Sezai Ekinci

İlkelerin militanı

(30 Ekim 1992)

Halkın Kurtuluşu’ndan ayrılış sürecinde genel bir dağınıklık vardı. O dağınıklık sürecinde bir yandan birçok insanı görme imkanı varken, bir yandan ise benzer düşüncelerle hareket eden insanların bulunmasında ciddi sorunlar yaşanıyordu. Bir çekirdek etrafında birleşilememişti henüz. O dağınıklık içerisinde rotasını net bir şekilde belirlemiş olan parmakla sayılacak kadar az insan, çekirdeği yaratacak kişilikler yavaş yavaş kendini belli etmeye başlıyordu. Bu kişiliklerden biri de Sezai’ydi. Sezai’nin öne çıkışı böyle bir döneme denk düşer.

 

Sezai de İsmail Cüneyt gibi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisiydi. O dönemin hareketin kendisi de grup yapısında olduğu için Sezai’den de “Hacettepe’lilerden” biri olarak söz edilirdi. İstanbul’a gelişiyle birlikte Sezai’nin özellikle askeri alandaki yetenekleri ortaya çıktı.

 

THKO’dan ayrılıktan önce İstanbul’a gelişi Sezai’nin gelişimi açısından belirleyici oldu. Anadolu yakasında da çalışmakla birlikte bir dönem Kuştepe-Gültepe bölgesinde sorumluluk üstlendi. Ağırlıklı olarak büyük fabrikalarda çalışan isçilerin oturdukları bu semtler, o dönem faşistlerle devrimciler arasında en sert çatışmaların yaşandığı bölgelerden biriydi; Etiler Lisesi başta olmak üzere çevredeki okullarda da çatışmasız geçen bir gün neredeyse yoktu.

 

Antifaşist kitle hareketinin yüksek olduğu bu koşullarda HK’na karşı, özellikle silahlı mücadele konusundaki tutumlarına karşı yöneltilen eleştirileri ve dönemin kitle hareketinin ihtiyaçları üzerinden geliştirilen militan mücadele anlayışını ilk kavrayanlardan biri de Sezai olmuştu. Kendi yetenekleriyle bütünleşen bir ekibin içerisinde yer almıştı. Bu ekibin belli başlı özelliği, zeki, yetenekli, birbirleriyle uyumlu ve hedefe kilitlenmiş komünistlerden oluşmasıydı. Bir diğer özelliği ise sadece silahlı eylemlerle kendisini sınırlamaması, teorik konularda sürekli araştırması, incelemesi ve bu konularda da pratik zekalarıyla taktik üretebilmesi, bu cephelerde de aynı beceriyi gösterebilmesiydi. Aynı zamanda örgütçü özellikleriyle komünist gelişim açısından birçok yönleriyle hazır olmaları, bugünün değil yarının insanını çok daha fazla barındırmalarıydı.

 

Örgütsüz muhalefet içerisindeki onca didişmenin, çekişmenin üzerine çıkabilmeyi, dıştan gelen saldırılara rağmen ne teorik ne de pratik olarak en ufak bir sarsıntı göstermeyi başarabilen insanlardan oluşuyordu. Bu ekip… çekirdeğini oluşturup kurucusu olacak bir ekipti. İçlerinde 68 kuşağından olanların yanında, Sezai ve İsmail Cüneyt gibi mücadeleye ‘74′lerde atılmış daha genç yoldaşlar da vardı. Aralarındaki ilişkide onun hem onlardan öğrenme, hem de bununla yetinmeyip kendi ürettiklerini de ekibe sunan, üretken bir tutumu vardı. Bu kişilik özelliği ile kısa sürede o ekibin içerisinde büyük farklılaşma yaşanmaksızın, kolektif bir çalışma içerisine girmişti.

