– Kurucu kadrolarından biri olduğunuz TİKB’nin 43. kuruluş yıldönümündeki duygularınızı sorarak başlamak istiyoruz söyleşiye. Bu konuda ne diyeceksiniz?
H. Selim Açan: Bu yıl 43. kuruluş yıldönümümüzü kutluyoruz. Onun köklerinin uzandığı TİKB öncesi grup dönemini de hesaba katacak olursak 54 yıllık bir geçmişten bahsediyoruz.
Bu 54 yılı hemen hemen başından itibaren bu yapı içinde yaşamış bir komünist olarak şu an yaşadığım duyguları tanımlamak çok zor. Hatta imkansız. Şairin dediği gibi “Kelimelerin kifayetsiz kaldığı…” bir hal.
Bir taraftan onurlu bir geçmişin parçası olmanın mutluluğunu duyuyorsun. Bu yolu 54 yıl boyunca sendelemeden yürümüş olmanın gururunu yaşıyorsun. Ama bunca sene boyunca başardıklarımızın yanında başaramadıklarımızı, Türkiye Devrimci Hareketi’ne kattığımız devrimci değerler yanında artık adımıza yapışmış olan cılızlığımızı, zayıflıklarımızı, bir türlü aşamadığımız eşikleri düşününce yüzün kızarıyor, utanıyor, öfkeleniyorsun.
Tarihimiz açısından her önemli ve anlamlı günde yıllardır bu karmaşık duyguları yaşıyorum.
Nitelikli devrimci muhalefet örgütü
– Nedir bu eşikler?
– Bunların başında, güç ve etkisinin çapı bakımından “küçük” bir örgüt olmaktan bir türlü kurtulamamış olmamız geliyor.
Kadrosal bakımdan en güçlü olduğumuz dönemler dahil TİKB olarak biz hep “küçük” ve cılız kaldık. Birleşilebilecek birilerinin peşinden koşarak harcadığımız TİKB öncesi grup dönemini bir yana bırakıyorum; Halkın Kurtuluşu’ndan ayrılık sonrasında da büyümek şurada dursun elimizdeki güçleri bile tutamadık. Bizimle birlikte ayrılan güçlerin erimelerini 2 yıla yakın seyrettik.
Üstelik dönem sınıf ve halk hareketinde güçlü bir devrimci kabarmanın yaşandığı bir dönemdi. Yani hem nesnel hem de öznel koşullar bakımından 2000 sonrasının tam zıddıydı. Buna rağmen TİKB devrimci kamuoyunda bile fazla tanınmayan “küçük” bir örgüt olmaktan kurtulamadı. TDH kadroları dahi TİKB’ni asıl olarak 12 Eylül karşısındaki duruşuyla cezaevlerinde tanıdı.
12 Eylül sonrası bu yönde bir yekinmemiz oldu. 1991 Mayıs’ında yaptığımız 2. Konferans’ımızda militan komünist karakterimizden taviz vermeden “kitleselleşme” hedefini koyduk önümüze. Dönemin havasından da yararlanarak nispi ilerlemeler de kaydettik bu konuda. Fakat önderlik düzeyindeki yetmezliklerimiz yanında iç engellerimize takıldığımız için bunların arkasını getiremedik.
1996 1 Mayısı, Türkiye ‘de toplumsal mücadele açısından bir kırılma noktasıydı. İşçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinde zaten başlamış olan geri çekilmenin hızlanıp sınıfsal denge ve koşulların devrimci hareketin aleyhine dönüşüyle TDH’de 12 Eylül sonrası yeni (ikinci) bir tasfiyeci dalganın yükselişi o tarihten sonra iç içe gelişti.
TİKB olarak bu kez ne yazık ki bu tasfiyeci krizin “öncülerinden” olduk. Tam belimizi biraz doğrultur gibi olmuşken 2000’deki F tipleri saldırısı ve ona karşı direniş sürecinde sergilenen akıl almaz tutum ve politikaların ivmelendirdiği üçüncü dalga kabardı, TDH’nin başka bölükleriyle birlikte bizi de bir kez daha yere çaldı.
