu ve Suriye özgülünde ortaya çıkan yeni güç dengeleri ve belirsizlikler, Türk tekelci burjuvazisinin bunları avantaja çevirme yaklaşımıyla Türk burjuva devletinin tarihsel-yapısal korkularının iç içe geçmesi bu yönelimi kamçılayan konjonktürel nesnellikleri oluşturdu.

Her yeni süreç gibi bu süreç de iç çelişkilerini bağrında taşıyordu. Toplumu sıkı bir denetim altına alma ihtiyacının baskısıyla o güne kadarki hedeflerine umduğundan daha kolay ulaşmanın yarattığı güç zehirlenmesi örneğin Gezi gibi bir süreci tetikledi. Diğer taraftan iktidar koalisyonu içindeki çıkar çatışmalarını ve çatlakları büyüttü. Diyalektiğin yasaları hükmünü yürütüyordu: Mutlak iktidar ihtiyacının gereği olarak gücün büyüyüp merkezileşmesi süreci onu çözecek dinamikleri de harekete geçirip alttan alta olgunlaştıran bir süreç olarak işledi.

Bu stratejinin ideolojik ayağını ise -yerleşmiş bir tanımla- “kutuplaştırma siyaseti” oluşturdu. İslamcı faşist iktidarın mevcut ve potansiyel muhaliflerini sistematik olarak dışlayıp düşmanlaştırmaya dayalı, sınıfsal, tarihsel ve güncel farklılıklardan hareketle nefreti kışkırtan, bu arada gerçeklerin arsızca tahrifini, her türlü yalanı, demagojiyi, iftirayı, tarihle oynamayı meşru gören bu strateji aslında faşizmin tarihte de tanık olduğumuz klasik iktidarlaşma stratejisiydi.

Neoliberalizmin egemenlik biçimi olarak neo faşizm de Trump ya da Tayyip Erdoğan, Duterte ya da Bolsonaro kılığında halkların ve tarihin karşısına neredeyse tıpatıp aynı yöntemlerle çıktı. Sürekli “düşman” ihtiyacı içinde olup aralıksız bir biçimde gerilim ve düşman üretmek bu rejimlerin öne çıkan ortak özelliğidir.

Azami kâr-mutlak iktidar ihtiyacı ve yönelimi, doğası gereği sadece işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri karşısında değil burjuvazinin kendi içinde de gücü-iktidarı paylaşmak istemez. Farklı zorunlulukların basıncıyla koalisyon kurmak mecburiyetinde kalanlar bile buldukları ilk fırsatta birbirlerini tasfiye etmenin yollarını ararlar. Tek adam rejiminin kuruluş sürecinde uzun yıllar birlikte hareket eden Tayyip Erdoğan-Fethullah Gülen koalisyonunun kanlı bir düşmanlığa dönüşmesi bu rejim tipinin karakterinde yatan kurt kanununun doğal sonucudur.

Aynı kurt kanunu şimdiki AKP-MHP-Ergenekon koalisyonunun iç ilişkilerinde de geçerlidir. Birbirleriyle kapışma hazırlığı içinde olduklarına dair kimi belirtiler kendini göstermeye başladı zaten.

Bu noktada karşımıza kesinlikle sakınılması gereken iki tehlike çıkıyor:

Bunlardan birincisi, kim tarafından nasıl olursa olsun gözü onun alaşağı edilmesinden başka bir şey görmeyen körleştirici bir “Tayyip düşmanlığı” ile yetinmektir. Egemen sınıflar arasındaki çatlaklara bel bağlayacak kadar ilkesiz bir dar görüşlülüğü beraberinde getiren bu bağnazlık bugün kimi konularda uzun yıllar Tayyip Erdoğan’a da akıl hocalığı yapmış Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gibilerle bile bir “demokrasi cephesi” kurulabileceği hayalini körüklemektedir.

