TİKB 5. Konferans Belgeleri’nden…
Kadın sorunu: Tarihin en kadim sorusundan ne anlıyoruz
“Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.”
Engels’in, materyalist bir kavrayışla tarihteki ilk toplumsal yarılma olarak nitelediği kadın sorunu, toplumların sınıfsal, hiyerarşik ve ataerkil bir sistem üzerinden iki toplumsal cinsiyete bölünmesine işaret eder. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, cinsiyet ve sınıf kavramının insanlık tarihinin tamamını belirlediğini ortaya koyarlar.
Biz komünistler kadın sorunuyla Engels’in yukarıdaki sözlerinde ifadesini bulan bir netlikle ilişkilenmek zorundayız.
Tarihte sınıflı toplumların ortaya çıkışının şafağında önce kadınlar köleleştirildi. Ve o günden itibaren kadınlar bütün sınıflı toplumlarda yok sayıldılar, baskı gördüler, ezildiler, köleleştirildiler. Sistemler değişti, üretim tarzları değişti, kadının konumu da biçimsel olarak değişti ama “öz” aynı kaldı.
Bu, cinsiyet ve sınıf kavramının, insanlık tarihinin başlangıcında olduğu kadar sonrasında da belirleyici bir dinamik olarak işlediğine dair tarihsel derinliği de içeren ideolojik bir perspektif kazandırır. Bu yaklaşım kavrandığında insanlığın 10 bin yıllık serüveninin sadece sınıflar arası çatışma biçiminde değil, onun organik bir parçası olarak aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerinden şekillenen ikinci bir çatışmayla da iç içe geçtiği görülür.
Farklı üretim ilişkilerinin belirlediği toplumsal ilişkilerde bu çatışma biçimi değişse de yakıcılığını ve keskinliğini koruyarak devam edegelmiştir. Komünistler açısından kadın sorunu bu açıklıkta kavranmak zorundadır. Bu kavrayış derinleşmiş bir ideolojik yaklaşıma dönüşmelidir.
Bilimsel sosyalizmin kurucuları o tarihsel koşullarda bu yaklaşımı bütün yönleriyle açımlanmış bir teorik çerçeveye dönüştür(e)meseler de sorunu can alıcı noktalardan yakalamanın temel dayanaklarını bırakmışlardır. Bugün bize düşen, bu hareket noktalarını ve temel tezleri ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak geliştirmek bilinciyle hareket etmektir.
Özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte oluşan toplumsal ilişki -ve özel olarak da cinsler arası ilişki- aile başta olmak üzere diğer üstyapı kurumlarıyla birlikte yürür. Toplumsal cinsiyet rolleri ya da ilişkileri denilen şey sırf bir kültürel devamlılığa işaret etmez, ekonomik-siyasi-kültürel-ideolojik bütünlük oluşturan bir sistem olarak iş görür. Toplum bir bütündür ve sınıfsal, cinsiyete dayalı, ırksal, dinsel ve diğer türden tüm toplumsal ilişki biçimleri kendinde şeyler olmayıp, herbiri bir üretim biçiminin belirlenmiş ve çatışmalı ilişkileri bağlamında varolur, varlıklarını da ancak kendilerini yeniden üretebildikleri oranda sürdürebilir.
Ataerki de erkek egemenliğince belirlenmiş bir cinsiyet hiyerarşisi üreten ve yeniden üreten toplumsal bir süreçtir. Bu tahakküm, tıpkı sınıf ilişkilerinde olduğu gibi rıza ve zor yöntemlerinin iç içe geçmesiyle sağlanabilir ve sistemin bekası için sürekli olarak yeniden tahkim edilmek zorundadır. Tüm toplumsal altüst oluşlar bu zor ve rıza araçlarınca süreklileşmiş biçimde kontrol edilir ve yeniden üretilmeye çalışılır. Yeniden üretmekte zorlanıldığı noktada tüm çirkin yüzüyle saldırganlaşır. Gelinen aşamada diğer toplumsal ilişkilerde olduğu gibi toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki hiyerarşinin yönetilmesinde de ciddi bir tıkanma hali yaşanmaktadır.
Kapitalizm bugün kendisi için her açıdan yaşamsal olan erkek egemenlik sisteminin çözülmesi, toplumsal üretime daha geniş kitleler halinde dahil olan kadınların yaşadıkları nispi özgürleşmenin sorunlarıyla karşı karşıyadır. Cinsiyetler arasındaki mevcut hiyerarşinin ya da kapitalist sistemin temel dayanaklarından biri olan aile kurumunun çatışmalı bir süreç içinde krize sürüklenmesiyle başa çıkmak zorundadır. Mevcut mücadele dinamikleri örgütlü-hedefli bir zemine oturmadığı sürece bunu zor ve rızayı iç içe geçirerek belki idare edebilir, ama yeniden üretmesi eskiden olduğundan daha zordur.
Bu çelişkinin çözüleceği yer fiilen üretim ilişkilerinin değiştiği, toplumsal ilişkilerin de bunun üzerinden yeniden şekillendiği devrimle, sosyalizmle mümkün olabilir. İnsanlık bugün her konuda olduğu gibi bu sorunda da böyle bir eşikle karşı karşıyadır. Sistem temel dayanaklarında yaşanan çok yönlü krizle boğuşurken onun krizini daha da derinleştiren dinamiklerden biri de kadınların toplumsal bir güce dönüşen mücadelesidir. Dolayısıyla bugün kadın düşmanlığı olarak yansıyan ve dünya ölçeğinde bir eğilim haline gelen saldırganlık bu noktadaki krizin yansımasından başka bir şey değildir.
