O gün akşama doğru hem kaybettiğimiz yoldaşlarımızın isimleri hem de kimlerin sağ kaldığı netleştiği halde “Sadece Serdar’dan haber alamıyoruz” haberi gelince durum netleşti kafamda. “Maviş yaşıyor olsaydı, kuş olur uçar bir biçimde mutlaka ulaşırdı bizimkilere” diye düşünmeye başladım. Mantık bunu diyordu ama umut… O yine de kaybolmadı kesin haber gelene kadar.
2010 yılının yaz aylarına kadar hiç yüz yüze gelmemiştik. Gerçi o buluşma öncesinde birbirimizi gıyaben artık bayağı iyi tanıyorduk.
2001 Nisan’ında cezaevinden çıktığımda yerle yeksan haldeki örgütten geriye elde kimler kaldığını sorup soruştururken adı pek geçmemişti. Dönemin dışardaki örgüt sorumlularının görüş alanı içinde pek yoktu anlaşılan. Çok sonraları öğrendim her şeye rağmen inatla yaşatılmaya çalışılan KİD’i (Konfeksiyon İşçileri Derneği) ayakta tutan birkaç direkten biriymiş.
Asıl tanışıklığımız 2008 sonrası başladı. Bir önceki gibi yine yıllara yayılarak çürütülen 4. Konferans sürecindeydik. Örgüt komadaydı ve dağılmanın eşiğindeydi. Bu gidişi tersine çevirmek için ülkede canını dişine takan bir avuç yoldaş içinde öne çıkıp başı çekenlerden biri olduğu anlaşılıyordu. Toprağa düştüğü Ankara Katliamı sırasında da birlikte olduğu can yoldaşıyla birlikte “Tersaneciler” diye anılıyorlardı örgüt kamuoyunda. O yıllarda iş cinayetleriyle tanınan Tuzla tersanelerinde sınıf çalışması yürütüyorlardı. Sadece o alanda değil örgüt içinde de önderleşmişlerdi. 1998 sonrası zehirli bir sarmaşık gibi örgütün orta sahasını kaplamış olan pratik kaçkını sağcı aydın bozuntuları yazılı ve sözlü raporlarında hayranlıkla söz ediyorlardı onlardan artık.
Konferans delegelerinin dahi neler olup bittiğinden yıllarca haberdar olmadığı sürecin hepten tıkanması üzerine mekanizmalar kör topal işlemeye başlayınca gelen yazılardan fışkıran öfkeyi görmemek için kör olmak gerekiyordu. Örgütün bu hallere düşürülmüş olmasına duyulan bir tepkiydi bu. Onun bir parçası ve devamı olarak konferans sürecinin yürütülüş tarzınaydı.
Bu öfkenin yöneldiği adreslerin başında geliyordum. Yoldaşlar haklıydılar, çünkü konum olarak hem örgütün hem de konferans sürecinin bu duruma gelmesinin birinci dereceden sorumlularından biriydim. Çok ciddi hatalarım, özellikle bıraktığım çok ciddi boşluklar olmuştu. Fakat yoldaşlar o kesitte bunların önemli bir kısmının da benim iradem hatta bilgim dışında yaşandığından habersizdiler. Örgüte dair gerçeklerin bizden, bizim görüşlerimizin ve müdahale çabalarımızın ise örgüt kadrolarından hatta konferans delegelerinden yıllarca nasıl saklandığına dair yazılı belgeler henüz ortaya dökülmemişti.
Bu yetmezmiş gibi hakkımızda üretilmedik dedikodu ve iftira kalmamıştı. Bütün bunların toplamı olarak yoldaşlar ne önerilerimizi ne de görüşlerimizi uzunca bir süre dikkate aldılar hatta sonradan büyük pişmanlık duyarak günah çıkarmaya soyunan bazıları duymak bile istemediler.
Bu tepkilerin başını çekenlerden biri de Zeki (Maviş) yoldaştı. Yazılarında ateş saçıyordu. “Bu örgüte, bu tarihe nasıl bunu yaparsınız” diye haklı olarak hesap soruyordu. Hani “eline geçirse parçalayacak” denir ya, o denli yoğun bir öfke doluydu, henüz karşılaşmamıştık ama yazılarından bile hissediyordum bunu.
