Bir yoldaşının kaleminden Maviş (Serdar Ben)
Serdar Ben yoldaşa söz!
Bazı insanlar aynı anda hem çocuk hem genç hem olgun ve bilge bir yaşlı olabilir; insan ömrünün tüm bu aşamaların kazandırdığı hasletleri kendilerinde toplayabilirler. Maviş bu insanlardandı… Yaşı değil yaşadıklarıyla, hayatla kurduğu bilinçli ilişkiyle olgundu. Bir çocuk kadar saf, bir genç kadar dinamik, tutkulu ve coşkuluydu.
Bunu mimiklerinden, gözlerinin hep parıldayan harelerinden, hızlı ve çevik yürüyüşünden, hesapsız gülüşünden, yeni bir şey öğrendiği anlardaki çocuksu coşkusundan, ciddi meseleleri akıl almayacak kadar sadeleştirerek karşısındakine aktarışındaki olgun ve sabırlı duruşundan, öğrenmeyi tutku derecesinde sevmesinden ve ciddiye almasından anlardınız.
Gözlerine dokunduğunuz anda garip bir huzur ve güven duygusuyla sarmalandığımız Maviş, sanki her erken ölümde olduğu gibi tüm bir ömrün veçhelerini aynı ana toplayarak yaşıyordu hayatı.
Ailesiyle kurduğu ilişki bile böyleydi. Evin en küçüğüydü; sözüne en fazla güvenileniydi aynı zamanda. Karmaşık sorunları olan bir aile değildi Maviş’in ailesi. Abileri, ablaları, kısacası ailenin bütün fertleri emekçi yaşama sahip tertemiz insanlardı. Ama bu sade yaşamlarında bazen onların bile içinden çıkamadıkları durumlar olabiliyordu. O anlarda Maviş’e danışarak karar vermeyi önemserlerdi. Onun söylediği her sözün onlar nezdinde bir ağırlığı vardı. Çünkü onun mantığına, yaklaşımlarının objektifliğine ve adalet duygusuna güveniyorlardı.
Aynı zamanda evin en şımartılanı, en nazlısıydı. “Şımartılan” ve “nazlı” kelimelerine takılmayın. Maviş’in öyle anladığımız tarzda şımartılacak bir hayatı, ailesinin de onu anladığımız tarzda şımartacak koşulları yoktu. Kirli savaş yıllarında köylerini terketmek zorunda kalan bu aile, bir anda kendilerini buldukları İstanbul’da hayata, emekleri ve alınterleriyle sıkıca tutunmuş insanlardan oluşuyordu. En küçük çocuk olan Maviş de öyle… Daha 13 yaşında, ayakları makinenin pedallarına bile yetişmeyecek kadar küçükken, o narin bedeniyle konfeksiyon atölyelerinde bulmuştu kendisini. Şımarmak ne kelime, sabahın 06:00’sında mesaiye başlayıp geç saatlerde eve ancak gelebilen bir çocuk işçilikle adımlamıştı hayatının İstanbul’da açılan etabını.
Buna rağmen dünyalar güzeli annesinin nazlısıydı. ‘80’lerin sonunda mücadele içinde ölümsüzleşen TKP/ML gerillası oğlu Hasan’ın yerine koyduğu, birçok duygusunu yüklediği nazlısı… O koşullar içinde yaptığı şımarıklıklarını ve Anne’nin ders vermekle iç içe geçen sevimli cezalarını anlatarak gülerdi Maviş… Yemek seçmeler, inatçılıklar, çeşitli küçük aksiliklerdi bunlar…
Her sınıftan, kesim ve katmandan insanla ilişkisi olan Maviş, hemen herkeste aynı duyguları uyandırırdı. Kobanê’ye gitmeyi çok istiyordu. O dönem çeşitli örgütlerden kopmuş sayısız insanla ilişkisi vardı. Bunların herbiriyle düzenli görüşürdü; onlar Maviş’le görüşmeyi hayatlarında temiz hava soludukları bir an gibi değerli bulur, mutlu olurlardı. Onları örgütlemek gibi pragmatik bir mantıkla ilişkilenmezdi. Derdi, devrim düşleri daha fazla sönmesindi. Bu noktadaki samimiyetini onlar da bilirdi. Onları örgütlerinden kopuş süreçlerinde kendilerinden kaynaklı zayıflıklar noktasında da sarsardı. Gündemlerine devrimin sorunlarını taşırdı. Örgütsüz yaşamın insanı nasıl kötürümleştireceğini hissettirmek isterdi. Görüştüğü bu insanlar arasında Kobanê’deki direnişle anlamlı bir ruhsal ilişki kuranlar da vardı. Maviş oraya gitmiş olsaydı onunla birlikte gözlerini kırpmadan gitmeye hazırdı bazıları. Maviş’in kendisi de buna hazır ve istekliydi. Üstelik, o kritik kesitte bu kolektifin gündemine girmiş bir konuydu. Fakat uzun yıllara yayılan tasfiyeciliğin yarattığı tahribat ve bölünmenin yol açtığı sorun ve dağnıklıkların üzerinden henüz gelememiştik. Ciddi bir kadro sıkıntısı içindeydik, bu yönelimimizi o yüzden pratikleştiremedik. Bunu başaramamış olmak Maviş’in içinde de en büyük pişmanlıklardan biri olarak kaldı…
Onu ilk olarak yoğun bir iç krizle boğuştuğumuz günlerde tanımıştım. Bıraktığı ilk intiba, o ana kadar tanıdığım en canlı yoldaşlardan biri olmasıydı. Çapı ve düzeyi farklı olsa da herbirimizi bir biçimde kesen tasfiyecilik illetinin ruhlarımızda yarattığı “kötürümlük” ondan uzaktı sanki. Üstelik Maviş kolektifle sağcı tasfiyeciliğin egemen hale geldiği yıllarda tanışmıştı. Buna rağmen o yıllardan itibaren yaşanan iç durgunluğa, çözülme ve kırılmalara, tasfiyeci yaşam tarzına ucundan kıyısından bulaşmayacak kadar diri bir devrimci sınıf faaliyetinin emekçisiydi. O zamanın ruhuna uygun alışkanlıklar, tercih ve yönelimler hemen herkeste bir biçimde oluşmuşken, Maviş ve onun gibi birkaç yoldaşta bunların esamesi yoktu. Bir komünist devrimcinin karakterinin olmazsa olmaz özelliklerini oluşturan hesapsızlık, tutku, ısrar ve irade rengarenk bir canlılıkla etrafına yayılıyordu.
Aurasında bulaşıcı bir güven, bulaşıcı bir inanç ve dinamizm vardı. İçindeki devrim ateşi henüz tümüyle sönmemiş her yüreği farklı düzeylerde de olsa tutuşturacak kadar diri bir kıvılcıma benziyordu varlığı… Devrim ateşi sönmüş yüreklere bile iyi gelen, devrime doğru yeniden bir yol açmaları yönünde motive edici bir umut saçıyordu. Muhataplarını inanmışlığı kadar gerçekçiliğiyle de sarsıyor, sarmalıyordu. Ona değen her yürekte bir iz, bir çentik bırakacak kadar güçlü, bir o kadar da yalın bir karakterdi.
Vücut dili, konuşma tarzı, mimik ve bakışları hayatın tüm renklerini taşıyan ahenkli bir bütünlük oluşturuyordu. “O iç kriz günlerinde dokunduğum en taze kalmış soluktu Maviş” demek abartılı olmaz.
Fakat bir yanıyla da garip bir ‘tedirginlik’ vardı üzerinde. Bilinç ve yürekle bağlandığı örgütü bir bölünmenin eşiğindeydi. Birileri hem de yıllardır yönetici kademelerde olan ekip, bu bölünmeyi en kirli yöntemlerle derinleştirmek için ellerinden geleni yapıyordu. Yöneticiliğin sağladığı olanakları tepe tepe kullanıyorlardı. Örgütün gövdesiyle kurdukları ilişkilerin sürekliliği önemli bir avantajdı. Her alanla tanışıklardı ve her alana bugün artık herbiri hayat tarafından hem de kısa sürede ıskartaya çıkarılan o pespaye görüşlerinin propagandasını yapıyorlardı. Hedefe çaktıkları devrimci kanada ve komünistlere dair kafa karıştırıcı kirli bir antipropaganda yürütüyorlardı.
Maviş ve güvendiği yoldaşlarından oluşan örgüt emektarı bir avuç yoldaş, yöneticilik tecrübelerinden uzaktı. Örgütün gövdesine ulaşabilecek mekanizmalardan da… Bir yıkım anında ortaya ağır bir enkaz çıkacağı giderek netleşiyordu. Safını en başında belirleyen Maviş gibi yüreği ve bilinci açık bir yoldaş, ortaya çıkacak bu enkazın en az kendisi gibi tutkulu bir ekiple kaldırılabileceğini biliyordu. Aslında tarihin bu zorlu döneminde yeni bir kurucu iradenin süzülüp çıkması gerektiğini kavramıştı. Tedirginliği, böyle bir ekibin çıkıp çıkmayacağı noktasında yaşadığı kaygıdan kaynaklanıyordu. Yoksa bir avuç kafası açık komünistin, her türlü zorluğun üstesinden geleceğine yürekten inanacak kadar iyimserdi. Komünistlere ve devrimcilere mahsus bu iyimserliğine rağmen tahribatın derinliğini görecek kadar da gerçekçiydi.
lk karşılaşmamızda tasfiyeci hizbin elebaşılarına olan öfkesini gizlemeyen bir yaklaşımla konuşuyordu. Fakat garip bir kayıtsızlık da seziliyordu yaklaşımlarında. Sanki ‘her şey net artık…’ der gibiydi.
Fildişi kulelerinde “yüksek teori” yapan bu sağcı elitist grubun bizlere yakıştırdıkları “demokratik devrimcilik”, “halkçılık”, “dar siyasal devrimcilik” tespitlerine adeta hak verir tarzda bir soru sormuştu: “Sahi, Türkiye’de sosyalist devrimcilik neden hep sağcılık üretiyor?”… Aslında ‘hınzırca’ bir tutumla şeytanın avukatlığını yapıyordu.
Yoksa kendisi de sosyalist devrim fikrine yürekten inanıyordu. Üstelik örgüt saflarında bu tezin ilk olarak pratik kaçkını sağcı küçük burjuvalardan çok daha önce onların “halkçılıkla” yaftaladıkları komünistler tarafından dile getirildiğini de biliyordu. Sosyalist devrim stratejisinin yıllar öncesinden benimsenmiş olması gerektiğini o da paylaştığı halde o kesitte neden böyle bir soru sorduğunu onu biraz daha tanıdıktan sonra anladım. Belki henüz derin teorik bir birikime sahip değildi, düşüncelerini belki “başkaları” gibi sistematik olarak ifade edemiyordu. Ama onda çok sağlam bir sınıf sezgisi ve gözü vardı. O sorusu da, karşıtlarını “halkçılıkla” damgalamaya çalışanların sosyalist devrimle aslında nasıl sağcı bir ilişki kurduklarının altını çizmek için yaptığı bir göndermeydi.
Aslında dolaylı konuşmayı, göndermeler yapmayı sevmeyen bir insandı Maviş… Ne düşünürse doğrudan ifade edecek kadar kişilik sahibiydi. Fakat bu açıklığı, ciddiye aldıkları için gösterirdi. Ciddiye almanın ise emek vermek, sabırla ikna etmek ya da edilmek olduğunu bilirdi. Onunla tanıştığım sırada, kolektifin ağır bir krize sürüklenmesinin sorumlusu kavga kaçaklarını artık ciddiye almıyordu. O sağ tasfiyeci çizgiyi kafasında bitirmişti. Onlara karşı dolaylı göndermelerde bulunmak ya da ciddi mevzularda bile görüş belirtmemek şeklinde ‘kayıtsız’ bir tutum sergiler olmuştu.
O artık ortadaki enkazdan neyin nasıl kurtarılabileceğinin derdindeydi. Aslında onarılmayacak büyüklükte bir sarsıntı ve tahribat yaşandığının farkındaydı. Çözümün yeni bir devrimci kurucu irade gerektirdiğini de görüyordu. Artık bütünüyle, böyle bir iradeyi kuşanıp temsil edecek sağlam bir çekirdeğin oluşup oluşamayacağı derdindeydi. Tedirginliği de bundan kaynaklanıyordu.
Maviş, bir süper kahraman değildi. “Süper kahraman” fikrine de nefretle yaklaşırdı. Yapısında ekip çalışması-kolektivizm vardı. Sayıdan da bağımsız olarak, ne yapacağını bilen, birbirini tamamlayan, karşılıklı besleyen ve üreten bir kolektif bileşimin “zor olanı başarabileceğini, imkansız olanınsa sadece zaman alacağını” bilirdi. Aradığı da buydu.
Kirli savaşın sonuçlarını köyünden zorla göçertilip 13 yaşında konfeksiyon atölyelerinde ter akıtmaya başlayarak görmüş, o atölyelerde çalışırken bile emekçi mahallesi olan Gazi’de yaşıtları-akraba ve köylüleri olan gençlerle “Karayolları Gençlik Örgütü’nü” kurmuş, çocukluktan başlayarak duvar yazılamalarıyla-polisle-sokak gösterileriyle tanışmış Maviş, kısacık yaşamına sığdırdığı bu deneyimlerle komünist hareketle buluşmuştu.
Tüm bu birikim içinden, işçi sınıfının kendisi için sınıf olmasının toplumsal bir devrimin yegane koşulu olduğunu süzmüştü. Komünistlerle de bu temelde buluşmuştu. Her bilince çıkardığının yaşam içinden sınanmış, süzülmüş bir tarafı vardı onda.
Komünistlerle buluştuğu yıllar tasfiyecilik yıllarıydı. Kafasındaki örgütü bulamasa da ideolojisine, siyaset yapış biçimine ve tarihine bağlanmıştı. Çürüme kokusunu aldığı pekçok tasfiyeci yaklaşım ve pratik kafasına bir soru çengeli gibi asılsa da, işçi sınıfının örgütlü bir sınıf olması ideali için gece gündüz çalışma şevkinden bir şeyler alıp götürememişti. Proleter bir hırsla, inatla, bazen aç kalarak, bazen cebinde bir kuruş bile olmaksızın yanındaki yoldaşıyla kilometrelerce yürüyerek, çoğu zaman işçi evlerinde konaklayarak mücadele yollarını arşınlamakta ustalaşmıştı.
Bu yürüyüşünün her etabında asla ‘yalnız kurt’ olmamış, asla kendi kafasına göre takılmamış, asla kendisini merkeze koymamıştı. Genç ömrünün sonuna kadar da böyle kaldı. Her zaman birlikte mücadele ettiği bir yoldaşlar grubuyla adımlamıştı yolları. Onlarla kıyasıya tartışarak, usanmadan bıkmadan ikna edilmeye-etmeye çalışarak.
Maviş sadece pratiğin adamı ya da dar pratikçi değildi. Teoriyi, öğrenmeyi, tartışmayı, üretmeyi onun kadar seven, ciddiye alan nadirdir. İşçilik yaptığı yıllarda sabah 6’da yollara düşüp gece 9’dan önce eve dönmüyordu. O yorgunluğa rağmen okumadan uyumadığını söylerdi. Hatta uyuklamamak için yattığı kanapeyi V şeklinde tuttuğunu, en azından hedeflediği bölümü bitirmeden asla uyumadığını anlatırdı. O yıllardan başlayarak sabırla biriktirdiği temel bilgileri, önderleşmek zorunda kaldığı zorlu yıllarda mücadelenin ihtiyaçları temelinde üretmek için ısrarlı okumalarını hiçbir zaman elden bırakmadı.
Her şeyle olduğu gibi teoriyle de mücadelenin ihtiyaçları temelinde devrimci bir ilişki kuruyordu. Onunla entelektüel bir uğraş olarak ilişkilenmiyordu. Dahası, “yaşamın yeşil ağacı karşısında teorinin gri kalacağını” çok iyi biliyordu. O nedenle de kalıpları tekrarlayarak ya da sayfa numarası vererek yapılan alıntılarla konuşmak onun kitabında yoktu. Her şeyi tarihselliği içinde kavrayacak ve teorik perspektifi de bu kavrayışı güçlendirecek tarzda kullanacak devrimci bir ilişkilenişti onunkisi… Ait olduğu sınıfın devrimci kavrayışının yetkine yakın bir örneğiydi bu açıdan da Maviş. Teoriyi asla küçümsemeyen hatta onun “dik yokuşlarına yorucu tırmanışlar yapmaktan” zevk alan ve bunu çevresine de bulaştıran, tüm bu uğraşını yalın bir gerçekle, mücadelenin ihtiyaçlarıyla buluşturarak gerçekleştiren bir emekçiydi.
Zevk alırdı öğrenmekten. Öğrendiğini paylaşmaktan. Bir kitap üzerine ya da karmaşık bir siyasal mevzuda saatlerce konuşabilirdi. Hem de karşısındakini asla sıkmadan yapardı bunu. Öyle ilginç soruları, öyle kışkırtıcı alt çizmeleri, öyle yalın bir anlatımı vardı ki, onunla konuşan herkes o kitabı okumak zorunda hissederdi kendisini ya da o siyasal mevzuda o güne kadar üzerinde düşünmediği noktalarda derinleşme çabasına girerdi.