Bu nedenle de kadın sorunu kapitalist sistemin yaşadığı kapsamlı kriz ve sınırlarına dayanma gerçeği içinde kavrandığı oranda doğru bir yaklaşımla ele alınıp stratejik bir ilişkilenme kurulabilir.
***
Kadın sorunu tarih kadar eskidir, katmerli baskı ve sömürü ilişkilerinin adeta ilk laboratuvarı işlevi görmüştür. Sınıflı toplumlarda -özelde de kapitalizmde-, önceki üretim ilişkilerinden devralınan ataerki-erkek egemenlik sistemi, hakim üretim ilişkilerinin ve egemen sınıfın kendi çıkarları temelinde yeniden üretilip özümsenmiştir. Kadını, onun istek ve ihtiyaçlarını, isyan ve öfkesini kontrol altında tutmak için devreye sokulan iktidar ilişkilerinden, zor aygıtlarından ayrı ele alınamaz. Hayatın her alanında -özellikle ailede- erkeğin iktidarını ve ayrıcalıklı konumunu sürdürmesine hizmet eden bu temele ihtiyaç duyar. Yüzyıllar içinde oluşan yazılı yazısız yasa ve kültürel normlar da bu amaç için devrededir.
Dünyanın kadın yarısı, sınıfsal, etnik, cinsel ve inançsal farklılıklarla bölünmüş olmasına rağmen çağlar boyunca her türlü baskının, aşağılamanın ve sömürünün değişmez nesnesi durumunda olmuştur. Tarih boyunca farklı egemenlik sistemlerinin kadına biçtikleri rol farklılaşmış ama özü aynı kalmıştır: Erkeğe bağlı bir konum. Erkeğin her türden ihtiyacını karşılayan bir hizmetli! Kadını eril iktidarın belirlediği sınırlar içine hapsetme, onu bağımsız bir birey olarak değil, erkeğin, burjuva ailenin, toplumsal üretimin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü olarak kodlayan sistemin boyunduruk altına alıp köleleştirme hedefi hiç değişmemiştir. Sistem üretim ilişkileri üzerinde yükselen erkek egemen ideoloji aracılığıyla kadını yönetmek, yeteneklerinin farkına varıp geliştirmesini önlemek, bıktırıcı işlerle köreltmek, sesini kısmak, ruhsal ve düşünsel olarak tüketerek sisteme eklemleme amacındadır.
***
Öncesi de bir yana son yıllarda kadına yönelik taciz, tecavüz ve cinayetlerdeki olağanüstü artış, açık/örtük kadın düşmanlığındaki geometrik sıçrama ürkütücü boyutlardadır. Türkiye bunun zirve yaptığı ülkelerdendir, her güne bir kadın cinayetiyle uyanır olmak günümüz gerçekliği durumundadır.
Üretim ve yeniden üretim süreçlerinin çeşitlenip farklılaşması kadının dünya ölçeğinde toplumsallaşan kapitalist üretim çarkının -her gün daha da kitleselleşen katılımlarla- vazgeçilmez bir parçası haline gelişi erkek egemenliğini ve “eril iktidarı” daha fazla tehdit eder hale gelmiştir. Kadınlar kendilerini boğan, ezen ve yok eden koşullara, sırtını burjuva devlete ve “hukuka” dayayan “baba, kardeş, koca” giysili erkeklerin baskısına artık daha gür ve daha kitleselleşen şekilde “Hayır!” demeye başlamıştır.
İletişim araçlarının bu kadar yaygın kullanımı birçok örtüyü kaldırmış, daha önce gizli kalabilen pek çok olay gözlerimizin önünde yaşanır olmuştur. Kadınlar birbirlerinden esinlenerek yaşadıklarını anlatmak konusunda artık daha cesaretlidir. Ölüm korkusundan çok ömür boyu aşağılanıp işkence görmek, yaşamını bir hiç olarak sürdürmek zorunda bırakıldığı duygusu nicel birikimlerin zamanla nitelik farklılaşmasına dönüşmesi gibi kadınlarda da tramplen işlevi gören bir sıçrama eşiği işlevi gördü.
Kadın kitleleri korkmak ve susmanın değil ayağa kalkıp sesini yükseltmenin, kendi hayatları ve gelecekleri için mücadele etmenin bilincine her geçen gün daha fazla varıyor. Birbirlerinden beslenip yan yana geliyor, omuz omuza direniyorlar. Yasaklara aldırmıyor, sokağa çıkıyorlar. “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz!” sloganı geniş kadın kitlelerinin gözünde hem bir uyanışın dile gelişi hem de bir eylem sloganıdır.
Bu koşullarda itaat sağlama, boyunduruk altına alma ve bunu kalıcılaştırma sistem açısından vazgeçilmez hale gelmiştir. Kapitalist çarkı tekletecek, aileyi sorgulatacak, erkek egemenliğinin üstüne yürüyen irili ufaklı adımlar iktidarı yeni tedbirler almaya yöneltiyor. Toplumsal mücadelenin en geniş bileşeni, hayatın her alanında en acımasız biçimde köleleştirilen dinamiği olan kadınlar ayağa kalkıyor.