2018 yılında yine kuruluş yıldönümü vesilesiyle sizlerle yaptığımız söyleşi de “TİKB’nin ismini dahi bordadan atmamızı savunacak kadar kendini kaybetmiş neo Bernsteincı-İkinci Cumhuriyetçi bir tasfiyeciliğin TİKB’yi gömmek istediği mezardan çıktık çıkmasına ama hâlâ başımızı suyun üstünde tutma çabası içindeyiz” demiştim. Bugün bu aşamayı bariz bir biçimde geride bıraktık bırakmasına lakin makûs talihimizi yendiğimizi söyleyemiyoruz ne yazık ki.
Devrimi örgütleme iddiası zayıf olunca
– Peki bunu nasıl açıklıyor, hangi nedenlere bağlıyorsunuz?
– Ciddi bir çözümleme peşindeysek şayet, öncelikle bir nokta çok net olmalı kafamızda: Kimse bu sonucu tek bir etkene bağlayamaz! Özellikle de meseleyi kişilerle açıklamaya kalkmak, daha baştan materyalist tarih anlayışının dışına düşmek anlamına gelmekle kalmaz, akıl almaz bir düşünce tembelliği ve kafasızlığın dışa vurumu olur. Bu elbette kişilerin hiç bir rolü ve sorumluluğu olmadığı anlamına gelmez.
Zaten devrimciliğin kendisi yani proletaryaya ve emekçi yığınlara öncülük edip devrimi örgütleme iddiası iradenin belirleyici olduğu bir tercih ve iddiadır. Bu irade kuşkusuz dönemsel koşullardan bağımsız değildir, devrimci iradenin o çerçevenin dışında ya da ona rağmen sonuç alabileceği anlamına gelmez. Bu tam anlamıyla maceracı sol bir yaklaşım olur. Bu zihniyetle hareket eden bir solculuk, bütün keskin devrimci görünümüne karşın kafasını tarihin duvarlarına vurup yenilgiden kurtulamaz.
Dönemin nesnel koşulları, gelişmenin sınırları yanında temposu üzerinde -bazen belirleyici ölçüde- etkili olur. Bu bağlamda, nesnel koşulların görece çok daha elverişli olduğu koşullarda sağlayamadığınız gelişmeyi örneğin 2000’ler sonrasının bunun neredeyse tam zıddı koşullarda beklemek “düşünceden yoksun devrimcilik” olarak da tanımlayabileceğimiz maceracı keskinliğin tersyüz olmuş biçiminden başka bir şey değildir.
Fakat gelişmeye en açık dönemlerde, en gelişkin halinizde bile nitelikli fakat dar bir devrimci muhalefet örgütü olmanın ötesine geçememişseniz şayet, koşulların arkasına saklanamazsınız tabii ki. Bu çemberi bunca yıl boyunca kıramamışsanız, öznel nedenler baskın ve belirleyici demektir.
Öznel nedenler de kendi içinde tek ya da bir iki başlığa indirgenemez. Bir söyleşi sınırları içinde bunların hepsine değinmek mümkün değil elbette. Merak edenlere özellikle 1991’de yaptığımız 2. Konferans Raporu ile 2010’da noktaladığımız 4. Konferans Raporu’nu okumalarını öneririm. Bunları ve başka bir dizi belgeyi tikb.org sitesinde bulabilirler.
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra sorunuza dönecek olursam, öznel etkenler kapsamında bence en önemli ve tayin edici olanını devrimi örgütleme iddiasının zayıflığı oluşturur. Bunu ‘devrimci iktidar bilincinin zayıflığı’ olarak da tanımlayabiliriz. Bizde bu bilinç öteden beri üstelik tepeden tırnağa zayıftır. Kökleri TİKB öncesi grup dönemine dayanan, bu yönüyle de yapısallaşmış en büyük zaafımızdır. Bizim devrimci siyasal faaliyet anlayışımız ve tarzımız da kadro ölçütlerimiz de, sınıfla ve kitlelerle olduğu gibi siyasal süreçlerle ilişkilenişimiz de dikkatimizi ve mesaimizi yoğunlaştırdığımız önceliklerin seçimi de hep bu zaaf temelinde şekillenmiştir.
