LEYLA’NIN FUAT’IN İKİNCİ MEKTUBUNA YANITI (20 Nisan 2005)
K. y.
Senden gelen özellikle 2. mektup nedeniyle görüş ve düşüncelerimi yazmayı zorunlu gördüm. Aynı dili konuşmuyor olabileceğimiz endişesi bir iç gerilime ve yazdıklarını yeniden okuma ihtiyacına yol açıyor. Aslında doğru anladığım halde birkaç kez okudum. İnsanı kıran ve yaralayan yanları da olmakla birlikte bunlara girmeyeceğim. Çünkü bunun kimseye bir yararı yok!
Kafanda şimdiye dek edindiklerinden bir tablo canlanmış; henüz bizlerle birebir konuşmadan bu tablo tamamlanmış sayılmaz. Fakat her türlü ihtiyatı da bir kenara bırakarak -orada yaptığın temasları yeterli bulmuş olabilirsin, bence yeterli değil- tabloya cilayı çekip paketlemeye kalkıyorsun. Sürecin bütününü bilmeden, bırak detaylarını ana çizgilerini bile henüz öğrenmeden kanaat oluşturuyor, yargılarda bulunuyorsun. Bir öğrenme ihtiyacı duyman gerekmez mi? Belli ki öğrendiklerinle yetinmeyi tercih ediyorsun, fakat doğru yapmıyorsun.
Bu mektuplaşma bende iki şeyi hortlattı: Birincisi, ’97 sonrası kesiti ve ikincisi -daha mühim olanı-, temel yaklaşım ve parametrelerimizin başta en tepelerde nasıl doğru okunmayıp kağıt üzerindeymiş gibi algılandığını… Bunun içine işlerliği koyabilirsin, dem-merk ilişkisini koyabilirsin, organizasyon gibi organizasyon olmanın gereklerini koyabilirsin, hedef ve ideallerimizle yapıp ettiklerimiz arasındaki bağlantı halkalarının -lafta ne denirse densin- ne kadar keyfekeder örüldüğünü koyabilirsin, teori üretiminden ne anlaşıldığını, özellikle 3’ten sonra atılması zorunluluk halini aldığı halde bir türlü atılamadığı için yıllara yayılan bir güvensizliğin bugün iyice kendini kusuşunu koyabilirsin… liste uzatılabilir. Bunlar son yılların olguları değil ne yazık ki; fakat ısrarla görülmek istenmeyen bunlar. Lafını edip, yazıp çizip bir türlü yapamadıklarımız/yapmadıklarımız…
Sende yankılananlardan yola çıkarak bir fotoğraf çekiyorsun; aynı durgun suyu çekiyormuşuz gibi görünen bu kareler, yer yer örtüşür gibi bir algılama yaratıyorsa da aynı şeyi anlatmıyor. Çünkü durdukları yer ve bakış açıları farklı! Sözgelimi, sen mektubunda “Üste karşı güvensizlik var” diyorsun fakat bunu bağladığın yer farklı. Evet, hem de fena halde bir güvensizlik, artık umudu kesip başka başka diyarlara gitme tarzında bir güvensizlik. Gitmeyenleri de içten içe çürüten bir güvensizlik fakat ne bugünün işi ne de tipitiplerden çıkmalardan sonra ortaya çıkmış bir durum.
Organizasyonel önderlik mekanizmaları, geleceğimizi garanti altına alıp idealleri taşıyacak kadroları, önder kadroları çıkaramadı. Var mı bu teşk’ta böyle birileri? Neden 25 yılı aşkın bir süreçte biz böyle önder kadrolar çıkaramadık. Bunu hepimiz düşünmeliyiz, ama sen/siz daha fazla düşünmelisiniz! Bu açı farkı neden kapanmadı; kapanmak bir yana açıldıkça açıldı. Buna en yakın olduğumuz dönem belki de 3 sonrasıydı. Sonrasına ilişkin vurgularımızdan yola çıkarak 3’ü yapıcısı ve taşıyıcısı olarak sadece kendini görüyormuşsun gibi cümlelerin var (“Üçe bakış açın yanlış. Ciddi bir geriye kırılma. Gerek teori ve politikalar, gerekse kurumsal gelişim yönünden ileriye doğru yürüyeceksek üçten çıkış alarak yürüyeceğiz…”) yanlış bir yaklaşım içindesin.