Oysa bunlardan Ali Babacan emeğin insafsızca sömürülmesinin, ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynaklarını yandaş sermaye ve emperyalist tekellerin doymak bilmeyen yağma ve talanına açan neoliberal ekonomik politikaların asli faillerinden biridir. Davutoğlu ise Kürt kentlerinin yerle bir edilmesinden Suriye’deki iç savaşın kışkırtılmasına kadar insanlık suçlarıyla dolu kirli bir sicile sahip

İlkelere dayalı devrimci bir politika düşman kamp içindeki çelişki ve çatlaklara elbette kayıtsız kalmaz, bunları görmezden gelmez, tersine büyütüp derinleştirmeye çalışır. Fakat bu hiçbir zaman kim olduklarını ve geçmişlerini unutarak taraflardan birini seçmek, onunla işbirliği ve uzlaşma arayışına çıkmak anlamına gelmez. Bunlardan birinci yaklaşım devrimci bir siyasetin gereğidir, diğeri ise belkemiksiz ve ufuksuz oportünist bir siyaset tarzıdır. Ulaşılabilir dönemsel hedeflerin ötesine geçen tarihsel bir hedef açıklığı ve amaçlardan olduğu kadar net bir sınıfsal karakter ve ilkeden de yoksundur.

Bu dönemde sakınılması gereken politik aymazlıklardan biri de, ekonomik krizin derinleşmesi başta olmak üzere rejimin yaşadığı kimi sıkışma ve açmazlardan hareketle “düştü düşüyor” beklentisine kapılmaktır. Toplumsal muhalefet dinamiklerinin zayıflığı ve dağınıklığı başta olmak üzere iç ve dış dengelerin bütününü dikkate almak yerine her şeyden soyutlanan tekil bazı veri ve göstergelerden hareketle üretilen bu propaganda “bekle-gör” kendiliğindenciliğini körüklemenin yanında bir süre sonra “ne olursa olsun bunlar iktidardan gitmeyecek” umutsuzluğuna dönüşmektedir.

2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğinden sonra vites büyütüp hâlâ karanlık noktalar taşıyan 15 Temmuz sonrası dizginlerinden boşanan devlet terörü ve baskılara rağmen yıldırılıp diz çöktürülemeyen muhalefet dinamikleri var. Kürt özgürlük hareketi ve kadın dinamiği bunların başında geliyor. Birleşik güçlü bir dalga halini alamamış olsa da birbirinin peşi sıra patlayan irili ufaklı işçi direnişlerini (ki rejimin en çok korktuğu toplumsal kesim işçi sınıfıdır. Onu harekete geçirme olasılığı yüksek kıdem tazminatının gaspından iki kez son anda vazgeçilmesi asıl olarak bu korkudan dolayıdır), doğa talanına karşı yaşam alanlarını savunan çevre direnişlerini, büyük oranda kırılmış ve umutsuzlaşmış gibi görünseler de potansiyel birer barut fıçısı olarak KHK’lılar ve EYT’lileri (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) son yılların öne çıkan dinamikleri arasında anmak gerekir.

Sonuç olarak toplam yetişkin nüfusun en az yarısı her şeye rağmen yıllardır pes etmeyen inatçı bir muhalif duruş sergilediği halde, pandemi sürecinde açığa çıkan gerçekler, burjuvazinin yaşadığı kapsamlı sıkışmanın ve ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere yüklemekteki saldırganlığının çıplaklaşması AKP tabanında bile gözle görülür bir çözülme en azından sorgulama yarattığı halde bu rejim hâlâ ayaktaysa ve Erdoğan despotizmi sürüyorsa nedenlerini nerede aramalıyız?

Bu soruya tereddütsüz verilecek ilk yanıt “muhalefet boşluğu” olur. Etki alanındaki kitleleri uyuşturup frenleyici rolü nedeniyle bu boşluğun en büyük sorumlusu CHP yönetimi ve onda cisimleşen devletçi mıymıntı muhalefet anlayışıdır kuşkusuz. Fakat devrimci-sosyalist güçler açısından bütün sorumluluğu CHP’nin sırtına yıkmak, CHP’nin karakteri, tarihi ve bugüne kadar oynadığı rol konusunda vahim bir akıl tutulması içinde olunduğunu göstermekle kalmaz, sosyalist ya da devrimci güçler açısından kendi sorumluluğunu görmekten kaçış anlamına gelir.