Bu bağlamda biz niteliğe önem ve ağırlık vermiş ama niceliği düpedüz boşlamışızdır. Bu yüzden TİKB, en güçlü dönemlerinde bile seçkin özelliklere sahip nitelikli bir kadro örgütü olarak tanınmıştır. Bu bir yönüyle elbette gurur duyulacak Leninist bir özelliktir. Marksist-Leninist karakterde bir devrimcilik anlayışının ayırt edici özelliklerinin başında gelir.
Leninist parti ve devrimcilik anlayışına göre proletaryanın devrimci öncülüğüne soyunan bir parti sadece militan bir savaş örgütü değildir, onun misyonu salt buna indirgenemez. Leninist bir devrim örgütü ve onun kadroları, sadece burjuvazinin iktidarını yıkma savaşının gerektirdiği nitelikler yönüyle değil, arkasından kurmayı hedeflediği sosyalizmin ve komünist toplumun değerlerini de özümsemiş olmaları, kendilerini o kalıba dökmekteki ısrarlarıyla da herhangi bir devrimcilikten ayrılır.
TİKB bu yönüyle TDH’deki en gelişkin örneklerden birini oluşturur. Kadrosal güçlerindeki bütün zayıflamaya karşın mevcut temel kadroları itibarıyla bu özelliğini bugün de yitirmiş değildir. Fakat TİKB’nin ‘gelişmede bütünsellik ve süreklilik’ sorunu kendisini bu konuda da gösterir.
“Gelişmede bütünsellik ve süreklilik” yokluğu
– “Gelişmede bütünsellik ve süreklilik” derken neyi kastediyorsunuz?
“Gelişmede bütünsellik”, gerek sınıf mücadelesinin kavranışını gerekse komünist devrimciliği tek bir boyuta indirgememek gerektiğini anlatır. Hem kolektif hem de onun kadroları olarak bizim bir türlü yenemediğimiz yapısal zaaflarımızdan birini de bu oluşturur.
TİKB olarak tarihimizi şöyle bir gözünüzün önüne getirin, şu ya da bu kesitte şu ya da bu konuda Türkiye devrimci hareketindeki yerleşik düzey ve standartların çok üstüne çıkan bir düzey ve performansın hemen bitişiğinde ona yakışmayacak ölçüde zayıf, güdük, yetersiz bir düzey çıkar karşınıza. Biraz önce üzerinde durduğum nitelikle niceliksel gelişim düzeyleri arasındaki uçurum bunun sadece bir örneğidir.
Halbuki hayatın bütün alanlarını kapsayan bir mücadele olarak sınıf mücadelesi teorik, siyasal, örgütsel ve pratik cephelerde diyalektik bir bütünlük şeklinde ele alınıp yürütülmek zorundadır. Örgüt olarak biz bu bütünlüğü bir türlü kuramamışızdır. Bir dönem militan pratiğimiz öne çıkmıştır başka bir dönem teorik-siyasal yetkinlik ve ön açıcılığımız.
Aynı dengesizlik, ilk kuşağı oluşturanlar dahil – hatta en başta bizlerde- tek tek kadrolar düzeyinde de çıkar karşımıza. Peş peşe gelen tasfiyeci dalgaların yol açtığı dibe vuruş koşullarında, bugüne dek nelerin nasıl yaşandığının hâlâ yaşayan bir sürü tanığı da bir yana dava dosyalarında ve örgüt arşivinde duran yazılı belgelere rağmen işi iyice hayasızlığa vurarak çamurdan heykel üretmeye soyunanlar çoğaldı gerçi ama bırakalım bu “Çin malı kahramanları”, tamamen hak edilmiş biçimde “TİKB ruhunun mimarı” olarak tanımladığımız Osman (Yaşar Yoldaşcan) gerçeğinde bile karşımıza çıkar bu dengesizlik. Kaldı ki Osman, sahip olduğu yetenek ve potansiyellerinin zenginliği nedeniyle hem militan sosyalist bir devrimcilik hem de komünizmin yaratmayı amaçladığı çok yönlü birey tipolojisine yakınlık bakımından içimizdeki en gelişkin ‘devrimci bütünlük’ örneğiydi.