Onu olumlarken, sonrasında yapılması gerekenler cephesinden bir düşünelim bakalım; bunlardan hangilerini yaptık. Bence hiçbirini! Diğer bütün dönemler de bir yana, 3’ten sonra toplumsal-tarihsel akışı hızlı ve doğru okuyamadık, onu pratik politikalara çeviremedik. Program sorununa yönelmek işte tam da o kesitte gerekiyordu; yönelemedik/yönelmedik. Mektubunun bir yerinde dediğin gibi (“Üç ise kendi durumumuzun, dönemsel ve kesitsel olanın ilerisinde ve üstündedir”), bu bizi hoşnut etti ve yetti. Oysa yetmez ve yetmiyor da… Hayata geçmeyen, bir kaldıraç ve güç olamayan çok güzel tezler kimin işine yarar? Hayatın diline, kitlelerin her günkü yaşamına deva olamayan şiirler salt güzel şiirler olarak kalmaya mahkumdur. Fakat konu şiir değil, daha ciddi bir mesele: İşçi sınıfı devrimciliği bahsi.
Bizde garip bir kendinden hoşnutluk hali var. Küçük olmaktan yakınırken aynı zamanda bunda da bir erdem ve keramet bularak hoşnut olacak bir ruh hali… Bunun içine yer yer mütevazilik de giriyor; ama asıl iddiasızlık ve insanda bir ‘oyalanma pratiği’ sergilendiği duygusu yaratması muhtemel argümanlar. Hiç acelemiz yokmuş gibi rahatız sözgelimi; üretilen politikalarla söylenip yapılanlar arasındaki çelişki artmış ne gam… Neredeyse her şey yanlış işliyormuş; biz biz olmaktan çıkmışız, daraldıkça sınıftan kopmuş sınıftan koptukça kitle bağlarını bile kaybederek daralmışız. Çok sözünü ettiğimiz kolektif ve kolektif üretime dair yapılanlar ‘esinleyici’ örnekler olarak anılır olmuş…
Gerek ‘süreklilik içinde kopuş’ yaklaşımını, gerekse bütünsel gelişme doğrultusunu yakalayamadığımızı düşünüyorum. Kimi kesitler buna yaklaşmış olabiliriz fakat ancak bir noktadan teğet geçip uzaklaşmışız yeniden. Tekyanlı bir gelişim, üstelik bunun görülemeyişi, görüldüğü durumlarda da gereğinin yapılmayışı neredeyse son on yılın çarpıcı göstergesidir. Zaman içinde öyle bir kültür ve alışkanlıklar zinciri oluşmuştur ki, burada soluk alıp veren herkes bunu üretmeye başlamış. 3 sonrası hem program inşasına girişmemek, hem de siyasal açılım, taktik halkaların örülüşü gerekirken bireysel ilgi alanlarına doğru bir kayış bu noktalara savurdu. O kesitte üstelik canalıcı bir aciliyet varken, organizasyonun önüne bir harekat planı mı konuldu? (Asım Bey toplantısını sen “durumun olduğu gibi, ayrıntılı ve dürüst bir açıklaması” olarak niteliyorsun ama orada önceki organizasyonun 1.5 yıl kadar KM seçimini beklediği ifadesi geçince, her yandan sorular yağmaya başlamış ve büyük ihtimalle sizlerin adaylar konusunda farklılığa düştüğünüz düşünülmüş. Oysa biz bunun böyle olmadığını biliyoruz. O çok değerli 1.5 yıl nasıl geçirildi?)
