“Siz kolektife ne katmışsanız -ya da katmamışsanız- onun sonuçlarını yaşarsınız. Bunu elbette bütün diğer koşulları dondurarak söylüyorum.”
Hangi dönemde, nasıl devrimci oldunuz? Hangi etkenler sizi böyle bir tercihe yöneltti?
’70’lerin başında bir şeylerin farklı gittiğini sezinlemeye başladım. Lisedeydim o dönem, Ankara Kız Lisesi’nde. Bir arkadaş okula pul, kuş ve afiş getirmişti, “Faşizme karşı…” gibi bir şeyler vardı üstlerinde. “Dikkatli bir tarzda dağıtalım, yapıştıralım” dedi. Kelimenin gerçek anlamıyla “inek” bir öğrenciydim. Hocaların, idarenin en son kuşkulanacağı kişiydim. Kimi arkadaşlar disipline gitti, yakalanmayan ‘eylemciler’in adlarını söylememişlerdi. Hepimizin müthiş hoşuna giden bu faaliyetin arkası gelmedi ne yazık ki… İki arkadaş okuldan atıldı, kimse malzeme getirmez oldu.
Deniz’lerin idamını izleyen günlere üniversite öğrencisi ağabeyim İzmir’de tutuklandı, haber bülteninde adını duyduğumuz o günü, babamın şaşkınlıktan gözlüğünü düşürüşünü, evdeki telaşı, yüzlerdeki kederli sancıyı unutamıyorum. Kimse bir açıklama yapmadı, şimdiki gibi her şeyi soramazdık büyüklere! Annemi sıkıştırdığımda, “devrimcilik yapıyormuş” diye geçiştirdi.
Altın değerinde sözlerdi benim için. “Devrimcilik” neydi, “devrimci” kime denirdi, “devrimci” olmak için ne yapmak gerekiyordu, üniversiteye gitmek yeterli miydi? Bunları sormak için ağabeyimi bekleyemezdim, beklemedim de zaten… Ağabeyimin bir arkadaşına sordum merak ettiklerimi. Temkinli bir bilgelikle yanıtladı sorularımı, ama ben alacağımı almıştım; nasıl bir yol izlemem gerektiğini üç aşağı beş yukarı tasarlamıştım.
Daha sonraları yoldaşlarla konuştukça onlar da şaşar ben de. Orta halli ‘mazbut’ olarak bilinen bir ailenin kızıydım. Ankara’da, tuzu kuruların bağrında yaşıyordum. Babam albaydı, annem öğretmen. Canlarını dişlerine takmış iki ‘Cumhuriyet’ evladı. Kemalisttiler, çok okurlardı, annem gerçekten sapına kadar emekçiydi. Bu ortamda nasıl devrimci olur insan? Aynı zamanda toplumsal atmosfer buna o kadar müsaitti ki ‘nasıl devrimci olmaz’ bu koşullarda insan? Bir ses bekler, bir dokunuş… O dokunuş beklemediğim bir anda, beklemediğim bir biçimde geldi. 12 Mart günlerinde tutuklanıp cezaevinden yeni çıkmış bir komünistle yollarımız kesişti.
Babam ölünce İzmir’e taşındık. Arayışım sürüyordu. Devrimci olduğunu duyduğum her çevreyle konuşuyor, anlamaya çalışıyordum. Böyle bir yaşamı seçeceksem doğru yerde olmalıydım. Hemen her çevreye burnumu soktum, kim ne diyordu, nasıl bir yol öneriyordu. Neler yapmak gerekiyordu… Bol bol okudum, anlamaya çalıştım olan biteni.
Üniversiteye parasız yatılı olarak girdim. Benim gibi serseri ruhlu ve çoğu parasız yatılı olan arkadaşlarla tanıştım. Devrimcilerin gidip geldiği bir dernek vardı, İkiçeşmelik’teki bu derneği biz de yol etmeye başladık. Hemen her yapıdan insan gelip gidiyordu, tartışmalar ve paneller düzenleniyordu, toplu afişleme-yazılama eylemlerine gidiliyordu. Algılarımız sonuna kadar açıktı, her cümleden, her duruştan, her öne atılıştan bir şeyler öğreniyorduk. On iki kişiden oluşan bir kadın grubuyduk, edindiğimiz her şeyi diğer arkadaşlara aktarmaya yönelmiştik.