Osman, her şeyden önce militan devrimciliğin ve sosyalizmin değerlerinin hücrelerine kadar işlediği müthiş bir komünistti. Görüşlerinin çoğunu paylaşmadığım Ursula K. LeGuin “Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiç bir yerde değildir” der ya, Osman bunun canlı bir örneğiydi. Zekası, yaratıcılığı, hem komutan hem nefer olarak askeri konulardaki olağanüstü yeteneği, insancıllığı…. yönlerinden Osman’ı uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım şu an. Ama aynı Osman teori ve siyaset üretimi yanında kitle örgütçülüğü yönünden de çok zayıftı.
Gelişkin yönlerle hemen ona bitişik zayıflıklar konusunda hem bunlar arasındaki açıklığın büyüklüğü hem de devrimci bir bütünlüğe görece daha yakın ya da uzak olma yönlerinden hepimiz aynı değildik kuşkusuz. Aramızdaki bazılarında bu açıklık tabana tabana zıtlık boyutlarındaydı. Öyle ki ağır illegalite koşullarında yalnız başına bıraksan kendisine ev bile tutamayacak kadar beceriksizler dahi kolektifin o birbirini bütünleme ilişkisi içinde sorun olmaktan çıkıp devrimci bir rol oynayabiliyordu. Lakin bu zaaf sonuçta hepimizi bir biçimde kesen, birinde şu yoğunluk ve biçimde başkasında başka türlü kendini gösteren ortak zaafımız oldu yıllar boyunca.
Bizlerin bu zaafı, hem örgütün gelişimini sakatlayıp tek yanlılaştıran, aynı zamanda yavaşlatıp 1990 ortalarından itibaren peş peşe patlak veren tasfiyeci krizlere zemin hazırlayan bir rol oynadı hem de bizlere bakarak, dahası bizleri örnek alarak şekillenen sonraki kadro kuşaklarına ve taraftar kitlesine de olumsuz bir miras olarak geçti. Üstelik sonraki kuşaklarda bu dengesizlik çok daha derin açıklıklar biçiminde kendini gösterdi. Buna bir de “gelişmede süreklilik yoksunluğu” eklenince, sonuçları çok daha ağır ve yıkıcı oldu.
“Gelişmede süreklilik yoksunluğu” ile neyi kastettiğim açık sanırım. Tanım kendisini anlatıyor aslında. “Gelişmede bütünlük” eksikliği örgütsel düzeyde de bireysel düzeyde de yakalanan ileri düzeylerin, atılan adımların, kaydedilen gelişmelerin tek yanlılığını anlatır. Bunun kendisi zaten her an yıkılıp anlamsızlaşmaya açık bir dengesizlik halidir. Buna bir de onların dahi arkasının getirilemeyişi yani “gelişmede süreklilik” eksikliği eklenince helvanın yanması kaçınılmazlaşır. TİKB olarak biz özellikle 12 Eylül sonrası dönemde bunu yaşadık. Sonrasında yaşadığımız felaketlerin kapısını da bu açtı zaten.
Hem Marksist karakterde devrimci bir bütünlükten hem de süreklilikten yoksun bir “gelişkinlik” her şeyden önce baş dönmesi ve kibir yaratır. Bu kibir en başta bir an önce giderilmesi gereken zayıflıkların görülmesini perdelemeye başlar, gelişme dinamiklerini köreltir. Başka bir ifadeyle “Ben oldum, gelişmenin en üst, en olgun aşamasına ulaştım” duygusu yaratarak kolektifi de bireyleri de rehavete sürükler. Dahası özellikle örgüt içi ilişkilerde kariyerist duyguları kamçılar. Bundan kaynaklanan yeni bozulmalara yol açar. Bu arada örgütün gelişimini de zayıflatıp yavaşlatan bir fren işlevi görmeye başlar. “TİKB olarak 1996 sonrası yaşadıklarımızı neden yaşadık? Nasıl bu hallere düştük?” sorusuna dürüst ve samimi yanıt arayanlar süreçlerin gelişimine bir de bu açıdan bakmalıdırlar.