Fakat yine başkalarından farklı olarak sorunu hiçbir zaman kişiselleştirmedi. Tepki ve eleştirileri tabii ki en başta bunların sorumluları olarak bana ve neoBernsteincılığın elebaşına yönelikti. Fakat o bunu kişisel sempati ya da antipatilerin belirlediği bir “adamcılık” biçimine büründürmedi. İdeolojik-siyasi olanı yani tartışma ve ayrılıkların özünü esas aldı, hep o temelde hareket etti. 2009 Ağustos’unda konferansa sunduğu metnin girişinde tutumunu şöyle ifade ediyordu:
“Bu sürecin en yıkıcı tavrı peşin hükümle davranmak. Bu birincisi konuşanın kim olduğuna göre tutum almakla, ikincisi söylenenleri ya hiç dikkate almama ya da içinden en elverişli bölümleri çekip, şarjörünü bunlarla doldurup salvoya girişmekle kendini ortaya koydu ve bu tarz Fuat y. tarafından yaratılmış olmasa da, Onun da katkısıyla her seferinde yeniden üretilip, kemikleştirildi. Ben şimdiye kadar böyle bir yolda yürümediğime inanıyorum ve bu yöntem tarafından belirlenen bir pratiğin adamı olmayacağıma inanıyorum” (www.tikb.org sitesi, “Belgeler” sekmesi, “BD tartışmaları IV”) . Olmadı da zaten!
2009 sonlarına doğru “Tersaneciler”in sürece dair değerlendirmeleri de tutumları da değişmişti. Sanıyorum hem bizim görüşlerimizi, daha da önemlisi niyetimizi ve yıllarca gidişe nasıl müdahale çabası içinde olduğumuzu öğrenmenin payı vardı bu değişimde hem de karşımızdakilerin gerçek yüzlerini pratikte daha net görmenin etkisi. Zaten o yılın sonunda internetten yapılan bir duyuruyla öğrendiğimiz bir ayrılıkla noktalandı o çürütücü süreç.
Ayrılığın arkasından yaşanan kimi çalkantılar da yatışıp 4. Konferans tamamlandığında Maviş TİKB Merkez Komitesi’ne seçildi. TİKB öncesi grup döneminden beri sınıf devrimciliğini esas alan, daha doğrusu bu iddiada olan örgütün tarihinde ilk kez o Konferans’ta işçiler merkez komitesine girdiler. Bu aslında TİKB’nin sınıfa yöneliminde tarihsel bir farklılığın başlangıç noktasıydı. Maviş, arkası yine bu örgütün tarihinde daha önce görülmedik bir örneğin yaratılmasıyla da gelen bu değişimin başını çeken motor güçlerden biri oldu.
Bütün o gerilimli ve tepkisel yılların arkasından 2009 yazında bir araya geldik ilk kez. Bizimle buluşmaya gelirlerken Oya’ya ve bana ayrı hediyeler getirme inceliğini düşünmüş yoldaşlar. Yalnız bana ne alacaklarına karar verememişler bir türlü. Huyumu-suyumu fazla bilmedikleri gibi kitap, kalem, not defteri gibi klasik objeler dışında nelerden hoşlanacağımı da kestirememişler. İçlerinden bazılarının önerisiyle paraya kıyıp bakır ve demir karışımından yapılan minyatür bir Harley Davidson motor getirmeye karar vermişler. Yolda inceledikçe motor hepsinin çok hoşuna gitmiş. Bir taraftan da benim beğenip beğenmeyeceğimden emin değiller. Bu iki duygu yan yana gelince bu kez aralarında “Yoldaş motoru beğenmeyecek olursa o zaman bu motoru içimizden kim alacak” tartışması çıkmış. Fakat ben motoru çok beğendim. Hem çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın sembollerinden birini anımsattı hem de Che’nin gençken motorla çıktığı Latin Amerika gezisini. Bunları da söyleyerek motoru sahiplendiğimi görünce yüzlerindeki ifade hâlâ gözlerimin önünde. Bir taraftan uzun kararsızlıklar sonucu tereddütle seçtikleri hediyelerini beğenmeme sevindiler ama hem de motorun kendilerine kalmamış olmasına hayıflandılar.
O ilk buluşmamızı izleyen yıllarda iki kez daha bir araya geldik Maviş’le. Her birlikteliğimiz sırasında farklı bir yönü dikkatimi çekti. İlk buluşmamızda yüzüne, mimiklerine ve konuşma tarzına da yansıyan hınzır çocuksu yönünden çok etkilendim. Hem etrafta gördükleri dahil her şeyi merak ediyor, kurcalıyor, soruyor, soruşturuyor, anlamaya öğrenmeye çalışıyordu hem de özellikle kendisini şaşırtan şeylerle karşılaştığı zaman tam bir çocuk saflığıyla tepki veriyordu.