Bu konu bağlamında, kadın sorununun bugün ulaştığı düzlemin Türkiye’deki yansımalarını üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal ilişkilerdeki (erkek egemen hiyerarşi) kriz ve çatışmalardan kopararak tek başına AKP gericiliğinin saldırılarının tetiklediği bir reaksiyon derekesine indiren sığ yaklaşımlarla karşılaşıyoruz.
Bu türden yaklaşım ve tutum alışlar kadın mücadelesiyle pragmatist bir ilişkilenmenin ötesine kolay kolay geçemiyorlar ve geçemeyecekler. Çünkü konjonktürel gördükleri bu durumun sunduğu olanaklarla sınırlı bir bakış açısına sahipler. Bu yaklaşım, sonuçları neden haline getirerek (kadın hareketinin hareketlenmesi AKP gericiliğinin saldırılarının tetiklediği bir reaksiyon olarak değerlendiriliyor) sistemin, kendi temellerini oluşturan erkek egemen hiyerarşik ilişkileri artık yönetmekte zorlandığı, rıza araçlarının buna yetmez hale geldiği oranda zor ve baskıyı, düşmanlığı temel politika haline getirdiğini, bunun uluslararası gericiliğin temel tıkanmışlığının ifadesi olarak dünyada genel bir eğilime dönüştüğünü göremiyor.
Oysa dünyanın dört bir yanında burjuva diktatörlükleri faşizme özgü çizgilerin baskın hale geldiği bir gericileşme içinde. Dünya sağa kaydıkça, işbaşına gelen hükümetler kadınların tarihsel-toplumsal kazanımlarına dönük daha evrensel ve gözükara bir saldırı dalgası başlattılar. Saldırılar da, buna isyan ederek ayağa kalkan kadın hareketlerinin talepleri ve eylem biçimleri de daha fazla ortaklaşmaya başladı. 50 yıl önce kazanılan kürtaj hakkı*, boşanma hakkı, nafaka hakkı dünyanın her yerinde koyu bir gericilikle iç içe geçerek hedef haline getiriliyor.
Eşit işe eşit ücret talebi başta olmak üzere kadınların kapitalist üretim içindeki eşitsiz konumlarına karşı gerçekleştirdikleri eylemler kadın sorununun sınıfsal muhtevasını her gün biraz daha netleştirmeye devam ediyor.
Kapitalizm ve ataerkil düzen, bugün yalnızca kadın özgürleşmesinin değil, tüm insanlığın kurtuluşunun önündeki en önemli engellerden biridir.
TİKB’nin kadın hareketini algılayışı, tarihsel akış
TİKB, hem kadınların özgürleşme mücadelesini hem de komünist kadınların daha ileri hedefler doğrultusunda önlerinin açılması, yetenek ve kapasitelerini geliştirmeleri için daima ileri bir çabanın temsilcisi oldu. Ezilenler içinde en fazla ezilen kadının kurtuluşu için, kadınların kendi kurtuluşları için mücadeleye seferber edilmeleri, kaderlerini tayin etme konusunda özneleşmeleri gerektiği perspektifine sahip oldu.
Mücadele saflarında eşitlenmiş gibi görünen kadın ve erkekler gerçekte fiilen eşitsiz bir şekilde yan yana gelirler. Bizler de toplumsal cinsiyet rollerine göre şekillenerek saflara katılırız ve genellikle daha ilk adım atışımızdan itibaren erkek olanlarımız kadın olanlarımızdan daha avantajlıdırlar.
Kuruluşumuzdan çok kısa bir süre sonra 12 Eylül faşist darbesi geldi. TDH’nin diğer bölükleri gibi varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya kaldık. Buna rağmen ’85 ortalarına kadar varlığımızı, politik-pratik faaliyetimiz sürdürmeyi başardık. Kıran kırana günlerdi ve bu kesitlerde işçi sınıfı içinde, çeşitli fabrika ve bölgelerdeki asli çalışmalarımıza yoğunlaştık. Faşist darbe günleri yeraltı yaşamının yoğun koşturmacasına sahne oluyordu. İllegal yayın ve bildirilerin, afiş ve pulların hazırlanıp basılması, duvar gazetelerinin, duvar yazılarının gizlilik koşullarında yapılması başlı başına kapsamlı temel uğraştı. Kadın yoldaşlarımız bütün bu faaliyetlerde eksiksiz yer alıyordu.**
Ne var ki, tüm bu hasletlerle donanmış olan TİKB’li kadınlar olarak bizler bu sorunun toplumsal devrim açısından nasıl bir anlam taşıdığını yeterince göremedik. Onu sınıf çalışmasının bir parçası olarak görürken kadın sorununun özgünlüklerini, erkek egemen hiyerarşi içindeki konumunu gözden kaçırdık. Soldaki indirgemeci düz mantık bizde de vardı: Devrim çözer!
Kadın sorununun insanlığın kurtuluşunun esas halkalarından biri olduğunun kavranışındaki ideolojik zayıflık diğer siyasal yapılar kadar bizde de vardı. Onlardan farkımız tüm dezavantajlarına rağmen kanırta kanırta yolunu açan kadın kadroların cinsiyetlerine göre istihdam edilmemeleri, hakettikleri yerlerde görev almalarıydı. İnandıkları bir ideolojik yönelimin saflarında mücadele etmek, kimi zaman en sorumlu görevlere bileklerinin hakkıyla gelmek bambaşka bir içerik, farklı bir kulvardı. Çok değerliydi fakat kadın sorununa yaklaşım açısından aynı zamanda hayli eksik bir yaklaşımdı. Meseleyi dışımızdaki kadın ordusuyla ilişkilendirerek ele almıyordu. Örgüt içinde kendilerini sonuna kadar özgür ve engelsiz hisseden bu kadınlar toplumun geniş katmanlarının oluşturduğu kadın kitleleri için de bu özgür gelişimi istemeli ve bunun için çalışmalıydılar.