O kesitte ihtiyaç olmayan bir dizi şey yapılırken asıl ihtiyacı duyulan şey ne yazık ki yapılmadı. 3’ü, organizasyonun bütününün özümsemesini bir yana bırakalım, herkesin aynı sonuçları çıkararak okuduğunu dahi düşünmüyorum. Çünkü hem tek tek bireyler hem de organizasyon olarak doğru okumuş olsaydık, gündeme getirilişi neredeyse 3 yılı aşan bir sürecin gereklerini yerine getirirdik. Defalarca yazdığımız halde neden bu kadar sündürdüklerini sorduğumuzda sorumlu y.lardan biri “Sizden gelen yönlendirme -konut- 8 ay boyunca bizim gündemimize girmedi, eksene bunu koymadık” diyebilmişti! Ölçütler, tanımlar, mekanizmalar konusunda aynı dilden konuşulmadığı açık değil mi? Doğru okumuş olsaydık/olsaydın; sürecin tam bir bilgisini edinme ihtiyacı duyar ve kolay yoldan “sorunların yığılması, çözmekte zorlanma, tepkisel duygu yoğunluğu” paydasında topladığın hepimizi “bir an önce sona ersin düşüncesi”nin sahipleriyle aynı sepete doldurmazdın.
Gerçi bu yazacaklarımın tümü, bir yerde 4’ün konuları ve bu yüzden burada ele alınması şart değil; fakat belli bir bütünlüğe nasıl baktığımı görmen, üzerinde düşünmen için yazıyorum. Bizde personel şekillenmesinde önderlikle personel bağlantısının kuruluşu doğru değil. Yazınımızda örnekleri bolca bulunan yetkin personelden değil (senin sözünü ettiğin: “…Her iki çalışma biçimini yürütebilecek, gerektiğinde birleşimli uygulayabilecek, bunda bir karışıklık görmeyen komplex düşünebilme ve müdahale gücüne sahip yeni tipte kad.ları da gerektirir. Hem o-hem bu diyebilen bir personeldir bu. Hem o-hem o derken ya bu-ya o’yu gözden kaçırmayan, ya bu-ya o derken de hem o-hem bu’yu unutmayan bir personel olmalıdır bugünün personeli” türden personel sizlerin altındakiler içinde de ne yazık ki bulunmuyor. Bunu bu zamana kadar yaratamamışız, fakat mutlaka yaratmalıyız.) “parça insan” kadrolardan bahsedebiliriz daha çok. Kad’larımızda -en yetkin olanlar başta olmak üzere- kendi misyonunun derinlemesine bir kavranışı yok. Tabiyet ilişkisi baskın -sizlere sormadan pek bir adım adılmaz. Siz de ‘müdahale ve uyarıları’nızla buna meydan vermezsiniz gerçi-; bir organizasyonu komple yönetmede, birikimlerinden ve ideallerinden aldığı güvenle yürüyüp geçme kararlılığı ve cesareti mevcut değil. Bütünden sorumluk duyma ve gereklerini organizasyonu işleterek yerine getirme anlayışı gelişmemiş. Organizasyondaki ruhsal şekilleniş, tabiyet, bağımlılık ve hep bir yerlere bakmayı koşullar, bunun zeminini yaratır ve üretir durumda ne yazık ki? Bunu kırmamız şart!
Sana göndereceğimiz diğer yazılarda süreci üç aşağı beş yukarı anlamana yarayacak kimi veriler mevcut. Bu yüzden bodrum katın dağılması meselesine burada girmiyorum. Bu durum ve ondan daha tehlikeli olan bu ruh hali yeni değil; hatta 19 Aralık öncelerine kadar dayanıyor. ’98 operasyonundan sonra bodrum kat filan kalmadı. Bu zinciri doğru çözümlemek lazım. 19 Aralık’tan sonra ise dağılma en tepededir. Ortada hiçbir kurum yok; sadece kurum gibi çalışan iki personel (Can/Teo. ve N) var!