MC (Milliyetçi Cephe) dönemiydi, ’76’nın ortaları olmalı, Bornova’dan faşistleri getirdiler. Gündüzlü beden eğitimi öğrencileri, hepsi erkekti. Bunlar bizi yıldırmaya çalıştılar, okuldan atmaya uğraşıyorlardı. Sınıfları basıyor, saldırıyor, tartaklıyorlardı. Sadece geceleri yurda giremiyorlardı, ama kapıda bizi bekliyorlardı. Israrla ayak diriyorduk. Kimimizi ikinci kattan attılar, kimimizi öldüresiye dövdüler… Toplu hareket ediyorduk.
Yine yurttan toplu çıkış yaptığımız bir sırada, demir çubuklarla silahlanmış bir güruh olarak saldırdılar. 15-20 kişi vardı. Bizi feci bir şekilde dövdüler. O olaydan sonra ne okula ne yurda girebildik. Türkiye yangın yeriydi, bizim okulda da onlar egemen hale gelmişlerdi.
En değer verdiğim arkadaşlarım “Halkın Kurtuluşu” grubunun saflarında yer almaya başlamıştı. Tartışmalardan ve eylemlerden gördüğüm kadarıyla militan mücadeleci devrimcilerdi. Gazete satışına ben de çıkmaya, başka görevler almaya başladım. Kendimi “Halkın Kurtuluş’çusu sayıyordum.
Pek uzun sürmedi bu dönem. Halkın Kurtuluşu, THKO ile Basın Yayın Komünü -Aktancılar diye anılırdı genellikle- birleşmesinden oluşmuştu. Daha sonraları öğrendiğim üzere, doku uyuşmazlığı nedeniyle kısa bir süre sonra da ayrılındı. Bu gelişmeler bizlere özetlendi, tanıyıp sevdiğimiz bütün arkadaşlarımız ‘bayrak açıp’ ayrılanlar içindeydi, biz de onların safında yer aldık. Ayrılığa konu olan ‘Üç Dünya Teorisi’, mücadele ve önderlik anlayışı, sosyo-ekonomik yapı çözümlemesi gibi konuların derinliğine ve anlamına asıl olarak ayrılıktan sonra vakıf oldum.
Ayrılık sırasındaki tercihim başlangıçta çok bilinçli bir seçim değildi. Daha doğrusu, hem bilinçlice yapılmış bir seçimdi ama hem de ne kadar az şey bildiğimi anladığım bir yönelim. Ben asıl örgütlendikten sonra devrimci oldum.
Birincinin devamı olarak neden TİKB’yi seçtiniz?
Benim tercihimde -yukarda da söylediğim gibi,- güvendiğim insanların o safta yer almaları belirleyici oldu. Bu bir nevi sürüklenmeydi tabii ki, ama bu kadar kolay ‘sürüklenmemi’ sağlayan ölçü ve sezgiler de vardı işin içinde. Bunların başında da ‘devrimci muhalefet’ bayrağını açanların ML’yi kavrayışlarındaki belirgin üstünlük ve mücadeledeki militanlıklarıydı. Bu iki konudaki netlik beni de içine çekti.
Ancak bence mesele TİKB’yi seçme meselesi değil, TİKB’li olabilme, TİKB’li kalabilme meselesidir. TİKB’yi özümleme, onu büyütme, eksiklerini görüp tamamlama çabasını sürekli kılma ısrarıdır.
Bu noktada, birey-kolektif ve kolektif-birey diyalektiğinin nasıl kurulduğu girer işin içine. Eğer siz bilinçli bir tercihle devrimci bir kolektifin içinde yer almayı seçmişseniz -ki bu Engels’in “zorunluluğun kavranışı” olarak tanımladığı özgürlüğün ta kendisidir- haliyle kolektif size dokunmaya, sizi daha fazlası için harekete geçirmeye, daha ilerden görevler koymaya çalışır. Eğer bu birbirini tamamlayıp ilerletme ilişkisine ayak uyduracak enerjiniz, buna niyetiniz yoksa ilişkide bir sürtünmenin, giderek çatallanmanın ortaya çıkması kaçınılmazlaşır. Sorunun kaynağını doğru yerde aramazsanız kolektifte aramaya başlarsınız. Bu ikisi arasında çok hassas bir denge vardır. Siz kolektife ne katmışsanız -ya da katmamışsanız- onun sonuçlarını yaşarsınız. Bunu elbette bütün diğer koşulları dondurarak söylüyorum.
