Selçuk’un atölyesi

22 Ekim 1992′deki kamulaştırma eyleminde kurşunlarla delik deşik ettiler bedenini… İyi bir devrimci komutandı o, baş eğmedi!

’80’lerin sonu, tüm benliğimizle asılmışız hedeflerimize, tırmalıyoruz en küçük ihtimali bile… Olmazı olur kılmak için koca koca kayaları tepeye çıkarmaya çalışıyoruz. Düşüyorlar, yine deniyoruz; tekrar tekrar yükleniyoruz…

Askeri faşist darbenin üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemiş ama silkelenmişiz kirimizden pasımızdan; çünkü başı dik çıkılmış işkence tezgahlarından, gülüşlerimizle aydınlattığımız zindanlardan, göstermelik duruşmalardan.. Bunun tarifsiz onuruyla dalınmış dünyayı değiştirme uğraşına. Bir avuçmuşuz ne gam, yolumuzu netlikle görmemizi sağlayan ideolojimiz, bu istek, bu irade, sınır tanımayan ömrümüz yeter de artar böylesi bir koşuya, işte bundan eminiz.

Boğaz’ın kalbine çıkan o ara sokaklardan birinde yürüyoruz, köpekler sarıyor etrafımızı. Lüks yalılar, şatafatlı evler, güzelim bahçeler bitiyor sonra. Osmanlı döneminden kalmışcasına eski ve harap haldeki köşk çıkıyor karşımıza, dış boya namına bir şey kalmamış üzerinde, kimi tahtaları ayrılmış ana gövdeden sarkıyor aşağılara… Selçuk karşılıyor bizi. Olağan bir zamanda bahçeye terliklerle çıkmış bir genç adam. Özensiz kıyafetleri, karışık gür saçları, insanın yüzüne doğrudan odaklanmayan ama hiçbir şeyi kaçırmayan bakışlarıyla Selçuk…

Yeraltı matbaası kuracağız, Selçuk kumanda edecek bu çalışmanın teknik ayağına, öğrencisi benim. Bilmediğim bir alan değil ama en gelişkinini kurmalıyız. Dizgiden mizanpaja ve baskıya kadar tıkır tıkır işleyen bir mekanizma… Daha öncesinde bütün bu aşamaları farklı yoldaşlar üstleniyordu, en sonunda çıkıyordu ürün ortaya, bir nevi bant sistemi gibi. Şimdi öyle bir mekanizma kurmalıydık ki, bütün bu aşamaların bilgisine sahip tek tek her yoldaş işi sonuçlandırabilmeliydi.

Bilgisayarların iş yaşamına bile yeni yeni girdiği bir dönem. Farklı parçalar ve makineler kullanarak yeni bir sistem kurmak, dizgide ve baskıda kullanılan farklı modellerin uyumlu hale getirilmesi zaten başlı başına bir mesele. Bir de bütün bunları önceden hiç bilmeyen birine öğretmek işin hayli güç bir diğer boyutu. Ne var ki, nerede kullanacağını ve neye yol açabileceğini öngören, öğrenmeye bu kadar istekli bir komünist için bu çocuk oyuncağı olmalıydı; çocuk oyuncağı değildi ama… aylarca uğraştık.

Eski köşke kamp kurduk, bu adeta terkedilmiş viranede doğru dürüst yatak yoktu, tabak çanak sınırlı sayıdaydı. Salon ve mutfak alt katta, yatacağımız yerler yukardaydı; inip çıkarken merdivenler gıcırdar, tam anlamıyla kapanmayan pencerelerden rüzgar ıslık çalar, bahar olmasına rağmen insanın iliklerine işleyen bir soğuk herkesi canından bezdirirdi. Bütün bunlar bir yana, en kötüsü, tavan arasını ve bodrumu mekan tutmuş farelerdi…

Sanki sıradan bir iş yapıyormuş rahatlığıyla eğitim işini kotarıyordu Selçuk; abartmadan, süslemeden basitçe anlatıyordu. Alt çizme yoktu, göz korkutma yoktu; insan elinden çıkmış her şeyin insan elinde nasıl işlevli kılınabileceğini anlatıyordu. “Kolay” demiyordu, “zor” da demiyordu ama, usul usul sakince rotasını çiziyordu bu örgütsel faaliyetin. Önce iyi bir tayfa olmam gerekiyordu, sonra gemiyi yüzdürecek kaptan olabilirdim. Dişliler böyle birbiri ardı sıra yola koyulur, mekanizma işlemeye başlardı. Açılabilirdik sonra enginlere…

Niğdeli yoksul bir ailenin evladından bu kadar deniz güzellemeleri dinlediğinize şaşardınız. Denizden söz ederken gözleri ışıldar, balık tutmanın inceliklerini ballandıra ballandıra anlatırdı. Yeraltı yaşamının kuralıdır, kimse birbiriyle özel hayatına, geçmişine ya da ailesine ilişkin şeyleri paylaşmazdı. O belli ki, risksiz olduğunu düşündüğü bu konuyu seçmişti. TİKB’li olmadan önceki hayatına dair ayrıntıları ve adını ölümünden sonra öğrendim: Şaban Budak

Evde kimi zaman yiyecek içecek bulunmazdı doğru dürüst, ama bahçe çilekten geçilmiyordu, meyve ağaçları göz kırpıyordu acıktığımızda. O bir anne özeniyle, orada burada kalmış ufak tefek şeylerden bir şeyler hazırlayıp getirmeyi bilirdi. Bir belgeselci gibi çaktırmadan yüzümü, mimiklerimi tarar beğenip beğenmediğimi kontrol ederdi. Örgütlü yaşama adım attıktan sonra önceki hayatında geçirdiği anlamsız zamanlara inat hızlanmaya ve hiçbir şeyi eksik bırakmamaya çalışıyordu. Geçmişten getirdiği birikimi mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda adeta temize çekiyordu. Özgüveni anlamlı bir mekanizmanın parçası olduğu bilinciyle büyüyor, inisiyatifi kritik anlarda zirve yapıyordu. Fizik okumuştu; “hiçbir şey yoktan var olmaz, varken de yok olmaz”. Varolan tüm erdemleri buradaydı işte, geçmişte edindiği her şey bambaşka bir içerik ve anlam kazanıyordu.

Selçuk karınca çalışkanlığıyla dokunuyordu size ve hayata, mücadeleyi bir saniye bile ertelemeyen titizliğiyle, sanki zamanının az kaldığını öngörmüş gibi hızla büyüyordu.

Ne zaman çok zor görünen bir işe girişsem hemen aklıma gelmesi bundan. Bu kadar genç ve verimli bir çağındayken aramızdan kayıp gitmesine gözlerim dolacak kadar yanışım bundan.