Gençler için, dağarcığında bol bol sohbet, kitap, tartışma, bazen oyun ve eğlence, teknolojik bilgiler bulunan bir “büyücü” gibiydi. Onu gördüklerinde yüzleri aydınlanırdı. Öyle kendilerinden çok farklı birini beklerlermiş gibi de beklemezlerdi buluşmalarını. Kendi eşitleri ama aynı zamanda doğal önderleriydi onların. Paylaşılan her an ve zamanın, her salisenin yeni anlamlarla buluşacakları bir değeri vardı. Hem de bağırıp-çağırmadan, ajitasyona kaçmadan, retorik parçalamadan yaşanan doğal anlardı bunlar…
Maviş için “yok” yoktu. Hatırlıyorum, kolektifin o büyük iç krizinden sonra gazetenin çıkarılışının giderek sorun olması karşısında “yoksa yaratacağız” diyerek hiç anlamadığı mizanpajı birkaç günde nasıl kavrayıp, giderek yetkinleştiğini… Geceler boyunca internet üzerinden indirdiği derslerle boğuştuğunu…
Fakat Maviş hiçbir şeyi bireyler üzerinden kavramayacak-kurmayacak kadar kolektif düşünen-yaşayan bir mücadele emekçisiydi. Komünistliği de sınıfına mahsus bu özelliğini bilinçle derinleştirilip mücadelenin hizmetine sunmasını ifade ediyordu. Öğrendiği her yeni şeyi, kişisel bilgi olarak görmüyor, anında başka yoldaşlara, özellikle de gençlere taşıyordu. Hem de zevkli bir zaman paylaşımı biçiminde… O günlerde birkaç sayının mizanpajını kendi yaptıktan sonra bir grup yoldaşa ders vererek hızla kolektifleştirmişti. Artık tek bir bireye bağlı olmaktan çıkmıştı mizanpaj sorunumuz.
Sadece mizanpaj mı? Şu an kullandığımız web sitesini de o tasarladı. Hem de yabancı dil bilmeden, matematik konusunda temel bilgilere dahi sahip olmadan kodlardan oluşan web sayfa tasarımı gibi güç bir işin üstesinden gelmeyi başardı. Onu bu zorlu yolculuğa çıkaran, kolektifi bu konularda kimsenin kaprislerine muhtaç etmemek gibi devrimci bir yaklaşımdı. Günlük pratik faaliyetin neredeyse tüm zamanını alan sayısız sorun ve görevlerin yanı sıra gecelerini bu işi öğrenmeye hasrederek “yoksa yaratacağız” dedi bir kez daha. Tıkandığı her noktada asla yüzgeri etmeden, daha fazla çalışma iradesiyle asıldı bu işe. Hatırladığım kadarıyla eski bir yoldaştan öğrendiği birkaç bilgiyi 2 ay gibi bir sürede sadece geceleri çalışarak büyüttü, derinleştirdi. Sayısız tasarım ders sitesinden video izledi, sayısız yere sorularını yazdı. Her tıkanma, onda daha fazlasını öğrenme dürtüsü yaratıyormuşçasına sorularını daha da giriftleştirdi. Her öğrendiği yeni şeyde yüzü de yüreği de bir kez daha aydınlandı, her zaman olduğu gibi sevincini çevresine bulaştırarak yaşadı bunu. Sadece sevincini değil öğrendiklerini ve öğrenmeyi sevmeyi de…
Hiçbir şey sadece kendisinde kalmasın, çevresindeki herkes bir şekilde alsın-yararlansın yaklaşımıyla hareket eden Maviş, o dönem sadece siteyi yapmadı; aynı zamanda çevremizdeki gençlerde bu konuda en hafifinden merak yarattı, bazısına da temel bilgilerini taşıdı, öğretti. O, örgüt işinin kişiler üzerinden gidemeyeceğini bilecek, hiçbir zaman bireysel bir yetkinlik arayışı içinde olmayacak kadar saf bir komünist kavrayışa sahipti.
Kolektifin neye ihtiyacı varsa o zamanını, sağlığını yoktan var etmeye hasredecek kadar güçlü bir komünistti. Osman Yaşar Yoldaşcan yoldaşla kurduğu ilişkiyi bu yönelimle ifade ediyordu. Tıpkı Fatih’in doğal, hesapsız, sıcak örgütçülüğünden öğrendiği gibi, onu kendisine rehber edindiği gibi… Tıpkı Tahsin’de kendi sınıfının yetkin temsilciliğini bulduğu gibi… Maviş onlarla ilişkisini süreklilik içinde üretiyor, herbirini kendisinin güç aldığı, öğrendiği rehberler olarak görüyordu. Bağırmadan, çağırmadan onları yaşıyor, kendisinde yaşatmaya çalışıyordu.
Onca neşesine, bulaşıcı canlılığına, samimi sıcaklığına rağmen Maviş aynı zamanda keskin bir devrimci sekterliğe sahipti. Hiçbir yoldaşıyla, hiçbir devrimciyle edilgen-seyirci bir ilişki kurmazdı o. Kendisinde olmayan ya da kendisinin yapamayacağı bir şeyi başkasından isteyecek tepeden inmeciliğe-dışardanlığa düşmediği gibi, iliğinde hissettiği devrimci ihtiyaçlara yanıt vermekte ayak sürüyenlere karşı da keskin bir kılıç gibiydi. Sekterliği, yoldaşlarına yapamayacakları şeyi dayatmak üzerinden çiğ bir üstencilik şeklinde değildi, içeriksiz bir şekilcilik de ona asla bulaşmamıştı. Tersine bunlar, en fazla nefret ettiği şeylerdi. Kendisine liberal başkalarına sekter olan davranış ve tutumlara asla prim vermemesi bundandı. Fakat kolayca yapılabileceğini bildiği ama çeşitli zaaf ve zayıflıkların üzerine gidilmediği için yapılmadığı-yapılamadığını düşündüğü konularda Maviş asla uzlaşmazdı.
O bir eleştiriyi sadece ikna etmek üzerinden getirmezdi. Aynı zamanda bazen abese vardıracak kadar zorlayıcılıkla birleştirirdi. Bunu bilinçli yapardı. Kişinin o ana kadar üzerinde düşünmediği, görmezden geldiği ya da belki de görmek istemediği bazı zayıflıkları, açığa çıkarmadığı potansiyelleri görmesi için yaptığı bu bilinçli çubuk bükmeler, çoğunlukla devrimci-yaratıcı-üretken bir gerilim yaratırdı. Yeni ilişkilendiğimiz yoldaşlarımızla da onları motive edecek yöntemler geliştirerek ilişkileniyordu. Kimi zaman damarlarına basar kimi zaman da sayısız örnek vererek onları devrimci anlamda kuşatırdı. Onu yakından tanıyan herkes, Maviş bir konuda inatçı ve ısrarlıysa karşısındakini o konu üzerinde daha fazla düşünmeye kışkırtmak istediğini bilirdi… Sağcılığa, düzen içi yaşam ve özlemlere duyduğu tepki, bunlarla asla uzlaşmamak ve ısrarla üzerine gitmek şeklindeydi.
“Yoldaşlarla gerileceğiz”, “o da böyle, bu şekilde kabul edelim” gibi yaklaşımlara prim vermeyen Maviş, kendi iç sınırları, yetmezlik ve zayıflıklarıyla da böyle bir ilişki kuruyordu. Dürüst-temiz bir iç dünyası vardı. Kendisiyle ilişkisi de bununla şekilleniyordu. Yanlışını kavradığı anda üzerine düşünüp mücadelenin bir etabını daha geçmiş gibi mutlu olan biriydi o.
Geleceği nereden kurduğu, mücadeleyle ilişkiyi nerden kavradığı konusunda kafası açık insanların yoldaşlarından beklentileriyle şekilleniyordu sekterliği. Kolektifin hedefleri, olması gereken yer, gitmemiz gereken yön konusundaki kafa açıklığından besleniyordu. Yakın yoldaşlarıyla kurduğu ilişkide o devrimci bir barometre gibiydi. Yokluğunun telafisi zor boşluklar yaratacak kadar sarsıcı olmasının bir yanını da bu oluşturuyor diye düşünüyorum.
Maviş aynı zamanda proletaryaya mahsus bir demokrasiyi içselleştirmiş bir komünistti. “21. Yüzyılda Leninist Parti Modeli Önerisi” kitabıyla da asıl olarak bu noktadan ilişki kuruyordu. Tarihten de ders çıkararak orada işlenen kolektivizm tanımını, önderlik ve kadrolar arasındaki ilişkiler konusunda getirilen perspektifi, yeni tarihsel-toplumsal koşullar içinde nasıl bir önderlik konusunda sunulan projeksiyonu çok beğenmiş ve benimsemişti. Bunların herbiriyle hepimizden daha ileri bir ilişki kurmuş, bunların herbirini hayatın pratik gerçeği haline getirmek için hepimizden daha fazla çaba sarfetmiştir.
Onunla sohbetlerimizde bazen hınzırca, “Bu yaşadıklarımızın romanını yazar mıyız bir gün?” diye sorardı. Aslında yaşadıklarımızın olağanüstü bir yanı olmadığını, mücadelenin seyri içinde gelişebilecek kırılmalar, zorluklar, handikaplar olduğunu bilirdi. Bu açıdan, yaşananları ve bunları yaşayanlar olarak herbirimizi olağanüstü bir yere koymazdı. Ama bu dönemin o kötürümleştirici özelliklerinin üstünden atlamazdı. Tek olağanüstülüğün zamanın bu ruhu olduğunu bilirdi. Roman esprisi de bu gerçeğe dayanıyordu zaten.
Ona söz, bir gün bu yaşadıklarımızdan insanlık için öğretici bir roman bırakacağız. Ritmini, ruhunu, sesini mücadelenin bitimsizliğinden alan sayısız kavga “romanı” gibi…
***
Öbür yarımız Maviş
İlkay Özgür
Sen gideli iki yıl oldu Maviş…
Geçen bu süre sırasında defalarca yazmak istedim, fakat her defasında nereden ve nasıl başlayacağımı bilemedim. Bir taraftan ne yazarsam yazayım bir şeylerin değil birçok şeyi yarım aktaracağım duygusu, diğer taraftan ise kilitlenip kalmak, kısacası yazmaya cesaret edememek. Sonunda yazmaya karar verdim, fakat bu kararım tek başına seni gelecek kuşaklara anlatmak kaygısıyla birlikte biçimlenmedi; samimi olmak gerekirse, sana inanılmaz derecede ihtiyaç duyduğum günlerde seni yanımda bulamayıp derin bir yalnızlık hissine kapılmam beni bilgisayarın başına oturttu.
Derin bir yalnızlık hissi… Nasıl anlatayım şimdi sana bu hissi yoldaş? Bilirsin, uzun yıllar Akdeniz’in küçük bir balıkçı kasabasında balıkçılık yaptım. Bu balıkçı kasabalarında ömürlerini uçsuz bucaksız mavi sularda geçiren yaşlı olta balıkçıları vardır. Bu yaşlı olta balıkçıları, neredeyse çocuk yaşlarda mavi dev ile tanışır ve karada olduklarından çok mavi suların kollarında büyürler. Deniz ile aralarında muazzam bir bağ gelişir. Ekmeklerini ve geleceklerini bu dev su parçasına borçlu olduklarından mıdır aralarındaki bu kopmaz bağ bilinmez. Kuşkusuz bunun da payı vardır ama yaşlı olta balıkçıları ile deniz arasında bunun da ötesinde bir bağ kurulur. Uçsuz bucaksız mavi sular her zaman onların en yakın dostu olmuştur. Onunla konuşur, onunla dertleşir, onunla kavga yapar, ona küser sonra onunla barışır, sevinçlerini, dertlerini ona anlatırlar. Kısacası, ömürlerinin büyük kısmını geçirdikleri bu mavi sular, yaşlı olta balıkçılarının hem sevgilileri, hem anaları, hem babaları, hem kardeşleri, hem de vazgeçilmez kadim dostları olur.
Akdeniz’in yaşlı olta balıkçıları ne fırtınalardan ne teknelerinin bir kaya tarafından parçalanmasından ne harcanan onca emeğe karşın oltalarını boş çekmekten ne de günün birinde o çok sevdikleri mavi dostları tarafından uçsuz bucaksız sularda kaybolmaktan korkarlar. Bunların hepsi onlar için anlaşılır şeyler, “kader”dir. Bu yaşlı balıkçılar için anlaşılmaz olan, hayatta başlarına gelmesinden en çok korktukları şey mavi sulardan, kadim dostlarından ayrı düşmektir. Ondan bir gün bile ayrı düşseler içleri daralır, tabir-i caizse elleri ayakları titrer ve uçsuz bucaksız bir yalnızlık hissine kapılırlar. Bu yalnızlık hissi o kadar büyük ve derindir ki, dünyada bir başlarına kalmış gibi hissederler kendilerini.
İşte Maviş, yaşadığım yalnızlık hissi tam da böylesi bir şey!.. Balıkçılık yaptığım o yıllarda ben de de bu gelişmeye başlamıştı, yani denizle konuşma… Bazen kendimi öyle bir kaptırırdım ki, karşımda bir insan varmışçasına uçsuz bucaksız mavi sularla konuşur, dertleşirdim. O bütün dertlerimi dinlerdi. Muazzam derecede rahatlar ve kendimi iyi hissederdim. Şimdi de seninle Maviş, derin ve uçsuz bucaksız sularla konuşurmuşçasına konuşuyor ve yazıyorum. Rahatlatıyor…
Evet Maviş yoldaş, seninle konuşarak yazmak rahatlatıyor beni. Geçici bir rahatlama o kadar. Aslında kendimi pek içe kapanık olmayan, duygularını anlatabilen bir insan olarak tanımlardım. Fakat sen gittiğinden beri bunun böyle olmadığını gördüm. Tam aksine, duygularını hiçbir şekilde aktaramayan, anlatamayan bir yapıya sahipmişim. Şimdi seninle konuşurmuşçasına yazıyorum ya, işte sen gittin gideli neler yaşadım biraz da bunu anlatmak istiyorum sana, dertleşmek istiyorum yoldaş.
Katliam günü alanda seni hiç aramadım yoldaş, buna cesaret edemedim. İkinci patlama sesinin ardından bir-iki dakika sonra acılar içinde göğe ellerini kaldırıp ağıtlar yakan bir Kürt anasına sarılıp ağladım. Sonra yoldaşlara bağırmaya başladım: “Maviş nerede, Maviş’e bir şey olmasaydı koşup yanımıza gelirdi gidin Maviş’i bulun”. Ben yanına gelemedim, seni orada bulmak istemedim, yoksa ben seni orada bulurdum, genç yoldaşlar seni aradılar, ‘bulamıyoruz’ dediler. Şimdi düşünüyorum da seni alanda arayıp bulmalı mıydım? Sen olsaydın beni arayıp bulurdun, buna eminim, fakat ben buna cesaret edemedim, çünkü buna hazır değildim. Seni öyle görmekten korktum…
Daha ilk dakikalarda, o Kürt anasına sarılıp ağlamaya başladığımda, senin gittiğini biliyordum, yaralanmadığını da biliyordum, yoksa senin ilk geleceğin yer yoldaşlarının yanı olurdu. Sonrası seni hastane hastane aramak oldu. 4 gün boyunca seni aradık. İlk orada anladım kayıp analarının nasıl bir acı yaşadıklarını. Belki de ben o acının binde birini yaşıyordum: Bulamamak… Arayıp bulamamanın ne büyük, ne tarif edilemez bir acı olduğunu o günlerde anladım.
Sonra seni bulduk, sana kavuştuk. Evet, kavuştuk diyorum yoldaş, çünkü sanki hiçbir şey olmamış gibi seninle otobüse binip İstanbul’a dönecekmişim gibi hissediyordum kendimi. Muazzam derecede rahatlamıştım. O dört-beş gün yaşadığım acı yok olmuştu, garip, anlaşılmaz bir duyguydu. Seni uğurlamak için gelen yoldaşların, dostların, siper yoldaşlarının arasında yürürken bir anda, “biz ne yapıyoruz, ben niye buradayım, burası niye kalabalık, nereye yürüyoruz…” diye düşünmeye başladım, bir anda her şey anlamsız geldi. Sanki farklı bir dünyadan beni bu kalabalığın içine bırakmışlar gibi. Çevremdeki her şey, herkes yabancıydı ve anlamsızdı o an. Sonradan fark ettim seni uğurladığımızı. O kalabalığın senin için orada olduğunu, yoldaşların, dostlarımızın seni yalnız bırakmadıklarını o an anladım. O ana kadar seni en iyi şekilde uğurlamak için yapılması gerekenleri bir makine gibi yerine getirmişim meğer…
Bilmeni istediğim, hayatım boyunca unutamayacağım ve senin de gurur duyacağın Adli Tıp’taki son günü anlatayım sana. Annen-anamızın Adli Tıp’a gelişi… Hani size her gidişimizde Kürtçe-Türkçe karışık şivesiyle anamızın, “çocuklar gitmeyin, bırakın, başınıza bir işler gelecek, boşuna uğraşıyorsunuz yazık olacak size” diyen anamızın Adli Tıp’a girişini görmeliydin Maviş. Bizim karşımızda dimdik duruşunu, tek bir damla gözyaşı dökmeden yürüyüşünü, bize sarılışını görmeliydin. Gerçeği söylemek gerekirse yoldaş, ana bizden daha dik durarak bizi teselli etti orada. Bize doğru yürüyüşü, çenesini ileri doğru dimdik kaldırışı ve tek bir damla gözyaşı dökmeyişiyle bize güç verdi. Evladını kaybeden bir ana için bunun ne kadar zor olduğunu kuşkusuz anlayamam. Fakat daha sonra anamız söyledi, Adli Tıp girişinde avukatın onu karşılayıp “Ana, düşman karşısında dik dur” demesi yanında bizim yani yoldaşlarının daha fazla üzülmemesi için tek bir damla gözyaşı dökmemiş, dik durmuş karşımızda.