Baş dönmesi ve kibir iç krizlere zemin hazırladı
– Mümkünse somut örnekler vererek bu görüşünüzü biraz daha açmanızı istesek?
– 12 Eylül yenilgisinin ne kadar ağır ve ezici olduğu hepimizin malumu. Geçmişin devrimci değer ve geleneklerinden kopuşun ilk büyük dalgası bunun arkasından yükseldi zaten. 1980’lerin sonları bu açıdan hem bir ayrışma hem de bir arayış yıllarıydı. Ayrışma devrimcilikte ısrarla tasfiyeci yönelimler arasındaydı. Arayış ise her iki cenahta da yeni oluşumlar peşinde koşma biçiminde kendini gösterdi. 1980 öncesi SSCB ve etrafındaki kampı bürokratik revizyonist bir yozlaşma örneği olarak gören anti revizyonist cenahta devrimcilikte ısrar yöneliminde olan istisnasız bütün güçler gözlerini TİKB’ye dikmiş, onun nasıl bir hat izleyip ne yapacağını gözler durumdaydılar.
Ne var ki bizim nitelikli bir devrimci muhalefet örgütü olmaktan çıkıp devrimi örgütleme iddiasıyla hareket etmekteki zayıflığımız, 12 Eylül faşizmi karşısında mücadelenin bütün cephelerinde sergilediğimiz yüz ağartıcı duruşun yarattığı baş dönmesiyle birleşti. Bizden beklenen toparlayıcı öncü duruş yönünde bir inisiyatif geliştirmek şurada dursun, dışımızda gelişen bu yönlü arayışlara da kibirli yaklaşmamıza yol açtı. O girişimlere dair kaygılarımızın haklılığı haksızlığı ayrı konu. Burada asıl ve önemli olan, o tayin edici kesitte bizim üzerimize düşen tarihsel rolü oynayıp oynamadığımız. “Gelen gelsin, bize katılsın” burnu büyüklüğüyle hareket edip militan bir proleter sosyalist odağın inşası yönünde oynamamız gereken rolü oynamaktan kaçınmış olmamız.
Tarihsel sorumluluklarını kavrayıp buna uygun hareket etmekten uzak duran bu kibirli tutumların sonucunu da yaşayarak gördük zaten. Geçmişte yaptıklarımıza güvenerek o çizgide kendiliğinden doğrusal bir gelişme beklerken giderek kendi içimize doğru bükülüp krizlere sürüklenmekten kurtulamadık.
O kibirli sekterliğin içimizdeki öncülerinin bireysel gelişim seyirleri de farklı olmadı. TİKB, yaşadığı bütün krizlere rağmen ayakta kalmayı sürdürdü en azından. Ya onlar? Utanç verici bir biçimde havlu atıp örgüte ve örgütlü mücadeleye sırtlarını döndüler. Dahası ona düşmanlaştılar.
İlerleyen yıllarda farklı gerekçelerin arkasına saklanarak farklı biçimlerde havlu atanların -ve son zamanlarda akıl almaz bir işgüzarlık, dahası haddini ve kendini bilmezlikle öylelerine yancı kesilenlerin- bugüne dair anlamlı tek bir cümle bile kur(a)mazken sürekli tarihte eşelenip 40 yıl öncesinin işkencede ve cezaevlerinde direniş anılarını sömürerek var olmaya çalışmaları “komünist gelişme ve mükemmelleşmede süreklilik” kavramıyla neyi anlatmaya çalıştığımızın bir başka somut örneğidir.