Bodrum kat meselesinin zihinlerden dahi çıkmış olmasının bir dizi nedeni var. Hem nesnel hem öznel nedenler bunlar. Öznel nedenler içinde sayabileceğimiz biri var ki, sadece kendisiyle sınırlı olmaktan çıkıp bütün bu süreç boyunca herkese sirayet etmiş durumda. ’98 sonrası itibariyle abartılı bir güvenlik anlayışı şekillenmiş. Organizasyon faaliyetinin önünü kesen bu anlayış iç dokuda adeta bir “kültür” haline gelmiş. GÜVENLİK ANLAYIŞI ORGANİZASYONEL FAALİYETLERİN SÜREKLİLİĞİNİN GEREĞİDİR. TIPKI ARACIN AMAÇLAŞMASI GİBİ BU DA HAR ŞEY HALİNE GETİRİLİRSE, HER ŞEYE BU ODAKTAN BAKILIR; HERKES DE ZAMANLA BU ODAKTAN BAKMAYA BAŞLAR.
3 öncesi dönemde teori-pratik arasındaki “uçurum”dan söz etmiş ve bunun giderilmesinin hayatiyeti üzerine vurgu yaparak yol ve yöntemler üzerinde konuşmuştuk. O dönem için doğru olan, bunun yarattığı gerilimi doğru okuyamayanları çözümün bir parçası olmaya itmeyen bu belirleme, üzerinde konuştuğumuz dönem için geçerli değildir. Çünkü BU DÖNEM İHTİYACI DUYULAN TEORİ YAPILMAMIŞTIR. Sınıf mücadelesinin ihtiyacı olan, bizim ihtiyacımız olan konular ve programlar ‘teori’ kapsamına girmemiştir. Bireysel ilgi alanları ve konular ele alınıp incelenmiş; bununla yetinilmiştir. PRATİĞİ TIKANDIĞI NOKTADAN İLERİ TAŞIYACAK BİR TEORİ ÜRETME ÇABASINA ne bireysel olarak ne de -önderliğin kapsamlı bir savaş planı eşliğinde- kolektif bir tarzda girişilmiştir. Her alanda çokyönlü bir açılım ihtiyacı varken kuantum yazısının ‘yüzü suyu hürmetine’ ilkokul mezunu işçi y.larımız bile eğitim çalışmalarını bu konuya ayırmışlardır. Fikir verici olması için sana bu konudaki bir y.ın değerlendirmesini yazayım:
“Örneğin, birçok y. Kuantum yazısını heyecanla karşıladı. Kendi adıma bende yarattığı ise tam bir hayal kırıklığı idi. Yazı kendi başına çok iyi, ML cepheden ele alınmış bir yazı olabilir. Ama kendi başına ele alındığında. Oysa o yazının yazıldığı uzun zaman aralığı, yayınlandığı süreç, 3 sonrası idi. Yani hizip sonrası. ‘Bir dönem kapanmıştır’ tespitimizin sonrası. sadece ö.sel değil, aynı zamanda teorik ve siyasal dünya kadar sorunun üstüste bindiği bir dönemde, dünyanın, ülkenin, sınıf mücadelesinin devleşen ihtiyaçları döneminde, böyle bir yazının yazılmasını, bütün faktörlerden bağımsız olarak bir ilerilik, bu yazıyı bir ‘geniş perspektif’ olarak görmek mümkün değildir. Ya da son çıkardığımız teorik yayını bu kategoriye sokmak mümkün mü? Yani ileriliğin, geniş perspektifin bir ölçütü vardır, kelimenin en geniş anlamında döneme, sınıf mücadelesinin, partinin ihtiyaçlarına cevap vermesi, harekete geçirici gücü ve yeteneği, vb. Yoksa sorun tek başına ele alınan konuda ne kadar derin olduğu değildir, olamaz. Sadece dönemsel olarak değil, ama koskoca bir süreç boyunca pratiği yönlendiremeyen, giderek zayıflayan, en sonu, kendini -bir iki iktisna dışında- analizlerle