Yayınlarımızda kadınlar için ayrılmış köşeler/sayfalar oldu, kadın sorununa dair -30 yıl öncesinin anlayışı ve donanımıyla yazıldıkları için bugün açısından oldukça geri sayılabilecek- çeşitli çözümleme yazıları kaleme alındı. Özel bir kadın çalışması yürütülmesi gerekliliği çeşitli defalar gündeme geldi. Başlatıldı fakat çoğunun arkası getirilemedi. Ne ironiktir ki, bu konuda en fazla ısrarcı olması gereken kadın yoldaşlar dahi bu göreve büyük ölçüde bigane kaldılar.
O dönemde biz kadınlarda daha toptancı bir devrim anlayışı hakimdi. Militan bir sosyal devrim örgütünün işçi sınıfı içinde örgütlenmeyi başa yazması zaten olması gerekendir. Bizdeki çarpılma “devrimin kadın yarısı”, “kadınların yer almadığı hiçbir devrim yoktur” gibi doğru belirlemeleri yazılarımızda bol bol kullanmamıza rağmen bunu bilince çıkaran ve asılan bir çabanın yeterince etkin kılınamaması, mücadeleye bizim gibi sakınmasız atılacak kadın kardeşlerimizin ne muazzam bir güç yaratacaklarını tahayyül edememektir.
Bu konuda bir bilinç dönüşümü ve aydınlanma ihtiyacının farkedilmesi ise 1990’lardan sonra uç verdi. Fakat o kesitte de peş peşe gelen tasfiyecilik süreçlerinde bu uyanış kesintiye uğradı. Örgütün varlık yokluk sorunuyla karşı karşıya bırakıldığı o süreçlerde bütün zaman ve enerji hizip ve tahribatlarını onarmak, örgütlü mücadelede kesinti yaratmamak için sarfedildi.
TDH’nin geneli açısından da durum bizden çok farklı değildi. 12 Eylül faşist darbesi karşısında uğranılan ağır yenilgi geleneksel örgütsel yapı ve ilişkileri zaten alt üst etmişti. Yenilginin nedenlerini sorgulama, özellikle küçük burjuva halkçı örgütlerde devrimci örgüt fikri ve örgütlü devrimcilikte ısrar başta olmak üzere devrimci olan her şeyin sorgulanması biçimini aldı. Değişik konularda bir dizi sapmayı beraberinde getiren bu tasfiyeci sorgulama sürecinde kadınlar da geçmiş örgüt pratiklerinde kendi konumlarını sorgulamaya yöneldiler. Türkiye’de feminist hareket 1980’lerin sonuna doğru bu sorgulama sürecinde filizlendi.
Türkiye’de feminist hareketin öncülüğünü yapan kadınlara geçmişte içinde yer aldıkları örgütlerinde de tıpkı toplumdaki izdüşümleri gibi ikincil roller biçilmişti. Çoğu lojistik olarak konumlandırılarak ruhsal ve düşünsel olarak tüketilmişlerdi. Kendi yaşadıklarının yanlışlığından yola çıkarak var güçleriyle kadın mücadelesine yöneldiler. 12 Eylül silindiri komünist ve devrimcileri neredeyse hareketsiz bırakmıştı. Onlarcası katledilmiş, geri kalanlar cezaevlerine tıkılmıştı. Komünist kadınların fiziki ve düşünsel olarak boş bıraktığı bu alan kısa zamanda feministler tarafından dolduruldu.
Kadın sorunu ve feminizm
Türkiye’de feminist hareketin, eksikliğini en fazla hissettikleri, acısını en fazla yaşadıkları ezilen bir cins olmanın sonuçlarına işaret edip kendi kimliklerinin bilincine varmaları yönünde kadınlara azımsanmayacak bir katkısı oldu. Feminist hareket bugün azımsanmayacak bir toplumsal kabul görüyorsa işte bundandır. Feminist hareketin tüm tek yanlılığına rağmen bu kabul, onun kadın kitlelerinin arayışlarına ve sorunlarına sahip çıkıyor oluşunun sonucudur.
Fakat o ideolojik içeriği ve pozisyonu nedeniyle kadınların baskı görmesinin, ezilip sömürülmesinin tek sorumlusu olarak -aslında- erkek egemenliğini görüyor! Oysa kadınları da ezen ve onları sadece evde değil hayatın her alanında erkek egemenliğine mahkum eden sistem ve onun işleyişine dokunmadan kadınların kurtuluşu tam bir hayaldir.
Kadın sorunu gibi katmanlı ve yüzyıllar boyunca üst üste birikerek derinleşmiş bir sorun feminizmin bel bağladığı gibi burjuva hukuk sisteminde yapılacak düzenlemelerle çözülecek bir sorun değildir. Öyle olsaydı, SSCB Anayasası’nda yapılan devasa düzenlemelerle sorun çözülmüş olurdu. Fakat sonraki pratikler bunun o kadar da kolay olmadığını bizzat gösterdi.
