İçinde bulunduğumuz tarihsel döneme rengini veren karakteristik özelliklerin başında bütün dengelerin, geleneksel ilişki ve düşmanlıkların, yerleşik anlayış ve ölçülerin vd. alt üst olduğu ‘kaotik bir geçiş dönemi’ özelliği taşıması geliyor. Dünyada da bölgede de Türkiye’de de hiçbir şeyin eskisi gibi olamadığı ama yerlerine yeninin de henüz konulamadığı/kurulamadığı bir tarihsel kesitteyiz
Yerleşik kuralların, geleneksel konumların, aidiyet bağlarının, siyasal-moral değerlerin, ihtiyaçların, çıkarların, beklentilerin… farklılaşmasına bağlı olarak zeminin fazlasıyla kayganlaştığı akışkanlığı yüksek bir süreç bu. Dolayısıyla ‘ani‘ gelişme ve sürprizlere çok açık ve gebedir. Sürecin her an her şeyin olabileceği sıçramalı gelişmelere açık karakterinden ötürü tehlikeler ve fırsatlar iç içedir, ikisi de büyük ve tarihseldir.
Bunun temelinde emperyalist kapitalizmin yaşadığı çok yönlü ve katmanlı kriz yatıyor. Kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan bir sistem krizi bu. Fakat bu krizi sistemin önceki devrevi krizlerinden farklı kılan bir özellik var:
“Asalaklaşıp çürüyen kapitalizm” olarak emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte “tarihsel bakımdan ömrünü dolduran” kapitalizm, sistem olarak bugün fiziki açıdan da bariz bazı sınırlara dayanmış durumdadır. Dolayısıyla sermayenin krizini bir kez daha öteleme yeteneği -bazılarının düşündüğü gibi- büsbütün ortadan kalkmış olmamakla birlikte tekelci burjuvazinin hareket alanı belirgin bir biçimde daralmış durumdadır. Dünya çapında olduğu gibi tek tek ülkeler bazında da egemen burjuvazinin bu sıkışmışlık hali, insanlık ve doğa açısından büyük tehlikeler yanında umulmadık patlamalar dahil sıçramalı devrimci gelişme fırsatlarını da içinde taşımaktadır.
***
“Dünya felakete gidiyor”, “Altıncı Yok Oluşa -Extintion- koşar adım”, “Üçüncü dünya savaşının eşiğinde miyiz?”, “Tarihin en utanç verici günleri”… Dünyanın güncel durumunu ve gidişi tanımlama sırasında buna benzer tespitlerle çok karşılaşıyoruz. Bunların herbiri gerçekliğin -tabii ki belli yönlerden- ifadesi. İnsanlık bugün tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar somut ve yakın bir tehlike olarak “barbarlık içinde yok oluş…” tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Doğanın tahribi ve iklim krizi bazı yönlerden geri dönülebilir sınırları çoktan aştı ve bu yıkım akıl almaz bir vurdumduymazlıkla hız kesmeden sürüyor. Öncekilerden çok daha ağır felaketler doğuracağı açık ve kesin olan yeni bir dünya savaşı tehlikesi ise burnumuzun ucuna kadar gelmiş durumda. Bunların ikisi de insanlığın bugünü ve geleceği açısından fazlasıyla tehlikeli ve korkutucu gelişmelerdir. Üstelik bunlara eklenebilecek başka tehlikeler de var.
Irkçı faşist parti ve hareketlerin dünya çapında yükselişiyle çığlaşan göç olgusuna paralel tırmanan göçmen düşmanlığı bunlar içinde öne çıkanlar. Bir de genellikle gözden kaçırılanlar var: Ellerinde muazzam bir ekonomik, siyasi ve askeri güç bulunduran burjuvalarla onların temsilcisi siyasetçilerin sadece insanlıktan değil stratejik akıl ve öngörüden de yoksun çapsızlıklarıyla en umutsuz anlarda bile bir biçimde bir yerlerden uç veren çoban ateşlerinin kesintisizliğine rağmen Nazım’ın tanımıyla “büyük insanlık”ın dünyanın hali ve gidişine ilişkin kayıtsızlığı. Bu son saydıklarımız bir yönüyle ‘sonuç’ olarak görülüp değerlendirilebilecek etkenler belki ama bugünün gerçekliğini oluşturan bütünlük içinde tehlikeleri daha da büyütüp korkutucu hale getiren nedenler olarak iş görüyorlar.
Bu olgular, günümüz dünyasının öne çıkan çizgilerini oluşturuyor. Bu açıdan herbiri gerçeğin farklı yönlerinin ifadesidir. Fakat kendisi (bütünü) değildir. Daha da önemlisi temelde yatan ‘nedeni’ değil ondan kaynaklanan ‘sonuçları’ dile getiriyorlar. Dolayısıyla dünyanın bugünkü durumunu ve gidişini salt bunlara dayanarak, daha doğrusu bunlardan hareketle okumaya çalışan her çözümleme çabası tek yanlı bir darlıktan kurtulamaz. Dahası, esas aldığı dinamikle doğrudan ilişkili olmayan gelişme ve süreçleri açıklamakta yetersiz kalır.
Karşılaştığımız bütün ürkütücü süreç ve gelişmelerin temelinde kriz olgusunun yattığını görmekle birlikte krizin okunuşunda düşülen iki stratejik hatadan kaynaklanmaktadır işaret ettiğimiz bu yanılgı:
Bunlardan birincisi -ve tayin edici olanı- sistemin içine sürüklendiği krizi ve onu doğuran nedenleri görürken kapitalizmin ‘kendisini yenileme’ imkân ve potansiyellerinin gözden kaçırılmasıdır. Marksizmin önderlerinin Komünist Manifesto’dan başlayarak dikkat çektikleri onun bu yeteneğinin atlanması kriz eşittir devrim şeklinde özetleyebileceğimiz kendiliğinden devrim beklentilerine kaynaklık eder. Bu beklenti, fiili bir uyuşukluk ve iradesizleşmeye davetiye çıkarır. Bundan kaçınmak gerekir.
Kapitalizmin bugün içinde debelendiği katmanlı krizini sadece doğurduğu yıkıcı sonuçlar ve tehlikeler yönünden okuyan kriz algıları, ikinci olarak bu sürecin aynı zamanda burjuvazinin yeni bir üretim/birikim modeli arayışını içerdiği gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Bu sadece yeni bir üretim örgütlenmesi, yeni bir uluslararası işbölümü ve siyasal ilişkiler düzeninin kurulmasıyla sınırlı olmayıp yeni bir emek rejimi, yeni bir siyasal sistem, yeni hegemonya teknikleri boyutlarını da içeren total bir yeniden yapılanma sürecidir. Bu aslında nihai biçimini henüz almamış bir arayış halidir. İçinde bulunduğumuz tarihsel evrenin kuralsızlaşma, belirsizlikler ve kaosla karakterize olması bunun sonucudur.
***
Marks “kapitalizmin en önemli değişiklikleri krizlerini aşmaya çalışırken yaşadığını” belirtir. Kapitalizmin krizleri insanlığın toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin, aynı anlama gelmek üzere bilimsel-teknolojik gelişmelerin de katkısıyla emek üretkenliğindeki artışın sonucudur. Kapitalist sistemin temel özelliğini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olması ve tamamen kâr amaçlı üretimin anarşik karakteri bu üretkenlik artışını kriz etkenine dönüştürür. Dolayısıyla sistemin devamı, daha önce yaratıp geliştirdiği mevcut üretici güçlerin olağanüstü boyutlarda tahribini gerektirir. İşsizlik, açlık ve sefaletin akıl almaz boyutlar kazanması yanında yeni paylaşım savaşları, iç savaşlar, etnik temizlik ve soykırımlar bu tahribatın önde gelen araçlarıdır. Bu korkunç yıkım ortamında bir yandan da üretimin -tabii ki kapitalist temellerde- yeni bir biçimde yeni baştan örgütlendiği yeni bir emek rejiminin, yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin, buna uygun bir siyasal yapılanmanın, hegemonyanın yeni biçim ve araçlarının belirtileri filizlenir.
Dolayısıyla bugün karşımıza çıkan bütün ürkütücü -aynı zamanda tiksindirici- olgu ve süreçler (nükleer silahları kullanma tehditlerinin eşlik ettiği yeni bir dünya savaşı tehlikesinin büyümesi, ırkçı faşist hareketlerin yükselişi, Filistin’de aylardır süregelen hayasız soykırım, göçmen kırımının olağanlaşması, doğa talanının akıl almaz boyutlar kazanması, ekolojik sistemlerin darmaduman edilişi, silahlanma ve yağma yarışının uzaya taşınması vb.) bu bağlam içinde okunmalıdır. Bunlar kapitalist sistemin doğası yanında burjuvazinin krizden çıkış arayışlarından kaynaklanan sonuçlardır. Daha doğru bir anlatımla, iflasın eşiğine dayanmış kapitalist sistemin yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yeni bir birikim modeli arayışındaki emperyalist burjuvazinin aklından geçen yönelimlerin mevcut koşul ve dengelerin imkân verdiği sınırlar içinde hayata geçmesinin tezahürleridir. Bu sonuçlarda cisimleşen yönelimlerin hangi yollardan geçerek nasıl bir sistemik bütünlük oluşturacakları önümüzdeki yıllarda dünya çapında yaşanacak irili-ufaklı sınıf çatışmaları tarafından belirlenecektir.