Düşünsenize, 12 Eylül yıllarının üzerinden 40 yıl geçmiş. Birileri hâlâ o yıllardaki gerçek ya da uydurulmuş direnişleriyle anılıp değerlendiriliyorlar. Sonrasında ne yapmışlar, o devrimci ruhu ne kadar korumuşlar, üzerine ne koymuşlar, bugün neredeler, günün devrimci görev ve sorumluluklarıyla nasıl bir ilişkilenme içindeler, ellerinden vazgeçtik parmaklarını olsun taşın altına koyuyorlar mı… ne kendilerine ne birbirlerine bu soruları soruyorlar. 27 Mayısçıların kendilerini ömür boyu senatör tayin etmeleri gibi bunlar da “tabii senatörlük” beklentisi içindeler. Sonrasında ne yapmış olurlarsa olsunlar 30 yıl-40 yıl önceki direnişleri baz alınarak değerlendirilmeyi bekliyorlar.
Bu beklentilerle karşılaştıkça aklıma hep Enver Hoca’nın sosyalizmden geriye dönüş süreçlerinde “geçmişlerine güvenerek devrimci gelişme duyusuna yabancı bir durağanlığa” sürüklenen, bu yetmezmiş gibi “çok çalışmış ve mücadele etmiş oldukları gerekçesiyle uygunsuz talepler ileri sürmeye başlayan” partinin kıdemli kadrolarındaki yozlaşmanın tayin edici rolüne dair o ufuk açıcı çözümlemesi geliyor.
Madem öyle bu ısrar niye
– Yaşadığı bütün güç ve prestij kaybına rağmen sizin ve yoldaşlarınızın TİKB’yi yaşatmaktaki ısrarınızın nedeni ne? Bu konuda neler söylersiniz?
– Marksizm-Leninizme az çok aşina olan sosyalizm yandaşları için bu sorunun sorulması bile abestir. Ama devrim ve sosyalizm mücadelesine, insanlığın kurtuluşu kavgasına tarihsel bir rüyaya sahip oldukları için değil de şu ya da bu akıntıya kapılarak katılmış olanlar bunu anlamakta güçlük çekerler.
Örgütsüz bir devrimcilik, örgütsüz bir komünist militanlık olmaz, olamaz!.. Devrimci bir örgüt ve örgütlü bir devrimcilik, özellikle de Leninist karakterde bir devrimcilik ve komünistlik iddiasının olmazsa olmaz koşuludur. Bunun inkârı ya pespaye bir küçük burjuva liberalizmin ya da ‘mış gibi yapan kavga kaçaklığının tezahürüdür.
Bizler, 12 Eylül mahkemelerinde, hatta ondan da önce 12 Mart mahkemelerinde mesleğimiz sorulduğu zaman “proletarya devrimcisi” yanıtını verirdik. Hâkimler anlamaz, dahası “böyle meslek mi olur” diye öfkeyle tepki gösterirlerdi. Bizim içinse bu bir devrimci duruş ve kararlılık ifadesi olmanın yanında kendimizi bütünüyle emeğin kurtuluşu kavgasına adadığımızı gösterme biçimiydi.
Her devrim ve sosyalizm sempatizanının kendisini bütün varlığıyla bu kavgaya adaması beklenemez kuşkusuz. Bu bağlamda herkesin partili/örgütlü devrimcilik yapmasını istemek ütopik olduğu kadar sol sekter bir yaklaşımdır. Lakin her kim kendisini ‘militan bir komünist’ olarak tanımlıyor, herkesten daha fazla ‘Marksist’ ve ‘devrimci’ olduğu görüntüsü vermeye çalışıyorsa onun samimi ve dürüst olup olmadığını bu turnusol kağıdına bakarak anlarız.