sınırlayan bir teoridir söz konusu olan… Bir kez daha söylemek gerekirse, kom. teorinin kendinden menkul bir ileriliği ya da geriliği söz konusu olamaz; onun ileriliği dünyayı değiştirmek konusundaki işleviyle ölçülebilir ancak… Kuşkusuz, pratiğin de teori üzerinde geliştirici ya da geriye çekici bir etkisi vardır, ama pratik teoriyi bunca zamandır ketleyip duruyorsa, pratiğin siyasal-ör.sel yönetiminde olduğu kadar, teori üretiminde de bir sorun var demektir.” (20-21 Ekim 2004, abç)
Bu organizasyon uzun yıllardır sınıf yönelimini kaybetti: “ML partinin ideolojik karakteri, işçi sınıfıyla kaynaşmak için gösterdiği yoğun pratik-örgütsel çabada somutlanmalıdır”! Ne yönelimi ve ne kaynaşması, bu da sadece kağıt üzerinde kalan bir belirleme olarak -biz ne dersek diyelim- unutuldu gitti. “En iyi durumda”, sınıf çalışması herhangi bir alan çalışması gibi görülüp ele alınmaya başlandı! ‘96’dan sonra semtlerin baskın hale gelişi ve sınıf dinamiğinin kendini konuşturmuyor oluşu, dokumuzu da kemirmeye başladı ve yapılıp edilen neredeyse her şey semtler üzerinden yürüdü; kültür, alışkanlık, değer yargısı olarak semtlerden dokuya usul usul taşınmaya başladı. Yine sınıf çalışması yürüten bir y.ın raporundan: “…Burada sorun, kuşkusuz sınıf çalışması içinde yer alan y.ların geriliği, sınırlılıkları, vb. değildir (Kuşkusuz bu bir olgudur). ASIL SORUN, P’NIN BU SORUNA YAKLAŞIMI ve BU DOĞRULTUDAKİ MERKEZİ POLİTİKA ve ÖNDERLİK DÜZEYİDİR. Partiye karakterini veren ve onu ileriye, sonal amaca taşıyacak olan işçi çalışması, geçmişten bugüne bu önemine uygun ele alınıp yürütülmüş müdür? Sorumuz ve sorunumuz budur. Bir örnek olarak xxk çalışmasını almak istiyorum. Xxk gibi gelişkin bir politikanın ortaya konduğu kesit ile, aslında olumluluk hanemize yazılacak bir kesit değildir. Birinci nedeni, yeni bir politika ortaya konmuş ama eski biçimin içinden yürütülmeye çalışılmıştır. Oysa mücadeleyi ileriye taşıyacak her yeni politika, kendi ruhuna uygun bir anlayış ve biçimle yürütülmelidir. P’nin ö.leri yeniden ele alınmalı, bu göreve en uygun güçlerle yeni örg. Modelleleri ve araçlar yaratılmalıdır. Oysa xxk’da böyle yeni bir baştan mevzilenmeye gidilmediği gibi, böylesi bir çalışma (özünde bir sınıf çalışması) semt komiteleri üzerinden yürütülmeye çalışılarak, aslında baştan eski sınırlara hapsedilip boğulmuştur.
İkincisi, BİR POLİTİKA ORTAYA KONMUŞTUR. Ve HEPSİ O KADAR. Yani o politikayı saçaklandırmak, pratik içinden örmek, pratikten geri beslenerek yeniden üretmek vb. biçiminde bir yöntem izlenmemiştir. Bunun mekanizmaları yaratılmamıştır. Ulaşılan onca işçi-emekçiye rağmen, bu toplantılar eldeki broşürlerin kaba özetlenmesi ile içeriklendirilmeye çalışılmış, BU TARZ HİÇBİR BİÇİMDE ‘YUKARIDAN’ MÜDAHALE GÖRMEYEREK, politikanın kendisini cansız bir kavramlar dizisine indirgemiştir.