Seni layıkıyla uğurlamak… O günlerde beni bir nebze olsun rahatlatan nedenlerden birisiydi bu. Belki de kendimi böyle avutuyorum. Mücadele yaşamımız boyunca birçok yoldaşımızı toprağa veririz. Herbirisinin acısı farklı boyutlarda kapanmayacak yaralar açıyor insanın yüreğinde. Zaman ilerledikçe bu yaralar kabuk bağlıyor, fakat anılar canlandığında kabukların altından kırmızı sıvı ağır ağır sızmaya başlıyor. Yani yüreğimizin aldığı o yaralar aslında hiçbir zaman kapanmıyor. Sadece zaman içerisinde acılarımızı yönetmeyi öğrenmeye çalışıyoruz, yoksa zamanın hiçbir şeye ilaç falan olduğu yok yoldaş. Hatırlarsın, ikimizin de çok değer verdiği bir yoldaşa Osman Yaşar Yoldaşcan’ı sorduğumuzda yoldaşın hemen gözleri dolmuştu ve tek kelime söyleyebilmişti bize “o başkaydı” diye mırıldanmıştı. Neredeyse aradan 30-35 yıl geçmişti ama yoldaşı kaybetmenin verdiği acı o yoldaşta hala taptazeydi.
Evet Maviş yoldaş, gidenin ardından konuşmak, onu anlatmak, işte işin en zor tarafı burası olsa gerek. Bugüne kadar hep seni anlatmak istedim, gelecek kuşaklara seni anlatmak. Fakat bunu layıkıyla yapamayacağımı düşündüğüm için yazmaya cesaret edemedim. Şimdi seninle dertleşiyorum ya, bu bana seni anlatma cesareti veriyor.
Kuşkusuz seni tek başına öne çıkan özelliklerinin sıralanması şeklinde anlatmaya çalışmayacağım, böylesi bir anlatım tek yanlı ve kısır bir anlatım olur. Zaten sen de böyle bir anlatım istemez, kızardın bana. Kısacası yoldaş, yaratmak istediğimiz toplumda kahramanlara yer yok, ya da herkesin kahraman olduğu bir toplum gibi anlatmak istiyorum seni…
İşçi Gazetesi’nin örgütlenmesi ve Mavişle ilk mesai
Cezaevinden yeni çıkmıştım ve İstanbul’la gelerek işçi sınıfı mücadelesinin bir köşesinden tutmaya başlamıştım. Örgütü içten içe çürüten sağ tasfiyeciliğin üzerimize attığı toprağı yavaş yavaş silkelediğimiz yıllardı. Yeni düzenlemeler ve yeni politikalar her alanda yaşama geçirilmeye çalışılıyordu. Tasfiyeci yılların üzerimizde yarattığı tahribatın derinliği, adım attıkça daha bir görünür hale geliyordu.Tasfiyeciliğe indirilen ilk darbelerden biri de yıllardır çıkarılamayan işçi gazetesinin yeniden örgütlenmesi ve yayın hayatına başlamasıydı.
İşçi gazetesi politikasında da eski deneyimlerin ışığında yeninin arayışı içerisinde hareket ediliyordu. İlk olarak gazetenin zayıflayan işçi ilişkileri üzerinden çıkarılmasının önemi üzerinde duruluyordu. İşçi sınıfının sesi soluğu olacak bir gazetenin sınıf içerisinden örgütlenmesi temel bakış açısıydı. Bu bağlamda fabrika, sanayi havzaları ve atölyelerde çalışmakta olan işçi yoldaşlarla nasıl bir gazete olması gerektiği üzerine günlerce süren toplantılar yapılarak gazetenin hangi esaslar çerçevesinde çıkarılmasının tartışıldığı süreçti. Toplantılarımızı Çağlayan’da bulunan Konfeksiyon İşçileri Derneği’nde (KİD) yapıyorduk. Toplantının ilk günü derneğe çıkarken seni KİD’in merdivenlerinde gördüğümü anımsıyorum. Nedendir bilinmez, ilk izlenimim hiç de olumlu olmamıştı. Saçlar uzun ve üstüne üstlük küt kesilmişti. Üstünde ise atletimsi kolsuz siyah bir fanila vardı. Ne yalan söyleyeyim, o an içimden, “tipe bak, tam bir özenti” diye geçirmiştim. Daha sonra öğrendim yadırgadığım “tip”in gerisindeki yaşam hikâyeni…
İlkokul 3’den sonra öğrenimini yarıda bırakmana rağmen gazetenin güçlü bir içerikle çıkarılmasındaki ısrarın ve gazeteyi var etme yönünde harcadığın muazzam emek gözümün önüne. Gazetenin başyazıları hep eli daha iyi kalem tutan yoldaşlar tarafından kaleme alınırdı. Bu artık hepimizin “alıştığı” ve bu noktada kendimizi zorlamadığımız zayıf karnımızdı diyebilirim. Kısa bir süre sonra gazetenin başyazarları arasında aranan isimlerden biri olmuştun. Başyazıyı bu sayı kim üstlenecek dendiğinde çoğunlukla kafalar sana çevrilirdi. Bu senin kendini siyasal ve teorik düzlemde de nasıl yetkinleştirdiğinin bir göstergesiydi. Fakat yaşadığımız hizip sürecinin hemen ardından gazetenin mizanpaj sorununu çözmede gösterdiğin çaba ve emek hepsinden farklıydı.
O dönem ciddi anlamda güç kaybetmiştik. Yönetimini ellerinde bulundurdukları örgütü yıllarca paralize edip çürüttükten sonra çekip giden hizbi kendi yorgunluk ve zayıflıklarına kalkan ederek havlu atanların da gidişiyle fena halde daralmıştık. Gazetenin mizanpajını dahi binbir minnet ettiğimiz insanlara yaptırıyorduk. Bu ise çoğu zaman gazetenin aksamasını beraberinde getiriyordu. Yine bir gazete sürecindeydik ve bize o sayıda mizanpaj yapma sözü veren arkadaşın sudan bir bahaneyle işi uzatmasının ardından sen öfkelenerek, “yok arkadaş, bu iş böyle yürümez! Bu işi biz öğreneceğiz!..” diyerek kolları sıvadın. Bu konuda hiçbir deneyiminin olmamasına rağmen 3 gün boyunca bilgisayarın başında geceli gündüzlü oturarak gazeteye son halini verip matbaaya göndermiştik.
Daha sonrada hepimizin mizanpaj öğrenmesi gerektiğini söyleyerek bu konuda bize kurs vermiştin. Kuşkusuz hiçbirimiz doğaüstü yeteneklere sahip değildik. Bu senin açından da böyleydi. Fakat o dönem mücadelenin ihtiyaçlarının dayattığı kimi zorunluluklar, yetenek ve potansiyellerin daha hızlı bir şekilde açığa çıkarılmasını ve hesapsızca ortaya konulmasını dayatıyordu.
Dudullu-İMES havza çalışması
Hatırlarsan, seninle ilk sistemli ve kurumsal ilişkimiz, Anadolu yakasında aynı işçi biriminde yer almamızla başladı. Bölgede uzun yıllar gidilmemiş olan ilişkilere yeniden giderek toparlamaya çalışmak epey bir mesai gerektiriyordu. Yalnız semtlerden çok sanayi havzalarına yoğunlaşmayı esas almıştık. Çizgimiz bunu gerektiriyordu. Bu yaklaşımla, fabrikaların ve orta ölçekli atölyelerin bulunduğu İMES-Dudullu hattı çalışma yürütmemiz gereken temel çalışma alanı olarak belirlenmişti. Bölgede bırakalım işçi ilişki ağını tek bir işçi ilişkimizin dahi kalmamış olması, yürüteceğimiz çalışmanın ne kadar zorlu ve emek yoğun geçeceğinin de göstergesiydi.
O dönem Piro yoldaş da (*) bizimle aynı birimde yer alıyordu. Her birimiz farklı bölgelerden alana gönderilmiştik. Yeni bir yolda yürümek için kolları sıvamıştık. Senin yıllarca konfeksiyon işçiliği yaptığın Çağlayan’daki KİD çalışması dışında sınıf çalışmasında ciddi bir deneyimin yoktu. Benim, yarım yamalak yürüttüğüm Hadımköy havza çalışması dışında neredeyse hiçbir deneyimim yoktu. Piro yoldaşın da bizden aşağı kalır yanı yoktu desek abartmış olmam galiba.
İlk olarak görev paylaşımı yaparak, bölgede hangi sektörler yoğun, fabrikaların yapıları ve üretim sistemleri, öne çıkan büyük fabrikalar ve bölgede ne gibi direniş ve grev yaşandığı, işçilerin hangi bölgelerde oturdukları, mesaiye kaçta başlayıp kaçta çıktıkları vb. vb. bilgilerini derlemeye yöneldik. Bir yandan alanı her yönüyle tanıyıp hakim olmaya çalışırken bir taraftan da ilk ilişkileri kurmamıza kanal açar düşüncesiyle genel sorunları içeren bildiri dağıtımlarına başlamıştık.
Hatırlarsan, haftalık çalışma planları çıkarıp bir hafta boyunca neler yapacağımızı saat saat planlıyor, eksik kaldığımız noktaları nasıl gideririzi tartışıyorduk. Oldukça disiplinli ve bizleri geliştiren bir sistem kurmuştuk. Zaman ilerledikçe çalışmamızı çeşitlendirmiş, afiş, kuşlama, pankart, fabrika giriş çıkışlarında sesli ajitasyonlar yapmak gibi farklı biçimler uygulamaya başlamıştık.
Özellikle gazete satışlarını her sayı İMES A kapısı önünde yoğunlaştırmıştık. Haftanın 6 günü her sabah ve iş çıkışı işçiler bizi A kapısında görürdü. Öyle ki, gazete almayan işçiler bile selam verip gülümseyerek geçer oldular yanımızdan. Gazete satışları bizim için önemliydi. Ama işçiler pek gazete almazlardı. Bunun üzerine yine bir gazete satışında, “Bu iş böyle olmayacak, farklı bir yöntem uygulamalıyız yoldaşlar” deyip her gördüğün işçinin önüne neşeyle -tabir-i caizse şaklabanlık yaparak- atlayıp, “Günaydın işçi arkadaş! Nasılsın, nasıl gidiyor…” diye söze girip kısa sohbet kanalları açmaya çalışman ve en sonunda “gazete almak ister misin” ısrarın gazete satışlarımızı artırmıştı. Aslında bu satış tarzı işçileri oldukça etkiliyordu. Bunun farkına varmıştık ve gazete satışlarında hepimiz çekirgeler gibi bir sağa bir sola sıçrayarak şen şakrak satış yapar olduk..
İMES-Dudullu bölgesinde yürüttüğümüz kolektif çalışma hepimize ciddi deneyimler kazandırmıştı. Aslında seni ilk oradaki çalışma sırasında tanımaya başlamıştım. Yani bölgede hepimiz bir hedefe kilitlenmiştik ve bu hedefe ulaşmak için tüm yokluklara ve olanaksızlıklara rağmen çaba harcıyor, adımlar atıyor, yol alıyorduk. “İnsan tam da böylesi süreçlerde, birlikte emek harcanan ortak pratik içinde yoldaşlaşıyor” diye düşünüyorum. Belirlenen ortak hedef için harcanan ortak emek ve çaba üzerinden yoldaşlaşıyor.
Diğerleri bir yana ama benim için senin bu çalışmadaki en etkileyici özelliğin, hiçbir olanaksızlığa, olumsuzluğa boyun eğmemen ve tabiri caizse yoktan var edebilme özelliğindi. Çok iyi hatırlıyorum, bir sabah yine İMES A kapısında gazete satışımız vardı. Sen ve Piro yoldaş, cebinizde 5 kuruş olmamasına rağmen sabaha karşı Kozyatağı’ndan İMES’e kadar yürüyerek gelmiştiniz.
Dudullu-İmes çalışması döneminden unutamadığım anılardan biri de, adını şimdi çıkaramadığım Dudullu’daki bir fabrika önünde bildiri dağıtırken yığılıp kalışın. Seni iki büklüm yapan mide ağrısına rağmen bildirileri dağıtmandaki inadın ve ısrarın hala gözlerimin önünde.
Bölgede haftalık programın dışında yürütülen çalışma her akşam değerlendirilerek sonuçlar çıkarılıyor, ertesi gün hangi noktalara yüklenileceği konuşuluyor, merkezi bildiri ve afişlerin yanı sıra bölgenin özgül koşullarına ilişkin yerel bildiri ve farklı materyallerle işçilere ulaşılmaya çalışılıyordu. 2 ay boyunca sıkı bir çalışma yürütmüş olmamıza rağmen hala tek bir işçi ilişkisi kurulamamıştı. Buna rağmen irademizde hiçbir kırılma olmadı, “bu havzaya ve siteye gireceğiz” kararlılığıyla çalışmalara ara vermeden ısrarla devam ettik. Parasızlık, sabahtan akşama kadar aç karnına dağıtılan bildiriler, yapıştırılan afişler, satılan gazeteler, kilometrelerce yürünen yollar, ayakkabısı delik olduğu için ayakları donma tehlikesi geçiren, hastaneye kaldırılan yoldaşlar…
Sonuç: İMES A Kapısı girişine kurulan stantta bekliyoruz. Orta yaşlarda iki işçi yanımıza yaklaştı, “arkadaşlar, biz sizi her gün buralarda görüyoruz; yağmur, kar demeden her gün insanlara bir şeyler anlatmak için buralardasınız. Biz İMES’te bir çuval fabrikasında çalışıyoruz. Arkadaşlarla fabrikada sendikalaşmak istiyoruz, bu noktada bize yardımcı olmanız için bizi size gönderdiler, işçi arkadaşlarla da konuşarak karar verdik. Buna, ne dersiniz?..”
Geceleri işçilerin gizli yöntemleriyle çuval fabrikasına girip işçilerle toplantılar yapmaya başladık. O dönem sürekliliği sağlanmış, tüm zorluklara ve olumsuz koşullara rağmen çalışmada ısrarlı olmanın ödülünü, onlarca işçiyle fabrikalarında yapılan toplantılar olarak almıştık.
Ekmek işçilerini örgütleme girişimi
Ekmeklerini kazanmaya çalışan fırın işçilerinin örgütlenmesine girişmemiz de bizim için tam anlamıyla yeni bir deneyim olacaktı. Sektörün özelliklerini ve işçi profilini neredeyse hiç bilmiyorduk. Semt örgütlenmesinden tanıdığımız 50-55 yaşlarında bir fırın işçisi ilişkimiz üzerinden çalışma başlamıştı.
Maviş yoldaş, şimdilerde düşünüyorum da bu kararı almamız tabir-i caizse tam bir ‘macera’ydı. Kuşkusuz fırın işçilerinin örgütlenmesi gerekiyordu, sömürünün böylesi hayasızca hüküm sürdüğü bir sektör mutlaka örgütlenmeliydi. Fakat benim ‘macera’ dememin sebebi, çalışmayı esas olarak eski ilişkimiz olan ve yeniden bağlantıya geçtiğimiz bu amca ile yürütecektik. Daha doğrusu bu amca çalışmanın bel kemiğini oluşturacaktı. En azından çalışmanın ilk adımları böyle atılmak zorundaydı. Fakat yıllar bu amcamızı değiştirmiş; amcamızın kumardan tutalım da neredeyse alkol bağımlısı hali işimizin zorluğunu da ortaya koyuyordu. Amcamızın bir dediğinin bir dediğini tutmaması tüm çalışmanın gidişini etkileyecek nitelikteydi. Fakat böylesi bir olanak da tüm çıplaklığıyla önümüzde duruyordu.
Onun tüm zayıflıklarını ve olumsuz yanlarını gözönüne aldığımızda şu kanıya varmıştık: Çalışmalarımızı hayali varlıklarla değil canlı insanlarla uğraşarak yürütecektik ve onların daha iyi olmaları, bizim daha iyi olabilmemiz için bu insanlarla çalışmayı öğrenmemiz ve onları değiştirmemiz gerekiyordu. Aslında bu bölümü yazarken senin sık sık tekrarladığın, “kapitalizm insanları çürütüyor ve bizim örgütlemeye çalıştığımız insanlar da bu çürümüşlükten payını alan insanlardır. Yani insanlarla uğraşacağız, bize kimse hazır tertemiz insanlar vermeyecek örgütlememiz için. Kapitalizmin pislikleriyle birlikte gelecek bu insanlar; sorun bizim onları değiştirmek için harcayacağımız çabadır” sözlerin geliyor aklıma.