Genellikle “ağır abi” ya da “abla” görünmeye meraklı gerçekte kişiliği de tam oturmamış olduğu için eğretilik adeta paçalarından akan keskin solculardan farklı olarak kendisiyle de, çevresiyle de, hayatla da barışık biri olduğu her halinden belliydi. Etrafına yaydığı pozitif enerji, samimiyeti ve sıcaklığıyla buluşmamızın başlarındaki tutukluk bir-iki saate kalmadan kayboldu gitti. Geride kalan süreçte önceleri bana neden ve nasıl kızdığını anlatırken bile o kadar içten ve dobraydı ki, sık sık “boşver, önemli değil, olur böyle şeyler” diyerek ben onu rahatlatmaya çalışma gereği duydum. Yaklaşık iki hafta süren beraberliğimiz sırasında hiç abartmasız söylüyorum ilk ve ikinci kuşaktan yoldaşlarla yakaladığımız rezonansa benzer duygular yaşattı bana. Yaşantısıyla da, düşünceleriyle de, ruhuyla da tam anlamıyla “bizden” biriydi.
Ertesi seneki buluşmamızda bu kez düşünür yönü belirgin bir sıçrama yapmış, bu anlamda daha da olgunlaşmış bir önder işçi yoldaşım vardı karşımda. O buluşmamızda da sık sık Tahsin’i (Tahsin Yılmaz) hatırlattı bana. Sadece örgütün değil sınıfın ve devrimci hareketin karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve çözüm yolları dışında teorinin sorunlarına da kafa yoruyor, sürekli soruyor, tartışma açıyor, anlamaya, öğrenmeye çalışıyordu. Sohbetlerimiz sırasında sık sık “Ne kadar küçük olursa olsun bir örgütü yönetmeye çalışmanın gerçekte ne kadar zor bir iş olduğunu şu son bir yılda yaşayarak anladım” diyordu. O buluşmamız sırasında keşfettiğim yönlerinden biri de hayattan zevk almasını bilmesi oldu. Yani gusto sahibiydi. Tuza-bibere banıp yediği kuru ekmekte dahi farklı bir lezzet keşfediyordu. Daha doğrusu getirdiği yorum ve yaptığı esprilerle ona farklı bir lezzet katıyordu.
Maviş’le son kez 1. Kongre oturumları sırasında buluştuk. O oturumlar ve aralarda yaptığımız sohbetler sırasında bu kez onun o işçi damarıyla parti insanı bir komünist olmanın harmanı olarak şekillenen görev ve sorumluluk duygusu çok etkileyiciydi. Program sorunu gibi kapsamlı bir konuyu da karara bağladığımız gündemdeki bütün konulara önceden hazırlıklı gelmişti. Tartışılan her konuda mutlaka söz alıyor ve üzerinde düşünüldüğü belli açılımlar getiriyordu. Hemen her konuda olduğu gibi görüşlerini savunurken de inatçıydı. Ama bu fikirleri tartışmak yerine karşısındakilere üstünlük taslama peşinde koşanlarda görülen türden kibirli kör bir inat değildi. Karşısındakileri dinleyen, anlamaya çalışan ve ikna edici argümanlarla gelindiği taktirde hiçbir komplekse kapılmadan “Bak orasını düşünmemişim” diyebilen bir özgüvenin yansımasıydı.
Tüzük’te yapılacak değişiklikler üzerine tartıştığımız bir oturumdu. Maviş “Örgütten ayrılanların en az bir yıl süreyle örgütün göstereceği yerde oturmaya mecbur olması” şeklinde bir madde önerdi. Gerekçesi güvenlikti. Örgüt bir taraftan gideni denetlerken öte taraftan onun bildiği ilişkiler ve sistemini değiştirecek vakit bulur diyordu. Böyle bir zorlamanın bizim proleter devrimcilik ve sosyalizm anlayışımıza sığmayışı dışında pratik olarak da uygulanamayacağını anlatmak için epey dil dökmemiz gerekti. Fakat uzun süre görüşünde direndi. En sonunda “Peki ayrılan insan bu kurala uymayacak olursa ne yapacağız? Başka bazı örgütlerin yaptığı gibi çekip vuracak mıyız? Ayrıca ne bu, biz gizli bir askeri yapılanma ya da çete miyiz? Bizimle ilişki kuranlar nasıl az-çok bilinçli bir gönüllülük temelinde geliyorlarsa aynı özgürlük ve rahatlıkla yollarını ayırabilmeliler. Devrimcilik her şeyden önce gönüllülük işi. Biz birtakım gerekçeler icat ederek bunu kendimize göre eğip bükmeye başlarsak farkına bile varmadan mafyalaşmaktan kurtulamayız…” dediğimizde bir süre sessiz kalıp düşündükten sonra “Hakikaten işin bu yönünü ben nasıl düşünemedim” diye samimi bir özeleştiri vermekten gocunmadı.