Ayrıca hem TİKB’li olabilme, TİKB’li kalabilme uğraşı hem de birey-örgüt diyalektiği bir kez kuruldu mu sonsuza kadar o haliyle sabit kalmaz. Kadrolar örgütlü yaşamın her evresinde bu diyalektiği yeniden kurmak zorunda kalırlar. Zorlukların ve açmazların büyüdüğü dönemlerde varolan yapıları, ideolojik donanımları, sosyal ve kültürel algıları yeniden ve yeniden sınanır. Devinen mücadele sık sık “tamam mı devam mı” sorusunu getirip tarafların önüne koyar.
Hayatın diyalektiği bu noktada çok acımasızdır. Kendisiyle, kendi gerçekleriyle yüzleşemeyenleri, kendi eksiklerini görme ve onları giderme konusunda -belki kimi zaman- içgüdüsel olarak direnenleri asla affetmez. Mücadeleyi ve örgütü besleyip büyütmekte ayak sürüyenleri, verili durumu korumaktaki ısrarı, alışageldiğimiz huy ve alışkanlıklardan kurtulmak için yeterince özen ve çaba göstermeyenleri belki kendilerinin bile farkına varamayacağı bir şekilde hakkını ver(e)medikleri hayatın kıyısına itekler.
Size göre TİKB’li olmak ne anlama gelir? Ya da soruyu şöyle soralım: TİKB’yi farklı kılan ve TİKB yapan temel değerleri nasıl tanımlarsınız?
Bana göre TİKB militan bir sosyalizm ufkunun koşucusu, taşıyıcısıdır. Sınıf eksenli bir harekettir. Kuruluşundan itibaren işçi sınıfının sadece teoride değil pratikte de öncü ve önder olması gerektiğini savunmuş ve buna uygun bir duruş sergilemiştir. Diğer sınıf ve tabakalar arasındaki güç dengesini dikkate almış, strateji ve taktiklerini bu doğrultuda şekillendirmeye çalışmıştır.
Direnişçidir; bu sadece sorguda, işkencede, mahpusta, mahkemelerde ifadesini bulan bir direnişçilik değildir. O hayatta direnişçidir, hayata karşı direnişçidir.
Gerçi her zaman başarılı olamamıştır fakat, dünyanın altüst oluşuna, değişen koşullara, aleyhimize dönen savruluşlara karşı ısrarla ve inatla pozisyonunu korumaya çalışmıştır. ML teorinin ruhunu zedelemeden onu günün koşullarına göre yeniden yeniden ele almaktan, sınıfların yapısı, sınıflar arasındaki güç dengesinin değişmesi, muhalefet dinamiklerinin zayıflayıp genişlemesini irdelemekten korkmamış, yeni şeyler söyleme kapasitesini güçlendirme çabası ve yönelimi içinde olmuştur.
Özde sağlam olduğuna tümüyle kanaat getirdikten sonra biçimde alabildiğine esnek olmasını bilmiş, bundan korkmamıştır.
TİKB, 12 Eylül döneminde -ona ön gelen süreçten başlamak üzere- kadrolarını ve taraftarlarını mücadelenin sert koşullarına hazırlamaya birincil önemi vermiş, bunun araçlarını yaratma konusunda titizlenmiştir. Randevular, randevu yerleri, parolalar, herhangi bir şeyden kuşkulanıldığında önceden hazır bir çantayla evlerin derhal terkedilmesi, resmi/sivil polise karşı mücadele teknikleri, takibi farketme, takip atlatma yöntemleri… Bunlar ve yeraltı yaşamını ilgilendiren birçok nokta ve boyut bu sözlü ve yazılı eğitimlerin konusuydu.
Başlangıçta merkezi olarak daha sonra illerde yeraltı matbaaları kurmuş, kitle yayın organı Orak-Çekiç’in ve teorik yayın organı İhtilalci Komünist’in basılmasını kimi illere taşımıştır. Osman Yaşar Yoldaşcan’ın kurduğu, ilerleyen yıllarda yetkinleştirdiği yeraltı matbaası, ’80’lerin sonunda Şaban Budak gibi yeni yoldaşlarımızın yaratıcılığıyla ofset baskı tekniğine dayalı yeni bir evreye geçmiştir.