Türkiye solu, yönetici konumlardakiler başta olmak üzere onun bütün temel kadroları bugün hâlâ tam bir aymazlık içindedir. Ne ülkede ve dünyadaki gidişin, ne insanlığı bekleyen tehlikelerin farkındadır ne bütünlüklü devrimci bir gelecek perspektifine sahiptir ne devrim yapma iddiası ne de kendine güveni vardır. Bunlar varmış gibi görünüyor, politika yapıyormuş gibi görünüyor, başkalarından farklıymış gibi görünüyor, değişmiş gibi görünüyor…

Ama bunların hepsi görüntüde kalmaktadır. Hayatiyetten yoksundur. O nedenle zaten hayatta karşılıkları yoktur. Olanlar da olduğu kadarıyla henüz çok cılız ve kırılgandır. Türkiye solunun devrimci radikal özelliklerini koruma çabasında olanları da liberal reformist bir batakta kulaç atanları da üç aşağı-beş yukarı aynı durumdadır.

Bu tabloyu doğuran nedenler başlı başına ele almayı gerektiren ayrı bir inceleme ve tartışmanın konusudur. Kaldı ki X olarak kendimizi de ayırmadan konuyu değişik açılardan ele alan çok sayıda çözümleme ve tespit vardır literatürümüzde. Buna rağmen solu bu hale sürükleyen nedenler bahsinde dile getirdiğimiz temel zaafların çoğunun kökünü maalesef kendi içimizde bile kurutamadık.

Bunların başında da burjuvaziyi ve kapitalizmi bırakıp başkalarına ve birbirimize karşı politika yapma ufuksuzluğu ve kolaycılığı geliyor. Devrimi örgütleme iddiası anlamında devrimci iktidar iddiası ve yönelimindeki korkunç zayıflık geliyor. Kendi adımıza çemberi bir yerlerden kırma iradesi ve ısrarını gösterdiğimiz halde genel olarak sınıftan ve emekçi yığınlardan kopukluk geliyor. Marksizm-Leninizm’e ve devrimci teoriye uzaklığın da ötesine geçen yabancılaşma geliyor.

Uzun sözün kısası, insanlığın tarihsel ilerlemesi doğrultusunda değişimin öncüsü olması gereken sol ne tarihsel koşullardaki değişimin ne de nasıl bir kavşakta bulunduğumuzun farkındadır. Sol’un liberal kanadı “yenilenmeyi” devrimci olan ne varsa tamamını bordadan atmakta görüyor. Radikal kanatta ise “devrimcilikte ısrar” eski kafa eski tarz eski biçim eski yöntemlerde ısrar olarak görülüyor. Her iki cenahta da sonuç hüsran. Solun mevcut güçsüzlüğü ve etkisizliğine eklenen yeni hayal kırıklıkları ve prestij kaybı da cabası.

Kürt özgürlük hareketi cephesinde durum biraz daha farklı. Uğradığı sistematik saldırıların yarattığı yıpranma ve yorgunluklara karşın Kürtler hâlâ ayakta ve diri bir demokrasi dinamiği. Fakat o cephede de bariz bir politik tıkanma yaşanıyor.

Bunun sadece Kürtler ve onun öncülerinden kaynaklanmayan tarihsel ve güncel bir dizi nedeni var. Bunların başında da dünyanın bütün emperyalist güçleri ve bölge gericiliklerinin aralarındaki bütün çelişkilere karşın Kürtler ve onların tümüyle meşru hakları söz konusu olduğu zaman Kürt karşıtlığında birleşmeleri geliyor.

Ayrıca, öncesi de bir yana 40 yılı aşkın bir süredir Kürdistan’ın her parçasında dişe diş bir silahlı mücadele yürütmenin bu hareketin temel dayanağını oluşturan Kürt emekçi sınıflarında yarattığı tamamen anlaşılır savaş yorgunluğunun payı gözardı edilemez.

Bunlar gibi daha bir dizi nesnel etken söz konusudur. Dolayısıyla Kürt hareketinin mevcut durumunu ve performansını ele alırken bunlara gözünü kapatan her türlü değerlendirme ve eleştiri sadece nesnellikten uzaklaşmakla kalmaz, büyük bir haksızlık ve vicdansızlık olur.