Fakat emperyalist burjuvazinin nasıl bir düzen peşinde koştuğuna dair kimi temel çizgiler bugünün olgu ve gelişmeleri içinde giderek daha belirginlik kazanıyor. Ekonomiden siyasete, uluslararası ilişkilerden günlük toplumsal ilişkilere kadar hayatın hemen her alanında kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutan kural tanımazlığın kural hale gelmesiyle tekelci burjuvazinin teknolojinin ulaştığı düzeye de güvenerek hem üretici hem de tüketici olarak işine yaramayacağını düşündüğü vasıfsız yığınları artık ‘taşımaya değmeyecek bir yük’, düpedüz ‘çöp’ olarak görmesi bunların başında geliyor.
Bu bağlamda ortaya çıkışından bu yana kapitalizme eşlik eden ve yoksulluğun nedeninin kapitalist sömürü, servet-yoksulluk kutuplaşması değil nüfusun hızlı artışı, dolayısıyla emekçilerin kendisi olduğunu iddia eden Malthusçuluğun ve sosyal Darwinizm’in güncel versiyonlarını oluşturan en pespaye ırkçı yaklaşım ve görüşlerin son 50-60 yılda tanık olmadığımız kadar popülerleşmesi dönemin ruhuna uygundur.
Dönemin ruhunu yansıtan en çarpıcı göstergelerden biri de Trump ile Elon Musk koalisyonunda somutlanan parmakla sayılabilecek kadar az süper zenginler oligarşisi arasındaki ittifak olsa gerektir. Trump’ın kurduğu yeni ABD yönetiminde tam 13 dolar milyarderi resmi görev üstlendi. ABD özgülünde ete-kemiğe bürünmüş olarak karşımıza çıkan bu plütokratik iktidar kompozisyonu, siyasetle olağanüstü boyutlarda tekelleşmiş teknoloji ve ekonomik gücün birbirlerini dolaysız yönlendirecek ölçüde iç içe geçtiği kural ve sınır tanımayan korkunç bir güç yoğunlaşmasını simgeliyor. Ekonomik olduğu kadar askeri ve teknolojik güç bakımından da dünyanın en büyük emperyalist gücünün yönetimine gelen bu ittifak, nerede ne zaman ne yapacağı belirsiz bir dengesizlikle uzayı dahi özel mülkü olarak görüp kolonileştirmenin peşinde koşar hale gelmiş emperyalist açgözlülüğün bileşimini temsil ediyor. Biri müttefiklerinin topraklarına bile göz dikecek kadar pervasız diğeri elindeki muazzam güç ve olanakları kullanarak açık açık faşist bir enternasyonal örgütlemeye soyunan bu ikili, sınıf olarak burjuvazinin ve sistem olarak emperyalist kapitalizmin ne denli çürüdüğünün cisimleşmiş ifadeleri aynı zamanda. Sahip oldukları güç ve imkanlarla birlikte düşünüldüğünde Trump-Musk ittifakı proletarya ve halklar açısından nasıl büyük tehlike ve risklerle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor bizlere.
“Sermaye, (…) pratikte insan soyunun yaklaşmakta olan çöküşü ve sonunda kuruyup gitmesi ihtimalini en fazla dünyanın güneşin içine düşmesi ihtimalini ettiği kadar dert eder. Her borsa dolandırıcılığında herkes çöküşün er ya da geç geleceğini bilir ama herkes de altın yağmurunu yakalayıp elde ettiklerini güvenli bir yere istifledikten sonra borsanın komşusunun başına çökmesini umar. Benden sonra tufan- bu her kapitalistin ve her kapitalist ülkenin düsturudur.” (Marx, Kapital)
Günümüzde dünyanın gidişine -ülkeler ölçeğinde de- frenleri büsbütün patlamış bu bencil açgözlülük yön vermektedir.
***
Bugün tanık olduğumuz ürkütücü olgu ve süreçler içinde özellikle ikisi insanlığın bugünü ve geleceği açısından en büyük tehlikedir: Bunlardan birincisi yeni bir emperyalist dünya savaşı olasılığının kapıya dayanması; ikincisi ise yeryüzündeki eko sistemlerin sistematik tahribi sonucu büyüyüp derinleşen iklim krizidir.
Bunların her ikisi de insanlığı ve dünyayı yok oluşa sürükleme riski içermektedir. Üstelik her iki konuda da giderek hızlanan ürkütücü bir gidiş söz konusudur. Tehlikelerin bilincine varmış idealist güçlerin cılız çırpınmaları dışında dünya kamuoyunun sergilediği genel kayıtsızlık ise her iki konuda da tehlikeyi büyütmekle kalmayıp yakınlaştırmaktadır. Gidiş bu açıdan büyük acı ve yıkımlara yol açan birinci ve ikinci emperyalist savaşlar öncesini çağrıştırmaktadır.
Savaş tehlikesi bugün asıl olarak ABD’nin 1990’larla 2000’lerin başlarında ele geçirdiği rakipsiz hegemon konumunu yitirerek inişe geçmesinden kaynaklanıyor. Günümüz dünyasında ABD’nin hegemonyasını tehdit eden rakiplerin başında ise Çin geliyor. Çin, 2000 yılında ilan ettiği “2020’de ABD’ye yetişmek, 2030’da ise onu yakalayıp geçmek” stratejisini hayata geçiriyor. Fakat bugün özellikle ekonomik ve ticari açılardan ABD’yi sıkıştırıp altını oyan bir konuma gelmiş olmakla birlikte askeri ve teknolojik yönlerden ABD ile boy ölçüşebilecek bir güç olmaktan hâlâ uzaktır. Bu nedenle, Tayvan’ı egemenliği altına alma konusundaki niyet ve kararlılığını vurgulamak amacıyla Güney Çin Denizi’nde zaman zaman giriştiği gövde gösterileri dışında askeri eylem ve çatışmalardan -şimdilik- kaçınan bir profil çiziyor. Çin’in Ukrayna Savaşı ve Ortadoğu’yu alt üst eden İsrail saldırganlığı karşısında sergilediği beklenmedik ölçüde pasif tutum bu politikanın sonucudur. Bu sessiz ve sakin görünümün arkasında hangi hesap ve hazırlıkların yattığına, Çin’in ABD’nin karşısına ne zaman askeri gücüyle de çıkacağına dair kesin yargılarda bulunamayız fakat Soğuk Savaş yıllarının dehşet dengesinden farklı olarak bugün attıkları her saldırgan adımın arkasındaki asıl hedefi oluşturan en büyük rakiplerinin bu sinikliğinin ABD ve müttefiklerinin pervasızlığını kamçılayan bir rol oynadığı açıktır.
Emperyalist rekabetin keskinleşmesinden kaynaklanan savaş tehlikesini ortadan kaldırmamakla birlikte günümüzdeki gidiş bu açıdan birinci ve ikinci emperyalist savaş öncesinden farklıdır. O kesitlerde hegemonya rekabetine sonradan katılan ‘yükselen emperyalist’ güç olarak Almanya, eski gücünü yitirmeye başlayan, bu anlamda ‘inişe geçen’ eski hegemon İngiltere (ve müttefiki Fransa) karşısında sadece ekonomik değil askeri açıdan da belirgin bir atak içinde olmasıyla savaşı ‘kışkırtan’ bir rol oynamıştır. Bugün ise ekonomik, ticari, diplomatik hatta ideolojik alanlarda eski mutlak üstünlüğünü kaybetmeye başlamakla birlikte özellikle askeri ve teknolojik üstünlük avantajını da yitirmeden sarsılan konumunu tahkim etme amacıyla hareket eden hegemon güç ABD -tarihsel suç ortağı İngiltere’yle ittifak halinde- savaşı kışkırtan taraf konumundadır. Dolayısıyla günümüzde savaşa karşı mücadele, öncelikle ABD-İngiltere ittifakıyla arkalarından sürüklemeyi başardıkları AB gibi müttefiklerini ve İsrail gibi koçbaşlarını hedef almak zorundadır.
Fakat bu elbette “Üç Dünyacılığın” 1970’lerde yaptığı gibi emperyalist rekabetin karşı kutbunu oluşturan Çin ve Rusya ikilisiyle onlara yakın duran gerici rejimleri ‘doğal müttefik’ olarak görmek anlamına gelmez. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir emperyaliste karşı mücadele adına rakiplerine sempatiyle yaklaşıp onları taktik düzeyde dahi ‘dost ve müttefik’ görmek -hatta hayırhah bir tarafsızlık bile- emperyalizmin ve bugünkü rekabetin doğasına dair tek boyutlu yüzeysel bir kavrayış sahibi olunduğu anlamına gelmekle kalmaz; emperyalist savaş tehlikesine karşı ilkelere dayalı tutarlı bir mücadele yerine ateşe farklı biçimde odun taşıyan farklı tür bir suç ortaklığı anlamına gelir.