Faşist cuntanın sıkıyönetim koşullarında illegal yayınları basmak kadar gitmesi gereken yerlere nakledilmesi de zorlu bir işti. Her köşe başında bir devriye, her kavşakta bir polis aracı, astığı astık kestiği kestik sıkıyönetim bildirileri, duvarlarda, vapur iskelelerinde, tren istasyonlarında arananların fotoğrafları, tv’lerde pişmanlık anlatımları, ihbarcılığa alıştırılmaya çalışılan insanlar…
Sözgelimi İstanbul’da köprü giriş ve çıkışlarında rastgele arama yapılırdı. Nakledilen ister silah olsun ister “yasak” yayın… gizlemek zorundaydınız. Kadın yoldaşlarımız bir günde hamile kadınlara dönüşüverir, incecik dal gibi kadınlar, “karınlarını” gizleyen giysilere bürünürlerdi.
Tıpkı cezaevi yaşamı gibi yeraltı yaşamı da sadece zorluklardan ve handikaplardan ibaret değildi. Çok sıkışık bir belediye otobüsünde silahın kabzasına çarpan bir adamın korkuyla otobüsten atlayışının resmedilmesi hepimizi güldürürdü.
Sözüyle eylemi birdir TİKB’nin ve TİKB’lilerin. Talkımı ele verip salkımı kendileri yutmazlar. Ne düşünüyorlarsa onu söyler, nasıl düşünüyorlarsa öyle yaşarlar. Örgüt yaşamım boyunca yoldaşlarımdan bunu gördüm ve buna uygun bir yaşam sürdüm. Zaten bir şeye bütünüyle inanmış ve onu özümlemişseniz o sizin davranış biçiminiz, yaşam tarzınız hale gelir. Bunu bayraklaştırır bunu esinlersiniz.
Örgüt çalışmasına katıldıktan sonra o dönemin belli başlı kadroları işçi çalışmasına gönderilmişti. Ben de bunlardan biriydim. Hiçbir deneyimim olmamasına, işçi sınıfını sadece okuduklarımdan tanıyor olmama rağmen gözümü bile kırpmadan o denize daldım.
Girdiğim ilk fabrika metal sektöründe dönemin en büyüklerinden bir beyaz eşya fabrikasıydı. 24 ay sonra sendika temsilcisi yoldaşlarla birlikte atıldık. Kısa bir süre sonra bu kez giyim sektöründe faaliyet gösteren başka bir fabrikaya girdim. Yaklaşık bir yıl sonra, 12 Eylül koşullarında kimliğimin açığa çıkması ihtimali beliren bir operasyon nedeniyle oradan da ayrılmak zorunda kaldım.
Fakat o dönemde kurduğumuz ilişkilerin büyük çoğunluğu hala şu ya da bu ölçüde sürüyor. Çünkü ne kadar kısa sürmüş olursa olsun o kadın ve erkek öncü işçilerle birbirimizi yeterince tanıyacak ölçüde birlikte yaşamış, birlikte çalışmış, siyasi faaliyet yürütmüştük. Onlarla ilişkilerimizde gizli olan sadece kimliğimdi. O yüzden zaten beni hâlâ o dönem kullandığım farklı isimlerle anarlar.
O dönem hayatımın en verimli dönemiydi diyebilirim. Sadece örgütlemeye çalıştığımız sınıfın belli kesimlerini değil, revizyonist sendikacıları ve yöntemlerini de hiçbir kitabın bana öğretemeyeceği kadar yakından tanıdım.
Bugünden geriye doğru baktığınız zaman nelerle gurur duyuyor, nelerin pişmanlığını yaşıyorsunuz?
Bu topraklarda militan sosyalizmin temsilcisi olarak iz bırakmış bir örgütün saflarında savaşıyor olmaktan onur duyuyorum. Biz bir gelenek yarattık, ihtilalci bir kültür inşa ettik; bunu kimse elimizden alamaz. Bu direnişçi geleneğin yaratılmasında ve yaşatılmasında emeği geçen tüm yoldaşlarımla gurur duyuyorum.