Lenin çeşitli konuşmalarında tam da bu noktaya vurgu yapar. Kadın ve erkek arasındaki tam hak eşitliğinin hemen tanınmasının, hukuk alanı dışında yani toplumsal ve ekonomik ilişkiler alanında eşitliği sağlayamayacağına işaret eder. Bu hukuksal eşitliğin kapsamlı bir ekonomik ve onun üzerinden gerçekleşen toplumsal dönüşüm yaşanmadan gerçek bir eşitliğe dönüşemeyeceğine vurgu yapar. Ona göre bu hedefin gerçekleşmesi için “komünizmin eksiksiz zaferi” gereklidir.
Bu böyleyken, kadın mücadelesinin kapitalist sistem içinde kanırta kanırta elde ettiği hukuksal hakların küçümsenmesi de bir başka bir sorundur. Bu, mücadele sürecinde oluşan demokratik kültür ve birikimin de küçümsenmesi anlamına gelecek, her şeyi “nasılsa devrimle çözeriz” kolaycılığı şeklinde bir savrulmaya yol açacaktır.
Bizim devrim anlayışımız kadının gerçek kurtuluşunun komünizmde olduğunu söylediği kadar, kadınların içinde yer almadığı bir devrimin imkansız olduğunun da altını ısrarla çizer.
Sovyet deneyimi bu konuda gerçekten son derece öğretici ders barındırmakta, kadın sorununun aralıksız bir mücadele, eğitim ve kendini/toplumu dönüştürme konusu olduğunu adeta gözümüze sokmaktadır. Kadınlar geleceklerine, iradelerini ve dünyayı dönüştürme arzularına sahip çıkıp kazanımlarını hiç eksilmeyen bir inat ve ısrarla savunmadıkları, sahip olduklarının rehavetine ve konforuna yaslandıkları sürece kimi zaman konjonktürdeki değişmeler, koşullardaki öngörülemez farklılaşmalar sonucunda mücadeleyle kazandıklarını bile kaybedebileceklerdir.
Demokratik haklarını ne kadar genişletirse genişletsin, kapitalist üretim ilişkileri var olduğu sürece kadınlar asla tam anlamıyla özgürleşemeyecektir. Bu haklar için mücadele etmeden nihai kurtuluşa ulaşmak ise mümkün değildir. Bunun için -toptancı bir mantıkla- siyasal ve sosyal devrim günlerini beklemek -beklemelerini öğütlemek- kadınlara yapılacak en büyük kötülük olacaktır. Bu durumda, mücadele içinde eğitilmeyen kitlelerin devrim yürüyüşüne başlayacağı günleri sonsuza kadar bekler dururuz. Tıpkı son yıllarda pek çok konuda deneyimlediğimiz gibi kazanılmış haklar, dünya dengelerindeki değişmelerle birer birer çekilip alınabilecektir.
Dünya değişirken evrimleşen feminizm
Kadın kitlelerinin dünya düzleminde ayağa kalkışını ve uluslararası bir kadın hareketinin gelişimini (***) feministler kendi faaliyetlerine bağlıyor. Onların rollerini küçümsemek anlamına gelmemekle birlikte bu iddia doğru değildir. Bu hareketlenmenin temelinde nesnel bir etken olarak kadının toplumsal konumunun daha net bir sınıfsal içerik kazanması ve erkek egemen saldırganlığın neoliberal dönemde zincirlerinden boşanması yatıyordu. Feministler bu dalgayı doğru değerlendirdiler. Aynı dalga feminist harekette de yeni ideolojik-siyasi tartışmaları beraberinde getirdi.
Kendisini “4. dalga” olarak adlandıran ve liberal feminizmle sınırları kalınlaştırma çabasıyla karakterize olan yeni yönelim, feminizme yeni bir ideolojik dayanak yaratma çabasındadır. Emek-sermaye çelişkisini, kapitalizm-emperyalizm-faşizm karşıtlığını, bu zemin üzerinde boy verip hayatın her alanındaki diğer sorunları kapsamayan bir feminizmin soluğunun kısa olacağını söyleyen bu yeni yönelim, aslında burjuva feminizmi için çalan tehlike çanlarını duyarak feminizmi kurtarma çabası olarak okunabilir.
Sapma korkusuyla hareket eden bir mücadele anlayışı olamaz!
TİKB olarak kadın sorununun önemini ve özgünlüğünü görmekte geç kalışımızın belirleyici nedenlerinden birini de “feminizme savrulma” korkusu oluşturdu. Bu korku nedeniyle o dinamiğe (ve çevre duyarlılığına) gözlerimizi kapattık.
Kadın ve çevre hareketinin küçümsenip yok sayılması bize çok şey kaybettirdi. Çok kritik kesitlerde çok önemli fırsatları kaçırdık. Komünistler ve militan devrimciler olarak bizlerin bu ihmali kendini büyütmeye aday toplumsal dinamiklerin ya işlevsizleşmesine ya da liberal güçlerin etkisine terkedilerek korktuğumuzun başımıza gelmesine yol açtı.
Kadın hareketinin sahip olduğu güç ve potansiyeller yönünden öneminin oldukça geç kavranması, kendini hızla büyütüp erkek işçi ve emekçiler başta olmak üzere toplumun geniş katmanlarında acısı çekilen yoksunluklara karşı mücadele bilincinin yaratılmasında nasıl bir misyon oynayabileceği yönünde öngörü ve ütopya yoksunluğu anlamına gelir. Hiçbir devrim kadın kitlelerini kazanmadan gerçekleşmemiş, kadın dinamiğiyle buluşmayan hiçbir toplumsal hareket anladığımız anlamda başarılı olamamıştır.