 

Sezai bir oto gaspı sırasındaki ilk yakalanışında adliyeden kaçırıldı. Adliye koridorunda mahkemeyi beklerken henüz onun siyasi olduğu polis tarafından bilinmediği için ailesiyle görüşmesine imkan sağlanmıştı. Ailesi ona yiyecek getirmişti. O ise ailesine orada bulunan diğer insanlara da yiyecek getirmesini söyledi. Ailesi, onun o anda diğerlerini de düşünmesi karşısında şaşırmıştı. Yoldaşlarının derhal plan yapıp onu hemen adliye çıkışında kaçırmaları, benzer kaçırmalar daha sonra da yapıldığı için sonraki yıllarda kendi aralarında sürekli bir espri konusu olmuştu. Fatih cezaevinde faşistler tarafından şişlenmişti -sürekli spor yaptığından pek etkili olmayan bir şişlemeydi bu. Osman’ın yaptığı plan, önce Fatih’i Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi‘nden kaçırma üzerineydi. Fakat Fatih’in Cerrahpaşa‘ya götürüleceği öğrenilince hazırlıklar o yöne kaydırıldı. Orada bir fırsatı seri bir biçimde değerlendiren Osman, Sezai ile birlikte harekete geçip Fatih’i kurtardılar. Çıktıkları Sahil Yolu’nda çevirdikleri taksiyi, şoförü etkisiz hale getirip bagaja kapattıktan sonra Sezai kullandı. Eylemde kullanılan, Ali Algül‘ün diktiği doktor önlüğünün nasıl bulunduğu, basında fazlasıyla yer aldı; hatta hastanede bununla ilgili sorguya çekilenler oldu. Gerçekte ise bunda hiçbir olağanüstülük yoktu… Büyük ihtimalle Sezai’nin kaçırılmasında Fatih de olmalı ki, ikisi arasında sık sık “Ödeştik” esprisi yapılırdı.

 

Fatih’le Sezai’nin ilişkisinde çok özel yanlar da vardı. Bunun bir nedeni de birçok eylemde birlikte olmaları, birbirlerini tamamlamalarıydı. Sezai ile Fatih’in ortak ve farklı özelliklerini birlikte konuşturdukları Çankırı eylemi, macera yönüyle olduğu kadar devrimci cesaret, soğukkanlılık, militanlık ve yaratıcılık yönleriyle de müthiş bir eylemdi. Çankırı’ya yan yana bulunan kuyumcu dükkanlarına aynı anda girilecek bir kamulaştırma eyleminin son keşiflerini yapmak için gittiler. Şehir küçük olduğu için, Ankara plakalı arabaları ile aynı bölgede dolaşıp durmaları polisin dikkatini çekti. Kimlik kontrolu için durdurulmak istenince ateş açarak kaçtılar. Şehir emniyet müdürünün bizzat yönettiği takip ve çatışmaya jandarma da katıldı. Bir ara ekip arabalarından birini ele geçirdiler. Emniyet müdürü telsizden “Teslim olun” çağrısı yaparken onlar da müdüre “Sıkıysa gel kendin teslim al” dediler. Bu arada telsizden polislerin küfürleriyle birlikte bazılarının takdir sözleri gelir. En son bir tarlada bir ağacın ve tepeciğin arkasına mevzilendiler, 1-2 saat daha orada çatıştıktan sonra karanlığın bastırmasından yararlanarak tarlalara daldılar. İki gün kadar geceleri yürüyüp gündüzleri ekinlerin arasına yatarak tahminen kestirdikleri Ankara yönünde yürüdüler. Sonra Ankara yoluna çıkıp bir kamyona otostopçu olarak bindiler ve şehre 20 km kala inip yine yürüyerek Ankara’ya indiler.

 

Yaşam ilkeleri

Bunların hiçbirini Sezai bana anlatmamıştı. Ekibin dışındaki yoldaşlarla, özellikle de silahlı eylemleri konusunda sohbete girmezdi. Onun katıldığı eylemlerle ilgili bilgilere şehit düşmesinden sonra yayınlanan anlatımlardan sahip oldum. Dahası, teorik-siyasal bir konu ile ilgili saatlerce konuşmasına rağmen kendisiyle ilgili geçmişe dair hemen hiçbir şeyden söz etmezdi. Kafamı geçmişe değil, bugüne ve geleceğe yormamı söylerdi. Birlikte çalıştığımız dönemde organa ve çalışmaya ilişkin olarak düşüncelerimi sadece organda dile getirmemi ister, bunun aksini yaptığımda çok sert tepki gösterirdi. Bu, “öyle olması gerektiğinden” değil, onun devrimci örgüt kişiliğine sinmiş bir özellikti.