ABD-İngiltere ikilisi dünyayı yeni bir savaşa sürükleyecek cehennemin kapısını Ukrayna’da açtı. Zelenski rejiminin mayın katırı olarak kullanıldığı bu tezgâhın ilk eldeki amacı, NATO’nun 1999’da Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’ı üye kabul ederek başlattığı Rusya’yı kuşatma siyasetini pervasızca tırmandırarak Moskova’yı kolaylıkla vurabilecek kadar burnunun dibine sokulmasına seyirci kalmakla sert tepki göstermek ikilemine sürükleyerek askeri güce başvurmaya zorlamaktı. Böylelikle onu uzun süreli yıpratıcı bir savaşın içine çekerek güçten düşürmenin yanı sıra Çin’le aralarına kama sokmayı hedeflediler. 2008’de Gürcistan savaşı, 2014’te Kırım’ın ilhakı, 2015’te Suriye’de yaptığı hamlelerle istediği sonuçları elde etmiş olmanın yarattığı baş dönmesiyle Putin rejimi, rakiplerinin NATO’nun arkasına saklanarak kurdukları tuzağın öncekilerden farkını göremedi. Aylarca göstere göstere tırmandırılan gerilim sürecinde “işler o noktaya varmaz herhalde” denilen, bir gün oldu ve Rusya emperyal bir refleksle silaha davrandı. Ancak kısa sürede halledeceğini düşündüğü Ukrayna’da batağa saplandı. Çünkü karşısında sadece Ukrayna’yı değil ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın öncülük ettiği Batı blokunu buldu.
Savaş alevlerini Avrupa’nın göbeğine taşıyan Ukrayna Savaşı bugün çok daha yakınlaştığımız Üçüncü Paylaşım Savaşı’na gidiş sürecinde 12’ye 5 kala çizgisinin birçok yönden geçilmesi anlamını taşıyor:
Birincisi, o güne dek dünyanın değişik yörelerinde vekil yerel güçler ya da devletlerin arka planda kaldığı paralı özel ordular aracılığıyla dolaylı yürütülen rekabet savaşı, onunla yeni bir evreye, egemenlik alanlarını genişletme peşinde koşan emperyal güçlerin dolaysızca karşı karşıya geldikleri bir aşamaya sıçradı.
İkinci olarak, diplomatik-siyasi manevraların sıcak çatışmaya evrilmesi sürecinde olduğu gibi bugün de savaşın seyri içinde dünyayı felakete daha fazla yaklaştıran yeni tırmanışlara tanık oluyoruz. Savaşın ilk aşamalarında NATO bloku Ukrayna’ya daha çok silah ve para yağdırıp Rusya’yı ambargolarla sıkıştırmaya çalışarak destek olan bir görünüm çiziyordu. Gerçi Amerikan, İngiliz, Fransız ve Alman özel kuvvetleri ve değişik alanlarda eğitimli askeri uzmanlar savaşın başından beri sahadaydılar. Rusya’nın canını yakacak nokta vuruşların, ince istihbarat ve ustaca uygulama gerektiren sabotaj ve suikast eylemlerinin çoğu onların eylemiydi. Fakat Ukrayna ordusunun kayıpları ve bocalamaları arttıkça NATO kuvvetleri savaşa daha açık biçimlerde dahil oldu.
Bu arada ABD’nin dümen suyuna giren Batılı emperyalistlerin herbiri Rusya’yı vuracak daha gelişkin savaş araçları, silah sistemleri ve teçhizat sevkinin önündeki kısıtlamaları adım adım kaldırdılar. Rusya’nın buna yanıtı nükleer silah kullanma eşiğini düşürerek savaşı yayma tehdidi oldu. ABD-İngiltere ikilisinin Ukrayna’ya gelişkin teknoloji ürünü uzun menzilli ATACMS ve Storm Shadow füzelerini Rusya’nın içlerini vurmak için kullanma izni vermeleri üzerine tehdidini lafta bırakmayıp istenildiği taktirde nükleer başlık da taşıyabilecek 5 bin km menzile sahip yani ABD’yi de vurabilecek, radara yakalanmayan, sesten 5 kat hızlı hipersonik Oreşnik füzesini kullanarak kararlılık gösterisi yaptı. Bu tırmanma, gidişin gidiş olmadığını görerek en azından frene basma gereği uyandıracağı yerde İngiltere ve Fransa ikilisi çatışmalara dolaysız katılmak üzere Ukrayna’ya asker gönderme önerisini tekrar gündemleştirdiler, ABD’de seçimi kaybetmiş Biden yönetimi “savaşabilecek asker havuzunu genişletmesi için” Ukrayna hükümetinden askere alma yaşını 25’ten 18’e düşürmesi önerisinde bulunup yeni silahlar yollama sözü verdi.
Bu savaşın amacını, arkasında yatan insanlık dışı kapitalist mantığı en çıplak haliyle o zaman ABD Kongre üyesi olan Connecticut senatörü Richard Blumethal’in bir Kongre heyetiyle gittiği Ukrayna ziyareti sonrası 28 Ağustos 2023 günü Amerikan medyasında yayınlanan şu sözlerinde görürüz: “Amerikalılar şundan emin olmalı ki paramızın karşılığını alıyoruz. Yıllık askeri bütçemizin yüzde 3’ünden daha az bir yatırımla Rus Silahlı Kuvvetlerini yaklaşık yüzde 50 oranında zayıflattık, Rus askeri gücünü yarı yarıya azalttık.” Amerikan kaynaklarına göre 24 Şubat 2022’de başlayan savaşta şimdiye dek 1 milyonun üzerinde kayıp verildi. “Kayıp” tanımı, ölenleri ve savaşamayacak kadar ciddi yara alanları kapsıyor. NATO’nun yeni Genel Sekreteri Rutte’nin söylediğine göre Ukrayna genelinde her hafta 10 binden fazla insan ölüyor ya da yaralanıyor.
Üçüncü olarak, Ukrayna Savaşı’yla birlikte askeri ve siyasi planda cepheleşme de keskinleşti. Emperyalist Batı bloku içindeki çatlaklar geçici olarak kapandı, ABD’nin vasalı haline gelen AB, ABD-İngiltere ikilisinin kuyruğuna takılmak zorunda kaldı, Macron’un 2019’da “beyin ölümü gerçekleşmiş bir örgüt” olarak tanımladığı NATO canlanmakla kalmadı tarafsızlık politikalarının simgesi kabul edilen İskandinav ülkelerini de içine alacak şekilde genişledi. Karşı kutupta ise Çin Rusya’ya beklediği ölçüde destek çıkmamakla birlikte birbirlerine biraz daha yakınlaştılar, bu ikilinin başını çektiği BRİCS genişleme sürecine girdi, Kuzey Kore Rus ordusunu takviye amacıyla Ukrayna’ya asker göndererek kendi topraklarından 7 bin 300 km. uzaktaki bir savaşa aktif olarak katıldı.
Dördüncü olarak, önceleri diplomatik ve askeri strateji belgelerinde üstü örtük ifadelerle ya da satır aralarında geçirilen yeni bir dünya savaşına gitmekte olduğumuz gerçeği sanki ‘önüne geçilemez normal bir süreçmiş’ gibi olağanlaştırılıp kanıksanır hale geldi. Öyle ki, NATO Genel Sekreteri artık açık açık “(NATO üyeleri olarak -nba) Hepimiz daha hızlı ve daha sert olmalıyız, savaş dönemi zihniyetine geçmeliyiz” çağrıları yapıyor. “Savaşın eli kulağında” hatta “savaştayız” gerekçesiyle silahlanmaya olağanüstü paralar harcanır oldu, Batı demokrasilerinin onlarca yıldır böbürlenme konusu yaptıkları temel demokratik haklar aynı gerekçeyle fütursuzca çiğneniyor, ücretler bastırılıp vergiler artırılıyor, birçok Avrupa ülkesinde savaşa hazırlık tatbikatları ve kurslar düzenleniyor, Polonya’da 2022 yılından itibaren ortaokul öğrencilerine ateşli silah kullanma eğitimi verilmeye başlandı, NATO generalleri şirketlere üretimlerini ve tedarik zincirlerini yaklaşan savaşı dikkate alarak yeniden örgütlemeleri direktifleri veriyor. NATO’nun görev süresi kısa süre önce dolan eski genel sekreteri Stoltenberg, 2024 Şubat’ında verdiği bir demeçte “Kendimizi on yıllarca sürebilecek bir karşı karşıya gelmeye hazırlamalıyız” diyerek Avrupa’yı silahlanmasını hızlandırmaya, silah şirketlerini daha hızlı ve daha çok silah üretmeye teşvik edecek yüklü sözleşmeler imzalamaya çağırıyordu. Stoltenberg’in ya da Polonya’nın eski başbakanı Tusk’ın benzer açıklamaları Avrupa’da 30 Yıl Savaşları benzeri süreklileşmiş bir gerilim, yatışır gibi görünürken bir bahaneyle yeniden alevlenen yıpratıcı çatışmalar döneminin açıldığını düşündürüyor.