Fırın işçilerini örgütleme girişimimiz işte böyle başlamıştı. Fırın işçilerini ve sektörü hızla öğrenmeye başlamıştık. Oldukça dağınık, düzensiz ve geniş bir alana yayılan bir sektördü. Fırın işçileri ise daha çok Karadenizliydiler. Aslında Kürt işçiler de oldukça yoğundu sektörde. Tabir-i caizse fırın işçilerinin gerçek anlamda gece ve gündüzleri yok gibiydi. Birçoğu işe öğleden sonra başlayıp sabahlara kadar çalışıyordu ve bu çalışma oldukça yoğun emek gerektiren bir işti. İnsanlar uykudayken fırın işçilerinin bir kısmı fırınlarda hamur yoğurup kızgın ateşin ve elektrikli fırınların önünde ekmek pişiriyor; bir kısmı ise sokaklarda sabaha kadar pişirilen ekmekleri dağıtım işini yapıyordu. Neredeyse hiçbir sosyal yaşantıları yoktu. Ne zaman uyudukları ve ne zaman kalktıkları belli değildi. Bu durumun bizim örgütlenme çalışmalarımıza yansımaması kuşkusuz imkânsızdı. Bizim de gecemiz gündüzümüze karışmıştı. İstanbul’da dağınık halde binlerce fırın ve onbinlerce de fırın işçisi vardı. Kuşkusuz tüm bunlara ulaşabilmek imkânsız denecek ölçüde zor bir durumdu. Fakat amcamızın yıllarca bu sektörde çalışmış olması geniş bir ilişki ağını bir anda önümüze sermiş, kısa sürede geniş bir işçi ilişki ağı yaratmıştık.
Bu ilişkileri kalıcılaştırmak ve kurumsal bir yapıya büründürmek için fırın işçileri içinde bir dernek kurma çalışmalarına başladık. Bu minvalde gerçekleştirdiğimiz toplantıya 40’ın üzerinde fırın işçisi katılmıştı. Böylesi dağınık ve her işçinin çalışma saatlerinin ve tatil günlerinin belli olmadığı bir sektörde 40’ın üzerinde işçi kitlesiyle toplantı yapabilmek oldukça başarılı bir adımdı. Çalışmayı bir süre daha sürdürdük. Fakat çalışmada öncü diyebileceğimiz bir grup işçi arkadaşımızın bıçaklı bir kavgaya karışmaları ve kaçak durumuna düşmeleri bu çalışmayı zayıflattı. Ardından yine öncü diyebileceğimiz birkaç işçi arkadaşımızın da farklı illere gitmeleri dernek çalışmasını sekteye uğratarak durdurdu. Sonu başarısızlıkla bitmesine rağmen bu çalışma da birçok anlamda yeni deneyimleri kolektif hazinemize kazandırdı.
Benim içinse bu çalışma, İMES-Dudullu çalışmasının ardından seninle ilişkimizin pekiştiği ve kopmayacak hale geldiği bir maraton niteliğindeydi. Tüm ileri ve geri yanlarına rağmen fırın işçileri çalışmasıyla birbirimizin sınırlarını daha net gördüğümüzü düşünüyorum. Önce İMES, ardından bu çalışmada benim sen de gördüğüm ise hiçbir sınır tanımamandı. Örneğin fırın çalışmasını yürütürken sabahlara kadar fırın fırın gezmemizin ardından yorgunluk ve uykusuzluğumuzu gidermek için el ele tutuşup yolu ortalayarak 50-60 metre boyunca gözlerimizi kapatıp uyuyarak yürümeye çalışmamızı hatırlıyorum. Veya gecenin bir yarısında ziyaret ettiğimiz fırından ayrılmak zorunda kaldığımızda yatacak yerimizin olmaması nedeniyle cami avlularında ısınmak için birbirimize sarılarak uyumamızı…
‘Yoldaş sıcaklığı’ denilen o olağanüstü duyguyu ben o zamanlardan itibaren hissedip yaşamaya başlamıştım seninle ilişkilerimizde. Anlatmaya çalıştığım sıcaklık, üşümemek için birbirimize sarılmamız değildi elbette. Kavgamız sırasında karşılaştığımız tüm güçlük ve yokluklara, hiçbir serzenişte bulunmadan, omuz omuza vererek karşı koymaktan ileri gelen farklı bir sıcaklık ve kaynaşmaydı bu…
Maviş ve 2007 1 Mayıs’ı
2007 yılının Mayıs ayı öncesi 1 Mayıs tartışmaları gündeme geldi. Konu yine tabii 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasıydı. Yaşanan tartışmalar sonunda 2007 1 Mayısı’nın Taksim’de kutlanması kararı kesinleşmişti. Tüm sendikalar ve siyasi çevreler 1 Mayıs hazırlıklarına başlamıştı. Faşist devlet ise, “sizi Taksim’e çıkarmayacağım” diye uluyordu. Hal böyleyken, işçi ve emekçileri Taksim 1 Mayıs’ına çağıran çalışmalarımızı hızlandırmış, en üst noktaya taşımıştık. Oldukça yoğun geçecek 15-20 günlük çalışmanın ardından 1 Mayıs günü gelmişti.
Devlet neredeyse İstanbul’un tüm yollarını kapamış; bununla da yetinmeyerek vapur, metro, Taksim’e çıkan veya yakın noktalara sefer yapan otobüs hatlarını kaldırmıştı. Şimdi hatırlamıyorum ama şehir dışından binlerce kişilik polis takviyesi yapmıştı Taksim Gezi Parkı’na da asker yerleştirmişti. Antifaşist mücadelede öne çıkan semtlerin ise giriş çıkışları kapatılmış ve 1 Mayıs’a gelmek isteyenlerin önü polis tarafından kesilmişti. İstanbul’un birçok noktasında polis ile çatışmalar başlamış, neredeyse tüm İstanbul 1 Mayıs Alanı’na çevrilmişti.
Ben Anadolu yakasında mahsur kalıp bulunduğum noktadaki çatışmalara katılmıştım. Sen ise bir grup yoldaşla İstiklal caddesine ulaşabilmiştin. Ben orada yoktum ama anlatılanlardan nasıl bir ortam olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. İstiklal Caddesi’nde polis muazzam bir terör estiriyormuş. İstiklal’e giren devrimciler ne bir araya gelebiliyor ne toparlanabiliyormuş. Birçok insan kafelerde ne olacağını beklerken birçok insan da İstiklal Caddesi’nde bir o yana bir bu yana dolaşıp duruyormuş. Kısacası hiçbir irade kendisini ortaya koyup ilk adımı atabilme cesaretini gösteremiyormuş.
O ortamda, seninle birlikte eylem komitemizde yer alan o zamanki 4-5 yoldaş bir araya gelerek durum değerlendirmesi yapıyor, ne yapılması yönünde karar vermeye çalışıyormuş. Fakat hiç kimse konulması gereken tavrı ortaya koymuyor, sorunun kıyısında köşesinde dolanıp duruyormuş. Seninle 1 Mayıs sonrası görüştüğümüzde bu duruma çok öfkeli olduğunu hatırlıyorum. Çok öfkeliydin, bu iradesizliği anlatıp hayıflanıyordun. İstiklal Caddesi, Taksim Meydanı’nın bir adım ötesiydi. İstanbul’un bir çok noktasında geri adım atılmayan şiddetli çatışmaların yaşanması önemliydi. Bu çatışmalar, Taksim’e çıkma iradesi ve ısrarının dosta düşmana gösterilmesi bakımından üstünden atlanamayacak öneme sahipti. Fakat meydanın bir adım önünde polis barikatını zorlamanın önemi hepsinin üzerinde bir öneme sahipti. Bu noktada Maviş, sen belirleyici bir irade ortaya koyarak ilk adımı atma cesaretini gösterdin.
Eylem komitesindeki tartışmaya öfkeyle noktayı koyup binlerce kişilik polis ablukasına rağmen “Pankartı açın yoldaşlar, yürüyoruz” diyerek Alınteri pankartını açtırmıştın. Alınteri pankartının açılıp sloganların atılmasıyla arkası gelmiş zaten; binlerce insan pankartın arkasında toplanarak yürüyüşe geçmiş. Herkesin beklediği bu ilk kıvılcımı sen çakmıştın. Tarihin belleğine kazınan o ünlü fotoğraf karesi senin devrimci bir inisayatif sergileyerek aldığın o doğru kararın sonucudur.
Tuzla tersanelerindeyiz…
Tuzla tersaneler bölgesinde birlikte yürüttüğümüz çalışma, aramızdaki yoldaşlık ilişkisinin doruk noktasıdır benim için. Tuzla tersaneler bölgesinde kolektif olarak yürüttüğümüz çalışma, tüm eksiklerine -bu arada sergilenen kimi ciddi yönlendirme yanlışlarına- rağmen ciddi bir sınıf çalışması deneyimi kazandırdı hepimize.
Hatırlarsın yoldaş, tersane çalışmasının en cafcaflı günleriydi. Limter-İş Sendikası bölgede grev kararı almıştı, ikimiz de bu grevin zamansız ve erken olduğu konusunda hemfikirdik. Fakat buna rağmen grev günü grev alanında olmamız gerektiğinin de bilincindeydik. Buna dönük çalışmalarımızı tamamladıktan sonra son gece tüm ayrıntıları konuşup ayrılmıştık. Sen tersanede çalışan işçi ilişkilerimizin bulunduğu bekar odalarında, ben de bir tersane işçisinin evinde kalarak sabah buluşacaktık. Bu arada en önemli şeyi, yani pankartı unuttuğumuzu birbirimizden ayrıldıktan sonra fark ediyoruz. Daha doğrusu birbirimizden ayrıldıktan sonra ayrı ayrı bunun farkına varıyoruz ve ikimiz de bulunduğumuz yerde sabaha kadar pankart yapmaya girişmişiz. Sabah buluştuğumuzda ikimiz de birbirimize hınzırca, “Ne unuttuk bil bakayım “ deyip aynı pankartı çıkartmıştık. Evet, iki pankartımız olmuştu ama ikimiz de üzerine konuşmadığımız için farklı bir pankart yazdığımızı düşünerek pankartlarımızın anlamını yarıştırmaya başlamıştık. Fakat pankartlar açılınca ikimizin de aynı sloganları yazdığını görünce bayağı gülmüştük. Evet yoldaş, şaşırıp gülmemizin nedeni, o güne kadar hiç konuşmadığımız hatta kullanmadığımız bir cümleyi ikimizin de aynı anda düşünüp onu slogan olarak pankarta yazmamızdı: “Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı ya da dünyamıza inecek ölüm”!
Tersane çalışması sırasında başka bir ilki daha başarmıştık. En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Gerçi sonra konuştuğumuzda ikimiz de aynı kanıya varmıştık. İşin özü, ikimiz de bir birayla sarhoş olmayı becermiştik. O akşam çok güzeldi, hala dün gibi hatırlıyorum o gecemizi. Sen aşık olmuştun. Evet, yine tersanedeydik ve akşam olmuştu. Benimle bir şey konuşmak istediğini söylemiştin. Cebimizdeki parayı birleştirdiğimizde ancak bir extra bira parası çıkmıştı ve Torlak Tersanesi’nin önünde bulunan ağacın altına oturup gecenin 2’sine kadar bu durumu konuşup dertleşmiştik. Ayağa kalktığımızda, bir birayla sarhoş olduğumuzun farkına varmıştık. O halimizle yakınlardaki işçi arkadaşların yanına gitmeyerek Gebze’de oturan bir yoldaşın evine gitmeye karar verip Gebze’ye kadar Metin-Kemal Kahraman’ın “Deniz koydum adını” şarkısını yüksek sesle defalarca söylemiştik. Sabaha karşı sarhoş bir şekilde yoldaşın kapısına dayandığımızda oldukça mülayim olan yoldaş bu halimize şaşırıp bizi içeri alıp yataklara yatırmıştı. Biz ise kendi kendimize gülerek şarkıyı söylemeye devam ediyorduk: “Nerde kendini bilmez çocuklar/ Bir sabah öylece çekip gittiler/ Çınladı alkışlar kör sokaklarda/ Yankısı kime kaldı./ Deniz koydum adını/ Kederi bende kaldı./ Uzak köyler kurdum birbirine/ Kederi bende kaldı./ Acının surlarında ateşler yaktık/ Vuruldu şehirler soluksuz kaldık/ Kendine çekildi bütün zamanlar/ Gölgeler orda kaldı./ Çılgın zamanlarda yaşamak bize düştü/ Ölümün acımasızlığı her zamankinden beter/ Gidenler. Gelenler. Düşenler/ Ah zamanın sonsuzluğunu anlamayanlar/ Düştük yola/ Güzel şeyler bulmak umuduyla/ Işıklarıyla büyük şehirler, yol oldu bize/ İz sürdük yalnızlığa”…
Hizbe karşı mücadele ve yeniden…
Bu başlık altında yazılacak o kadar çok şey var ki yoldaş senin adına, nereden başlayacağımı bilemiyorum. Bu yapının en zor anlarında, varlık-yokluk noktasına sürüklendiğimiz bir döneminde senin bu yapıyı ayakları üzerine dikmedeki emeklerin, çaban ve inadın nasıl anlatılır bilemiyorum.
Daha dün konfeksiyon atölyelerinde ayaklarının dahi zor yetiştiği makine başında otururken bir anda omuzlarına yüklendi tarihsel bir sorumluluk. Yaşadığımız o günleri hatırlıyorum da yoldaş, bizim için adeta deprem günleriydi. Ve sen o deprem günlerinde bizim için önder konuma yükseldin.
Zor bir dönemdi; her yoldaşın, her bireyin tek tek sınandığı günlerdi bence o günler. Kimisi bu toz dumanı fırsat bilerek kendisine yeni yaşamlar kurma yolunu seçerken kimisi de arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. En güvendiklerimiz tarafından çelme yemek ise sende bırakalım hayal veya düş kırıklığını tam aksi yönde etki yaratıyordu. Hatırlıyorum o günlerdeki sohbetlerimizi, “Yoldaş tek de kalsak bu aileyi asla bunlara teslim etmeyeceğiz, gerekirse yeni bir sayfa açacağız ama bu tarih yaşayacak” deyişini. Sonra “uzaklardan” yoldaş selamları geldi, yoldaş sıcaklığını yeniden hissettik. Hani şarkı sözleri vardır ya ”bir selamın yeter” diye, işte öyle bir şeydi bizim için. Çıkıp gelemeseler de sürekli gönderdikleri “selamlarıyla” güç veriyorlardı bizlere. Sonra daha fazla dayanamayıp çıkıp gelenler de oldu aralarından. Sen de biliyorsun, “uzaktaki” yoldaşlarla birlikte göğüsledik o zor günleri.
Son olarak yoldaş, seni kaybetmenin bende yarattığı acıyı tek bir cümleyle anlatmak istiyorum sana. Bunu uzun zamandır düşünüyorum, bazen kendi kendime konuşurken bu soruyu soruyorum kendime. Neden bu kadar acıtıyor diye. Aslında yoldaş, ben seni kaybetmekle, sadece sevdiğim, değer verdiğim bir yoldaşı kaybetmemişim; ben seni kaybetmekle hem yârimden, hem anamdan, hem babamdan, hem kardeşlerimden, hem de bütün yoldaşlarımdan bir parçayı da kaybetmişim.
Bütün bu kaybettiklerimin acısını yaşıyorum şimdi…
(*) Biz ona Piro derdik. Asıl adıysa İsmail Pektaş’tı. 2000’li yıllarda kolektifimizle buluşmuş, konfeksiyondan İMES’e, Hadımköy’den Tuzla’ya-Gebze’ye kadar pek çok alanda sınıf çalışmasının emektarı olmuştu. Mütevazi, dürüst, naif, emekçi yapısıyla yoldaşlarının gönlünde özel bir yeri olan Piro, kolektifimizde yaşanan tasfiyeci sürecin yaratığı sonuçlardan biri olarak daha sonra MKP gerillalarına katılmıştı.
28 Haziran 2011’de Dersim’in Ovacık İlçesi kırsalında yaşanan çatışmada Ozan Derman ve Abidin Demir adındaki yoldaşlarıyla birlikte ölümsüzleşti.
***
“Seni anlatabilmek seni”…
Oya Açan
Seni anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni
Namussuza, halden bilmez kahpe yalana…
Seni anlatmak için yanıp tutuşurken elimin kaleme gidememesi neden? Neden, bu aşılmaz öfkeye arkadaşlık eden hüzün?..
Yola gelmez gözlerin, yola gelmez bilincinin aynasıydı adeta. Meraklı, soran bakışlar, derinlemesine nüfuz etme refleksi, sımsıcak kucaklayan aynı insanlık taşardı benliğinden. Çok iyi tanıyan da ilk kez gören de yakalardı sendeki özel hamuru…
Ermeni bir anne ve Kürt Alevi bir babanın emekçi oğluydu Maviş. Çocukluktan işçiydi, büyüdü devrimci oldu, büyüdü komünist oldu. İşçi ve emekçilerin, ezilenlerin rüyası olan başka bir dünyayı kurma mücadelesinin zorluklarını her yaşında, her dönemde yakınmadan sırtladı. Ermeni duyarlılığı, Kürt direnci çelik mavisi gözlerinden bize bunu söylüyordu.