 

Diğer taraftan Sezai, örgüt içerisinde cimriliği ile tanınan bir yoldaştı. Onunla birlikte birçok kitle ilişkisine giderken hiç eli boş gittiğini görmedim. Şeker, çekirdek vs. mutlaka olurdu yanında. Cimriliği buralarda farklılaşıyordu. Kendi yaşamında ise, her devrimci gibi o da bu yaşamın içerisinde sigaraya başlamıştı. Fatih’le birlikte sigarayı bırakma kararı almışlar, o bir daha sigara içmemişti. Bunun tek nedeni ise sigaraya para harcamamaktı. Midesi rahatsız olduğu halde kendisine özel yemek alınıp yapılması konusunda oldukça inatçı bir tutumu olurdu. Cimriliği daha çok kendisine cimrilikti! Diğer taraftan ise örgütün ihtiyaçlarının sağlanmasında kılı kırk yararak düşünüp o ihtiyaçların temininde elinden gelen çabayı esirgemezdi.

 

Çok sıkı bir öz disiplini vardı. Her sabah düzenli olarak spor yapar, traş olur ve kıyafetlerini temiz tutardı. Yağmurlu bir günde paçaları çamurlanmamış birini görürseniz, o Sezai’ydi! Bir randevusu varsa sabah daha erken bir saatte uyanıp pantolonunu ütülemeden, ayakkabılarını temizlemeden dışarı çıkmazdı. Yazı yazmak için evde olduğu zamanlarda da, çalışmaya başlamadan önce kendisine küçük notlarla bir program çıkarır, okuyacağı kitapları masasına yerleştirir, kitaplarda okuyacağı bölümlerin arasına kağıtlar yerleştirip hazır ederdi. Yazı yazmak için önce çerçevesini çıkarıp yazardı. Rastgele değil, başkasının okuduğu zaman anlayacağı türden notlar çıkarır ve yazmaya başlayacağı zaman masayı temizler, kitapları yerine koyardı. Yazarken ne acıktığını, ne susadığını farkederdi. Bir hafta evde olmadığım bir sırada zamandan tasarruf etmek için bir tencere dolusu yumurtayı haşlamış, acıktıkça onlardan yemişti. Yaşamını düzene koymak, temiz ve düzenli olmak onun için zamandan kazanmaktı. Zaman açısından çok tutumluydu.

 

Onun hangi gün silahlı bir eylemden, hangi gün eğitim çalışmasından geldiğini hiçbir zaman anlayamazdınız. Duygu ve heyecanını dışa yansıtmazdı. Yaptığı iş onun için doğallaşmıştı ve onunla bütünleşirdi ama günlük yaşamda bu bütünleşmeyi diğer işlerinde de sağlayabilirdi. Cunta geldiğinde birçok şey eskisine göre çok daha fazla enerji gerektiriyordu. Bu enerjiyle başardığı işler, eve geldiği zaman evde yapacağı işleri ertelemesine yol açmazdı. Onda başarı sarhoşluğuna hiç rastlamadım. Daha sonradan öğrendiğim birçok silahlı eyleminden sonra bile buna hiç tanık olmadı. Sadece Fatih kaçırıldığı zaman büyük bir mutlulukla eve gelip “Fatih serbest…” demişti -benim de bilmemden dolayı duygularını açıkça söyleyebilmişti, ama ondan sonra günlük işlerine dönmüştü. En yorgun olduğu zamanlarda bile eve geldiği zaman kitap okur, notlar çıkarır, yazmaya çalışırdı. Bu, onun evdeki en “rutin” işlerinden biriydi.