Ne var ki, nesnel etkenlerden kaynaklı dezavantajların Kürt özgürlük hareketinin bugün yaşadığı politik tıkanmadaki rolünün üzerinden nasıl atlanamazsa, hareketin politik önderliğinin bıraktığı boşluklar ve kimi yanlış politikaların bu sonuç üzerindeki payının üzerinden de aynı şekilde atlanamaz.

Bunların başında da Kürdistan’ın hem nüfus hem toprak genişliği hem politik önem ve ağırlık hem de diğer parçalar üzerindeki etkisi ve çekim gücü bakımından en büyük ve en gelişkin parçasını oluşturan Kuzey’deki hareketin yönlendirilmesinde son yıllarda bırakılan büyük boşluklar, koşullardaki değişmeleri dikkate alarak yeni taktikler üretmekte sergilenen yetersizlik, bu arada yapılan bazı vahim hatalar gelir.

Dikkatlerin özellikle de 2015 sonrası Kürtlerin tarihsel özlemini oluşturan onurlu bir statünün elde edilmesine çok yaklaşılan Rojava Devrimi üzerinde yoğunlaşması, bu arada Türkiye genelinde yasal cephede bariz bir güç haline gelinmesi bu ihmalin başlıca nedenleri oldu. Fakat aynı nedenler, bırakılan boşluklardan kaynaklı olarak izlenen yanlış taktikler nedeniyle bu kez çok ağır bedellerin ödendiği süreçleri tetikledi.

O kesitte peş peşe etkileyici sonuçların alındığı Rojava Devrimi’nin gelişim seyrini körü körüne taklide soyunarak Türk devletinin gücünü ve vereceği tepkinin şiddetini hiç hesaba katmadan özerklik ilanına kalkışılması ve arkasından yaşanan “hendek savaşları” bu vahim hataların en büyüğü ve en yıkıcısı oldu. O hesapsız çıkış, sadece Kürt kentlerinin yerle bir edilmesiyle kalmadı, daha da vahimi hareketin deneyimli kitle önderleri ve yerel milis güçlerinin büyük bölümünün imhasına yol açtı.

O süreç ve devamında sergilenen yetersizliklerin hareketin tabanında yol açtığı acılar ve yaşanan hayal kırıklıklarının büyüklüğü ayrı bir yıkım yarattı.

Dolayısıyla Kuzey’de siyasal ve moral dengeleri alt üst eden o sürecin devrimci bir muhasebesi yapılıp samimi ve cesur bir özeleştirisi verilmediği sürece Kürt halkı içinde derinleşen savaş yorgunluğunun üstesinden gelinerek eskisi gibi güçlü ve militan kitle seferberliklerinin örgütlenmesi çok zor görünmektedir.

Kürt özgürlük hareketi bugün askeri alanda da geçmişe kıyasla belirgin bir inisiyatif kaybı yaşıyor. Askeri açıdan bu gerillanın zayıflığı ya da yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Türk burjuva devletinin sahip olduğu güç ve imkanlarla elde ettiği teknolojik üstünlüğe dayalı göreli ve geçici bir durumdur. Yanı sıra petrol hırsızlığı başta olmak üzere Tayyip Erdoğan ve damatlarının suç ortağı Barzani yönetiminin işbirlikçi tutumunun payını da unutmamak gerekiyor.

Fakat bu noktada asıl olarak Türk devletinin strateji değişikliği görülmeli. Geçmişte TC sınırları içinde alan hakimiyetini elde tutmaya dayalı bir strateji izleyen Türk burjuva devleti, elindeki teknolojiyi de kullanarak bugün savaşın ağırlık merkezini Güney’e kaydırıp gerillayı orada bloke ederek darbeleme stratejisi izliyor. Bu değişimin gerisinde ise sadece Kürt politikası ve gerillayla savaş tarzında bir değişim değil, Suriye’yi de içerecek tarzda genel bir bölge stratejisi yatıyor.