Ana başlıklar halinde andığımız bu gelişmelerin toplamından çıkan tek bir sonuç var:
Avrupa merkezli fakat sadece Avrupa ile sınırlı kalmayacak yeni bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Bu bir varsayım ya da ihtimal değil artık. Sadece Arşidük Ferdinand suikasti ya da Nazilerin Avusturya sınırında düzenledikleri saldırı mizanseni gibi gerilmiş zembereğin boşalmasına bahane oluşturacak kıvılcımın bu kez ne zaman, hangi görünüm altında karşımıza çıkacağı belirsiz bir ‘zamanlama sorunu’. Bütün belirtiler o anın da çok uzak olmadığını gösteriyor. Başka belirtiler yanında Ortadoğu’da tanık olduğumuz gelişmeler bunun en çarpıcı kanıtıdır.
Ortadoğu’da aylardır her türlü insani değerin, kuralın hatta savaş hukukunun dahi pervasızca ayaklar altına alındığı bir vahşet ve yıkım stratejisi uygulanıyor. Siyonizmi vurucu güç olarak kullanan ABD-İngiltere ikilisinin başını çektiği Batılı emperyalist blokun hayasız saldırganlığı burada da karşımıza çıkıyor. İlk ağızdaki hedefleri İran ve müttefiklerini elden ayaktan düşürerek Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmaktı. İlki kadar görünür olmamakla birlikte arka plandaki asıl hedef ise yine Çin. Enerji zengini olmasının yanı sıra ticaret koridorları açısından stratejik önemi büyük bu bölgede Çin ve Rusya’ya hareket alanı bırakmayacak bir emperyalist egemenlik savaşı yaşanıyor. İsrail, onların bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir koçbaşı. Siyonist saldırganlığın çoluk çocuk demeden hatta özellikle sivilleri hedef alarak yürüttüğü soykırım saldırılarının zirve yaptığı bir sırada Biden’ın “İsrail olmasaydı da yeni bir İsrail icat ederdik” sözü bu kirli ilişkinin itirafıdır. ABD ve Avrupalı müttefikleri İsrail’in güvenliğini bu yüzden kendi güvenlikleri olarak görüyorlar. Ve bu yüzden onu silaha ve paraya boğup bölgede başını ağrıtacak güçleri tasfiye için birlikte ellerinden geleni yapıyorlar.
Tohumlarını 1990’larda Büyük Ortadoğu Projesi’yle attıkları bu stratejik hedef doğrultusunda önce Irak ve Libya’yı perişan ettiler. Ardından oluk oluk para, silah ve teçhizat akıttıkları İslamcı çeteleri piyon olarak kullanıp Suriye’yi tüketici bir iç savaşa sürüklediler. Tehdit, rüşvet ve şantaja dayalı sinsi bir diplomasi süreci sonunda bölgedeki gerici Arap rejimlerini istedikleri kıvama getirip İsrail’e zimmetlemek üzerelerken Filistin Direnişi’nin Aksa Tufanı silkinişi pişmiş aşa su kattı. Beklemedikleri bu hamle hepsini panikletmekle kalmadı zıvanadan çıkardı. Emperyalist yıkım mekanizması zincirlerinden boşandı. Sadece kendilerine boyun eğmeyip karşı çıkma cesaretini gösteren halklara ve direnişçi güçlere değil sistemin dayattığı kurallara biat etmeyecek herkese gözdağı verme amacıyla bölgeyi bir kez daha yakıp yıkmaya yöneldiler.
Filistin halkının dünyanın gözleri önünde hayasız bir soykırıma hedef olup elinde kalan son toprak parçalarından da sürülmek istenmesi, arkasından Lübnan, Suriye… derken sıranın muhtemelen Irak ve İran’a gelecek olması, Batılı emperyalist burjuvazinin nasıl bir yeni dünya düzeni peşinde koştuğunun göstergesidir. İkinci emperyalist paylaşım savaşının öncesinden başlayarak Naziler tarafından düşmanlaştırılan ‘ötekilere’ yapılan ne kadar insanlık dışı muamele varsa -fırınlar dışında- bugün neredeyse aynısıyla hatta fazlasıyla Filistinlilere uygulanıyor. Siyonist kasapların “İnsanımsı hayvanlar” olarak tanımladıkları 2 milyonu aşkın Filistinliyi defalarca oradan oraya sürmek yetmezmiş gibi aylardır açlığa, susuzluğa, bakımsızlığa, hastanesizliğe mahkum ederek yavaş yavaş öldürmeyi -Varşova gettosu dışında- Naziler bile yapmadı.
İsrail siyonizminin Batı’nın sınırsız desteği sayesinde yürüttüğü soykırım ve yıkım saldırılarını Filistin Direnişi’nin 7 Ekim silkinişine ve İran’ın bölgesel hegemonya siyasetine bağlayan görüşler oldukça yaygın. Hatta bazıları “uyuyan yılanı” onların uyandırdığını, bir anlamda bunu hak ettiklerini düşünecek kadar kendilerini kaybetmiş durumdalar. Emperyalist-siyonist propaganda bombardımanının kirlettiği bu zihinler, dönemin karakterine ve dünyanın gidişine dair az-çok bilinçli bir perspektif açıklığına sahip olmak şurada dursun gözlerinin önünde olup bitenleri en azından insani bir yaklaşımla değerlendirmekten bile uzaktırlar.
Öte yandan Filistin Direnişi’nin yanı sıra İran ve Hizbullah’ın da dönemi doğru okuyamadıklarını hayat gösterdi. Başını Hamas’ın çektiği Filistinli direniş örgütleri, İsrail başta olmak üzere kimsenin kendilerinden beklemediği 7 Ekim hamlesini yaparlarken Siyonist haydudun buna sert bir tepki göstereceğini şüphesiz hesaplamışlardır. Fakat bu tepkinin bu kadar vahşi boyutlar kazanıp bu kadar ileri gidebileceğini, dahası bütün emperyalist ve gelişmiş kapitalist ülkelerin bu denli yekpare bir blok olarak Siyonist vahşete aktif destek vereceklerini hesaplamamış olmaları kuvvetle muhtemel. Aynı hesap hatasını -üstünlüklerine aşırı güven duyarken zayıflıklarını ve hasımlarının içlerine ne denli nüfuz ettiğini gözden kaçıran- Hizbullah ve İran’ın yaptığı da ortadadır.
Eski dengelerin, ölçü ve kuralların, tepkime biçimleri ve hesapların eski geçerliliklerini yitirdikleri, bu yüzden en olmaz denilen olasılıkları bile gözönünde tutarak hareket etmenin zorunluluğu Gazze ve Lübnan somutunda ağır bedeller pahasına karşımıza çıkmıştır. Dolayısıyla günümüzde her kim olasılıkları, tehlike ve fırsatları düne ait ölçüler temelinde üstelik tek yanlı okumaya devam edecek olursa kendisini yanılmaya ve kaybetmeye mahkum etmiş demektir.
Fakat bu olasılık emperyalistler ve işbirlikçileri açısından da geçerlidir. Daha önce yaşanan ve Arap Baharı olarak tanımlanan kimsenin beklemediği süreç gibi örnekler de bir yana Aksa Tufanı örneği ortadadır. Sahip olduğu askeri güç, teknoloji, savunma kalkanları ve istihbarat üstünlüğü nedeniyle en başta İsrail siyonizminin ve tabii dünyanın hiç beklemediği bu sürpriz hamle, “bitti” gözüyle bakılan Filistin Direnişi’nin nasıl küllerinden doğduğunu göstermişse İsrail denilen korunaklı ve korkutucu üssün de gerçekte nasıl savunmasız olduğunu göstermiştir.
Bu gerçekle bu kadar sarsıcı biçimde karşılaşmak sadece Siyonist saldırganlığı değil ABD başta olmak üzere arkasındaki emperyalist ağababalarını da panikletti. Zaten karşı tepkinin bu kadar ölçüsüz ve dizginsiz vahşet boyutları kazanmasının nedeni de bu korkunun büyüklüğüdür. Keza Filistin Direnişi, arkasından Hizbullah, sonra Suriye… ve İran 7 Ekim sonrası süreçte sadece İsrail’le savaşmamışlardır. Eğer İsrail, ABD-İngiltere-Fransa ve Almanya dörtlüsüyle kimi diğer yardakçılarının kendisini silaha ve paraya boğan, ayrıca sıkıştığında savunma olanaklarını seferber ederek kalkan olan aktif, gerici Arap rejimlerinin blok halinde pasif desteğine sahip olmasaydı bugün ne halde olurdu bilinmez. Dolayısıyla bugünkü koşullarda dengelerin belirgin biçimde dünya proletaryası, ezilen halklar, devrimci ve ilerici güçler aleyhine olması karamsarlık ve yılgınlığa yol açmamalıdır.
Dönemin karakterini yansıtan benzer ‘beklenmedik’ bir gelişme de 27 Kasım sonrası Suriye’de yaşandı. ABD-İngiltere ikilisinin himayesinde yıllardan beri Türkiye ve Körfez gericilikleri tarafından finanse edilip donatılan cihatçı çeteler, HTŞ önderliğinde yaptıkları sürpriz bir hamleyle tek bir kurşun atmadan Halep, Hama, Humus derken 12 gün içinde Şam’ı ele geçirdiler. 33 yıllık Esat rejimi 8 günde çöktü. Esad rejimi 2012’den beri aslında İran, Hizbullah ve Rusya’nın desteğiyle ayakta tutulan içi ve altı boşalmış bir rejimdi. Kimsenin beklemediği bir hızla çöküşü bu açıdan ‘sürpriz’ değildi. Fakat kimse özellikle İran ve Rusya’nın Esad’dan bu kadar kolay vazgeçmesini beklemiyordu. Hizbullah’ın mazereti vardı, çünkü Nasrallah dahil neredeyse bütün lider kadrolarını ve deneyimli savaşçılarını yitirmiş, dolayısıyla Suriye’de birliklerini Lübnan’a çekmek zorunda kalmıştı. Ama İran ve Rusya’nın da eski güçlerinden çok şey yitirdikleri açığa çıktı. Esad rejiminin çöküşü, başını İran’ın çektiği Direniş Ekseni’nin kırılması oldu. Rusya ise Ukrayna batağına çekilmiş olmasının sonucunu yaşadı. Hem Ortadoğu’daki ayağı kesildi hem de hasımları karşısında caydırıcı gücü darbe aldı.