 

Yoldaşlarıyla ilişkisinde en ufak bir kırılganlığını da, kırıcılığını da görmedim. En olumsuz durumlarda yaptığı şey, susup düşünmek olurdu. İnsan ilişkilerindeki inceliği, en büyük özelliklerindendi.

 

En çok anlatmayı sevdiği şey, çocukluğunda köydeki yaşamıydı. Küçük yaşına rağmen köydeki sorunların çözümünde olumlu tutumlarıyla dikkat çekmişti. Cenazesine köyünden çok sayıda insanın gelmesi, onun çocukluğunun anlatılmaya değer bir cocukluk olduğunu gösteriyordu. En çok sevdiği şey araba kullanmaktı. Mamak’ta havalandırmada dolaşırken hayalinde araba kullandığını anlatmıştı. Ama ilk denemesi başarısız olmuş, yıllarca hücrede kalmanın yarattığı refleks zayıflamasıyla karşılaşmıştı. Buna rağmen denemekten vazgeçmese de eskisi gibi kullanamadığını o da biliyordu.

 

Kendine güveni çok güçlüydü. Ama bu güven boş bir güven değildi. Yaşam ve mücadelenin ihtiyaçları üzerine kafa yorması ve yaptığı her işi bilinçli olarak yapması bunun asıl nedeniydi. Özgüvenini sürekli araştırıp kitap okuyarak, bilgisini güçlendirerek geliştiriyordu. Özellikle ustaların kitaplarını incelerken, bazı yerlerine geldiğinde onlar üzerine uzun uzun konuşur, “Lenin’i usta yapan, Stalin’i Stalin yapan bu…” derdi. Kitap okumak onun açısından sadece yazı yazmak için değil, yaşamına yön verecek, rehberlik edecek tarzda kullanmak içindi.

***

Bir komünistin boy verişi

Komünist önder Sezai Ekinci’nin yaşamını anlatan “Karanlık Çağın Filizi” (Sel Yayıncılık), tarihsel bakımdan ömrünü çoktan doldurmuş bir sistem olarak emperyalist kapitalizmin temsil ettiği “karanlık çağı” yırtmaya soyunan bir komünistin şahsında aslında bir kuşağın öyküsüdür.

 

Kuşkusuz her şey tam olarak burada anlatıldığı gibi yaşanmamıştır her birey özgülünde; ama herkes en azından kendinden bir parça, kimi zaman da kendini bulacaktır kitapta… Hele o yılları duraksamadan, ardına bakmadan bir solukta yaşamış olanlar, mücadele alanlarında, işçi toplantılarında, miting ve protestolarda, afişlemede, korsanda, silahlı eylemlerde, örgütlü yaşamın insanın içini umut ve güvenle dolduran, mücadele azmini diri tutan ortamlarında… Sezai’yi çıkarıp yerine kendilerini koyacaklardır. Yani bu kitap aslında hem Sezai’yi anlatır hem de ötesine taşar.

 

Bireyler, çağlarının hem kurucu ve devindirici bir öğesi hem tanığı hem kılavuzu olduklarında kendileri olmaktan çıkarlar bir yerde. Sezai de, çocukluğu, genç devrimciliği ve komünist oluşu aşamalarında, kimi zaman adım adım, kimi zaman belirgin sıçrayışlarla kişiselden toplumsala, dar, sınırlı ve gündelik olandan insanlığın kurtuluşuna uzanan tarihsel bir perspektife, herhangi bir arkadaşlık ilişkisinden farklı olarak bu tarihsel amaç ortaklığı zemininde kurulmuş örgütlü yoldaşlık ilişkilerinin gücünü özümseyen bir gelişim çizgisi izler. “Örgütlü yaşam bireyi öldürür!” karaçalmasının başta gelen yürütücüleri burjuvalar ve liberaller açısından, komünist ve devrimciler, “bireyin/bireyselliğin katili” ilan edilmişlerdir. Gerçekte Sezai’nin yaşamında da son derece belirgin olarak kendini gösteren birey-örgüt diyalektiği bizim ufkumuzda nasıl şekillenir ve ilişki sistematiğimizde nasıl hayat bulur?