O kongre oturumları sırasında ne kadar dil döktüysek yeni seçilecek MK’da yer almama ısrarından vazgeçmedi. Gerekçesi çok net ve yalındı: “Örgüt yönetmek çok zor bir iş. Bu açıdan yetersiz kaldığımı düşünüyorum”. Bu konudaki inadını ne yapsak kıramadık ama Kongre onu yeniden Merkez Komitesi’ne seçti. Kongre iradesini tanımamak gibi bir seçeneği yoktu. Dolayısıyla ne onun örgütle olan ilişkilerinde ne de bizlerin onunla ilişkilerinde değişen bir şey oldu. Maviş pratiğiyle de bizim gözümüzdeki yeriyle de MK’nin bir parçası olmaya devam etti. Öyle ki bizlerin bıraktığı boşlukları o doldurdu. Bizlerin yapamadığı ya da yetişemediğini o yaptı. Örneğin o zamanki internet sitemizin baştan aşağı yenilenmesi gerekiyordu ama bu işlerden anlayan insanlarımız yollarını ayırmışlardı. Piyasadan profesyonel destek almaya kalktığımızda ise bize epey tuzluya patlayacak faturalar çıkarılıyordu önümüze.
Maviş “Bu işi ben çözeceğim” diyerek kolları sıvadı. O güne kadar doğru dürüst bilgisayarı bile olmamıştı. Özellikle programcılık için şart olan İngilizce bilgisi sıfırdı. Yani Maviş’in o koşullarda TİKB olarak bize özel bir yazılım geliştirmeye soyunması demek, Kastamonu Lisesi’nden mezun olan bir gencin ahdedip bir biçimde kapağı attığı Oxford’dan diploma almaya soyunmasıyla hemen hemen aynı şeydi. Ve Maviş inadını, daha doğrusu komünist iradesini ve azmini o konuda da konuşturdu ve bize yepyeni bir site yaptı. İkinci bir İsmail Cüneyt örneği yarattı tarihimizde. İsmail de 12 Eylül koşullarında önce Osman’ın toprağa düşmesi, arkasından Fatih ve Sezai’nin yakalanmalarıyla komutansız kalan Müfreze’yi yeniden örgütleyip harekete geçirebilmek için ahdetti, bisiklete binmeyi dahi bilmezken altı ayda usta bir şoför olup çıktı.
Zaten 1. Kongre sonrası süreç Maviş için her alanda tam bir atılım ve ustalaşma süreci oldu. Harcına sonunda kanını da kattığı sendikanın kökleşip kalıcılaşması için canını dişine takmakla kalmadı teoriden teknik sorunların çözümüne kadar neredeyse her alanda kendisini aşma yarışına girdi. Sınırlarını parçalama yönündeki iradesi ve çabasının yoğunluğu bakımından bana hep 2000 Ölüm Orucu direnişi sırasında ölümsüzleşen Tuncay (Tuncay Günel) yoldaşı anımsattı.
Kongre sonrası süreçte ülkedeki yoldaşlarla bağlantımız Maviş’le kurduğumuz özel hatlar üzerinden yürüyordu. Bu vesileyle birbirimizle başka konularda da görüş alış verişinde bulunuyorduk. O üzerinde çalıştığı konulara dair sorular soruyor, kaynak ve yönlendirme istiyordu. Biz sınıfın ve toplumun nabzının nasıl attığına dair gözlemleri ve önerileri yanında detaylarına hakim olmak istediğimiz konularda bize yol gösterici bilgi notları göndermesi için ona “ev ödevleri” veriyorduk.