Kuşkusuz pişmanlığını duyduğum şeyler var. Bunların kimi kişisel, bir kısmı ise örgütsel. Kişisel olanları aklımın ve bilincimin yettiği ölçüde ilerleyen yıllarda aşmaya çalıştım, sanıyorum büyük oranda da aştım. Bu daha kolay olanıydı. Fakat örgüt daha organik, çok yönlü ve katmanlı bir yapı. Kimi hata ve handikaplarımız var ki, onlar o kadar kolay aşılmıyor. Daha sonra ortaya çıkmış sonuçlardan duyduğunuz pişmanlıklar bile zamanında belirleyip gidermeye çalışırsanız bir anlam ifade eder. Aksi halde treni kaçırmış oluyorsunuz, bir sonraki için ise hayat -mücadele- sizi beklemiyor.
TİKB olarak grup yapısı ve onun alışkanlıklarından çok çektik. Çevreselleşme, çevreselleştikçe parti olmaktan uzaklaşma olgusunu acı bir biçimde yaşadık. Partileşmeyi başlarda ‘mükemmel’ olma merakı nedeniyle erteledik. İlerleyen yıllarda ise, örgütte kimi kural ve normların belirlenip işletilmesinde yeterince titiz olmamakla kendisini gösterdi bu hastalık.
Tarihsel-yapısal nitelikler gibi zaaflar da bir günde ortaya çıkmaz. Hepsinin bir mayalanma, oturma ve kalıcılaşma dönemi vardır. Mücadelenin her evresine denk düşen taktik araç ve yöntem zenginliğini kullanmadığınızda geride kalırsınız. Kalıpların tutsağı olunduğunda ya eski çağlardan ya da Mars’tan konuşuyormuşsunuz gibi gelir insanlara.
Sınıf yönelimimizin zayıflamasının, sınıfla bağlarımızın dibe vurmasının acısını ve yıkıcı sonuçlarını da fazlasıyla yaşadık. Özellikle ’90’ların ortalarından itibaren boy atıp gelişti bu uzaklaşma. EKK (Emeğin Kurtuluşu Kurultayı) gibi stratejik bir politikaya sahip olmamıza rağmen sırf sınıfla maddi bağlarımız zayıflamakla kalmadı, daha da kötüsü, proleter sınıf bakış açısı, devrimci proletaryanın kültürü, değer yargıları güç kaybetti saflarımızda. ’95 sonrası yaşadığımız iç krizlerin ikisinde de bu deformasyonun yansımalarını çok açık görebiliriz.
Zaten bir politikayı ortaya atmak yetmez, onu önce örgüt güçlerine kavratıp özümsetmek, bununla birleşik olarak geniş kitlelere taşıyıp mal etmek gerekir. Bunun için yetersiz gelse de kitle çalışmasının sürekliliğini sağlamak zorunludur. Sınıfa ve kitlelere gittikçe, onlardan beslendikçe politikanın teorik bütünlüğünün pratik aynasında sınanması yaşanır çünkü. Kadrolar kimi zaman eksikliklerini ayrıksılık yaşadıkları kitle çalışması içinde görürler, yetersizliklerini orada duyumsarlar. Bunları gidermek için yeniden teoriye yönelirler.
Eksikliği duyulup giderilmediğinde her şey ölmeye mahkumdur. Tek yanlılığın kalıcılaşmasına hiçbir konuda izin verilmemelidir. İçinden geçilen her dönemin, sınıfların yapısının, örgüt çalışmasının geldiği noktanın, kadroların ihtiyaçlarının, aidiyet duygusunun, hak ve görevlerin irdelenip yeni sonuçlar çıkarılmadığı, hedef ve yönelimlerin belirlenmediği her durum bizi patinaj yapma noktasına çeker.
TİKB’nin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyor, bu noktaya gelişini nelere bağlıyor, nasıl açıklıyorsunuz?
TİKB’nin kurucu kadroları, o birbirine ölümüne tutkun yoldaşlar hayattayken muazzam bir sinerji, girişkenlik ve güven duygusu hakimdi örgütte. Ayrıca herbiri farklı yönlerde gelişkin yetenek ve potansiyellere sahip o yoldaşlar topluluğu, birbirlerini tamamlayıp tek başlarına yapabileceklerinden çok daha fazlasını ortaya çıkaran bir voltram oluşturuyorlardı.