Bugünkü Türkiye gerçekliğine baktığımız zaman hayatın değişik alanlarında değişik biçimlere bürünmüş olarak karşımıza çıkan değişim birçoklarını afallatıyor. Yeni durumun gerisinde yatan nedenleri, içerdiği tehlike ve fırsatları devrimci bir gerçekçilikle ele alıp proletarya ve emekçi yığınların tarihsel amaç ve çıkarları doğrultusunda değerlendirecek isabetli yeni politikalar, yeni strateji ve taktikler üretimine yönelineceği yerde ortaya çıkan yeni gerçeklik kafalardaki kalıplara uydurulmaya çalışılıyor.

Yıllardan beri süreçlerin arkasından sürüklenen, çoğu kez bunu bile başaramayan Türkiye solunun bu seyirci konumunu bozduğu tek alan olup bitenlere sonradan ideolojik bir kılıf dikmeye soyunmak. Bu noktada sorun sadece “geç uyanmak”la da sınırlı kalmıyor. Karşımıza çıkan yeni gerçekliği güya çözümlerken Marksizm-Leninizm’in ya da sahip olduğumuz devrimci dünya görüşünün bütünlüklü bir tarzda tutarlı uygulaması yerine onun ve ele aldığımız gerçekliğin seçilmiş belirli yön ve parçalarına dayanan bir keyfilikle hareket ediliyor.

Türkiye’nin özellikle bölge stratejisindeki değişiklikleri “alt ya da bölgesel emperyalizm” yönünden okumak, açıklık sağlamaktan çok belirgin bir kafa karışıklığını yansıtan bu tarz çözümlemenin tipik örneklerinden biridir.

2000’ler sonrasının Türkiye’sini “alt ya da bölgesel emperyalist” olarak tanımlamak “moda” haline geldi. Bu tezin savunucuları Türkiye ekonomisinin 1980 sonrası yaptığı göreli sıçrama ile Kürt özgürlük hareketine karşı “milli güvenlik” gerekçesini bahane ederek önceleri Irak’la sınırlı başlayan askeri güç kullanımını doğal kaynaklar üzerinde hak iddialarını da içerecek şekilde Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya’ya kadar genişletmesi, Bosna’dan Somali’ye kadar değişik ülkelerde askeri üsler kurmasını kendilerine dayanak yapıyor. Türk tekelci burjuvazisinin inşaat sektörü dışında beyaz eşya, tekstil, çimento, cam ürünleri başta olmak üzere başka sektörlerde de Balkan ülkelerinden Kuzey Afrika’ya kadar çok sayıda ülkede yaptığı yatırımlara işaret ediyorlar.

Bu ekonomik ve askeri yayılma örneklerini ekonomik-sınıfsal temellerinden kopararak AKP iktidarının neo Osmanlıcı heveslerine ve kültürel hegemonya inşasına bağlayan “Marksistler” bile çıkabiliyor.

Aralarındaki bütün farklılıklara karşın “emperyalist Türkiye” tezinde birleşenlerin hepsi en başta Leninist emperyalizm tahlilinin reddinde ortaklaşıyorlar. Marksist materyalizmin devrimci bir uygulaması olarak bu tahlilin ayırt edici yönlerinin başında gelen emperyalizmin tekelci karakteri ile onun siyasetinin ekonomisinden ayrılamayacağı gerçeğini farklı biçimlerde bir kenara bırakıyorlar.

İkinci olarak, ekonomide olduğu gibi dünyaya hakimiyet konusunda da her zaman azaminin peşinde koşan tekelci karakterinde bir zayıflama ya da değişim anlamına gelmemekle birlikte emperyalist hegemonyanın yürütülüş biçimleri ve uluslararası işbölümünde meydana gelen farklılıkları –bunlara yol açan nedenlerle birlikte- gözden kaçırıyorlar.

Üçüncü olarak, Türkiye’nin “alt” ya da “bölgesel” bir emperyalist güç haline geldiğini ileri sürerken dünyadan Türkiye’ye gelmek yerine Türkiye’nin kendisinden hareket ediyorlar. Tekelci kapitalizm olarak emperyalizmin günümüzde dünya-tarihsel bir sistem olduğu gerçeğini “unutarak” Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve askeri yönlerden attığı adımları onun geçmişiyle kıyaslayarak aradaki farkı baz alıyorlar.