İddiasız görünümü altındaki aşınmaz sabır, iyimserliğini kaybetmeyen irade bütün işçilik yaşamı boyunca kendini konuşturdu. Tekstil atölyelerinin ter ve bıkkınlık kokan salonları, tersanelerin göz korkutan zorluğu, inşaat işçilerinin herbiri bir yandan gelmiş ve başka bir yana savrulma ihtimali yüksek okyanusuna dalmak o çelimsiz bedenine büyük gelmedi. Hepsini öğrendi, özümsedi, yol çizdi. Çünkü o, önder kişiliğiyle sınıfın bütününü örgütlemeye adaydı.
Teknik işleri çözme çabasındaki ısrarı, hem hepimize parmak ısırtır hem olmaz denileni olur kılma yönelimimizi perçinlerdi. Katresi boşa gitmesin der gibi içtiği sigarası elinde planlarını, projelerini, ihtiyaçlarımızın karşılanması için yapılması gerekenleri dile getirişindeki coşku, hepimizi sarıp sarmalar, mücadele azmimizi bilerdi. Başa çıkılmaz sanılan zorlukların aşılacağına dair insani bir iyimserlik yayılırdı havaya.
Sapına kadar militan bir enternasyonalistti Maviş; ezilen halklar mozaiğinin görkemli bir tablosuydu o… Ermeniler kardeşi, Kürtler yoldaşı, Türkler dostuydu. Ezilen halkların her kanayışında sınırları aşıp geçmeye, paylaşmaya, el atmaya, onarmaya, büyütmeye çağırırdı herkesi. Tam bir yıl önce, Kobanê’nin kuşatma altında olduğu günlerde şöyle diyordu:
“Elimizden geleni yaparız. Koridor açılmazsa biz de açalım bir tünel direkt geçelim Kobanê’ye. Gücümüz buna yeter. Bununla karşı karşıya kalmak istemiyorlarsa açsınlar, koridoru.”
Maviş… yoldaşımız, kardeşimiz, oğlumuz… Hareketin haşarı çocuğu, genç önderi…
Aramızdan ayrılışından beri, seni her hatırlayışımızda gözlerimizin yanması, soluğumuzun tıkanması boşuna değil… Anıların tarifsiz akını bu kadar canımızı acıtırken filmi durmadan başa sarma tutkusu boşuna değil. Yokluğuna, yokluğunuza bir türlü alışamadık!
Ama inan bizimlesin. Senden öğrendiklerimizi öyle nakşetmişiz ki bilincimize, tarihsel bütün birikimlerimiz gibi refleks olmuş akıyor mücadeleye. Başımız sıkıştığında mesela, sabırsız meraklı gözlerin geliyor aklımıza. Seferber olmak gerektiğinde ellerinin kollarının hareketleri, tutkulu sesin, militan yüreğin atıyor bizde.
Üşüyoruz, kapama gözlerini…
***
Bizi ona Maviş derdik
Oya Açan
Seyrek sakallı, beyaz tenli yüzünde dikkati hemen mavi gözleri çekerdi. Çakmak çakmak bakardı o gözler…
Romanlardan fırlamış bir Rus devrimcisi izlenimi yaratırdı ilk bakışta insanda. Benim aklıma “Ve Çeliğe Su Verildi” romanının kahramanı Pavel Korçagin gelmişti mesela…
Öfkesini de sevgisini de o kadar dolaysız ve yalın yansıtırdı ki, ayrıca konuşmasına gerek kalmazdı çoğu kez.
Dersimli olduğunu bilirdim. Kumral ya da sarışın, renkli gözlere sahip başka Dersimli arkadaşlarım olmuştu. Ama “Maviş”te uzun süre çözemediğim bir farklılık vardı.
Bu farkın nedenini 24 Nisan vesilesiyle Alınteri sitesi için kaleme aldığı bir yazıda yakaladım: Meğer anası Ermeniymiş, baba tarafı ise Kürt…
Türkiye’de sadece rejimin değil onlarca yıldır beyni yıkanan toplumun gözünde de herbiri başlı başına dışlama ve aşağılama nedeni sayılan bu aykırılıkları yetmezmiş gibi bir de yoksul bir Aleviydi.
Bu dört yanından kuşatılmışlığın ortasında yaşamayı nasıl da etkileyici bir dille anlatıyordu Remzi Amo (Serdar Ben)…
Sınıf bilinçli bu yiğit işçiye dair söylenecekler ve söylenmesi gerekenler bununla sınırlı değil elbette. Ama bir başlangıç olarak sözü önce ona bırakmak herhalde en doğrusu…
“Ermeni tohumu”
Remzi Amo*
Kimlik karmaşası yetmez bizim durumumuzu tarif etmeye. Bir şizofreninin tam içine doğduk biz…
Ermeni Soykırımı’nın 100. yılındayız. Yarı Ermeni biri olarak yazılanları, anlatılanları anlamaya, “dışımda”ki acılarla duygudaşlık kurmaya çalışıyorum. Dışımda çünkü, bizde Ermeniliğin anlamı, kötü bir şey yaptığımızda ‘Ermeni tohumu’ olarak aşağılanmakla özdeşti. Hemen hemen Türkiye’deki her çocuk gibi ben de Ermeni kelimesiyle ilk böyle karşılaştım, onu bu “kötü” anlamıyla kavradım. Böyle kavramama ilk ‘yardımcı’ olan Kürt babam mıydı, Ermeni annem mi hatırlamıyorum. Ama mütemadiyen bu cümleyi her ikisinin de tekrarladığını hatırlıyorum.
Ermeni kelimesinin gerçek anlamını kavrayacak yaşa geldiğim zaman da, bizim hayatımızda eski acıların, izlerin üzerinden yeni acılar silindir gibi geçmişti. Bu konuda yapabildiğimiz tek düzeltme anneme, Ermeni olmanın kötü bir şey olmadığını kavratmak oldu. Bunu da çok sonradan yapabildik, iş işten geçmişti. Malum, tarihi geri saramıyor, ölenleri geri getiremiyorsunuz. Geçmişi düzeltme şansınız olmuyor. Ki bizim hikayemizde bu olayın sadece bir yanı… Diğer yanıysa yaşadıklarımızın karmaşıklığı sanırım. O kadar karmaşık ki, hangi duygu salınımı içinde olduğumuzu anlamamıza bile olanak vermiyor.
Farkında olan biri olarak bu yüzden Ermeni Soykırımı’yla aslında sadece dışardan bir duygudaşlık kurabildiğimi düşünüyorum. Daha ötesine gidemediğimi/gidemediğimizi… Gidemedik çünkü, annem artık Ermeni olmaktan çoktan çıkmıştı. Tek cümle Türkçe bilmiyordu ama Ermenice de bilmiyordu. Artık ana dili Kürtçe’ydi. 1915’leri yaşayan bir babanın çocuğu olarak artık başka bir gerçeğin parçasıydı.
’90’lı yılların Kürdistan’ındaki dizginsiz terör ortamında yeni acılar yaşıyorduk. Güncel acılarımız Kürt olmamızdan kaynaklanıyordu. Köyler yakılıyor, insanlar işkencelerde inim inim inletiliyordu. ’38 Dersim Katliamı’nı 10 yaşında bir çocuk olarak yaşayan babam halen, “Biz Orta Asya’dan gelen Türkleriz” diyordu. Bu fikri hiç değişmeyen babam, ’90’lı yıllardaki devlet teröründen fazlasıyla payını alıyordu. İşte bu şizofreninin tam içine doğduk biz…
Hangi acının ağır bastığını anlamamıza bile fırsat bulamadan büyüdük. Hangisinin duyarlı yanımız olduğunu bilemeden… Bilemediğimiz için biz de çareyi benliğimizi ‘unutmakta’ bulduk. Ermeniliğimize ‘Ermeni tohumu’ diyerek bir çizgi çektik, Kürtlüğümüzü ise daha güncel olduğu için ‘Orta Asya’ safsatasıyla çizmeye çalıştık ama, devlet müsaade etmedi. Biz bu gerçeklikten ne kadar kaçmaya çalışsak da her defasına yakamıza yapıştı.
Bu kimlik karmaşası yetmez bizim durumumuzu tarif etmeye. Bu karmaşaya bir de Aleviliği eklemek gerekiyor… Hangisinden daha fazla çektik bilmek zor… Biz farkına varmadan hepsinin üzerini kendi kendimize çizdik.
Eğer bir de en yoksul kesimdenseniz bunları içinize gömerek yaşarsınız. Çektiğiniz acıları sadece siz bilirsiniz. Kısacası ‘diasporanız’ yoktur, siz ve sizinle birlikte yaşananlar vardır.
Bu coğrafyada kaç insan bizimle aynı durumda, kaçımız bu sorunları sessiz sedasız kendi kendimize yaşadık, bilemiyorum. Hem acı çeken hem de acı çektiren olmayı nasıl becerdik? Annem devletin, kendi ailesinin katillerinin kodlarıyla kendi kimliğine yüklenmeyi nasıl becerdi?
Kalıcılaşmış, artık ruhun organik bir parçası haline gelmiş yerleşik egemen kodlar, bizde hastalıklı bir ruh halini ifade etmekten öte bir anlam ifade etmiyor. Hangi parçasından tutarsan tut, tek başına çözümünün artık imkansızlaştığı bir bütünsellik ifade diyor. Ben hangisinden tutayım? Ermeni olandan mı, Kürt olandan mı, Alevi olandan mı? Hangisi daha fazla acıtıyor benliğimi, daha fazla yer kaplıyor yüreğimde ve bilincimde?
Bu kimlik bunalımı, nasıl bir şeyle başkalaşıma uğratılabilir, aşılabilir? Geride kalanı artık düzeltemeyiz, bu imkansız. Ama tarihin ileri doğru akışı devam ediyor. Değişimi yaratacak müdahaleler, geleceğe yapılabilir. Geri giderek, acıları düzelteme şansımız yok.
Her yazmaya çalıştığımda yazının sonunda en güçlü mesajı vermeye çalışırım hep. En sonuncunun en çok akılda kalan olacağını düşündüğümden… Bu sefer böyle bir dert ve kaygı duymadan yazmaya giriştim. Yazmaya başlarken tek derdim, Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında doğrudan parçası olduğum halde “dışsal” bir ilişki kurabildiğim bu sorunla aramdaki doğrudan ilişkiye dokunabilmekti. İçine girince tek birini bile birbirinden ayıramayacağını bir kez daha anlıyor insan. İlla bir mesaj vermek gerekiyorsa, bu hikayenin mesajı da sorunlarımızın bu kadar iç içe geçtiği bir coğrafyada çıkışın tek birini yakalayarak mümkün olmadığıdır. Ben istesem de, tek bir tanesinden bakacağım desem de, hepsi bir bende toplanmış durumda…
100 yıl önce yaşanan aslında bugünde… Biçim farklılaşıyor ama, öz hiç değişmiyor… Bu devasa acılar zincirinden süzülen gücü geleceğin kurulmasına hasretmek mesele…
(*) Serdar Ben’in kullandığı mahlas
***
Bir geleneğin devamcısı
Zehra Çaldağ
Daha bir kaç gün öncesine kadar birlikte çay içtiğin, sohbet ettiğin, dertlerini, üzüntülerini, sıkıntılarını paylaştığın bir yoldaşı faşist katliamda kaybedip anlatmak çok zor… Serdar yoldaşı Ankara katliamında yitirdik. Aslında biz Serdar yoldaşı değil, Mavişimizi, canımızın yarısını kaybettik.
Keşke, keşke o değil de ben ölseydim orada, çünkü onun devrimci hayata, sınıf çalışmasına ve yoldaşlara verebileceği daha çok şey vardı. Komünist bir militan kolay yetişmiyor. Bilgi birikimiyle, pratiğiyle, örgütçülüğüyle, komünist yaşam tarzını hayata geçirişiyle, insanları anlayıp yaklaşımıyla, sizi sizden önce düşünüşüyle bir geleneği yaşam biçimine dönüştüren yoldaşlardan biriydi Maviş yoldaş.
Maviş yoldaş, inatçı, azimli, kararlı, vefakar bir yoldaştı.
Ankara’da Barış Mitingi’ndeki patlamadan sonra uzunca bir süre ondan haber alamadık. Ölü mü sağ mı emin olamadık. Hastane hastane, morg morg aradık. Umutla yaralı listelerine baktık ama bir türlü bulamadık…
“Bizi aramadan durmaz o; yaşıyorsa ağır yaralıdır” diyoruz. “Sağ olsaydı ne olursa olsun bulurduk bir yerlerde, isim listelerinde adı olurdu” diyoruz. Bir türlü konduramıyoruz ona ölümü… Bütün vücudunun parçalanmış olduğu ve onun o olduğunu DNA testiyle anlayacağımız hiç aklımıza gelmemişti.
Mavişi bulmaya çalıştığımız süreç içinde gözümün önünden gitmeyen tek görüntüsü Ethem yoldaşın cenazesini gelişiydi. Gezi İsyanı başladığı ilk günlerden ben de İstanbul’da yoldaşlarla birlikteydim. Adnan Yücel Edebiyat Sanat Festivali kapsamında bir dizi etkinlik yapılacaktı.
Adnan Yücel Edebiyat Sanat Festival pankartını alıp İstiklal Caddesi’ne çıktık. Festival yürüyüşünü başlattık. TOMA’nın önüne kadar sloganlarla ilerledik. Buradaki saldırıda maviş yoldaşın ayağı kırıldı, alçıya alındı. Aynı günün akşamı Ethem yoldaşın Kızılay-Güven Park’ta katil polis tarafından vurulduğunu, durumunun ağır olduğunu öğrendik. Ethem Yoldaş 14 gün sonra hayatını kaybetti. Ethem yoldaşın cenazesini kaldırmak için birçok ilden yoldaşlar geldi. Maviş de o kırık ayağıyla değneklerine tutunarak gelmişti.
Çok sonra öğrendim ki Ethem katledildiğinde babasının ameliyat olması gerekiyormuş. Maviş babasını ziyaret ettikten sonra çıkıp gelmişti Ethem’in cenazesine. Maviş yoldaşa, “Bu haldeyken keşke gelmeseydin, ne gerekiyorsa biz yapardık” dedik. Bize söylediği şey ise şu oldu: “Bir yoldaşımı katletmişler, onun cenazesine gelmeyi ya ölü olmak ya ölümcül hasta olmak ya da cezaevinde tutsak olmak engeller. Eğer bütün bunlar yoksa bir yoldaşımız katledildiğinde gelmemek bize, komünistlere yakışmaz, yoldaşlığa sığmaz!.. Şimdi yoldaşlarımla olmayacaksan başka zaman hiç olmam”.
Onun disiplin anlayışı, yaşamı, yoldaşlarına yaklaşımı, sorunların üstesinden gelme azmi ve çabası dokunduğu her işçiye, gence mutlaka bir şeyler öğretmiştir.
Yaklaşık bir senedir mutfak bataryası su akıtıyordu. Bir sürü de su faturası geliyor. Hiçbirimizin aklına o bataryayı söküp sıkıştırarak suyun akmasını önlemek gelmemişti. Hep değiştirmek gerektiğini söylüyorduk. Bir baktım elinde İngiliz anahtarı bataryayı söküyor… “Yoldaş dünyanın su parasını ödüyoruz. Yazık, tamir edeceğim.” Tamir etti sonunda, halbuki bunu hepimiz yapabilirdik ama hep ötelemiştik. Bataryayı tamir ettikten sonra, “Hiçbir iş ötelemeye gelmez, bizim kaybedecek ne zamanımız ne emeğimiz ne de paramız var” demişti.
Her zaman, “Önce kendin disiplinli, örgütlü, komünist yaşamı hayata geçireceksin ki yoldaşlara örnek olasın. Eğer kendin bunu hayata geçirmiyor ve başkalarından böyle bir yaşamı istiyorsan kimse seni ciddiye almaz” derdi.
Hiçbir zaman yaşamındaki zorluklardan yakınmazdı. Sadece, genç yoldaşlara komünist kişiliğin gelişmesi konularını anlatırken zorluklarla nasıl baş edilmesi gerektiğini ya da neyi çok önemsememek gerektiğine vurgu yaparken kendi yaşamından örnek verirdi; en çok Lenin’den Marks’tan örnekler verirdi. Sadece o zamanlar anlayabilirdik ne zorluklar içinde bu mücadeleyi özümseyip kişilik haline getirdiğini.
Maviş yoldaşlarını onlardan önce düşünür, hiç kimseyi birbirinden ayırmaz bütün yoldaşlarıyla ayrı ayrı ilgilenirdi. “Yoldaşların sevdiği, sevmediği her şeyi bilmek gerekir” derdi. Bazen ödüllendirmek için bazen bir görev haline getirdiği için, önemsediğini göstermek için hissettirmeden bir çok şey yapardı. Ve siz onu sonradan anlardınız. Bunu ne zaman fark ettim hatırlamıyorum ama dikkatimi çeken özelliklerinden biriydi.