Bu bileşim eksildiğinde, onun bazı halkaları kopup yenilerle tamamlanmadığında kolektif akıl, kolektif düşünme, kolektif davranma yeteneği ve kapsamının sürekli geliştirilip yetkinleştirilmesi bir türlü tam anlamıyla başarılamadı. Büyüyen bir gövdeye kumanda eden fındık büyüklüğünde yönetici organlar gerçeği gibi bir anomali çıktı ortaya.
Arada bir kuşak kaybı vardı varolmasına. Onlar ’68’liydi, bizler onlara en yakın kuşağın kadrolarıydık. Bu kuşağın kadroları, görevleri değil yoldaşları erişilmez gördüler, en iyisini hep onların bildiğini ve eylediğini sandılar. O görevlere talip olmaktan uzak durdular. Kendisini bütünüyle ortaya koyan çok sayıda yoldaşımız, karar veren olmaktansa kararları uygulayan olmayı tercih etti. Çünkü karar alma yetkisi için kendilerinin yeterli olmadığını düşündüler.
Oysa kadroları geliştiren, ufuklarını açan, yaratıcılıklarını kışkırtan şeylerin başında -teorik yetkinlik vb. diğer unsurları dışta tutarak söylüyorum- sorumluluk almak ve onun içini daha fazla doldurmak için istek, geriye bakmayan bir irade sergilemek gerekir. Nasılsa “Makam”, “mevki” ve “kariyer” derdinde değildik; biz bir kavgaya atılmıştık, her şeyimizle onun hizmetindeydik.
Oysa ilişkiyi bir miktar tersten kurmak gerekiyordu: Gelişmeyi ve yetkinleşmeyi sağladıktan sonra sorumluluk almak yerine; sorumluluk almak ve bunun içini mücadele sürecinde doldurmak… İlki evrimci ikincisi devrimci bir tarza tekabül ediyor bence.
Mücadele içindeki diğer yapılar söz konusu olduğunda elitist bir sekterliğe de yol açtı bu düşünüş tarzı. Kimseleri kolay kolay beğenmiyor, en iyisini ve en doğrusunu kendimizin dile getirdiğini düşünüyorduk. Mükemmelliyetçilik ve seçkincilik örgüt organlarını, örgüt ortamlarını bir nevi ‘zehirliyor’, kitlelerden beslenilmediğinde verili durumu kalıcılaştırıyordu.
Harekete önderlik eden yoldaşlarımızı yüceltmek, özellikle zorlanmalar baş gösterdiğinde tam tersine dönmeye açık bir durum yaratabilir ve yarattı da!.. Hayatın diyalektiği hükmünü yürütüp savrulmalar yaşanınca derin bir hayal kırıklığına yol açıyor. Yığınakta hata yapmış, atmanız gereken adımları zamanında atmamışsanız, üstelik fena halde zamana yayılmışsa bunu bir çırpıda değiştirip düzeltemezsiniz. Sağlıksız grup yapısının, seçkinci elitizmin, yanlış kurulan görev-sorumluluk diyalektiğinin… bir türlü atılamayıp kendini yeniden yeniden üretmesi bizim temel handikaplarımızdan biridir.
Teori-pratik diyalektiğinin doğru kurulması kapitalizme ve faşizme karşı mücadelede çok önemli bir eşiktir. Teori farklı bir kulvarda akarken pratiğin yerlerde sürünmesi kabul edilemez; zamanın dışına sürüp atar sizi.
Bu durumdan çıkış için sizce ne yapılması lâzım?
Daha önceleri yaptığımız ama artık yapmaz olduğumuz şeyleri yeniden yapmaya yönelerek işe başlamalıyız. Her şey bununla başlayıp bitmemeli ancak, yenilmişseniz yapmanız gereken tek şey yeniden başlama iradesini kuşanmaktır. Yeni bir komünist ruh ve inatla kaldığımız yerden ve rüzgara karşı yürümek gerekir.
İşçi-emekçi evlerinde gecelemeyi unuttuk mesela. Onların hayatına dokunacak yüz yüze teması unuttuk. Yaşamlarına girip iç dünyalarını, zorlanmalarını, ihtiyaçlarını ve özlemlerini duyumsamayı es geçmeye başladık; el yordamıyla kestirmeye başladık. Örgütlendiğimiz ilk dönemlerdeki halimizi unuttuk. Bütün bir örgütlü yaşamı sadece başarısızlıklardan ve acılardan ibaret göremeyiz; benzer şekilde küçük başarıları her şey haline getirip, bunlarla da avunamayız.