 

Örgüt-birey ilişkisi

Bebel’in sözleriyle, “[Sahip olduğumuz] en büyük avantaj otorite tanımamamızdır. Eğer saflarımızda belli bir otorite varsa, bu bireylerin… eylemleriyle, kapasiteleriyle, fedakarlıklarıyla, kendilerini davaya adamalarıyla kazanmış oldukları otoritedir…”

 

Toplum-birey, örgüt-birey diyalektiğinin doğru yerden kurulduğunu göstermesi açısından bu kitap somut, canlı bir örnek sunar. Bu bütünleme ilişkisi, öncelikle güçlü kişilikler ister; donanımlı, çokyönlü ve fedakar bireyleri gereksinir. ‘Örgüt’ denilen organizma zaten kendine güvenen bu güçlü kişilikler arasındaki bir bütünlük, birbirini bütünleme ve büyütme ilişkisidir. “Bir kişinin özgürce gelişiminin herkesin özgür gelişiminin önşartı olduğu” bir toplumsal düzen kurma savaşı veren komünistler açısından örgüt, her bireyin kendi eksiklik ve yetersizliklerinin başkaları tarafından kapatılacağının bilinci ve güvenini duyarak yöneldiği bir birlikteliktir. Bu anlamda “boğucu”, “sınırlayıcı”, “tüketici” değil tam tersine büyütüp zenginleştirici, sınırlılıkları parçalayıp enginleştirici bir ilişkidir. Bu bütünlükte birey, kendi gücünü, yeteneklerini, mücadele isteğini ve iradesini ancak diğerleriyle birleştirdiği taktirde sonuca gidebilen kolektif bir işçidir.

Yaratım kişiseldir, eylem toplumsal. Seçimlerimiz, eşikleri atlama ve öne atılma bireyseldir, üretim toplumsal… ‘Ben’ kalarak ‘biz’ olabilmek, ‘biz’ içinde ‘ben’i geliştirme çabasında olan bir örgüt, bireysel kapasite ve yaratım zenginliğinin toplamıdır. Kişisel yetenek ve becerilerin harmanıdır. Bir örgüt ancak güçlü, donanımlı ve çokyönlü bireylerden oluşuyorsa kendini büyütebilir, proletarya ve emekçi yığınların öncüsü haline gelebilir. Bireyler ancak gerçekten devrimci, dünyayı değiştirip dönüştürebilme istek, iddia ve yönelime gerçekten sahip, güçlü ve güven verici bir örgüt varsa, kendi emeklerinin ürünlerini onun gelişiminde somut olarak görebilecekleri bir örgüt varsa sürekli ve sıçramalı bir gelişim sergileyebilir.

Sezai’de somutlanan

Gözünü budaktan sakınmayan bir kuşağın en mütevazi, en çalışkan, donanımını -hiçbir zaman- yeterli görmeyerek kendini geliştirme uğraşına hiç ara vermeyen en adanmış örneklerinden biri olan Sezai’nin yaşamı da her aşamasında bu diyalektiğin altını çizer. O, eksilmeyen bir iç dinamizm ve devrimci canlılık içindedir; gelişimin asıl itici gücünü oluşturan bu süreklilik, ondaki komünist bilinç ve dünyayı değiştirme iddiasının yaşamda ve mücadeledeki somutlanışıdır. Çünkü dinamik bir sınıf bilinci, marksizmin devrimci yöntem bilgisine hakim olma, onu pratikte de uygulayabilme yeteneğine bağlı olarak gelişir. Harcına Sezai’nin de terini akıttığı örgütü ona yeni bir ruh kazandırmış -daha doğrusu-, onun devrimci ruhunu komünist bir önder formunda yoğurmuştur. Devrimci pratik etkinliğin sonuçlarını, onun bazen gepegenç bireylerde somutlanan ürünlerini yaşayarak soluma fırsatı bir komünisti daima canlandırır ve diri tutar: “Başlangıçta eylem vardı”!