Bunun için fazla gerilere gitmeden Kürt özgürlük hareketinin gelişimine ve Kürt kadınının bu gelişimde oynadığı role bakmak yeterlidir.
Onun için bugün sorunun sınıfsal muhtevasını ve yakıcılığını görerek hareket etmeliyiz. Gelinen noktada kadın kitlelerinin tarihsel-toplumsal taleplerine sahip çıkacak özel bir çalışma yürütmek devrimi örgütleme iddiasına sahip bir devrimcilik açısından olmazsa olmazdır. Bu noktada “ilkelerden”, “feminizme düşme kaygısından” bahsedenlere Lenin’in bir sözüyle yanıt vermek gerekir:
“Bu tehlike korkusuyla, amaca uygun ve gerekli olanı yapmaktan kendimizi alıkoyacaksak, derhal Hintli sütun evliyaları haline gelelim. Kımıldamayalım, sakın kımıldamayalım, yoksa ilkelerimizin o yüce sütunundan aşağı yuvarlanıveririz! Bizim olayımızda mesele salt ne istediğimiz değil, aynı zamanda nasıl istediğimizdir de.
Kadınlar için taleplerimizi, propagandacı bir edayla bir fetiş haline getirmediğimiz, kendiliğinden anlaşılır bir şeydir. Hayır, varolan koşullara göre, kâh şu kâh bu talep için mücadele etmeliyiz. Elbette ki daima genel proleter çıkarlarla bağlantı içinde.”
Kadın kitlelerinin sınıfsal-toplumsal-kültürel sorunlarını bütünlük içinde kavrayıp somut talepler şeklinde formüle etmeyi “reformizm”, “oportünizm” ya da “feminizm”le özdeşleştiren düz yaklaşımlarla boğuşmaya bir süre daha -muhtemelen uzunca bir süre daha- devam edeceğiz. Aynı şekilde bu sorunu genel bir devrim sorunu parantezine sıkıştıran, devrimle çözülecekler kategorisine indirgeyen ertelemeci yaklaşımlarla da sistematik bir ideolojik mücadele yürütmekle yükümlüyüz.
Kadın sorununda reformizm, feminizm ya da oportünizm bu sorunu üretim ilişkilerinden kopararak ele alan bir yaklaşım içindedir. Bu ilkesel düzlem net olduktan ve faaliyeti yürüten güçlerin kafası açık olduktan sonra bu tür sapma risklerinin de en asgari düzeye ineceği/indirileceği ortadadır. Bu tür sapmalardan duyulan korkuyla, devlet-toplum ve kapitalist üretim içinde kadın olmaktan kaynaklı katmerli sorunlarla karşı karşıya kalan kadın kitlelerinin sorunlarını görmezden gelmek kabul edilemez!
“Kadınların yararına talepler ileri sürmemiz de doğrudur. Bu, sosyal-demokrasinin, II. Enternasyonal’in anladığı anlamda bir asgari program ya da reform programı değildir. (…) Kadın kitlelerini reformlarla yatıştırmak ve devrimci mücadele yolundan çelmek değildir.
(…) Taleplerimiz, burjuva düzeni içinde zayıf ve hakları ellerinden alınmışlar olarak kadınların yakıcı ihtiyaçlarından ve rezilce alçaltılmalarından çıkardığımız pratik sonuçlardır. Bu sonuçları çıkarmakla bu ihtiyaçları bildiğimizi, kadının aşağılanmasını ve erkeğin ayrıcalıklı olduğunu hissettiğimizi ispatlıyoruz. İşçi kadını, işçinin karısını, köylü kadını, küçük adamın karısını ve evet mülk sahibi sınıfların kadınlarını bile bazı açılardan ezen ve ıstırap çektiren her şeyden nefret ettiğimizi ve ortadan kaldırmak istediğimizi ispatlıyoruz. Burjuva toplumundan, kadınlar için talep ettiğimiz haklar ve toplumsal önlemler, kadınların durumunu ve çıkarlarını anladığımızın ve bunları proletarya diktatörlüğü altında hesaba katacağımızın kanıtıdır. Elbette ki onları uyutan ve başlarına kahya kesilen reformistler olarak değil -hayır, asla değil-, fakat kadınları eşit haklara sahip kişiler olarak bizatihi ekonominin ve ideolojik üstyapının dönüştürülmesinde birlikte çalışmaya çağıran devrimciler olarak!” (Lenin)
Kadınları kazanamayan bir devrim mümkün değildir!
Kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüzlerin tavan yaptığı, bizzat devlet eliyle korunarak fiilen teşvik edildiği bir coğrafyada bu sorunu görmezden gelmek demek her şeyden önce kadın kitlelerini kazanmak gibi bir derdinizin olmadığı anlamına gelir. Kadınları kazanamayan bir devrim de mümkün değildir!
Aynı şekilde kapitalist üretimle, ev işleri-çocuk bakımı arasında sıkışıp kalan kadınların durumuna bigane kalarak onların taleplerini dile getirmemek, feodal-gerici değerlerin kadınları pençesine aldığı cendereye karşı mücadele etmemek ya da burjuva aile içindeki rollerine karşı isyana çağırmamak da aynı anlama gelir!
Kadının erkekle aynı işi yaptığı halde daha düşük ücret almasına, krizde kapının önüne ilk konulan olmasına, kendi bedeni ve iradesi üzerindeki tüm haklarına devlet ve bir bütün olarak erkek egemen toplumsal değerlerce hükmedilmesine, sadece bir işgücü doğurma makinasına dönüştürülme çabalarına karşı kadın kitlelerinin isyanının sözcüsü olmamak, bu isyanı somut taleplere dönüştürerek mücadele çağrısı haline getirmemek onları devrime kazanmak gibi bir derdiniz olmadığı anlamına gelir.