Suriye’de ortaya çıkan tablo, Ortadoğu’da merkezine İsrail’in yerleştirildiği ‘yeni hegemonya düzeni’ yöneliminin bir yönüyle devamı fakat Gazze’nin yerle bir edilip Filistin halkının soykırıma tabi tutulmasıyla Hizbullah’ın ağır bir darbe yemesinden farklı olarak sonuçları sadece Suriye ile sınırlı kalmayacak yeni bir perdenin açılması özelliğini taşıyor. Bu sürecin sadece Suriye’de yaşayan Kürtler, Aleviler, Hıristiyanlar, Dürziler ve kadınlar için değil bölge halkları için yeni tehlikeler ve acılar getireceği çok açık. Fakat şimdiden ‘zafer’ çığlıkları atıp yağma hesapları yapan Türkiye ve bölge gericilikleri de başlarına nasıl bir bela aldıklarını görmek için muhtemelen çok beklemeyecekler.
Ağır ekonomik-sosyal sorunlar yanında belirsizliklerle dolu bir süreç bekliyor Suriye’yi. Şam’a giden yollarını İsrail’in düzlediği selefi-cihatçı haydut sürüsü ne kadrosal olarak ne de ilkel bir şeriat düzeni dışında vizyon olarak sorunların ve acıların yıllardır üst üste yığıldığı o karmaşık toplumsal yapıyı yönetebilecek çap ve potansiyele sahip. Üstelik Taliban gibi az çok homojen bir yapıları da yok. Herbiri ayrı telden çalan ve ayrı hesaplar peşinde koşan onlarca silahlı gruptan oluşan bir yengeç sepeti gibiler. İktidar nimetlerinin ve koltukların paylaşımı konusunda her an birbirlerine düşebilirler. Arkalarında iplerini ellerinde tutan patronlar da farklı. Onların çıkar ve beklentilerinin farklılığı başka bir olası çatışma dinamiği. Ayrıca ağababalarının önerileriyle takım elbise giymeleri bugüne kadar savunageldikleri Selefi ideolojiden, şeriat ve cihat amaçlarından vazgeçtiklerini göstermiyor. Dolayısıyla bugün “Esad’tan kurtulduk” diye sevinenlerin yarın burunlarının dibinde başlarına bela bir cihat üssüyle karşı karşıya kalmaları olasılığı hiç düşük değil. Üstelik coğrafi konumu nedeniyle en fazla Pakistan, İran, Türkmenistan ve Tacikistan için yakın tehlike yatağı olan Afganistan’dan farklı olarak Suriye’nin tamamına hakim olamasa dahi büyükçe bir parçasında yuvalanacak selefi cihatçı bir yapı, Türkiye, İran, Irak yanında Ürdün, Körfez gericilikleri, Suudi Arabistan, Mısır’dan Afrika ülkelerine kadar geniş bir alanda kolay hareket olanağına sahip olacaktır.
Şu anki dengeler ve karşıtlıklar ışığında bakıldığında Suriye’nin yakın geleceğinde ya yeni bir iç savaş ya da parçalanma seçenekleri daha ağır basmaktadır. Ürdün-Irak sınırında ABD üssünün bulunduğu El-Tanf cebi dışında şu an karşımızda zaten fiilen üç parçaya bölünmüş bir Suriye gerçekliği var. HTŞ ile Türkiye ve beslemesi SMO’nun ellerindeki topraklar büyük parçayı oluşturuyor. Fırat’ın doğusunda SDG’nin kontrolünde olan alan ve Güney’de İsrail’in işgal ettiği Golan Tepeleri ve Hebron Dağı civarıyla İsrail’in korumasına güvenen Dürzilerin kontrolündeki Süveyda ve Deraa. Yakında bunlara eski rejim yanlısı güçlerin toparlanıp silahlı bir direniş başlatma olasılığı yüksek Akdeniz kıyısındaki Lazkiye-Tartus hattı da eklenebilir.
Suriye’nin geleceği üzerinde etkili olma hesabı yapan istisnasız bütün güçlerin gözü bugün öncelikle Kürtlerin ve Rojava Devrimi’nin üzerinde. Herkes Kürtlere ve Rojava’da filizlenip kökleşme yoluna girmiş olan demokratik halkçı düzene kendi meşrebine göre ayar vermeye çalışıyor. O devrimi farklı biçimlerde boğmak isteyenler tabii ki çoğunlukta. Çünkü Ortadoğu gibi gericiliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyada Rojava Devrimi gibi güçlü halkçı çizgiler taşıyan, etnik ve dinsel farklılıklara saygılı, kadın özgürlükçü bir ekonomik ve sosyal düzenin maya tutması hepsinin ortak korkusu.
Onu boğma isteğinin temelinde tabii ki Kürtlerin özgürlük talebine duydukları tarihsel düşmanlık yatıyor. Fakat bu husumet salt “Kürt düşmanlığı” ile açıklanamaz. Her şey bir yana aynı güçler ve çevreler aynı düşmanlığı o zaman Güney Kürdistan’da ABD’nin hem siyasi hem de askeri desteğiyle kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne karşı da gösterirlerdi. İçlerinde ona da diş bileyenler olmakla birlikte çoğunluk o oluşumu çoktan içlerine sindirmiş hatta onunla “al gülüm ver gülüm” ilişkileri kurmuş durumda. Dolayısıyla sorun, etnik bir Kürt düşmanlığından ziyade Kürtlerin ulusal özlemlerine “çözüm” olarak sunulan modellerin farklılığından kaynaklanıyor. Yani bu tümüyle sınıfsal bir tutum. Rojava Devrimi’ni bir biçimde boğma isteği ve arayışlarının temelinde de bu sınıfsal kin ve düşmanlık var. Mevcut duruma ilişkin tutum ve politikalar belirlenirken bunun asla gözden kaçırılmaması gerekiyor.
Türkiye başta olmak üzere bölgedeki gerici burjuva güçlerin bazıları bu işlemi silaha ve yeni bir Kürt kırımına başvurarak yapma arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. ABD-İngiltere ikilisi yanında Fransa ve Almanya gibi emperyalistlerle bölgenin yeni ‘Ali kıran baş keseni’ İsrail siyonizmi ise o devrimin içini boşaltıp siyasal ve sosyal kazanımlarını anlamsızlaştıracak şekilde bağrına basar gibi yaparak boğma yöntemiyle sonuca gitmenin peşindeler. Bunlar “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” taktiği izleyerek hem SDG ve PYD önderliğini “makul sınırlara” çekmeye çalışıyorlar hem de SDG bileşeni kimi Arap kabilelerle kimi kadroları baştan çıkarıp devrimi içten çözebilecekleri gedikler arıyorlar.
Her halükârda Rojava Devrimi bugün çok kritik bir tarihsel eşikte. Üstelik koşullar ve dengeler düne göre daha fazla aleyhinde. Çok yönlü bir baskı altında. Fakat hiç umulmadık gelişmelerin mümkün hale geldiği günümüz dünya koşullarında tehlikelerin büyüklüğü kadar fırsatların varlığı da gözden kaçırılmamalı. Rojava özgülünde sürecin hangi yönde seyredeceğini görmek için muhtemelen çok beklemek gerekmeyecek.
***
İnsanlığı yeni bir dünya savaşının eşiğine getiren emperyalist rekabetin sıcak çatışmalara dönüştüğü alanlar bugün için Ukrayna ve Ortadoğu’dur. Fakat asıl büyük kapışmanın Asya- Pasifik alanında (daha spesifik bir koordinatla Güney Çin Denizi’nde) yaşanması oldukça güçlü bir olasılıktır. Bu olasılık, 1990’larda tek kutuplu dünyanın efendisi konumuna gelen ABD’nin hegemonyasını tehdit potansiyelini en fazla taşıyan rakip olarak Çin’in yükselişi nedeniyle 2000’lerden itibaren güç kazanmaya başladı. Emperyalizm çağında dünyadaki egemenlik alanlarının paylaşımı uğruna girişilen bütün büyük kapışmaların cereyan ettiği alan olarak Avrupa’nın yerine geçen bu tektonik kaymaya dikkat çekmeye çalıştığımız için 2008’de bizi “Avrasyacılık”la suçlayanlar oldu. Ama bugün Çin’i açıkça “en tehlikeli düşman” olarak tanımlayan ABD ve NATO’nun askeri strateji belgelerinde bile muhtemel büyük savaş alanı olarak bu bölgeye işaret ediliyor.