 

“Karanlık Çağın Filizi”ni asıl değerli kılan ise, mücadeleden kayıtları çoktan silinmiş, ancak geçmişte eşelenip seçerek bulabildikleri -bu arada kafalarına göre eğip büktükleri- kırıntıları parlatmaya çalışarak “ruhlarını kurtarıp” kendilerini pazarlamaya çalışanların “tarih yazımı”nın tümüyle karşı hattında yer alışıdır. O, en değerli yıllarını emeğin kurtuluşu kavgasına akıtan, proletaryanın ideolojik haklılığının kanıtı örnekler yaratan ve gelecek kuşaklara sözünü eylemle DE söyleyerek esin kaynağı olan ÖRGÜTLÜ bir komünistin çok yönlü yaşam ve mücadele öyküsüdür. Nesneldir; geçmişi, tarihsel gerçekleri yaşandığı dönemle ilişkisini kurarak anlatır. Bir komünistin abartıya, övülmeye, mitleştirilmeye ihtiyacı yoktur çünkü. Sezai bu yolları, ilerde arkasından methiyeler düzülsün, kendisine “kahraman” payesi verilsin diye yürümemiştir…

 

O kuşağın komünistleri ve devrimcileri, fedakarlık, çalışkanlık, gözükaralık, örgüt adamlığı, yoldaşından önce kendini öne atmak, tüm olanak ve potansiyellerini sosyalizm, devrim ve örgüt için seferber etmek, kapitalizmle her yönden karşıtlık içinde olmak… gibi değerlerin ve kavramların içini o dönemin ihtiyaçları doğrultusunda doldurdular. Bütün acı ve sıkıntılarına, bütün “karanlığına” rağmen o günlerin büyük bir coşku ve özlemle anılması bundandır.

 

“Karanlık Çağın Filizi”, geçmişteki Sezai’yi anlatmıyor. 40’lı yaşlarına varmamış bir komünistin en verimli çağlarının güzelliği ve doluluğu var onda. Teorik-siyasal yazıları hala güncel, hala ellerde…

“Karanlık Çağın Filizi”, geçmişteki “biz”i anlatmıyor. Bugünkü “biz”in ihtiyaç duyduğu/duyacağı kimi ipuçları ve çıkış noktaları var onda. Bütün toplumsal altüst oluş dönemlerinde sarılmamız gereken kimi halkalar var… Tutkuyla ve öğrenmek için bakan gözler açısından, geleceğe dair aydınlatıcı yönelim ve altçizmeler var…

 

“Karanlık Çağın Filizi”nde tohumdan başağa bir komünistin boyverişi var!..

***

 

Güzel bir yaz sabahıydı*

 

Battığımız dalgalardan
Yükselecek olan sizler
Zaaflarımızdan söz ederken
Unutmayın
Karanlık çağı da
Sizlerin kurtulmuş olduğu.
(…)
Bertolt Brecht

 

Hafızamın daha şaşmaz olmasını isterdim; bizden sonra gelen/gelecek kuşaklar bizim deneyimimizden de öğreniyorlar çünkü. Süzüp ayıklıyorlar tortularımızı; doğrularımız baskınsa yanlışlarımızı pek görünmesini istemedikleri yerlere zulalıyorlar, örnek alacakları esinleyici eylemleri sabırla parlatıp pırıl pırıl hale getiriyorlar.

 

Hafızam şaşmaz olsaydı, Sezai yoldaşla kısa sürmüş birlikteliğimizi de büyük bir ihtimalle daha net çizgilerle hatırlayabilecektim. Yaşanırken bu denli derinlemesine duyumsanmayan bu anlar, ya kendinizle baş başa kaldığınız poliste, işkencede, hücrede kendilerini hatırlatmak, unutulmamak için adeta öne fırlıyorlar. Ya da o yoldaşlar sizi bırakıp gittiklerinde -biraz da zorladığınız- belleğinizden fırlayıp elini kolunu sallaya sallaya arz-ı endam ediyorlar. Gözyaşlarınızı tutmayı başarabilirseniz, bir bilim adamı sükuneti ve aklıyla çözümlersiniz olguları. Başaramıyorsanız şayet ya da yol veriyorsanız duygularınıza, üzerinden yıllar geçse de gözlerdeki ışıltıyı, gülümsemedeki hınzırlığı o günmüş gibi hatırlarsınız.