Misyonunu toplumsal bir devrimin yapıcıları, örgütçüleri olarak tanımlayanlar tüm bu sorunlara sırtını dönemez! Aksine, bu sorunları sosyalist bir dünya özlemini ateşleyecek birer manivela olarak kullanmanın yolları, yöntemleri üzerine kafa yormalı, hedefe doğru akın üstüne akın tazelemelidir!
Kadın kitlelerine güven vermek, ezilen cins sorununun ancak yüzü komünizme dönük bir sosyalizmle çözülebileceğini anlatmak kuru vaazlara dönüşmüş sloganların genel tekrarıyla olabilecek bir şey değildir. Bu güven onların sorunlarını, özlemlerini, taleplerini gördüğümüzü, bunlar için dövüştüğümüzü ancak pratikte göstererek sağlanabilir. Bu da ancak, kadın kitlelerine akıl vermekle yetinen değil takıldıkları, tökezledikleri noktalarda çözüm yolları konusunda perspektifler sunarak eylemin dönüştürücü gücünü onlarla pratiğin içinde eyleyerek olur.
Kadın Örgütlenme Bürosu
Geniş kadın kitleleri içinde örgütlenme çalışmasını yürütmek üzere Kadın Örgütlenme Bürosu kurulmalıdır. Bu organ politik olarak merkezi organlara bağlı fakat sorunun özgül yönleri ve kapsamının genişliğinden ötürü pratik ve çalışma tarzı açısından bağımsızlığa yakın ölçüde özerk olmalıdır. Merkezi politikaları kadın örgütlenmesi özgülünde bağımsız bir tarzda ele almalı, ama bunu yaparken tabii ki sadece kadın sorunlarına daralmayan bir hat izlemelidir.
Bu organ öncelikle kadın sorunu özgülünde ideolojik-siyasi olarak derinleşmeyi görev olarak üstlenmelidir. Bu bir zorunluluktur. Aksi taktirde bugün solun tüm güçlerinin yaşadığı sıkıntı, kitleselleştikçe bizim saflarımızda da görülür: Feminizmin ideolojik etkisi.
Soldaki kadın kadrolarının/taraftarların algısı feminizmin ölçüt ve yaklaşımlarıyla belirleniyor. Biz bu alanı boş bıraktıkça bu konuda daha kapsamlı bir birikime sahip olan feminizmin fiili etkisinin önüne geçemeyiz. Bu ideolojik etki, kadın sorunu konusunda yer yer liberal biçimler almakta yer yer kadın-erkek mücadele ortaklığını derin bir güvensizlik temelinde dinamitleyerek örgütsel yaşamın kimyasını bozabilmekte.
Sözgelimi Türkiye solunda kimi siyasi yapılar, fiilen feminizmin yarattığı ideolojik etkiyle boğuşuyorlar. Biz onlardan farklı olarak bu etkiye karşı daha net tutum almış bir yapıyız. Ama kapitalizmin -gelinen noktada- yarattığı ideolojik-kültürel erozyona karşı kendi kimliğimizi yaratacak, nitelikli bir propagandayla bunu dışımızdaki güçlere de taşıyacak bir donanım ve birikimden maalesef uzağız.
Bu açığı hızla kapatmaya yönelmeliyiz. Bu konuda derinleşmeli ve bunu pratik çalışmalara taşıma ısrarımızı sorunun ideolojik kavranışını da güçlendirerek güçlü bir iradeye dönüştürmeliyiz. Sorunun her alt başlığı konusunda, kadına ilişkin her meselede (şiddet, taciz, meta fetişizmi, tüketim çılgınlığının ilişkileri ve bireyleri tüketmesi… aklımıza gelebilecek her konuda) bu organ söz söylemeli.
Bu organ, sınıf çalışmasıyla kadın çalışması arasındaki kopmaz organik ilişkiyi döne döne vurgulamalı, bu temelde özel politika ve taktikler belirlemeli, bunun somut örneklerini pratiğiyle ortaya koymalıdır. Sınıfın politikleşmesinin, demokratik bir kültür ve dönüşüm yaşamasının bu konuda katedilecek yolla doğrudan ilişkili olduğunu somut olarak göstermelidir. Bu alandaki her çalışmamızda kadın işçilerle özelleşmiş temelde ilişkilenirken bile bunu erkek işçilerin de gündemi yapmak gerektiğini bilerek hareket etmeyi bir yaklaşım tarzı olarak kalıcılaştırmalıdır.
***
Kadın hareketinin bugün kazandığı enternasyonal karakter, kadın sorunu gibi son derece tayin edici bir konuda dünyanın farklı coğrafyalarında aynı talepler için ayağa kalkan geniş kadın kitleleriyle ilişkilenme zorunluluğunu dayatıyor. Birbirinden, birbirimizin deneyimlerinden öğrenme, ortak kararlar doğrultusunda eylem inisiyatifi geliştirme konusunda önümüze pratik görevler koymamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Enternasyonal çalışma deyince aklımıza öncelikle yurtdışının gelmesi doğal. Bu türden her olanağın değerlendirilme imkanı yurtdışında ülkede olduğundan çok daha fazla. Çeşitli grevleri, iş bırakma eylemlerini, festivalleri ve sokak gösterilerini örgütleyen bir dizi yerli kurumla yeniden ilişkilenmeliyiz. Çeşitli platformlarda yer alan Avrupalı kadın kurumlarıyla yakın temas ilk elde görece kolay yapacağımız, sonuç alabileceğimiz işlerdendir.