Önceleri daha çok ticaret ve teknoloji savaşları biçiminde yaşanan çekişmelerine rağmen ABD Çin’i ilk kez 2017’de yayınlanan 10 yıllık Savunma Stratejisi belgesinde ‘en tehlikeli düşman’ olarak tanımladı. Bu düşmanlık Biden döneminde de sürdü. Biden’ın işbaşına gelmesinin hemen ardından 2021 Martı’nda yayınlanan Geçici Ulusal Güvenlik Strateji Kılavuzu’nda Çin bir kez daha “ABD’yi ve kurallara bağlı uluslararası sistemi tehdit edebilecek en büyük rakip” olarak tanımlanıyordu.
İngiltere dışındaki Avrupalı ortakları Rusya’yla alışveriş ve diplomatik ilişkiler konusunda olduğu gibi Çin’e düşmanlık konusunda da ABD’yle aralarına uzun süre belirgin bir mesafe koydular. Fakat NATO’nun 2022 Haziranı’nda yapılan Madrid Zirvesi’nde bu çatlak kalktı ortadan. NATO’nun o zirvede kabul edilen yeni Stratejik Konsept’inde Çin ilk kez “NATO müttefiklerinin çıkarları, güvenliği ve paylaştıkları değerler bakımından bir sınama (siz bunu “düşman” olarak okuyun -nba)” olarak tanımlandı. Dahası, kuruluş amacı adına da yansıyan Kuzey Atlantik İttifakı yani NATO, Asya Pasifik bölgesini de “sorumluluk sahası” içine kattı. Sözün özü NATO, kara, deniz, hava, uzay ve siber alanları içerecek şekilde Çin’i hedef alacağını ilk kez bu kadar açık ilan etti.
2024 Temmuz’unda Washington’da yapılan 75. Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nin sonuç bildirgesinde NATO Çin konusunda bir adım daha ileri gitti. Bildirgede Çin, Rusya’nın Ukrayna’daki “savaş çabalarının mutlak kolaylaştırıcısı” şeklinde nitelenirken, Pekin’in Avrupa-Atlantik güvenliğine sistemsel zorluklar yaratmaya devam ettiği vurgulandı.
ABD’de son seçimi kaybeden Biden yönetiminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın 13 Kasım 2024’te giderayak yaptığı değerlendirme, Çin’i baş düşman olarak gören ABD politikasında devamlılığı göstermenin yanı sıra Ukrayna savaşını bile üçüncü sıraya iten ABD saldırganlığının önümüzdeki süreçteki yol haritasını özetliyordu adeta: “Stratejik düzeyde bakarsanız, önümüzdeki 10, 20 ve 30 yıl boyunca dünya için belirleyici konu Çin Halk Cumhuriyeti ile rekabettir. Daha sonra gelen en acil konular ise İran ile onun vekil gruplarıdır.”
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasıyla dünyada rakipsiz kalan ABD, 1990’larda dünyadaki bir yıllık mal ve hizmet üretiminin yüzde 25’ine, askeri harcamaların yüzde 40’ına sahipti. Bu açık ara üstünlük 2000’ler sonrası inişe geçti. ABD’nin küresel zenginlikten aldığı pay 2004’te yüzde 25 iken 2015’te yüzde 22’ye düştü. Askeri harcamaları da buna paralel azaldı. O da 2004’te yüzde 42 iken yüzde 34’e düştü. Buna mukabil aynı dönemde Çin’in küresel zenginlikten aldığı pay 1994’te yüzde 3.3 iken 2015’te yüzde 11.8’e çıktı. Askeri harcamaları da dünya geneline oranla yüzde 2.2’den yüzde 12.2’ye yükseldi. Özetle ABD ve Batılı müttefikleri dünya ekonomisi ve ticaretinde eskisi gibi hegemon bir konumda değiller artık.
Bilişim, sibernetik, yapay zeka, biyoteknoloji ve yeşil enerji gibi alanlarda da atak içinde olan Çin bu üstünlüğü sarsmakla kalmayıp bazı dallarda ABD ve Avrupa’yı geçmiş durumda. İletişimde ABD 4G teknolojisinin tartışmasız lideri konumundayken bugün Çin 5G teknolojisinde ABD’yi yakalamak üzere. ABD Ulusal Güvenlik Komisyonu’nun 2021 ilkbaharında yayınlanan raporunda, Çin’in yapay zeka (AI) alanında ABD’yi 2030’a doğru geride bırakmasının kaçınılmaz hale geldiğine dikkat çekiliyordu. Şu anda bile Çin bu alanda ABD’yle neredeyse denk durumdadır. Derin öğrenmede 6 kat daha fazla patentle, yapay zeka makalelerinin en fazla referans verilen yüzde 1’lik kısmında öndedir. Yarı iletkenlerde bir numaralı üreticidir. Biyoteknoloji ve yeşil enerji alanlarında Ar-Ge ve imalat yetkinliği konularında ABD’yi zorlamaktadır. Kuantum hesaplaması, kuantum iletişim, kuantum sensörlerinde ABD öncü konumunu korumakla birlikte Çin onu yakalamak üzeredir.
Sonuç olarak Çin daha birçok alanda ABD’yle soluk soluğa bir yarış içinde olmakla birlikte genel teknolojik üstünlük ve askeri güç bakımından hâlâ ABD’nin gerisindedir. Özellikle askeri denge bakımından aradaki güç farkı çok büyüktür. Zaten ABD bu avantajını da kaybetmeden Çin’in ayağına çelme takıp onu geriletme stratejik amacıyla hareket ediyor.
ABD’nin günümüzdeki jeopolitik stratejisinin dayanağını Hegemonik İstikrar Teorisi oluşturuyor. Bu teori, ABD’nin dünyanın tek süper gücü ve hegemonu olması gerektiğini savunuyor. Dünyada sükûnet ve istikrarın sürmesini buna bağlı görüyor. Bu yaklaşım, 1990’ların başında Wolfowitz Doktrini biçiminde somutlandı. Wolfowitz Doktrini, SB ve Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra tek başına kalan ABD hegemonyasının ne pahasına olursa olsun sürdürülmesini öngörüyordu. Bunun için her nerede ortaya çıkarsa bu hegemonyayı tehdit eden rakipler ezilmeli, ekonomik-mali-diplomatik yöntemler yanında savunma anlaşmalarıyla da ülkeler kontrol altına alınmalı ve dünya silah ticaretinde tekel oluşturulmalı, müttefiklerin savunma donanımları dahi ABD üretimine bağımlı kılmalıydı. 1990 sonrasında izlenen taktik politika, öne çıkan yöntemler ve söylem işbaşındaki başkanlara göre değişiklik gösterse de ABD’nin bu devlet stratejisi değişmedi. Trump’un “Amerika’yı yeniden büyük yapma” hedefi de bu anlayışın güncel versiyonudur. ABD içinde de gücün merkezileşmesini savunan Protect 2025 projesi bu emperyalist hegemonya stratejisinin tamamlayıcı ayağıdır.
Yalnız ABD emperyalist burjuvazisi bu konuda blok bir yaklaşım sahibi değil, bir açmaz içinde. Ayrışma (decoupling) yaklaşımını savunan kesim, yüksek gümrük duvarları, teknoloji transferi ve ithalat yasakları yanında tedarik zincirlerini daha güvenilir ülkelere kaydırarak Çin’le ekonomik, ticari ve teknolojik ilişkileri en aza indirgeyip onun mümkün olduğu ölçüde tecrit edilmesini savunuyor. Buna karşı çıkan eğilim ise mutlak tecrit stratejisinin özellikle Çin’de büyük yatırım yapmış, burada montaj üssü kurmuş Amerikan firmalarını da vurmakla kalmayıp Çin’i daha fazla hırslandırıp kalabalık nüfusu, yapay zeka ve derin öğrenme gibi konulardaki avantajlarını da kullanarak bağımsız teknolojisini geliştirmeye zorlayacağını ileri sürerek “kaybeden biz oluruz” uyarısında bulunuyor.
ABD ve müttefikleri, Çin’le rekabetlerini “liberal siyasi-ekonomik model” ile “otoriter rejim ve komuta ekonomileri” arasındaki çelişkiden kaynaklanan ideolojik bir farklılık olarak göstermeye çalışıyorlardı. Ama liberal demokratlığın insanlık dışı gerçek yüzü sırıttıkça, özellikle Filistin soykırımı sırasında sergilenen vicdansızlık ile Trump gibi birinin ikonlaşmasıyla ancak ahmakların inanmayı sürdüreceği bir aldatmaca olarak çöktü.
ABD-Çin çekişmesi emperyalist rekabetin doğası gereği kapsam olarak sınai, ticari, siyasi, askeri, diplomatik, teknolojik, siber alanların yanı sıra uzayı da içeren total bir savaş. Kullanılan araçlar yönünden ise -teknolojinin günümüzdeki gelişme düzeyine uygun olarak- hibrit bir savaş. Onun için her yolun geçerli olduğu bir karakter taşıyor.