Sizin sorunuza daha kestirme bir yanıt vermek için burada sözü ABD Komünist Partisi’nin kurucularından, ABD’nin yanı sıra uzun yıllar Meksika’da da sendikal ve siyasal faaliyetler yürüten, 1917 sonrası yıllarca Sovyetler Birliği’nde kalıp Komünist Enternasyonal delegeliği yapan fakat Soğuk Savaş yıllarında CIA’in istasyonlarında danışmanlık yapacak kadar zıt kutba savrulan, kısacası kişisel serencamıyla da ibret alınması gereken bir örneğe, ABD’li eski komünistlerden araştırmacı-yazar Bertram D. Wolfe’a bırakayım:
“… Parti denilen kuruluştan ortada ne kalmış olursa olsun; parti diye elde avuçta kalan üç beş bozguncu ve terörcü de olsa, kuvvetli ve büyük bir kitle örgütü de olsa zulme, gadre, umutsuzluk ve yılgınlığa uğramış ve başka kimse kalmamış da olsa Lenin her daim partisinin adamıydı; partisinin yanındaydı. Belki Lenin de ‘parti’ dediği zaman trajik bir varlıktan başka ortada bir şey kalmadığını görüyordu, ama 1851’de Marx’ın Engels’e yazdıklarına benzer hiçbir şey yazmadı:
‘Kamu karşısındaki ve kendi sorunlarımız karşısındaki bu gamsız, kasavetsiz halimize çok memnunum. Sen ve ben, bu hayatımızla kendi ilkelerimize ve durumumuza çok uygun yaşamış oluyoruz. Kişiler arası karşılıklı tavizler (reciprocal concessions); görünüşü kurtarmak için katlanılan orta yolcu, zorlama hoşgörüler ve partideki umuma mahsus saçmalıklar içinde yer alan bir yığın eşek ile sanki aynı fikirleri taşıyormuşsun gibi ortalıkta dolaşmak -şimdi bunların hepsi bitti.’ [11 Şubat 1851 mektubu]
Ve ne de Engels’in cevabındakilere benzer şeyler yazdı:
‘Hiçbir popülariteye, hiçbir partinin desteğine muhtaç olmadığını gösterebilmek için en sonunda bir yol bulduk… bu andan itibaren artık sadece kendimize karşı sorumluyuz, ve bu başların bize ihtiyaç duyacakları günler geldiği zaman, kendi görüşümüzü dikte ettirecek durumda olacağız. O zamana kadar da hiç olmazsa huzur içinde oluruz. Daha gerçeği, bir bakıma tam bir yalnızlık… Resmi görevlerden vebadan kaçar gibi kaçan bizim türden insanlar hiç ‘Parti’de rahat edebilir mi?.. Şimdilik bizim için önemli olan şudur: Fikirlerimizi, düşüncelerimizi bastırabilmek, yayınlayabilmek… Mülteciler sana karşı istedikleri kadar dedikodu ve fesat tezgahlasın, sen onlara siyasal ekonomi kitabınla gereken cevabı verdikten sonra ne çıkar’. [13 Şubat 1851 mektubu]
Marx ve Engels’in bu uzlete (toplumdan kaçarak tek başına yaşamak.// inziva) çekilmelerine Lenin karşı olamazdı. Zira, Siyasal Ekonominin Eleştirisi ile Kapital‘i Marx-Engels’in bu uzletlerine borçluydu. Fakat, onların örneğine uymayı da düşünmedi. Nitekim, günün birinde, Marx’ın kızı ile damadının birlikte intihar ettiklerini (Lafargue’lar, 1908) duyan Lenin, karısına şöyle demiştir: ‘İnsan Parti için çalışamayacağını anlarsa, gerçekten korkmadan durumunu anlamalı ve Lafargue’ların yaptığı gibi intihar etmeli.’
İşte bu sözler Lenin’in öz düşüncelerini vermektedir. 1909’da, Krupskaya, ‘hiç insanımız kalmadı’ dediği günlerde Parti çöküntü içindeydi. Epey süre sonra bu günlerden söz eden Zinoviev -Lenin’in o zamanlar en yakın arkadaşlarındandı- şöyle diyecekti: ‘O sıralar, o acı günlerde Parti kendi varlığını güç sürdürüyordu.’ (Parti Tarihi Üstüne Dersler, 1922)
Rusya’da, casuslar ve kırgınlık çöküntü ve gerilemenin başlıca nedenleriydi. Rusya dışında ise yakınlarının ve dava arkadaşlarının çoğu kendiliklerinden çekip gitmiş, bir kısmı ise şiddetli taktik ve stratejik görüş ayrılıkları yüzünden bizzat Lenin tarafından Bolşevik hizbi içinden atılmışlardı. Ama her şeye rağmen, örgütlenme doktrini ile yola çıkıp liderliğe gelen bu adam, gene partisinin adamı olmakta devam ediyor ve ‘parti’ denilen şeyden Lenin’in anladığı, etrafında iki kişi de kalsa, üç kişi de kalsa değişmiyor; izleyicisi az da olsa çok da olsa Lenin ve yanındakilerin kurduğu yönetici komitenin parti anlayışı hep aynı kalıyordu.” (Devrimi Yapan 3 Adam, Bertram D. Wolfe, 2. Cilt, sf.190-192)
Sohbetimizin başında sınıf ve kitlelerle olan bağlarımızın zayıflığını tarihimiz boyunca aşamadığımız en büyük yapısal zaafımız olarak tanımladım. Sınıf mücadelesinin güçler arasında cereyan eden bir savaş olduğu, bu bağlamda politikanın güçle yapıldığı temel gerçeğini dikkate alacak olursak bunun ne kadar vahim bir yetmezlik olduğu görülür.