Bu arada 1980 sonrası kendi içinde yaptığı üçüncü büyük tarihsel sıçramaya rağmen Türkiye kapitalizminin emperyalizme olan yapısal bağımlılığı hepten unutuluyor (Bunun karşı kutbunu da her konuda mutlak bir tabiyet ilişkisi olarak algılanan bu bağımlılık ilişkisinin yoğunluk ve sıkılık bakımından belirli bir kesitte izlenen birikim modelinin özellikleri, tarihsel koşullar ve dünya dengelerindeki farklılıklar yanında egemen konumdaki emperyalist gücün göreli gerilemesiyle bağımlı konumdakinin göreli güç kazanması vb. gibi etkenlere bağlı olarak değişim geçireceğini, görece gevşeyip-katılaşacağını hiç dikkate almayan dogmatik kütlük oluşturuyor).

Marksist diyalektik materyalizmden ve Leninist emperyalizm tahlilinden bu denli kopuk bir yöntem izlenerek varılan sonuç – “emperyalist Türkiye” iddiası- haliyle yanlış ve yanıltıcı oluyor.

Türkiye’nin bölgesinde “alt emperyalist bir güç” haline geldiği iddiasına dayanak yapılan ekonomik ve askeri göstergelerin çoğu doğru. Fakat kendisini sadece bunlarla sınırlayıp bunlar üzerinden yürütülen bir tartışma, gerçeği arama çabasından uzaklaşan demagojik bir bilek güreşine dönüşmekten kurtulamaz.

Bu noktada asıl problem o göstergelerin okunuşunda kendini göstermektedir. Örneğin Türk tekelci burjuvazisinin birçok sektörde emeğin Türkiye’den dahi daha ucuz olduğu Balkan, Kafkas, Orta Asya ya da Kuzey Afrika ülkelerine yayılması, buralarda fabrikalar kurup büyük projeler üstlenmesi neoliberal birikim modelinin temel bileşenlerinden biri olarak emperyalist tekelci burjuvazi tarafından dizayn edilen uluslararası yeni kapitalist işbölümünden kopuk ele alınamaz. Bu yeni işbölümünde dünya ekonomisinin de patronları konumunda olan emperyalist burjuvazi ve tekeller kendilerine çok daha fazla artı değer kazandıracak gelişkin teknolojilere dayalı alanlara yönelirken bunlar kadar kârlı görmedikleri sektörleri bağımlı ülkelerin burjuvazilerine bıraktılar. Onlar da emeği daha ucuza sömürebilecekleri farklı ülkelere doğru açıldı.

Basitleştirerek resmetmeye çalıştığımız bu yeni hiyerarşik düzende elde edilen toplam artı-değerin aslan payı kredi, borç, patent hakkı, teknolojik bağımlılık vb. yollar dışında emperyalist para sermayenin sermaye birikimi yetersiz bağımlı ülkelerdeki spekülatif faaliyetleri sonucu yine emperyalist burjuvazi ve tekellerin kasasına akıyor. Bu arada bağımlı ülke burjuvazisinin payına da tabii ki bazı ek kırıntılar düşüyor.

Dolayısıyla Türk tekelci burjuvazisinin başka ülkelerde yaptığı yatırımları bu mekanizmadan kopuk ‘kendinde şey’ olarak ele alıp yorumlayamayız.

Benzer bir hata, çevre ülkelerdeki Türkiye’nin askeri faaliyet ve eylemlerini ABD ve AB emperyalizminin bölge politikaları ve bu bağlamda paralı vurucu güç ihtiyacı dışında Trump yönetiminin ekonomide olduğu gibi askeri bakımdan da geleneksel yayılma stratejisi yerine kısmi içe kapanmayla birleşik olarak Çin üzerinde yoğunlaştırma stratejisine yönelmesinden, bu arada ortaya çıkan kimi boşluklardan kopuk ele almakta kendini gösteriyor.