“Yoldaşlara ayrılan zaman hiçbir zaman boşa gitmiş sayılmaz” derdi. “Emek harcamak gerekir, küçük jestler yapmak gerekir” derdi. Belki çok basit bir şey şimdi anlatacağım ama önemli bence. Bu örnek, onun ne kadar düşünceli ve yoldaşlarına karşı ne kadar duyarlı olduğunu anlatıyor çünkü…
Büroda çalışırken en çok çay ve kahve tüketilir. Ben de kahveyi sade içemem. Bunu fark ettikten sonra her zaman mutfağa bakar hiç kimseye söylemeden gider kahvenin kreması bittiyse ve parası varsa mutlaka gelirken alırdı. Bir seferinde, “Bir şey içiyor musun,” diye sorduğumda, “Kendine de yapacaksan ben de kahve içerim” dedi. Ben de, “sade kahve içmiyorum ama sana yapayım” dedim. Bunun üzerine “biz içiyoruz ama sen içemiyorsan, neden önceden almıyorsun” diye sordu. “Olmasa da olur, boşver yoldaş” dedim. “Nasıl ‘boşver’, en çok kullandığımız şey, biz içip sen bakacaksın, olmaz öyle şey. Ben de kahve içmiyorum, ikimiz de çay içelim” diye çıkıştı. Daha sonra kahve kreması alıp geldi ve o günden sonra hep mutfağa bakardı, krema bitmişse alıp gelirdi.
O, militan komünist kimliği içselleştirmenin canlı bir örneğiydi. Yoldaşlığın sadece mücadele alanlarında değil yaşamın her anın, her zorluğu, sıkıntıyı paylaşmaktan geçtiğine inanan bir yoldaştı. Maviş bir geleneğin devamıydı. Osman’dan, Fatih’ten, Sezai’den, Ethem’den nicelerine…
Şaka yapar, şaka da kaldırırdı. Ona tatlı tatlı takıldığımız anlarımız çok olmuştur. Mesela Sirkeci’de PTT işçilerinin direnişinin son günlerine doğru bir kadın PTT önünde inşaat işçileriyle konuşurken “Sizin sendikanız yok mu” demiş. İşçiler de “Var, işte bu arkadaş da başkanımız” diye Maviş’i göstermişler. Maviş, “Ben sendika temsilcisiyim” demiş. Kadın Maviş’e şöyle bakmış “Senin kendine hayrın yok, bunları mı koruyacaksın…” diye hayıflanarak bakmış. Bu bizim dilimize epey dolanmıştı. Maviş kendisi de gülümseyerek yorum yapardı: “Kadın bana baktı ufak tefek bir şey, bir de işçilere baktı, ondan sonra da böyle söyledi…”
Hayvanları çok severdi. Ne zaman bir kedi ya da köpek görse mutlaka arkadaş olurdu. Bir seferinde yine PTT önündeki direnişteyiz. Herkeste telaşlı bir hareketlilik var… Baktım PTT önünde yere yatmış kedi seviyor. Önce çaktırmadan fotoğrafını çektim. Sonra da “Ya sen ne yapıyorsun, burada insanlar birbirlerine girmişler, sen sendika başkanısın gitmişsin kedilerle, köpeklerle uğraşıyorsun” diye çıkıştım. “Siz devam edin bir şey olmaz, bak ne güzel bir kedi…” diye mırıldandı. Çektiğim fotoları gösterdim. “Polisler, ‘ne ilginç sendika başkanı var bunların’ diyorlardır kendi kendilerine” diyerek yanıt bekledim. “Onlar işlerine baksınlar, ben nerede ne yapacağımı biliyorum,” diye cevapladı…
***
Serdar Ben’in anısına…
Sait Çetinoğlu
10 Ekim günü Ankara Toplu Katliamında katledilen inşaat işçilerinin önderi Serdar Ben katledilen inşaat işçi önderlerinin son halkasıdır.
İnşaat işçileri arkadaşlarını ve dostlarını sadece iş cinayetlerinde kaybetmezler. İnşaat işçileri, örgütlenme ve hak arama mücadelesinde yiğit önderlerini de kaybettiler. Kısaca inşaat işçileri arkadaşlarının ve öncülerinin tabutlarını taşıyarak günümüze geldiler.
Sendikal mücadelede hayatını kaybedenlerin başında gelen inşaat işçilerinin yiğit önderlerinden biri Yapı İşçileri Sendikası (YİS) Genel Başkanı Fukara Tahirdir. YİS genel başkanı Tahir Öztürk, nam-ı diğer Fukara Tahir yapı işçilerinin haklı taleplerini militanca öne çıkaran bir sendikacıydı. 1962 yılında çıplak ayaklarıyla inşaat işçilerinin TBMM’ye yürüyüşünü örgütlemişti.
Türkiye sendikal hareketin öncü figürlerinden Fukara Tahirin militan düşüncesi gibi militan bir yaşamı vardır; Fukaranın Ankara Rüzgarlı Sokak’ta bir kahvesi vardır. Yatağını yorganını toplayıp Ankara’ya gelen inşaat işçisi Fukara Tahirin kahvesinde iş bekler, gece de döşeğini serip burada yatardı. Şimdi okuyucuya yine garip gelecektir ama Sendika Genel Merkezi de kahvenin bir köşesindeki masa idi. Türk-İş’in 3. Kongresinin 1957 yılında bu kahvede toplandığını ekleyelim.[i]
Fukara’yı ölüme götüren eylemi, efsanevi Çıplak Ayaklıların Yürüyüşüdür. Bugün unutturulduğuna bakmayın, Fukara Tahir ve baldırı çıplak arkadaşları kelimenin tam anlamıyla başkenti sallamıştır. Açların Yürüyüşü olarak da adlandırılan Çıplak Ayaklıların Yürüyüşü neydi; bu eylem 1960’ların en büyük ve en özgün protestolarından biridir: İlk kez ‘Çıplak Ayaklılar Meclis’e yürüdü’…
Ekonomik istemlere dayalı bir ‘karın sorunu’ olarak başlayan bu gösteri, eylem içinde içeriğini ve hedeflerini değiştirerek başka biçimlere dönüştü ve iktidar çevrelerinde geçici bir panik yarattı. 26 Nisan 1962’de Yapı-İş Federasyonu, inşaat kolundaki işsizliği protesto etmek amacıyla bir yürüyüş düzenlemeye karar verdi ‘Fukara Tahir’ unvanıyla ünlü Tahir Öztürk’ün yaptığı başvuru, Vali Nuri Teoman tarafından, bu sektörde işsiz olmadığı gerekçesiyle reddedildi. Bunun üzerine sendika, miting ve yürüyüşün anayasal bir hak olduğunu, işsizlere iş bulunmasını, 12 saat yerine 8 saat çalışmak istediklerini ileri sürdü. Zor durumda kalan Valilik, Çalışma Bakanlığı’ndan konuya ilişkin görüş istedi; dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, Ankara’da inşaat işkolunda yoğun bir işsizliğin söz konusu olmadığını belirtti. Gelişmeler üzerine vali, köylülerin köylerine dönmesini istedi, gerekirse yol paralarının kendilerince karşılanacağını açıkladı. Bu aşamada ‘Fukara Tahir’ devreye girerek, bu olanağın, ancak kendisinin mitinge gelip işsizleri ikna etmesiyle sağlanabileceğini öne sürdü; görüşmeler sonunda mitingin 3 Mayıs’ta yapılmasına izin verildi.
Mitinge Yapı-İş üyesi ve işsiz yaklaşık 5 bin kişi katıldı. Gösteri alanına gelen vali, sakıncalı bulduğu dövizlerin indirilmesini istedi. Ancak, kararlı görünen kalabalık buna yanaşmadı ve sloganlar atarak yürüyüşe geçti; polisin, Rüzgarlı Sokak’ın sonunda ve Anadolu Ajansı’yla Opera Binası önünde kurduğu barikatları aşarak Sıhhiye’ye ulaştı. Oradan coplarla saldırıya geçen polisi yararak, koşar adımlarla Meclis’in kapısına dayandı. Burada çatışma daha da şiddetlendi ve kimi işçiler gözaltına alındı… Kitle patlamaya hazırdı ve yeni olaylar bekleniyordu; Meclis ve Senato Başkanlarının, işçiler tarafından seçilecek bir heyeti bildirmesiyle hava biraz sakinledi. Görüşmeye 20 kişilik bir temsilci grubu katıldı; gerekli güvencelerin verilmesi üzerine işçiler, Meclis’ten ayrıldı. Olaylar hemen durulmadı; tutuklanan işçilerin bırakılmasını sağlamak için sürdürüldü. Artık eylemin içeriği değişmiş, hedefi siyasal iktidara yönelmişti. ‘Af değil iş!’, ‘İnönü istifa!’, ‘Ecevit istifa!’ sloganlarıyla Ankara caddelerini inleten Yapı-İş üyesi işçiler ve işsizlerin gösterisi, sonraları ‘açların yürüyüşü’ olarak ünlendi.[ii]
Fukaraya, bu olağan üstü eylem sonrasında 1962 yılını çıkartmazlar. 17 Kasım 1962 günü, Ankara Kızılcahamam’da bir av (!) sırasında avlanır. Sendika Genel sekreteri Emrullah Akdoğan’a tetik çektirilerek katlettirilir. Cinayet kazaya bağlanarak kapatılır. Cinayet sonrasında Emrullah Akdoğan kayıplara karışır. Emrullah’ı bir daha gören olmamıştır.
İnşaat işçilerinin bir diğer öncü kurbanı 22 Ağustos 1970 günü katledilen bir diğer Genel Başkan Necmettin Giritlioğlu’dur. İzmir Aliağa Rafineri inşaatında işveren daha inşaat başlamadan Türkiye Yap-iş sendikası ile toplu sözleşme imzalamıştır. İşveren sendikal haklardan yararlanmak isteyen işçilerin bu sendikaya üye olmalarını ister. Ancak işçilerin örgütlü olduğu YİS bu sözleşmeyi tanımaz. İşverenin direnmesi ve işçilerin örgütlü olduğu sendikayı tanımamaları üzerine İşçiler, 6-12 Ağustos günleri direnişe başlarlar. İşveren, direnişten sonra Sendikayı “tanır” ama sözleşmeyi yapmakla görevlendirilen Uzlaşma Kurulu toplantılarına katılmaz. Bunun üzerine YİS grev kararı alır.
YİS Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu tarafından yönetilen grev 22 Ağustos, saat 7.30’da başlar. Saat 8.00’de grev kırıcılarının gelmesi üzerine grevci işçiler barikat kurarak grev kırıcılarını içeri geçirmezler. Grev kırıcılarını grev yerine getiren bir servis şoförü, ‘Ben grev falan tanımam, komünistlere göz yummayacağız’ diye bağırarak grevci işçilerin barikatını aşmaya çalışır. Tartışma sırasında şoför silahını çekerek Necmettin Giritlioğlu’nu kalbinden vurarak öldürür.
Dönemin devrimci hareketleriyle yoğun bağları bulunan Giritlioğlu’nun İzmir Aliağa Petrol Rafineri inşaatında grevin başladığı gün katledilmesi anlamlıdır.
Cinayet sonrasında Rafineri askerler tarafından sarılarak “kontrol” altına alınır. Sendika Genel Sekreteri grevin devam edeceğini açıklar. Katilin işverene yakın birisi olduğu söylenir.
Giritlioğlu’nun cenazesi, kalabalık bir törenle Ankara’da defnedilirken bile cenaze korteji faşistlerin saldırısına uğrar.
Grev mahkeme kararıyla durdurulmasına rağmen işçiler direnişle karşılık verdi. İşveren Çavuşoğlu-Kozanoğlu lokavta başvurdu. İşçilerin görevlerine son verildi. İşçiler bir yandan işverene karşı direnirken bir yandan da güvenlik güçlerinin saldırılarına göğüs germek durumunda kalmışlardır. Direniş 3 Kasım günü işçilerin zaferiyle sonuçlanır ve işveren işçilerin taleplerini kabul ederek sözleşme imzalamak zorunda kalır.
Cinayetin ardından çöken 12 Mart karanlığı inşaat işçilerinin bir daha toparlanmasına fırsat tanımadı, skalanın en altına gömdü.
10 Ekim günü Ankara Toplu Katliamında katledilen Serdar Ben, skalanın en altına gömülenleri, gün doğumundan gün batımına kadar teri kurumaya fırsat olmayanları omuzlayanların sonuncusuydu. Kurucusu olduğu İnşaat- İş Sendikası ile “geleneğin” son halkası oldu.
Son yazısının son satırındaki “100 yıl önce yaşanan aslında bugünde… Biçim farklılaşıyor ama, öz hiç değişmiyor… Bu devasa acılar zincirinden süzülen gücü geleceğin kurulmasına hasretmek mesele…” diyen Serdar Ben kimdir?
Serdar Ben benim kardeşimdir. Marştaki mısra gibi kardeşiz biz onunla. Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz tüm cihandır bizim!
Sanki doğmuşta bir anadan der gibi ikimizde Ovacık’ta doğmuşuz, aynı zamanı ayağımıza ayakkabı gibi giyip, yıpratmış ama henüz eskitememişiz. Aynı gökyüzüne bıkıncaya, usanıncaya kadar bakmışız. Aynı buz gibi suları mevsim yazsa kana kana içmişiz, kışsa korka korka içmişiz. Zamanın bir yerinde Eylülü bekleyemeyen kuşlar gibi, göçümüzü toplamış, biz de kanatlanıp uzaklaşmışız sarp dağların Dersim’inden.
O bizden çok önce, henüz küçücük çocukken biz, memleketin yalnızlığına bir de bir ağabey vermiş. Tohum gibi onu dikmiş toprağına, göçerken bile bir meyve bırakmış geride kalanlara, yeşeren, büyüyen bir dal bırakmış. Gitmek de kalmak da asla bir yenilgi değil, bir arayıştır her şeyden önce der gibi yapmış bunu hem de.
Biz onunla kardeşiz, bir kardeşimiz daha var, çok kardeşimiz daha var fidan gibi büyüyen, meyve vermeyi bekleyen. Serdar’ında bir kardeşi oradaymış, Ankarada’ymış, katliamdan şans eseri kurtulmuş, benim de bir kardeşim oradaydı, katliamdan şans eseri kurtulmuş. Çoğumuzun çok kardeşi, birçok kardeşi şans eseri bu dünyada kaldı. Birçok kardeşi de Dawiniş kabilesi Şefi Seattle’a uydu ve ölüme meydan okudu.
“Ölüler mi dedin?
Orada ölüm yok ki,
Sadece dünyaların değişimi var oralarda” diyerek uzaklaştı bu cehennemden.
Gökte bir yaratıcının olmadığını bilsek de kahreden ve yaratanın biz olduğumuzu bilsek de küçük bir an için kutsal kitaplara iman edelim. Masallara, hayalperest insanlara, onların hayallerine iman edelim.
Eski zaman Araplarının bahçelerine, güller, çiğdemler yetiştirdikleri topraklarına cennet dediklerini bilelim, onların ütopyalarına içtenlikle inanalım. Cenneti uzakta değil, içinde yaşadığımız dünyada arayalım.
Böyle bir durumda ölüme mi inanırız yoksa ölümün kendi hiçliğinden yarattığı yaşama mı?
Serdar Ben’in Ermeni atalarının içtenlikle inandığı İncil: Gerçeği söylüyorum size, gerçeği: Buğday tanesi yere düştükten sonra yok olmazsa, bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün verir, diyor.
Serdar Ben’in boy verdiği kavgaya içtenlikle inanalım diyorum bende, o çok bereketli kök, çok çiçek verir, çok rüzgar, çok emek verir.
[i] Yıldırım Koç, Sendikaların Paraları Nerelere Harcanıyor.
http://www.tekgida.org.tr/Oku/10236/Sendikalarin-Paralari-Nereye-Harcaniyor
[ii] Esat Korkmaz, Kafa Tutan Günler, 68 Güncesi, Alev Yayınevi 1992, sf: 35-36 aktaran: http://www.ozgurluk.info/kitaplik/webarsiv/vatan/vatan_arsiv/kose_yazilari/kose_yazilari23/tarihten.html
Rojnameyanewroz
***
Bir jelibonum olsun, dünya size kalsın
Sedat Yılmaz
“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş düşünür. Bize bu ülkeyi anlatma, diyeceksiniz. Biz bu ülkeyi Ankara’dan biliriz, diyeceksiniz.
Sabahtı, yola düştüm hikayesini dinlemek için; annesinden, kardeşlerinden yoldaşlarından… Biraz biliyordum aslında. Ben onu yollarda, konfeksiyonlarda, tersanede, inşaatlarda, barikatlarda, direnişlerde, yoksul mahallelerinde uzaktan uzağa tanıyordum. Ama hayat hikâyesinin bu ülkenin tarihi olduğunu hiç bilmezdim.
Arkadaşlarına anlatırmış: “Ben hem Ermeniyim, hem Kürdüm, hem de Aleviyim” diye.
Hakikaten uzun mu uzun hikaye. İçinde ölüm, katliam, işkence, hapis, sürgün, baskı, yoksulluk, acı, cefa, ne ararsan var. Öyle üç beş cümle ile anlatılacak gibi değil.
Büyükbabası “kesimden çıkmış.” “Kesim”i bilmeyen dedesine sorsun. “Ermeni Dursun’un kızı” diye çağırırlarmış anasını. Babası, ”Büyük Türkiye”nin son kasaplarından Sakallı’nın, yani Yeşil’in, yani Mahmut Yıldırım’ın işkence tezgâhından geçmiş. Geçmiş de geçmiş…
Babasının çıplak vaziyette kara yatırıldığını henüz altı-yedi yaşlarındayken camın arkasından bir film gibi izlemiş. En büyük abisi TİKKO gerillasıymış, mezarı belirsiz… “Teröristleri temizlemek için” köy yakılınca ilkokulu bitirmeden İstanbul’un konfeksiyon atölyelerinde bulmuş kendini.