Burada -hep söylenegeldiği gibi- sorun, politikanın doğruluğu, aktivistlerin onu kavrayıp uygulamaması değildir (Bu hiç olmayacak bir şey değildir, ama faaliyetin o noktada tıkanacağı bir evreye gelmeden baştan sakatlanmasıdır söz konusu olan). KIRILMA NOKTASI, POLİTİKANIN ÖNEMİNE UYGUN BİR YENİDEN YAPILANMAYA GİDİLMEMESİDİR. Tüm griliğine rağmen teorinin gerçek yaşamda karşılığı vardır. Onu siyasi bir dille ifade etmek mümkündür. Siyaseti pratiğe, eyleme en yakın tarzda ifadelendirmek mümkündür. İkincisi bu. Bu ikisinin birlikteliği, bize politikaları pratiğe geçirme ve sınama olanağı verecektir. Politikanın-taktiğin doğruluğunun sınandığı yer pratiktir/eylemdir” (2 Kasım 2004, abç)
Anladığım kadarıyla geniş bir personel topluluğunu görmüşsün. Mektuplarında bunların ruh halleri, yaklaşımlarına dair veriler var. Bu personel içinde -senin ihsas ettirişinle- görece ‘en iyi’ durumda olanları, yani bizleri dahi “düşüncesi geri kırılmış, dar, geri, dağınık, moral bozukluğu içinde…” diye tanımlıyorsun! “Her alandaki ve her düzeydeki görevlere yönelik olarak, bütün güçleri içerisine çekecek bir iç hareket yaratacaksak bu ekseni belirleyip buna göre bir perspektif oluşturmalıyız.” diyorsun. Kimileri artık geri dönmeyi düşünmeyecek biçimde bizden uzaklaşmışlar, kimileri darlaşmış, ‘bir an önce sona ersin’ci kimileri beklentisiz ve güvensiz… O halde “Zorlayacak ve çekim oluşturacak, ufuk genişlemesi sağlayarak zihniyet dönüşümü için bir dinamizm yaratacak, her y.ın kendi konum ve durumunu daha iyi görmesine, ölçüp biçmesine, yeniden hedeflendirmesine ve yeni konumlandırmaların doğru yapılmasına olanak sağlayacak, tüm bunlar için ana çekim gücünü oluşturacak, motor rolü oynayacak bir öneri…”nin kimleri harekete geçireceğini düşünüyorsun. Bizleri mi?!
Zaten zamanında yapılmadığı için, uzatmaları dahi oynamayı bırakmış bir sürecin ve görevlerin daha fazla yayılacağını ve bunun devr. ideallerini ve yaşamını bu odaktan kurma çabasını yitirmemiş olanları da silip süpürebileceğini neden görmüyorsun? Tahribat her cephede tasavvurun ötesinde çok boyutlu; buna ne kadar vakıfsın emin değilim. Çünkü biz ‘motor rolü oynayacak öneri’lerin -söylenenlerin, yazılanların, teorinin, doğruların- yokluğunun acısını çekmiyoruz. Defalarca söyleyip heyecan yarattığımız halde bunları hayata geçirememiş olmamızın yarattığı hayal kırıklıklarının acısını çekiyoruz. Hem ör.sel, hem toplumsal ve hem de bireysel olarak…