Erdoğan rejiminin tabanını konsolide etmenin yanında dikkatleri ülke içindeki sorunlardan uzaklaştırma ihtiyacının yakıcılaşmasına bağlı olarak Türkiye’nin yer yer sınırları zorladığı durumlar da oluyor tabii ama bunlar bile sözünü ettiğimiz boşluklardan yararlanarak yapılan hamleler. Hem Suriye hem Libya hem de Doğu Akdeniz örneklerinde defalarca tanık olduğumuz gibi bunların hepsi mutlaka ABD ya da Rusya’nın onayıyla ve ancak onların izin verdiği sınırlar içinde gerçekleşebiliyor. Dolayısıyla bunlar da kimseyi umursamayan emperyal bir gücün bağımsız hamleleri olarak çıkmıyor karşımıza.

Türkiye solu hâlâ “Türkiye alt emperyalist bir ülke mi değil mi”, “mevcut rejimi faşizm olarak mı tanımlamak gerekiyor yoksa henüz diktatörlük yönünde bir gidiş içinde miyiz”, “Güçlendirilmiş bir parlamenter sistem talebi mi daha önemli ve yakıcı yoksa Cumhuriyet’in ve lâikliğin savunulması mı” gibi tartışmalarla nefes tüketiyor. Kısacası ne yaşadığımız ve nereye gittiğimiz üzerine çoğu verimsiz-kısır tartışmalar yürütüyoruz ama ne yapmalı sorusuna verilen çekim gücü yüksek bir yanıt yok ortada.

Bazı sol çevrelerin böyle bir derdi bile yok. Onlara göre geçmişte neyi nasıl yapmışsak bundan sonrasını da onları taklit ederek getirebiliriz. Köprülerin altından hangi suların aktığının dahi farkında olmayan bu akıl dışı tutumlar kaçınılmaz olarak hüsranla sonuçlanıyor. Fakat bu arada mücadele ve hesap sorma isteğini kamçılamak şurada dursun güçsüzlük duygusuna ve umutsuzluğa kan taşıyarak devrimci harekete güven duygusunun kaldığı kadarını da kemiren bir rol oynuyor.

Sonuç olarak, kapitalizme ve burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı güçlü devrimci ataklar geliştirebilmek için Marksist literatürdeki tanımla “nesnel koşullar” gözle görülür bir olgunluk kazanmış durumda. Buna karşın etkili bir devrimci öncülüğün yokluğu anlamında “öznel koşullar” korkunç zayıf ve yetersiz. Başlı başına bu çelişkinin kendisi toplumun muhalif kesimleri içinde umutsuzluk ve moral bozukluğu kaynağı.

Özümsenmiş samimi bir devrimcilik iddiası açısından ise bu tablo hem bir utanç nedeni hem de bir yangın alarmıdır. Daha doğrusu böyle okunmalıdır. Bu anlamda hem örgütsel hem de bireysel düzlemlerde devrimcilikte ciddiyet ve tutarlılığın ölçütü olarak görülüp kullanılmalıdır.

Nesnel koşulların elverişliliğini vurgularken komünistler ve devrimciler olarak bizlerin -en azından bugün için- gücümüzü aşan niteliği nedeniyle o nesnelliğin sınırlandırıcı/engelleyici kimi öğelerini elbette gözden kaçıramayız.

Bu bağlamda burjuvazinin yönetme sanatındaki ustalığıyla sistemin krizindeki derinleşmeye paralel olarak dünyanın her yerinde pervasızlaşıp yoğunlaşan burjuva devlet terörünün radikal devrimci güçler başta olmak üzere toplumsal muhalefet dinamiklerinin etrafına ördüğü boğucu çemberin üzerinden atlayamayız. O nedenle burjuvazinin neoliberal yeniden yapılanma döneminde ele geçirip pekiştirdiği üstünlük ve avantajları, özellikle 1980 öncesi yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde gelişmiş teknolojiye dayalı gözetim ve denetim sistemlerinden kaynaklanan dezavantajları hiç hesaba katmayan bir eleştirellik ve sorgulama, artniyet taşımadığı durumlarda bile insaf ve vicdanla bağdaşmaz.