Özetlemeye çalıştığım bu hayat, Dersim’in Ovacık ilçesinden başlayıp, Ankara’da son bulan, 10 kardeşin en küçüğü Maviş’in hikâyesi.
Maviş’in T.C. kimliğinde Serdar Ben yazar ama onun Ermeni, Kürt, Alevi olduğu yazmaz. “Büyüyünce” de, işçi oluyor, kalfa, ortacı, inşaat işçisi oluyor, velhasıl hep yoksul. Hepsi bir yana, o hiç yorulmayan otuz üç yaşında bir devrimci.
Küçük bedeninde büyük yürekli bir adam
Gaz kokusu sarmıştı her tarafı, kafa göz yarılmış insanlar oturuyordu masalarda. Maviş’in kırkı veriliyordu. Polis anmaya katılanlara saldırmış. ”Ulan” diyorsun içinden!
“Ayakları pedala yetişmiyordu. Ama eyvallahı da yoktu” diye giriyor söze çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu Haydar Ben: “Konfeksiyonlarda birlikte çalıştık. Doğru dürüst Türkçe de bilmiyorduk. Bir yıl içinde makina ustası oldu ama ayakları pedala yetişmiyordu. Patron paramızı vermemişti, ona kafa tutmuştu o küçük haliyle…”
“Sessizdi, sakindi, kimseyi kırdığını hiç görmedim” diye devam ediyor mahalle arkadaşı Metin Urfa, “Çantası da hep sırtındaydı, nerede akşam orada sabah.” Kibarlığını vurguluyor Metin: “Yıkıcı değil yapıcıydı. Nerede durması gerektiğini bilirdi. Yani küçük bedeninde büyük yürekli bir adamdı.”
Ortacılık, çıraklık, ustalık derken tekstil işçileri için kurulan Konfeksiyon İşçileri Derneği’nde (KİD) aktif çalışmaya başlamış. Dernekte “Kuantum fiziği üzerine” yoğunlaşıyormuş. Gülümseyerek anlatıyor çocukluk arkadaşı Haydar, “Zehir gibi bir kafası vardı.”
Dünya yıkılsa dost kalanlar
Bir diğer çocukluk arkadaşı İmam Günek devam ediyor: “Önder bir ruhu vardı, her yerde önemli rol alırdı. Bağırsak fabrikasında grev örgütlemiştik. Mahallede abilerimize, ablalarımıza özenmiştik. Bir örgüt kurduk kendi aramızda, adına da Karayolları Gençlik Birliği (KGB) verdik. Maviş komutanıydı. Duvarlara örgütümüz adına yazılama yaptık. Gazi’nin barikat çocuklarıydık. Bir gün bizi ciddiye almış koca koca örgütler. ‘Kim bu KGB’ diye sorup soruşturmuşlar. Arayıp bulmuşlardı bizi. Karşılarında üç beş çocuğu görünce de dalga geçmeye başlamışlardı ‘Eee, hele anlatın bakalım örgütünüzün manifestosunu’ diye. Sonra o devrimciliği sürdürdü. Tesadüfen karşılaşır olduk.”
Ortak arkadaşları Dilek Urfa da onları hep bir ekip olarak hatırlıyor. Karayolları’nın çocukları. Dünya yıkılsa dost kalan, deyim yerindeyse birbirini kokusundan tanıyıp bulan sıkı arkadaşlar. Biri Mercan Katliamı’nda gidiyor, biri başka bir yerde…
Gazeteci arkadaşım Ender Öndeş anlatıyor; mahallede ve en çok da ortak bir dostlarının evinde görüyor Maviş’i sık sık. Sessiz, sakin ve işinin ehli… ”Kaplumbağa gibi bir adam” olarak hatırlıyor onu. “Bütün çoraplarını bir arada hiç görmemiştir herhalde” diyor Öndeş, o kadar göçebe, o kadar divane derviş. Eve gelir, sakince oturur, bir konu varsa konuşurmuş ama hep o pozitif yüzüyle, gözlerinin içinde bir gülümsemeyle. Öndeş, yıllar önce saçma bir trafik kazasında yitip giden çok değerli bir devrimciyle cezaevinde aynı koğuşta kalmış: Sezai Ekinci. Hayranlığı hep sürmüş ona karşı; “Biz biraz daha mahalle içinden gelirdik” diyor Öndeş, “Ağzımız bozuktu, argoya kayardık sık sık. Bir de cezaevinin klasik şeytanlıklarını bilirdik, kafaya almalar filan. Ama onda öyle bir şey hiç yoktu. Ne numara yapsan inanıyor; çünkü kafasında dalavere yok. Temiz, tertemiz bir adam. İşinin adamı; yaşamında devrimden başka hiçbir şey yok ve müthiş bir safiyet…” Yıllar sonra, Serdar’ı görünce, belki de gözlerindendir, aklına ilk Sezai geliyor; belli ki aynı hamurun adamları; o da öyle. Hep pozitif, hep güleç, yaşamına devrimden başka bir şeyi karıştırmayan bir saflık…
Annesinin patatesli böreğini çok severdi
Ölüm yolculuğuna çıkmadan önce abisi Ali Haydar’ı aramış Serdar, “Ben geliyorum, seni bir göreyim” demiş. Sonrası Ankara… ”O hastane bu hastane, o morg bu morg derken tanıdım onu” diyor Ali Haydar. Tanımaz mı insan çocukluk arkadaşını, kardeşini? “Anlatsana biraz Maviş’i” diyorum. Ne anlatayım gibisinden derin bir nefesten sonra, “Uzun bir süre sonra hapishanede yollarımız kesişti. Mektuplaştık, ayrı örgütlerden yoldaştık. Aynı koğuşa geçmek istedik ama devlet buna izin vermedi. Elbiselerimiz ortaktı, iç çamaşırımıza kadar… En çok kitaplarını severdi. Kan bağımız var ama ben arkadaşımı kaybettim. Biz küçükken çok didişirdik. O beni döverdi ama ben ona kıyamıyordum. Annem hâlâ anlatır, bu didişmelerimizi…” En son telefonla görüşen kişinin de kendisi olduğunu söylüyor Ali Haydar, “Kardeşim bir süre önce yapılan bir operasyondan sonra denetimli serbestlikle bırakılmıştı. Her Pazar karakola imza veriyordu” diyor. İçimdeki ses: “Denetimli serbestlik, denetimli ölüm…”
Serdar’ın amca oğlu Zafer Ben, birlikte otlattıkları keçilerin yarısını kaybettiklerini hatırından çıkaramıyor, çocukluk günlerini yad ediyor: “Çok kavga ederdik. Bir keresinde kafası kırılmıştı ama annesi yine de ona kızmıştı. Kalabalık bir aileydik. Biz keçilere giderdik ama oyundan dolayı sürünün yarısı kaybolurdu. Maviş evin en küçüğü olduğu için hiç büyümüyordu evin içinde. O hep çocuk olarak kalmıştı. Annesinin patatesli böreğini çok severdi. ‘Annemin yaptığı börek bir başkadır’ derdi. Bir de, her seferinde annesinden Bıckaşir (yoğurt, sarımsak, tereyağı ile fırında yapılan bir Kürt yemeği) isterdi. Sonra büyüdü ve hayatını Türkiye devrimine adadı.”
Zafer anlatmaya devam ediyor: “Maviş çok genç yaşta devrimci hayata katılınca eve iki-üç ayda bir uğrar olmuştu. Aileyle tek irtibatı benim üzerimden olurdu. Ablası her defasında bana Maviş’in nasıl olduğunu sorardı. Bu kez Maviş’in nasıl olduğunu söyleyemedim. Çok ağır bir yüktü. Onu canlı geri getiremedim. Hâlâ bir gün çıkıp gelecek gibi hayal kuruyorum. Ben çocukluk arkadaşımı, yoldaşımı kaybettim ama Türkiye devrim hareketi büyük bir devrimciyi kaybetti. Hâlâ bir yerden çıkıp gelecek…”
“Yarınımızı kaybettik”
Şantiyede geçmiş hayatı. Üzerinde sadece yol parası olurmuş; gerçek bir komünistmiş. Kobanê’ye gitmek istiyormuş. Sigara parası dışında bir şey istemezmiş…
Konfeksiyon işçilerini örgütleme görevini yeni bitirmiş, sıra inşaatlardaymış. İnşaat İşçileri Sendikası’nda birlikte çalıştığı Mustafa Akyol devam ediyor: “Safir direnişinde tanışmıştık. Askerlik problemi vardı ama ona rağmen hep öndeydi. İnşaatlarda çalışıp parasını sendikaya verirdi. Kazandığından bir sigara, bir çorba, bir de jelibon parasını alırdı, gerisini sendikaya bağışlardı. Jelibonu çok severdi. Kimse Serdar gibi olmaz.” Sözü yoldaşı ve sendikadan arkadaşı tamamlıyor: “Yarımızı kaybettik.”
Baba: Duymuyor artık. Anne: “Şimdi konuşacak halde değil.” Oysa barış için düşmüştü Ankara’nın yollarına…Maviş!
Ben seni yazdığım saatlerde Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de kurşun sesleri geliyordu. Seni anlatmaya çalıştığım saatlerde ölüm kol geziyordu.
Çocuklar ölmesin, barış gelsin diye canını verdiğin ülkede senden sonra da ölüm…
Duydum ki, gökyüzünü çözmeye çalışıyormuşsun. Yıldızlar yoldaşın olsun. Seninle bir kez daha tanıdım bu ülkeyi. Bir gün elbet barışı da alıp geleceğiz sana sevgili Maviş.
101015
***
Yürümek
Tahsin Günel
Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!..
Yürümek;
dost omuz başlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
yürümek!..
Yürümek;
yakında pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
bilerek
yürümek!..
Yürümek;
yürekten
gülerekten
yürümek!…
Ekim ayındayız… Biliriz ki Ekim ayı bizler için “can acısı”nın en yoğun yaşandığı bir aydır. Ay ay biriktirip Ekim ayında dile gelir kayıplarımızın acılı öfkesi. Bir yandan ortak idealler uğruna kavga yoldaşı olmanın coşkusu ile doluyuzdur, bir yandan yüreğimizden bir parçanın koparılıp alınması nedeniyle öfke taşar bedenimizden. Dolayısıyla sadece bir ay adı değildir Ekim ayı; yoldaş sevgisi, kavga andı, davaya bağlılık ayıdır aynı zamanda.
Fatih’in ve Osman’ın gülümseyen yüzlerini, Tahsin’in ve Hicabi’nin sıcak bakışlarını daha güçlü hissederiz bu aylarda. Tuncay, Okan ve Lale’nin anılarının tazeliği zihinlerimizi aydınlatırken, Ethem ve İsmail’in devrim için gümbür-gümbür atan yürek atışlarına bağlarız nabzımızı.
Koyu gericiliğin zifiri karanlığında yolumuzu aydınlatan birer kutup yıldızı olur ölümsüzleşen her yoldaşımız.
Hüzün ve coşkunun, umut ve öfkenin, karmaşık duygularla yoğrulmuş yoğun bir yoldaş özlemi ve sevgisiyle doluyuzdur bu aylarda. Sorgularız kendimizi; kıyaslarız, arınırız yoldaşlarımızın huzurunda. Umudumuzu tazeler, işlerimize dört elle sarılır, hayata ve kavgaya daha sıkı bağlanırız.
O yüzdendir ki, büyük acılar, büyük sevinçler, büyük coşkular, büyük heyecanlar yüreği geniş olanlarca yaşanır; yürek genişliğine sığdırabildiği yoldaş sevgisi ve sevincinin yoğunluğu ile daha farklı duygularla ölçülür bu aylarda.
Tüm duygularımızın yoğun olarak yaşandığı Ekim’de bir de Serdar ve İsmail yoldaşı zamansız kaybetmenin dayanılmaz acısıyla yüzleştik.
Ama biliriz ki Ekim’in sonunda Kasım vardır; Ekim’in üçüncü haftasına evrilirken günler, Kasım’ın 1917’deki sarsıntısının sevinci, coşkusu, yine Kasım’ın doruklarına selama dururken hüzünle yoğrulacak. Düşünüyorum da ne kadar engin yüreklere sahibiz; acılarla sevinçleri, hüzünle coşkuyu her an yan yana sığdırabiliyoruz.
Ölümle yaşam yan yana
her ölüm yaşamın içine doğmakta
hoşgeldin ölüm
merhaba yaşam…
Ankara’da gerçekleşen alçakça saldırıda yüzü aşkın insanımızla birlikte işçi sınıfının iki yiğit neferini, önderini, ihtilalci iki komünisti; İsmail Kızılçay ve Serdar Ben yoldaşı da kaybettik.
Öfke-hüzün, Öfke-umut, öfke-direnç, öfke ve kin doluyuz…
***
“Biz ona maviş derdik…”
Serdar Ben yoldaşı, literatürümüze “Maviş” yoldaş diye giren yiğit ve gözüpek bu komünisti tanımak başlı başına bir ayrıcalıktır benim için. Mütevazi, emekçi ve yalın kimliğinin altında öyle bir derinlik, bilgelik ve cüret yatardı ki, daha önce kimsenin yürümeye dahi cesaret edemediği yollarda biz onun ayak izlerini görürdük. Öyle ki, tecrübe edinilmemiş zor işler ve görevlerin üstesinden nasıl başarıyla çıkılması gerektiğinin ilklerini ve zengin deneyimlerini biz onunla yaşardık.
İradesi olanın hedefi vardır ya; hedefi olanın umudu da vardır… İrade ve umut eylemde hayat bulur.
Bir insan düşünün; hedefe ulaşma çabası yaşamında ne kadar yer tutuyorsa, iradesindeki kararlılık ve umudundaki tutkunun yoğunluğu da o ölçüdedir. Ömrünü, yaşamının yirmi dört saatini bu uğurda seferber eden bir devrimcinin sorumluluğu ise daha artmış demektir. Ortaya konan bir ömür ve her anı kavgayla dolu ise yaşamını bu doğrultuda nasıl örgütlediği, yaşamı ve kişiliğini nasıl ve yeniden üretiyor olduğu mutlaka irdelenmeli ve doğru yanıtlanmalıdır.
Oyun değil, ortaya konan yaşamdır çünkü. Yaşamı o yüzden ciddiye almalıdır devrimciler. Yaşamları vazgeçilmez olduğu için değil, her an vazgeçmeye hazır oldukları ve her anın üretken kılınması gerektiği için…
Serdar yoldaşın yaşamı da bizler için örnek alınması gereken ihtilalci bir mirastır. Bırakılan bu mirasın kendisini komünistçe nasıl ve yeniden ürettiği özellikle iyi incelenmeli, doğru yanıtlanmalı ve hareketin sağlam bir kültür üzerine oturtulması için vazgeçilmez bir önemlilik taşımaktadır.
Ortaokulu yarıda bırakarak atıldığı devrimci yaşamında konfeksiyon işçiliği, tersane işçiliği, fırıncılık ve inşaat işçiliği gibi örgütlenmenin en zor olduğu işkollarında devrimi büyütmek ve işçi sınıfını kavgaya hazırlamak için olağanüstü derecede çaba sarf etti, ter döktü. O, devrimci yaşamını, kendisini adadığı sınıf mücadelesine ve önderleşme düzeyi yakaladığı hareketinin ihtiyaçlarına göre konumlandırdı. Öyle ki, bir gazetenin çıkması için gerekli olan maddi ihtiyaçlardan teknik bilgilere; iletişim, bilişim, yazılım ve interaktif teknolojiden güvenlik alanlarına kadar bir dizi ihtiyacın yürütülmesi işi bu yoldaşın omuzları üzerindeydi.
Gazete çıkacak, ama para yok! Eylem örgütlenecek, ama insan yok! Kurum açılacak, ama olanak yok… yok diye sıralanan bir dizi “yok” serzenişlerinin bile karşısında sağlam bir alternatif vardı: Maviş yoldaş! Bulur eder ve yapılması gereken işleri mutlaka yapardı. Hatta bizlerin yapmakla yükümlü olduğumuz işlerin varsa eksik kalan bir yanı sessizce bir ucundan tutar ve mavi gözleriyle gülümseyerek tamamlamamıza yardımcı olurdu.
Bu kadar ağır bir yükü omuzlarında taşıyan değerli yoldaşımız emeğini ve terini döktüğü, bilgisini ve deneyimini adadığı sendika saflarındayken katıldığı eylemde canını verdi.
Siyasal mücadelede girdiğimiz döneme ilişkin bir tespit yaparak kanlı bir iç savaş içinde olduğumuzu ortaya koymuştuk. Böyle bir tespitten sonra yaşanan bu katliama nasıl ve nereden bakmalıydım? Yaşadıklarımız bizlerde bir “şok” hali mi yaratmalıydı yoksa hızlıca uygun bir konuma mı sıçramalıydık?
İsmail ve Serdar yoldaşın yaşamını kaybetmesiyle gözlerime uyku girmeyen iki gecemde bu soruların yanıtını arar oldum.