Çin, ordusunu güçlendirmeye öncelik veren silahlanma yarışını ihmal etmeden bugüne dek dünya çapında ekonomik gücüne dayalı ‘yumuşak güç’ inşasına öncelik verdi. Tek Kuşak-Tek Yol Projesi bunun cisimleşmiş ifadesiydi. Bu devasa proje için 2023 yılına kadar 1 trilyon dolar harcadı; 150’den fazla ülke, 30 uluslararası örgütle işbirliği anlaşmaları imzaladı. Projenin güzergahındaki ülkelerle stratejik ticaret ve yatırım anlaşmaları yapıp borç ve kredilerle ekonomik-siyasi etkisini artırmayı hedefleyerek bu konuda epey yol aldı. Öyle ki, Kuşak-Yol Projesi kapsamındaki altyapı projeleri için Çin’den yüksek miktarda kredi alan ülkelerden 22’si bu borçlarını ödeyemez duruma düşünce Pekin yönetimi bu ülkelere 240 milyar dolar tutarında ek kurtarma kredisi açarak kurduğu bağımlılık ilişkisini pekiştirdi. Bu arada bu projenin güzergahı dışında kalan özellikle Afrika ve Latin Amerika’da günümüz teknolojisi açısından değerli madenlerin olduğu çok sayıda ülkeyi borçlandırma ve doğrudan yatırımlar yoluyla ekonomik açıdan kendisine bağladı.
Çin’le olan çekişmesinde ABD’nin öncelikli yönelimi yine ‘çevreleme’ stratejisi oldu. Yalnız Rusya’yı NATO aracılığıyla sıkıştırma yönteminden farklı olarak Çin’i çevreleme siyaseti sadece askeri ve diplomatik alanlarla sınırlı değil; ekonomi, ticaret ve teknoloji alanlarını da içeren daha kapsamlı bir politikalar bütünü şeklinde yürütülüyor. Çin’den yapılan ithalatı yüksek gümrük vergileri koyarak sınırlama, Huawei ve ZTE gibi Çin’li yüksek teknoloji şirketlerinin sık sık çelmelenmesi, Çin şirketlerinin ABD’nin finans, ticaret ve teknoloji sektörlerine nüfuz etmesinin engellenmesi, Çin’e yarı iletken üretim ekipmanının ihracatının yasaklanması, Çin’e bağımlı tedarik zincirlerinin başka ülkelere taşınmasını teşvik, Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi kapsamında Çin’i dışlayan yeni ticaret bloklarının inşası, keza Çin’in Kuşak-Yol Projesi’ne alternatif olarak Hindistan’dan başlayıp Birleşik Arap Emirlikleri- Suudi Arabistan- Ürdün-İsrail-Yunanistan rotasını izleyerek Avrupa’ya ulaşacak IMES gibi yeni ticaret koridorları oluşturmaya önayak olmak bu strateji kapsamında karşımıza çıkan politikalar oldu.
ABD, askeri alanda da Çin’i yakın ve uzak komşularını içine alacak ittifaklar zinciriyle kuşatarak kıpırdayamaz hale getirmeye çalışıyor. Bu amaçla 2010 başlarında gündeme getirdiği Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) Obama döneminde çöktü. Fakat ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinde ısrarı sürdü. Kimi analistler tarafından Asya NATO’su olarak tanımlanan QUAD’ın (ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya arasındaki düzenli dörtlü güvenlik diyaloğu) arkasından Avustralya’yı nükleer denizaltılarla donatmayı hedefleyen AUKUS (Avustralya-İngiliz-ABD anlaşması) geldi. Bunu 2023 Ağustos’unda ABD-Japonya- G. Kore blokunun ilanı izledi. Benzer bir yapılanma 2021 Ekimi’nden beri Hindistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail, ABD arasında kurulmaya çalışılıyor. Bu girişim Batı Asya QUAD’ı ya da (Gerici Arap rejimleriyle İsrail’i buluşturmayı amaçlayan İbrahim/Abraham Anlaşmaları’na atıfla) Hint-İbrahimi olarak tanımlanıyor. Bu arada ABD’nin bölgedeki dolaysız askeri varlığı da büyük. Hawaii’deki Hint-Pasifik Komutanlığı dahil şu an 350 binden fazla ABD askeri bölgede konuşlandırılmış durumda. Sonuç olarak ABD, Ortadoğu’ dan Hint Okyanusu ve Pasifik’e uzanan (Hint-Pasifik) deniz yollarını Çin’e kapatırken Güney Çin Denizi etrafında yeni bir NATO kurguluyor.
Çin ise Asya’da da bölge ülkelerini kendisine daha bağımlı hale getirecek ekonomik-finansal yöntemlere ağırlık verirken dünyanın diğer yörelerinden farklı olarak burada askeri alanda da pazularını gösteriyor. Sık sık özellikle Tayvan’ı hedef alan bir gözdağı siyaseti izliyor. “Tatbikat” görünümü altında savaş ve işgal hazırlıklarını sergiliyor. Öte yandan askeri yayılma alanında da sessiz ve derinden gitme stratejisi uygulayarak dünyanın değişik yörelerinde yeni askeri üsler elde etme peşinde koşuyor. Bugün ABD dünyanın değişik yörelerinde 140 askeri üsse sahipken Çin sadece Cibuti’de tek bir deniz aşırı üsse sahipti. Fakat Pekin’in son yıllarda Burma, Küba, Ekvator Ginesi, Pakistan, Seyşel Adaları, Sri Lanka, Tacikistan, Tanzanya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde de üslenme girişimlerinde bulunduğu iddia ediliyor.
Dünya çapında süren bu hegemonya rekabeti uzaya da taşınmış durumda. Uzaydaki rekabetin bir ayağını uydu savaşları oluştururken diğer ayağını Mars’ı sömürgeleştirme yarışı oluşturuyor. Uzun yıllar iletişim, gözetleme ve istihbarat toplama amacıyla yürütülen uydu savaşı, teknolojideki müthiş gelişmeler sonucu uzayı başlı başına bir savaş alanına çevirmiş durumda. Dünyanın yörüngesinde şu an net sayısı belirsiz ama en az on binlerle saymayı gerektirecek kadar çok uydu dolaşıyor. Öyle ki Çin ve ABD -daha doğrusu Elon Musk’ın Starlink projesini yürüten SpaceX’i- uyduları artık tek tek değil grup halinde gönderiyorlar. Şu an dünya çevresinde yörüngede bulunan uyduların yarısından çoğunu kontrol eden Elon Musk’ın Starlink ağının 6 bin 400 uydudan oluştuğu tahmin ediliyor. Bu bilinen rakam. Çin buna mega takımuydu ağı oluşturmayı hedefleyen Çienfan projesiyle yanıt veriyor. İlk aşamada 1296 uyduyu Starlink gibi Alçak Yer Yörüngesi’ne yerleştirmeyi amaçlayan bu projenin bir özelliği de uyduları 18’erlik gruplar halinde uzaya taşıması. Geçtiğimiz Ağustos başından beri Çin neredeyse her iki ayda 18’lik bir parti gönderir oldu. Bu arada Çinli özel şirketler de CERES-1, i-Space, Space Pioneer, Cuçüe-2 ve Orienspace adını verdikleri değişik özelliklere sahip taşıyıcı roketlerle bu yarışın içindeler.
Uzayda hegemonya savaşının öncelikleri arasında öne çıkan bir diğer hedef Mars’ı sömürgeleştirme. Çin ile ABD bu konuda da amansız bir yarış içindeler. Bu alanda da geriden gelen Çin 2020 yılında başlattığı Tianwen-1 projesiyle Mars’a yöneldi. Mars’ın doğasını ve içerdiği potansiyelleri daha kapsamlı keşfetmek için şimdi dünyaya NASA’dan önce örnek getirmenin peşinde. Mesafenin uzaklığı nedeniyle Mars’tan alınan kaya örnekleri bugüne kadar orada incelenip veriler dünyaya gönderiliyordu. Tianwen-3 projesiyle Çin şimdi dünyada henüz kimsenin başaramadığını başarmak istiyor. ABD ise Elon Musk’ın SpaceX’i aracılığıyla Mars’a insan göndermeye çalışıyor. Musk “insanlığın Mars’ı kolonileştirmesine yardımcı olmak” amacıyla 2002 yılında SpaceX’i kurarken bu hedefe 2050’li yıllarda ulaşabileceğini düşünürken şimdilerde bu tarihi 2028’e çekti. Sadece 2024 yılı içinde bu amaçla 130 megaroket deneme uçuşu yaptı. Dünya ve Mars her 26 ayda bir birbirlerine görece daha fazla yaklaştıkları için Musk da her 26 ayda bir Mars’a bin kişi göndermeyi planlıyor.