Fakat devrimciler olarak kendi payımıza şu gerçeği de görmek zorundayız:

Bizi asıl sınırlandıran ve bu kadar etkisiz hallere düşüren engeller öncelikle kendimizden kaynaklı. Kendi kendimizi hapsettiğimiz iç çemberlerimizi bir türlü kıramadığımız için sıra bizi aşan nedenlerden oluşan dış çemberlere gelemiyor bir türlü. Onlara dayanıp zorlamak şurada dursun yanına bile yaklaşamıyoruz. Bundan ötürü zaten burjuvazi ve faşist rejim çoğu kez kaale dahi almıyor bizleri.

Bu iç engellerimizin başında ülke politikasında esamesi okunmayan cılız ve etkisiz muhalif odakçıklar olarak kalmayı kanıksayıp içimize sindirmiş olmak geliyor. Devrimi örgütleme iddiası anlamında devrimci iktidar bilincinin zayıflığı Türkiye solunun 12 Mart sonrası dönemden itibaren adım adım yitirdiği, bu anlamda yapısallaşmış bir zaafıydı zaten. 2000 sonrasının genel tasfiyecilik dalgası sonrası hepten silikleşip kayboldu. Burjuvazinin iktidarına meydan okuyan ülke çapında etkili militan devrimci bir iddianın sahibi olmak yerini sınırlı güçlerle yürütülen sınırlı faaliyetler sırasında kaydedilen küçük ve göreli ilerlemelerle yetinen hatta bunlarla başı dönen bir iddiasızlık ve kendinden hoşnutluk aldı.

İşin kötüsü toplumsal muhalefet güçleri içinde bir yanıyla bunu besleyen bir ruh hali ve beklenti var. Sistemdeki ve burjuva rejimlerdeki çürümenin bütün derinliğine ve açıklığına karşın yıllardan beri sürekliliği olan etkili bir devrimci sınıf ve kitle hareketinin örgütlenememiş olmasından kaynaklanan bir beklenti bu. Küçük bile olsa somut adımlara ve başarılara ihtiyaç duyuluyor. Genel durgunluk tablosunda farklılık yaratan her adım bu yüzden hak ettiğinin ötesinde bir ilgi ve heyecan uyandırabiliyor.

Fakat ileriye doğru attığımız mütevazı adımların yarattığı yankı, örgütleri ve devrimci kadroları daha büyük ve daha ileri hedeflere yönelten devrimci bir motivasyon etkeni olarak iş göreceği yerde tersine yapılanla yetinen bir rehavet etkenine dönüşüyor. Atılan küçük bir adımın yarattığı heyecan ve sahiplenmeden hareketle sürekliliği olan daha cüretkar çıkış ve adımların nasıl sıçramalı bir gelişme potansiyeli içerdiğini görmek yerine elde edilenle tatmin duygusu öne geçiyor.

Kısacası bir yönüyle dönemin ihtiyacı olan somut başarılar doğru yorumlanıp devrime öncülük iddiasının dönemsel sorumluluklarının kavranışına dayalı tarihsel bir perspektifle ele alınmadığı sürece bir yönüyle de mevcut ilişkiler ve pozisyonu koruyarak doğrusal bir çizgide göreli ilerlemelerle yetinen iddiasızlık ve sıradanlaşmayı besleyen olumsuz bir rol oynuyor.

O nedenle bugün hep birlikte yaşadığımız nitelik ve irtifa kaybını tersine çevirmek, kimsenin kaale almadığı cılız muhalefet odakcıkları olmaktan çıkıp süreçlerin gelişimi üzerinde etkide bulunabilmek için TDH niteliksel bir sıçrama yapmak zorunda. Başka bir anlatımla devrimcilikte düzlem farklılaşması yaratmak zorundayız. Bunun tayin edici halkasını yüzümüzü sınıfa ve emekçi yığınlara dönmek oluşturuyor. Onlarla kitlesel ölçeklerde buluşup kaynaşabilmek için inatçı bir çaba ve yönelim içine girmemiz gerekiyor.

Kasım 2020