Politika ile Eğitimbilimin Birbirine Karıştırılması Üzerine başlığını taşıyan ünlü makalesinde Lenin, dönemsel koşullar ne kadar elverişsiz olursa olsun işçi sınıfını devrimci sınıf bilinci temelinde eğitme çabası ve ısrarı içinde olmayan bir siyasal etkinliği “oyun oynamaya” benzetir. Lenin’in koyduğu bu ölçüt, bizim bugünkü duruşumuzla şu ya da bu mecrada boy göstermeyi “devrimci Marksist siyaset” olarak yutturmaya çalışan tasfiyeci kalpazanlar arasındaki özsel farkı oluşturur.
Fakat Lenin, aynı makalenin devamında şöyle bir ölçü daha koyar: “…Bu etkinlik ancak belli bir sınıfın yığınını sarsması, onun ilgisini uyandırması ve onu olaylara etkin ve öncü biçimde katılmaya götürmesi halinde ve bu ölçüde ciddi bir önem kazanır” (Politika ve Eğitimbilimin Karıştırılması Üzerine, Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine içinde, sf. 203-204).
Bizim bir türlü aşamadığımız eşik burasıdır! Lâf aramızda, bu sadece bize özgü bir yetmezlik değildir. TDH’nin geneli bu haldedir.
Bu arada, sınıf ve emekçi kitleler üzerinde belirgin bir etki ve prestij sahibi olmakla etrafımızdaki kafa sayısının çokluğunu birbirine karıştırmamak gerekir. Leninist karakterde bir devrimcilik anlayışı açısından birincisi ‘politik bir güç olmak’ anlamına gelirken ikincisi ‘kalabalık’ anlamına gelir. Bu ikisi aynı şey değildir. Devrimci anlamda güç, aritmetik olmaktan çok cebirsel bir değerdir. Görünürde büyük rakamların önünde eğer eksi işareti varsa, o aslında sıfırdan da küçük bir değeri ifade eder. Bunu belirleyen temel etken sahip olduğunuz çizgi, program ve stratejik perspektif açıklığıdır. Eğer bunlarda bir eksiklik, bulanıklık, dahası niteliksel bir çarpıklık varsa salonları, meydanları hatta sandıkları doldurmanız sizin devrimci olduğunuz ve kalıcı devrimci sonuçlar elde edebileceğiniz anlamına gelmez.
Dolayısıyla tarihimiz boyunca aşamadığımız cılızlığımıza, sırtımızdaki yüklerin bu yüzden daha da artan ağırlığına rağmen sosyalizme ve devrimci değerlere alabildiğine yabancı, kişilik ve karakter sorunu yaşayan çeri-çöpü etrafına toplayarak “güç olmaya” çalışan tutum ve yaklaşımlardan uzak durmaktaki kararlılığımızı koruyoruz. Böyle “güç” ve “iddia” sahibi olmak bizden uzak olsun!..
43. Kuruluş yıldönümümüzü geride bırakırken, gerçekliğimize gözlerimizi kapatmadan Tolstoy’a ait olduğu söylenilen bir sözü kendimize düstur alıyoruz:
“İnsanın gerçek gücü sıçrayışlarda değil, sarsılmaz duruştadır!”