Başlangıçta heyecan verici bilimsel-teknolojik bir fantezi gibi görünen bu girişimin arkasında hangi süfli amaçların yattığı bugün artık bütün çıplaklığıyla açığa çıkmış durumda. Baş döndürücü bir yarışa dönüşmüş olan bu uzay merakının öncelikli amacı dünyadaki yeni teknolojilerin gerektirdiği nadir bulunan element ve hammaddelere erişmek. Örneğin Mars ile Jüpiter arasındaki asteroid kemerinde yer alan ve neredeyse tümüyle metalden oluşan Psyche asteroidinde bulunduğu düşünülen madenlerin toplam değerinin dünya fiyatlarıyla 10 katrilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu rakamın 750 katrilyona kadar çıkabileceği düşünülüyor. Bu sadece bir örnek. İkinci amaç ise tabii ki askeri. Starlink sisteminin, özel bir uygulama (app) ile hedef alınan bir ülke ya da noktaya yeni kuşak silahlı insansız hava araçlarıyla dalgalar halinde saldırı düzenleme, düşmanın haberleşme, ulaşım, lojistik sistemlerini felç ederken dost kuvvetleri etkili bir tarzda yönlendirme kapasitesine sahip olduğu anlaşıldı. Mars’ı kolonileştirme projesi kapsamında geliştirdiği SpaceX projesiyle ulaştıkları tekonolojik düzeyi “rakipleri yerle bir edecek dünya dışı bir teknoloji” olarak tanımlayan Elon Musk, hedefin Çin olduğunu da saklamıyor. Şu an elindeki Starship roketiyle 165 ton asker ve mühimmat taşıyıp bunlara Asya’nın herhangi bir noktasına havadan indirme yeteneğine sahip. 2022 yılında Pentagon’la yaptığı bir sözleşmeden sonra şimdi bir savaş sırasında Asya’ya 90 dakika içinde asker ve mühimmat taşıyacak bir sistem kurmaya çalışıyor. Çin de rakiplerinin bu üstünlüklerinin farkında ve boş durmuyor. Denizlerde olduğu gibi uzayda da aynı anda çok sayıda dron ve füze fırlatıp uzaydan ya da karadan kendisine yönelecek saldırıları önleyecek savunma kalkanını güçlendirmek için bir dizi proje üzerinde çalışıyor.
***
İnsanlığın geleceğinin hangi yönde, nasıl şekilleneceğine dair tayin edici çatışmaların henüz yaşanmadığı bir geçiş dönemi içinde oluşumuz, sosyalist devrimci güçler olarak üzerimizdeki ölü toprağını atmak için önümüzde daha vakit olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, kafamızı nereye-hangi konu ve alana çevirsek karşımıza çıkan belirtiler ‘kendimize gelmekte’ ne kadar geç kaldığımızı gösteriyor. Kaldı ki ‘o büyük gün’, bitirici tek bir hamle şeklinde yaşanmayacak. O çatışma çoktan başladı ve sınıf düşmanlarımızın sahip oldukları üstünlük ve avantajlar dışında bize kıyasla ne kadar yol aldıkları da ortada.
Bugün karşılaştığımız olgu ve süreçlerle sistemdeki tıkanıklığa sermaye lehine çözüm arayışları arasındaki bağlantının görülmesi tam da bu açıdan yani savaşa karşı mücadelenin, iklim krizine karşı mücadelenin, ırkçı faşist hareketlerin yükselişine karşı mücadelenin, Filistin’deki soykırıma karşı mücadelenin, Suriye özgülünde Rojava Devrimi’ni boğma çabalarına karşı mücadelenin, göçmen krizini ele alış ve göçmen kırımına karşı mücadelenin, iklim krizinin derinleşmesine karşı mücadelenin, doğayı koruma mücadelesinin vd. hangi temelde ele alınıp örgütlenmesi gerektiği açısından tayin edici öneme sahiptir. Bu bağlantının berrak bir bilinçle kuruluşu, dönemin ve onun ağırlaştırarak karşımıza çıkardığı sorun ve tehlikelerin kavranışı noktasında Marx’ın Kapital’de “sadece gözle görülebilen durumlarla ilgilenen, olaylar ve olgular karşısında ‘neden’ sorusunu sorarak rahatlarını kaçırmak yerine ‘nasıl’ sorusuna cevaplar arayarak oyalanmakla” eleştirdiği burjuva iktisatçılar ve idealist ideologların konumuna düşmekten koruyacaktır.
Bu elbette büyüyen savaş tehlikesine karşı mücadelenin, ırkçılık ve faşizmin dünya çapındaki yükselişine karşı genel ve tek tek mevzi savaşların, derinleşen iklim krizine karşı mücadelenin, doğanın korunması için mücadelenin, göçmen düşmanlığı ve katliamına karşı mücadelenin vd. önemsiz ya da tali oldukları anlamına gelmiyor. Tam tersine, onların herbirinde harcanan emek ve çabaların kendi alanlarıyla sınırlı kalmaktan kaynaklanan boşluk ve zaaflarını gidermeyi sağlayacak bir perspektif genişliği kazandırmakla kalmıyor, “kesişimsellik” ve benzeri türden teğet ilişkilerle tatmin olmak yerine hedef ve nihai amaç ortaklığı temelinde birbirlerini çok daha güçlü tamamlayıp bütünleyecek sinerjik bir ilişkinin zeminini bize sunuyor.
Mevcut koşullarda sadece andığımız başlıklardan ibaret olmayan tehlikelere karşı savaşım sırasında çabalarımız belki sonuçsuz kalacak, zaman zaman boşa kürek çektiğimiz duygusuna kapıldığımız olacak. Yalnız, dönemin sınıf düşmanlarımızı da şaşırtıp en azından tereddüde sürükleyecek hiç umulmadık çıkış ve patlamalara açık karakteri bir an bile aklımızdan çıkmamalı. Dahası, bugün atacağımız her adımın insanlık ve doğa açısından korktuğumuz gidişi durdurmayı bugün için başaramayacak olsa bile büyük insanlığın vicdanı ve bilincinde eninde sonunda yankılanacağını unutmamalıyız. Bu konuda tarih bize yol göstermeli.
Birinci emperyalist savaş tehlikesine gidiş sürecinde de her zaman olduğu gibi yaklaşan felaketin farkına ilk varanlar komünistler oldu. Dönemin Enternasyonali (II. Enternasyonal) 1907 Stuttgart ve 1912 Basel konferanslarında aldığı kararlarda devrimci bir tutum belirledi. Bütün ülkelerin proleterlerini ve emekçi halkları savaşı önlemek için devrime, eğer savaşın patlaması önlenemeyecek olursa onu iç savaşa çevirmeye çağırdı. Ne var ki o kararların hakkını vermeyi gerektiren gün geldiğinde Enternasyonal’in anlı şanlı partilerinin hepsi kabaran milliyetçilik dalgasının anaforuna kapılarak kendi burjuvazilerinin peşine takıldılar. Sadece aralarında Lenin’in de bulunduğu bir avuç samimi enternasyonalist bu onursuzluğa teslim olmadı. 5 Eylül 1915 günü İsviçre’nin Zimmerwald kasabasında bir araya gelerek proletarya enternasyonalizmi bayrağını büsbütün yere düşmekten kurtardılar.
Zimmerwald’da toplanan enternasyonalistler sayı olarak parmakla sayılabilecek kadar azdılar. Kanlı bir boğazlaşmaya dönüşen savaşın özellikle ilk yılları boyunca da cılız azınlıklar olmaktan kurtulamadılar. Cephede işçilerin kardeşliğini öne çıkararak savaş karşıtı propaganda yapan komünist ajitatörlerin çoğu “casus” ya da “vatan haini” muamelesi görerek kurşuna dizildiler, Rusya’da Bolşevik ajitatörlerin başları milliyetçiliğin sarhoşluğuna kapılmış erler tarafından taşla ezildi. Fakat çok geçmeden savaşan hemen tüm ülkelerin cephe gerisindeki kentlerinde ekmek isyanları, grevler, direnişler, gösteriler patlak vermeye başladı. 1916 yazında Almanya’nın birçok kentine yayılan yiyecek kıtlığını protesto eylemleri Hamburg, Leipzig, Offenbach gibi kentlerde yağmalama eylemlerine dönüştü. 1917’nin yaz aylarına girildiğinde sınıfın ve emekçi kitlelerin eylemleri yaygınlaşmakla kalmayıp siyasallaşmış ve militanlaşmıştı. Ekmek ve yiyecek kıtlığını protestonun yanında savaşa son verilmesi, siyasal tutsaklara özgürlük ve seçimlerin yapılması gibi siyasal talepler ileri sürülür oldu. 1917’de İtalya’nın Turin kentinde olduğu gibi bazı yerlerde barikat savaşları patlak verdi. İtalya’da sadece işçi sınıfı değil köylü kitleleri de ayaktaydı. Kentlerde ve kırlarda yayılıp büyüyerek 1920 yılında patlayacak olan büyük grev dalgasının, Konsey Hareketi ve köylü isyanlarının ayak sesleri duyuluyordu.
Bu kabarış Çarlık Rusyası’nda Şubat Devrimi’ne yol açtı. Almanya’da 1918’deki Spartakist Devrimi’ni mayalandırdı. Macaristan’da önce 1918’deki Yıldızpatı Devrimi, ardından 1919’da Sovyet Devrimi patlak verdi. Sonuç olarak II. Enternasyonal oportünizminin ihaneti yüzünden savaşın çıkmasını önlemeyi başaracak güçlü bir duruş sergilenememiş olsa da burjuvaziye ve kapitalizme karşı savaşı esas alan devrimci çizgide ısrar işçi ve emekçi yığınların gözünde tarihsel bakımdan haklı çıktı.
Onun için bugünkü koşullar ve güç dengelerinin bütün iç karartıcılığına karşın Zimmerwald solunun Lenin’de cisimleşen cüreti ve iradesini kendimize rehber almalıyız!