Bizleri derinden üzen bu gelişmeler şüphesiz ki işlerimizi aksatacak, dün yaptığımız planları bugün için bozacaktı. Kaybettiğimiz yoldaşların ağırlığı ve orta yere bıraktıkları boşluk öyle geceden sabaha doldurulacak türden boşluklar da değildi. Evet, yaşadıklarımız üzücü, sarsıcı ve derinden etkileyiciydi; ama o kadar! Siyasal mücadelenin kimi dönemeçlerinde yaşanması muhtemel şeyler değil miydi bunlar? Hele ki yazılarımızda iç savaş koşullarına girdiğimizi ifade ediyorsak!..
Öfkeliyiz ama kinimiz burjuva sınıfa; Komünistiz, düşmanımız kapitalizm!
Devrim bir an’a odaklanan, öncesi ve sonrası olmayan bir olgu değildi. Bir süreçler bütünü, inişler-çıkışlar, öne sıçramalar-geri çekilişler, yengiler ve yenilgiler iç içeydi. Devrimci mücadelenin diyalektiğiydi bu. Acımasız, katı ve sert… Eğer böyle kavramaz, bir an’a odaklanır ve öncesini-sonrasını bilimsel yöntemle, diyalektik materyalist yöntemle kavramazsak meseleyi, bir “operasyon” yedik, şu kadar siyasal güç, bu kadar yoldaşımızı kaybettik diye izah edebiliriz. Bu tarz bir açıklamanın kaçınılmaz sonucu ise açık ki moral bozukluğundan başka bir şey olmaz.
Peki “operasyon”, “siyasal güç ve yoldaşlarımızı kaybetmek” denen şey, egemenlerle yürüttüğümüz sınıf mücadelesinden, siyasal çarpışmadan farklı, onun dışında bir şey miydi? Devrimci mücadele nasıl sürüyordu, siyasal faaliyet hep düz bir çizgi mi izliyordu? Düşmanın da bir iradesi yok muydu? Ellerindekini korumak için yeri geldiğinde bizden daha güçlü bir iradeyle karşı koymaya çalışmayacak mıydı? Birimizden birinin tarih ve siyaset sahnesinden silinip atılacağı zamana kadar sürmek zorunda değil miydi bu savaş? Bilimsel sosyalizme göre tarihten silinecek olan işçi sınıfı ve emekçiler olmayacağına göre, burjuvazi de yok olmamak için var gücüyle direnmeyecek miydi bu tarihsel yasaya? “Operasyon”, “güç ve yoldaş yitimi” denilen şey süreçler zinciri halindeki sınıf mücadelesinin yalnızca bir anını ifade etmez miydi? Yaşadıklarımız böyle kavranmalı, buna göre hareket etmemeli miydik?
Peki, bundan sonra ne yapacağız?
Şimdi Serdarca ve İsmailce güneşe uzanarak, yürek seslerinden orkestra kuracağız. Sesimize ses katarak halayı genişleteceğiz, çağırın sesinizin ulaştığı herkesi:
“Haydi halaya, haydi halaya!..”
***
Serdar yoldaş ölümsüzdür!
Maviş için
Sadece tek bir kelime seni ifade eder tüm anlamlarıyla… Ona yüklenen, yüklenmesi gereken her şey “yoldaş” sözcüğünde gizlidir.
Sen birlikte yürüdüğümüz; kimine göre uzun ama bana göre göz açıp kapayıncaya kadar geçen şu kısacık 16 yılda yoldaşımdın.
Yetmedi, olmadı canım, canımın içi “MAVİŞ”im. Daha ne çok şey yapacaktık. aylaşacağımız ne çok şey vardı. Ne ihanetler gördük beraber. Ne zorlukları aştık. Tam düze çıkıyoruz derken faşist zorbalar, sınıf düşmanları aldılar seni bizden. Ama söz canım yoldaşım bunun hesabını soracağız.
Alnımızda dalgalanan
bayraklar adına
Bayraklarda yaşayan
ölümsüzlük adına
Durmak yok bu koşuda
Teslim olmak yok
Ağıt yok dilimizde
Dizlerde titreme yok
Kaç güneş sönerse
sönsün içimizde
Hep aydınlıkta yakalayacağız ölümü
Ya şafak sökerken
Ya güneş yükselirken
Sizin sesiniz olup
Sizi haykıracağız
BİZ KAZANACAĞIZ
BİZ KAZANACAĞIZ!..
***
Ummanın yaralı çocuğu…
Vurulup düşmüşsün yatarsın kan-revan
yatarsın boylu boyunca buz tutmuş bedenin
gözlerin açık çözülmemiş yumruğun
nasıl açmış alnında bir top baharlı karanfil
sonsuz uykuya dalarken gövden
yıldızlara asılı gözbebeklerin
vurulup düşmüşsün şarkı söyleyerek ışırken şafak
kum dağını çözerken tomurcuk
haydi yum gözlerini
çifte su verirdi
bilendi bıçak
Bir yoldaşı
***
Dersim işi Maviş, esmer bir Ermeni, velev ki ben mavişimmm… Dursé Hermeni oğlu BEN SERDAR…
Ummanın yaralı çocuğu… Dersim işi esmer bir Ermeniye dönüyor, 1915’in utanç dakikalarını aklamaya yelteniyor takvimler…
Onarılmaz yaralar duvardaki 90 yıllık nota düşerken anılar ve hatıralar… Yüzüme söyleniyor, duvarlar not düşüyor, damıtıyor hüznü… Mülteci yarınlarda kayboluyorum işi kayboluşlar… Acının yarasıyla büyüyor yüreğim ve mevsim Dursé Hermeni yasıyla bölüyor kimliksiz cenahlarımı…
‘Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir’… Bütün dünler, bütün geçmişler ve sevinçler yamalanmış acıları geçmişe devrediyor. Ferfecirin uyanışıyla bağrından yüreğine fısıldayacağım böleni duvarda yazıyor.’ ‘Kim nereye giderse oraya düşsün notunu” bulununca izler sevinç, kalanı hüzün mahkumu…
Dudaklarımdan dökülen muhacir şarkılarımı dinle!
Acıya ayarlanmış bir saatin duvarlarında gezinirken avucuma ağladı bahtı kara demler… Bir şarkıyı vuruyorum yüreğinden, gözlerimde ağlıyor gölgesiyle konuştuğum adam… Ellerim kanlı bir zaman yamasına ağıtlar çizerken dizlerime yaslanıyor, akşamların karanfil kokusunda buğulanan kayıplara kapatıyorum… Baharın adımları tarihle kavgalı umutlar döşüyor hayallerin sinesine, haysiyetsiz bir unutma tutuyor ellerimi, ardımda kirli sakallı adam dilinde hicran türkülerinin tanınmayan sesi!
Tütün sarısı sabahların karanlık yüzü gibi esiyor poyraz… Birden esmer bir sevda oluyorum. Hiç konuşup çok susan bir adam! Ummanın yaralı çocuğu gibi bakıyor satırlar yüzüme… Dersim işi esmer bir Ermeniye dönüyor duvarlarım..
Karışık günün güncesi günlerden miş-li zaman, aylardan maske…
Uyuşuyor bedenim yokmuş bir şey aslında çaresizliğin avucunda uyanılan ve bitmeyecek sanılan günlerde… Bitmiş insanlık denen yağmurlar, sadece gözyaşı akarmış göz pınarlarından ve toprak filiz vermemiş yeni yaşamda masum insana. Analık bu yürek avlusunda en çok yalansız insanları özledim.
Zamanı sorgulama hadsizliğim başıma çok iş açacak biliyorum yine de kahreden iç çekişlerim tavana resmettiğim anlık görüntü karmaşası oluyor… Asıl fotoğraflar beni vuruyor sırtımdan… Gülümseyen insanlar anımsıyorum dost sesine gizlenmiş; şimdi yok hiçbiri üstelik herbiri kurşun atımı savaş çığlığıyla yürümekte üstüme.
Ellerimi ıslattım gözyaşımla ve kurusun diye saçlarıma astım parmaklarımı; bugünden sonra nefes alamaz artık bakışlarım.
Rüzgarın kanadında ölür bir kent. Acı bir yel düştü göğsüme ölüm soluyorum… soluyorum….
Karışık günün güncesi günlerden bir hiç 97 ölü insan, aylardan Ekim sus…
Cümlelerim ağlayacak, yağmur işte o zaman and içecek belirsizliğime.
Vazgeçiyorum bir hiç olduğumu anladığımda, yokluğum haritalarda ıssız bir delta olarak gösteriliyor, rengim hep kurşuni.
Susuyorum sonra, hiçliğin içinde bir ses olamamanın hüznüyle susuyorum… Karıncanın ayak sesi bölüyor uykumu çığlık çığlığa bir yaşam geçiyor, duymuyorum…
‘Ben Maviyim!!! Katliam mavisi; katliam rengi değil, maviye tapmak gibi, adı ve eşkali gibi, kirli sakalıyla gezinen eşkiya gibi, bela mavi, belki de ahmakça… Bana bakan bir çift göze ”MAVİŞ” gülen yüze tapmakça!!!’
Evrene parça parça dağılan büyük bir kütlenin küçük bir parçasında yaşam filizlendi… Kırılan onca fay hattına, yaşanan onca felakete rağmen inadına sürdü yaşam bir damlanın katreliğinde….
Mercek altına aldığımız dünya yavaş yavaş parçalanırken, bir kırılıp bir toparlanırken, bir kırılma anında açtı gözlerini deli mavi gözlerle katre… Belki dünya onun doğumunu umursamadı ama o dünyayı hep umursadı ve tüm kırılmalara rağmen kimseyi kırmak istemedi.. O mercek ile bakarken, farkında değildi her katrenin sürekliliği kement edip yıldızlardan teleskop ile bakmak idi…
Başkalarının bizi nasıl gördüğünü anlamak için, aynaya bakmamız beyhude bir çabadır.Bizim aynada gördüğümüz görüntü, başkalarının bize ilişkin anlam dünyasını temsil etmez. Her aynaya baktığımızda kendimizi görürüz! Nasıl göründüğümüzü değil? Ayna nasıl göründüğümüzü söyleyemez.
Benziyor muyuz?
Ya da andırıyor muyuz?
Benzemek, yerine geçme arzusudur… Andırmak! onu temsil etme istencidir.
Serdar Ben, barış umudu olan, barışın olmadığı topraklarda haklı olarak bu umudu arayan Ermeni işi bir Dersimli… Artık yok!.. Artık onun barış için verdiği çabadan, duyarlılığından, Kobane için emeklerinden söz edilmeyecek. O da, yaşatmayı değil “yok etmeyi” bir sosyal-siyasal eylem olarak olağanlaştırmış bir ülkenin tarihsel bilincinde bastırılarak unutturulacak/unutulacak, tıpkı diğer katliama uğramış/uğratılmış yüzbinler gibi.
Katliam mavisi diyecek!
(…)
***
Ah Maviş!..
Anlatılmıyor hüzün, alabora oluyor menekşe… Ah Maviş!
Acı şimdi bilmem kaç kuvvet, öfke ondan da dev! Tanıdıklarımız, tanımadıklarımız… Yıllardır görmediklerimiz… Aynı yolu yürüdüklerimiz… Beraber kolkola mücadele ettiklerimiz… Gülüşlerimizi birbirine karıştırdıklarımız… Heyecanımızı birbirine kattıklarımız… Ah… Sen de mi!
O fotoğrafını görmeseydim. O kara haberi almasaydım, almasaydık! Çok anı var; uzun uzun akar da akar… İçre içre akar, yaka yaka akar… Zaman şimdi kaçıncı boyut! Öfke şimdi hangi katman! Lakin; Anlatılmıyor hüzün, alabora oluyor menekşe… Ah Maviş!..
***
Başımız sağolsun
Neyi beklemek daha feci bilemiyorum. Yaşadığını öğrendiğiniz bir dostu karşımızda canlı görmek mi, yoksa habersiz kalınan bir yoldaşın acı haberini almak mı? Cumartesi günü ‘80 öncesini de yaşamış bir hocamız “ilk defa arkadaşlarımızı ‘hayatta mısınız’ diye arayıp sorar olduk” demişti.
Sizlere itirafımdır. Cumartesiden bu yana gözlerimin yaşarması dışında dolu dolu ağlayamadım. Şans eseri yaşadığımıza utandığımız gibi onların arkasından ağlamak da utandırdı nedense beni. Ağlarsam onlara ayıp edecekmişim gibi hissediyorum.
Yıllar önce Eralp’i kaybettiğimizin haberini almadan önce bir yoldaşımızı kaybettiğimizi gazetede öğrendiğimizde onu tanıdığımız için ‘o olmasın’ diye düşünmüştük genç aklımızla. Düşündüğümüz anda da utanmıştık. Yıllar sonra şunu fark ettim. İnsan şu lanet yabancılaşmanın sonucu mudur bilinmez, ölümü kendisine veya tanımadığı insana yakıştırıyor da tanığı insana yakıştıramıyor.
Serdar’ı tanımıyordum. Ama ona dair bilginin netleşmediği andan beri ‘umarım o değildir’ diye düşündüm. Bu nedenle kendimi hazırlamadım bile bu habere. Dün gece eskilerden bir arkadaş ile konuşurken Serdar’ın haberini söyledi. Cesaret edip siteye girip habere bile bakmadım. Sanırım Serdar son damla oldu benim için bu lanet katliamda. Başımız sağolsun.
Yoldaşın
***
Senden devraldığımız bayrak…
Maviş şimdi nasıl anlatayım seni bu metni okuyanlara…
Pırıl pırıl bir güne merhaba derken işçi sınıfının kanlı tarihlerinden biri olan 1 Mayıs 1977 yılının üzerinden 30 yıl geçmiş ve 1 mayıs 2007 yılında işçiler, emekçiler, öğrenciler İstiklal Caddesi’ndeyken Alınteri pankartı İstiklal Caddesi’nin enine adeta uzanmış ve pankartı göğüslemiş yiğit abiler ablalar o dönem… Faşizme karşı pankartı sahiplenmek onca tazyikli suya biber gazlarına karşı ve inanılmaz bir savaş.
Çatışmalar şiddetliydi ve yorgunluk vardı insanların üzerinde. Fazla direnememiştim; cop darbesi, biber gazı ve tazyikli suya maruz kalmıştım diğer dövüşenler gibi… Yüzünü fularla gizlemiş gözleri göğü andıran bir adam yaklaşıyordu koşarak “Arkandalar” diye bağırınca döndüğümde faşistler gözleri dönmüşçesine coplarını doğrultmuş bana doğru geliyorlardı.
Tuttu elimden kaldırıp şu yöne git dedi (Tarlabaşı yönü), orada Alıntericilerin çatıştığını görmüştüm… (Örgütlendiğim dönemlerde bu konuyu açmıştım kendisine ve gülen gözleriyle ‘ben değildim’ demişti. ‘Abi sendin tüm yollar sana çıkıyor’ dedim ısrarla… Ah, o mütevazilik…
2008 yılı ilk örgütlendiğim dönemdi. Kapitalizmin neoliberal krizi yine işçi ve emekçilere dayatılmış, grevler, direnişlerle yankılanan işçi havzalarında eylemler yürüyüşler örgütlenmişti. O bize süreci özetliyordu çayına attığı tek şekerin erimesini beklerken (Kobane’de ölümsüzleşen düşen Rıfat Horoz’un çay ocağında).
Karşılaşmalar vardır, tokalaştıktan sonra sarılmalar… Öyle bir şeydir ki ne hasreti çağrıştırır ne özlemi. Mavi bir çift gözün sizi gördüğünde ışıldayışını, tokalaştıktan sonra sarılışındaki hissi anlatmak bugün Maviş yoldaşı anlamaktır.
Maviş, şimdi nasıl anlatayım seni bu metni okuyanlara… Çok kızmışsındır biliyorum. Bunun kişisel değil örgütsel doğrultuda kızgınlık olduğunu iyi bilirdim. Yine de süreçle ilgili bir sorular zinciri oluşturduğumda yarana merhem olan buymuş gibi hiç ikiletmeden yanıtlar ve ona göre davranılması gerektiğini kavratmaya çalışırdın. Süreci daha net analizler perspektifinde sunardın ve söylediklerinden bu sonuca ulaşabildiğimi söylediğimde yine o mütevazi ışıldayan bir çift mavi göz…
Gök bundan böyle seninle özdeşleşmiş olan maviliği kuşanmıştır. Göğe uğurlamak zor olsa da yıldız olup ışık saçman, mücadelemizde yaşayacak olan militan duruşun, anıların; işçi sınıfı ve emekçilere sosyalist devrimi müjdeleyecektir. Senden teslim aldığımız bayrağı düşürmeyeceğiz.
BİZ KAZANACAĞIZ!
Bir yoldaşı
***
Serdar yoldaş
Beni ve daha nice insanları mücadeleye bağladı. Mücadeleye verdiği katkıların haddi hesabı yoktur yoldaşın.
Her yönüyle örnek bir devrimciydi Serdar yoldaş. Olayın yaşandığı günün önceki gecesinde selamlaşmıştık. Yola çıkmadan önce vedalaşmıştık . Bilmezdim son elveda olacağını. Bilemezdim… Keşke ölüm onları değil de beni alsaydı. Yaşamayı sonuna kadar hakediyordu Serdar yoldaş…
Yoldaşın