***
Bu, kimlerle nasıl ittifaklar yapabiliriz/yapmalıyız sorusunu da içinde taşımaktadır. Bu anlamda kırmızı çizgilerimize dokunmayan gerek Türkiye ve Kürdistanlı gerek Avrupalı örgütlerle sadece ittifak ilişkisi de değil, sıcak devrimci dostluk ilişkileri de geliştirmeliyiz.
Bir erkeğin görüşlerini fetişleştirmeleri ve jineoloji kavramsallaştırması gibi bazı konularda paylaşmadığımız görüş ve yaklaşımlara sahip olmakla birlikte, Ortadoğu gibi bir coğrafyada, Kürt toplumu gibi feodal bir toplumda başardıkları muazzam değişim, dönüşümü ve militan karakterini esas alarak kadın mücadelesinde bizim en yakın müttefikimiz Kürt kadın hareketidir. Kimi feminist çevrelerden farklı olarak bu hareketin farklı görüşleri tartışmaya açık oluşu bizim için bu konuda ayrı bir tercih nedenidir.
Kadın mücadelesinde güç ve eylem birliği arayışları sırasında öncelik vereceğimiz ikinci dinamiği Türkiyeli ve enternasyonal sol parti ve çevrelerin kadın örgütlenmeleri oluşturur. Fakat özellikle Türkiye Solu’nda kimi çevrelerin kadın mücadelesine yaklaşımda da sergiledikleri yalpalama ve savruluşları görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla hem Türkiye Solu’nda hem uluslararası planda kendisini Marksist, sosyalist ya da devrimci olarak tanımlayan kadın örgütlenmeleriyle ilişkilerimizde eleştirel bir dostluk yaklaşımıyla hareket etmeliyiz.
Güç ve eylem birliği arayışlarımızda görüş alanımızda olması gereken üçüncü dinamiği feminist çevreler oluşturur. Fakat hem feminizme yönelik eleştirel kayıtlarımız hem de zaten feminist hareketin kendisinin homojen, yekpare bir blok olmayışı nedeniyle bu çevrelerle ilişkilerimizde dogmatik bir sekterlikten olduğu kadar onların güç ve avantajlarının etkisinde kalarak eleştiriyi bir yana bırakan bir sürüklenme halinden de uzak durmak zorundayız.
Gerek Türkiye’de gerekse uluslararası planda feminist çevrelere yaklaşırken içlerinde kendilerini sosyalist feminist olarak tanımlayan kanatlarla sistem karşıtı militan yön ve potansiyelleri görece daha güçlü olanlarla ilişkilenmeyi ön planda tutarız. Diğerleriyle ilişkilerimiz ise eleştirel bir uyanıklık temelinde daha çok eylem bazlı geçici eylem ortaklıkları sınırları içinde kalır. Kasım 2020
***
(*) Kürtaj hakkı: Burada haktan kastedilen bu işlemin güvenli, ücretsiz, sağlıklı koşullarda gerçekleştirilmesidir, kürtaj yapılırken ölmemektir. Kapitalist-emperyalist sistem, kadını tüm yönleriyle kontrol etmenin yollarından biri olarak kürtaj karşıtlığına soyunuyor.
(**) Öyle ki, Merkez Komitesi dışındaki bütün temel örgüt organlarında ve yeraltı matbaalarında mutlaka en az bir kadın üye vardı. 1989 sonrası süreçte Adana İl Komitesi, Genç Komünarlar’ın kimi il yönetimi gibi organlarda kadın yoldaşlar çoğunluğu oluşturuyordu. 12 Eylül döneminde olduğu gibi 12 Eylül sonrası kurulan askeri birimlerde de (müfreze) kadın yoldaşlar yer aldılar. Kadın yoldaşların en geç katıldıkları organ Merkez Komitesi oldu; bu eksiklik de 1997 sonunda noktalanan 3. Konferans’ın seçtiği Merkez Komitesi’yle son buldu. O konferansta seçilen MK’nın asil ve yedek üyelerinin yarıya yakını kadın yoldaşlardan oluşuyordu. 2010’da yapılan 4. Konferans ve 2012’de yapılan I. Kongre’de seçilen MK’lerinde kadın ve erkek üye sayıları eşitlendi.
(***) Özellikle 2017-2018 yıllarında gerçekleşen uluslararası kadın grevleri yangının büyüklüğünü herkese gösterdi. En belli başlılarına değinecek olursak; kadına yönelik şiddete karşı gelişen, Arjantin’den başlayarak tüm Latin Amerika’ya yayılan “bir kişi daha eksilmeyeceğiz” hareketi. Polonya’da kürtajın yasaklanması yasasına karşı “kadın grevi”. İzlanda’da kadın-erkek ücret eşitsizliğine karşı gerçekleştirilen grev. 2017 8 Mart’ında, bir dizi ülkede gerçekleşen kitlesel kadın grevleri. 2018 8 Mart’ında dünya ölçeğinde gerçekleşen kitlesel 8 Mart eylemleri. İspanya’da 5 milyon kişinin katıldığı bir başka “kadın grevi”. İtalya, İrlanda, Güney Kore ve bir dizi ülkede, kadına yönelik şiddete karşı kitlesel eylemler…