İkimizin de çok sevdiği ve çok değer verdiğimiz bir yoldaşımız o sıralar cezaevine düşmüştü. Başlık olarak şimdi net hatırlamıyorum ama rejimin yapısında yeni değişikliklere yol açacak bir gelişme gündemdeydi. Buna dair yorumumu sordu. Genel bir çerçeve çizmeye çalıştım. Hem çok sevindiğini hem de imrendiğini belirterek, “Hayret bir şey” diye yazdı. “Önceki gün cezaevindeki yoldaşa da sordum bu soruyu. Neredeyse aynı cümlelerle o da aynı yorumu yaptı. Sizin aranızda nasıl bir telepati var yahu…” diye sürdürdü. Bunun yıllara dayanan ortak bir mücadele geçmişi yanında TİKB’nin çizgisi, o çizgiye yön veren ruh ve ML’le kurduğumuz ilişkinin benzerliğinden kaynaklandığını vurguladıktan sonra “Biraz sabırlı ol bakalım, seninle daha yolun başlarında sayılırız, yeni yeni yakalamaya başladık o derin yoldaşlık ilişkisini” diye takıldım. Sonuna gülme işareti ekleyerek “Çok sürmez, bir-iki yıla kadar ben de gelirim o düzeye” diye bağladı sözünü.
Son konuşmamızı 8 Ekim gecesi yaptık. Rejimin yapılanmasındaki değişim ve faşizm konusundaki notlarımı istemişti benden. Önceki yüz yüze görüşmelerimizden birinde görmüş ve çok etkilenmişti o notlardan. O konu üzerinde çalışıyordu. Değişik yönleri üzerine fikir alışverişinde bulunduk. Konuşmayı bağlamadan önce söz etti Ankara’da yapılacak Barış Mitingi’nden. Basından okumuştum zaten. Şovenizmin ve sosyal şovenizmin şaha kalktığı o dönemde işçi sınıfı içinde de güçlü olan milliyetçi eğilimlere karşı açık tavır almanın tarihsel anlam ve önemi konusunda önceden beri hemfikirdik. Nitekim 1984 sonrası süreçte bildiğim kadarıyla ilk kez bir işçi sendikası tek bir çıkıştan ibaret kalmayan açık ve net bir tavır almıştı Kürt halkının özgürlük mücadelesi yanında. Kobane kuşatmasının yeni yarıldığı günlerde İnşaat-İş yönetimi olarak Rojava’ya kadar gidip orada bir sağlık ocağı inşa etme kararı almışlardı. Dolayısıyla Ankara’daki mitinge sendikanın katılmaması düşünülemezdi.
Kişisel merakımı gidermek için kaç kişi gideceklerini, hazırlıklarını tamamlayıp tamamlamadıklarını falan sordum. Baktım o da gitmeyi düşünüyor. Sanki içime doğmuş gibi “Ne olacağı belli olmaz. Devletin saldırma ihtimali yüksek o mitinge. Onun için hepiniz gitmeseniz daha akıllıca olmaz mı? En azından sen kal geride…” dedim. Zaten o hafta sonuna yetiştirmesi gereken başka bir iş daha vardı. “Gidersen o da aksar” diye sürdürdüm. Bunun üzerine “Bakalım…” dedi ama Maviş’i tanıdığım için o “Bakalım”ın beni rahatlatmak için söylendiğini biliyordum. O muhtemelen bir daha düşünecek ama sonunda kafasını koyduğunu yapacaktı.
10 Ekim katliam haberini Oya’yla birlikte bir ziyaret için Almanya’dayken aldık. Önce “Mitingte bir patlama olmuş galiba” diye geldi haber. Saatler ilerledikçe ayrıntılar belli olmaya başladı. Sonrasında saatler ve günler nasıl geçti bilmiyorum. Akşama doğru hem kaybettiğimiz yoldaşlarımızın isimleri hem de kimlerin sağ kaldığı netleştiği halde “Sadece Serdar’dan haber alamıyoruz, hastanelerde ve morgta aramayı sürdürüyoruz” haberi gelince durum netleşti kafamda. “Maviş yaşıyor olsaydı, kuş olur uçar bir biçimde mutlaka ulaşırdı bizimkilere” diye düşünmeye başladım. Mantık bunu diyordu ama umut… O yine de kaybolmadı kesin haber gelene kadar.
Bir taraftan bu cenderenin içinde kıvranıp dururken bir taraftan da Babam ve Oğlum filmini seyrederken gözyaşlarımı tutamadığım bir sahne geliyordu sürekli gözümün önüne. Oğlunun tabutu evden çıkarılırken yolun ortasına fırlayan babanın ellerini iki yana açarak “Keşke önüne dikilip ‘Gitme’ diyeydim…” haykırışı çınlıyordu kulaklarımda.
O çınlama hâlâ sürüyor…