Son dönem açılımlarını, ara halka niteliğindeki adımları da bence doğru okumuyorsun. Bunlar basitçe “tıkanması ve geriye doğru kırılması kaçınılmaz” olan adımlar olarak tanımlanamaz. Bu bilgelikten kaynaklanan bir öngörü ise hiç değildir; olsa olsa ‘yeterince derin bulmayarak’ burun kıvırmadır. Fakat şu -bizim hep eksik bıraktığımız yanı- görülmelidir: Burada hem inisiyatif ve yaratıcılığın önünün açılışı vardır, hem kolektivizm daha önceki algılamalarından farklı bir içerik ve biçimle yaratılmaya ve yürütülmeye çalışılmaktadır, hem dışa karşı daha güçlü olmak için gereken iç demokrasinin unsurları yeşertilmeye başlamıştır. Gençlikte kendini gösteren -kimilerini yanlış da yapsa dinamizmini, kafa yoruşunu, yaratıcılığını katarak- önden koşma, kurultay çalışmalarına belli bir yönelimin anlamlı göstergeleri olarak yüklenilmesi, periyodik yayınların belirlenen ihtiyaçlar temelinde sürekliliği, buradaki üretimin niteliği… Yapılmaya çalışılan başka bazı “iyi” işler de vardır; fakat seni bu yukardakiler heyecanlandırmıyorsa, diğerlerinin hiç şansı yok demektir…
Evet, bu çemberi mutlaka kırmalıyız ve kıracağız da!.. 4’ü daha fazla yaymamalıyız. Bizim kararımız -her ne kadar bunun hayata geçirilişi geç olduysa da- bu doğrultudaydı. “O kararın benimle birlikte alınmış bir karar olmadığı ise unutuldu” diyorsun. Senin de bir parçası olduğun fakat elde olmayan nedenlerle senin dışındaki bir çoğunluğun aldığı karar seni bağlamıyor mu?
4’ün “yapılmış olması”, tek başına bu bile, yapacağımızı taahhüt ettiğimiz bir şeyin yerine getirilmiş olması anlamında sözümüzle eylemimizin bir olduğunu gösterecektir. Kasım 2004’te gelen bir raporda denildiği gibi: “4’e yapılacak en büyük kötülük, ona altından kalkamayacağı misyonlar yükleyerek ‘verimsiz’ bir şekilde sona ermesine neden olmak olacaktır. 4’ün yüklenmesi gereken en önemli misyon, ‘ortak irade’ ve anlayış birliğini sağlaması olacaktır.”
Daha önce formüle edilen şekliyle program inşası faaliyetine -3 sonrası bir türlü girişilemeyen büyük iş- hemen sonrasında görevlendirmeler yapılarak kolektif bir tarzda girişilmelidir. Benim düşüncem ve yaklaşımım özcesi bu! Soğukkanlı ve nesnel bir gözle bakar, kapalı kaldığın dönemin verilerini doğru okursan bugün gecikmiş de olsa atılması gereken adımın bu olduğunu sen de göreceksin.
Fakat yine de içim acıyor…
İçimin acıması sadece aynı frekanstan konuşmuyor olduğumuzu düşünmemden kaynaklanmıyor. “Siyasi mültecilik” konusunda, SÜREÇLERİN BÜTÜN BİLGİSİNE SAHİP OLDUĞUN HALDE SENİN DIŞINDA ALINMIŞ KARARLAR GİBİ YANSITMANDAN kaynaklanıyor: “Avro…da gündemin en önemli konularından birisi… biz de bu dalgaya karşı koyamadık ve doğru görmediğim esneklikte bir politika izlendi. Üzerinden atlanacak bir konu değil bu .. özeleştiriyi de içeren bir değerlendirme olmalıdır”. Mülteciliğin en tehlikelisi ve tahrip edicisi kafalarda ve ruhta yaşanandır. İçimin acıması işte bu ‘hüküm cümlesi’ belirten satırlarla hepimizi bir çırpıda “mültecilerle” eşitleyerek zan altında altında bırakan ifadelerinden de kaynaklanıyor. Buna hakkın yok!
Kişisel duygular, yıllara yayılan paylaşım ve y.lık ilişkilerinin yadsınmaz rolü içimin acımasını bütün bunların üstüne binerek artırıyor.
L, y. sevgilerle
20 Nisan 2005