Her şey bir olumsuzluklar ve başarısızlıklar manzumesinden ibaret değil elbette. Yine de yaptıklarımıza, başardıklarımıza bakmak yerine yap(a)madıklarımıza odaklanmak gerekir. Bunlardan başta geleni, programımız doğrultusunda yürümeyi başarmaktır. Çoktandır uzak kaldığımız kitle çalışmasının önemi ve vazgeçilmezliğini yeniden yeni bir gözle kavramaktır. Çünkü kitlelerden koptukça kendi içimize daraldık.
Durumları bizlerden pek farklı olmayan diğer siyasi yapılar bizim 95’lerde yaşadığımız tasfiyeci çözülme süreçlerini daha sonraları yaşadılar ve yaşıyorlar. Asli hedef ve yönelimlerimizi birbirimizi baz alarak, en sağımızdakine bakarak hayata geçirmeye başladık. Politikayı burjuvazi ve kapitalizme karşıt bir pozisyondan değil, birbirimize rekabet temelinde yapar olduk. Eleştiri ve alternatif üretip ortaya koymanın dışında sol içi rekabete kendi cephemizden noktayı koymalıyız.
Öte yandan, “günü kurtarma” yaklaşımı bizden uzak olsun. Çünkü artık kurtaracak gün kalmadı, kırıntılar belki… Dünya çapında kabarmakta olan dalgayı görebiliyoruz. Lübnan’dan Şili’ye, Mezopotamya’dan Sudan’a… Gençlik ayakta, sistem karşıtı bütün dinamikler etkileşim halinde, kadınlar hiçbir ketlemeye boyun eğmiyor, yüzyıllardır kendisinden çalınanları geri almak istiyor. Kadın ve gençlik yığınlarının dinamizmini görüyorsak eğer, buna uygun bir konumlanma içine girmemiz gerekiyor.
Emperyalist kapitalist sistemi sallayacak kitlesel isyanlar için nesnel koşullar hiç bugünkü kadar elverişli olmamıştı. Öznel koşulları, örgütü de partiyi de kendimizi de buna yanıt olacak şekilde donatmalıyız. Kendimizi geliştirmeye, yetkinleştirmeye, bilgi birikimimizi büyütmeye, alanların ihtiyacı olan kadrosal ölçütlerin gerektirdiği hasletleri bünyemizde toplamaya koyulmalıyız. Öğrenmeye, eğitilmeye doyumsuz olmak demektir bu.
Tasfiyeci bataklıkta çok güç ve zaman kaybettik. ’95’te yaşadığımız ilki, daha sonraki oportünist yetinmeciliğin ve kariyerizmin döl yatağı oldu. 2005’lerdeki ikincisi aydın entelektüalizminin en pespaye tezleriyle çıktı ortaya. “Önce her şeyi çözümlemeliyiz” adı altında mücadeleyi ve tarihsel hedeflerimizi uykuya yatırmayı önerdi. 5 yıl süren bu sözde “tartışma süreci”, örgütlü güçlerimizi resmen çürüttü. Çok kan kaybettik. En değerli ve deneyimli kimi yoldaşlarımız mücadelenin dışına düştü.
Bugün örgütümüzün sorumluluğu belli başlı köprü başlarını tutmaya çalışan bir avuç yoldaşın sırtındadır. 41 yıla yayılan mücadele pratiğinde bir şekilde TİKB ile temas etmiş, onun ortaya attığı politikaları hayata geçirmeye çalışmış, emeğini, aklını ve ruhunu örgütsel pratiğe akıtmış, didinmiş, yorulmuş, tutsak düşmüş ama düşlerinde hep aynı rüyayı, sosyalizm ve sınıfsız toplum rüyasını görmüş bütün yoldaşlarımız tarihsel bir eşiktedir. Geçmişteki kırgınlıklar, kızgınlıklar, haklılık ya da haksızlık algıları ne olursa olsun her yoldaş bu tarihi çözümlemeli, doğru sonuçlar çıkarmalıdır.