 

Yiğitliğin ve alçaklığın zirve yaptığı yıllardı; 12 Eylül’ün en karanlık günleri…

 

O yıllarda devrimcilik bir yaşam biçimiydi ve mücadele herkesi yerli yerine oturturdu; bunun şaşmazlığı konusunda -yıllar içinde sınanan ve her defasında doğrulanan- hükmünü yürüten sözsüz bir ön kabul neredeyse bütün devrimcileri, komünistleri keserdi. O zamanlar yoldaşlarla ilgili “efsaneler” dolaşmazdı ortalıkta -ne olumlu ne olumsuz! Merak, devrimci yaşama gözlerini yeni açmışların peşini bırakmazdı ama kimi şeyler asla paylaşılmazdı. Bunun gibi ilkesel “tabu”larımız olmasaydı, 12 Eylül yıllarında ayakta kalmamız olanaksızdı.

 

Bizler gibi mücadelede henüz toy olanlar, onlarla ile ilgili “gerçekleri”n çoğunu, yaşamlarına yaraşır ölümleriyle öğrenirdik. Bu -burjuvazi ve gericilerin propagandasını çokça yaptıkları-, araştırmayan, sormayan, sorgulamayan körü körüne biat eden bir tipolojiden çok, tarihsel-toplumsal-siyasal zeminde kıran kırana militan bir kavganın içinde ve onun gerekleri doğrultusunda öğrenilmiş, anlamına vakıf olunmuş, benimsenmiş ve özümlenip içselleştirilmiş bir komünistin davranış biçimiydi. Birçok yoldaşımın yaşamı ve mücadelesine ilişkin temel ya da ayrıntı niteliğindeki şeyleri öğrendiğimde bazen şaşırdığımı hatırlıyorum. Fakat sözgelimi, en az tanıdıklarımdan biri olmasına rağmen -aynı organda çalışmadık, aynı evde yaşamadık, aynı cezaevinde yatmadık, mahpusken yazışmadık- içlerinde en az şaşırdıklarımdan biri Sezai yoldaştır.

 

O zamanlar kimin neden devrimci olduğundan çok neden devrimci olmadığı merak uyandırır ve garip bulunurdu. Komünist/devrimci giysisi Sezai Ekinci’nin üzerine öyle güzel oturuyordu ki, bu onun neredeyse teni haline gelmiş doğal örtüsü sanılabilirdi. Başka türlü olmasını, onun için başka türlü bir hayat düşünemezdiniz.

 

Geçmişe elimizden gelen her şeyi yapabiliriz; onu kendimizce yeniden yorumlayıp anlatabiliriz, kimi olayları ya da kişileri yerden yere vurup aklımızca çürütebilir, kendimize göre insanüstü kahramanlar yaratır onlara olağanüstü güçler biçebiliriz. Geçmişi kendimizce belki ‘değiştirebiliriz’ ama onun sonuçlarını değiştirmek gelmez hiçbirimizin elinden… ‘O geçmiş’ ve o geçmişi geleceğe bağlayan köprünün onlarca halatından biri olan Sezai yoldaş, sicimlerin, yumakların, iplerin ve düğümlerin hareketinde kendini öne çıkarmayan kimi zaman dirayetli kaptan kimi zaman çalışkan tayfa gibidir.

 

Beni önce iyimserliği ve sükuneti çarpmıştı. Bunu yüzüne çok yakışan gülümsemesi destekliyordu.

 

8 Ağustos 1981, İstanbul’un Karagümrük semti… Bir gece önceki toplantıdan sonra diğer yoldaşlar evden ayrılmışlardı. Sezai yoldaş o gün evde kalacak, ertesi gün gidecekti. Onunla ilk kez işte böyle tam bir gün geçirecektim. Yoldaşları izlemek, bir şeyleri onlarla birlikte yapmak, sohbet etmek, çeşitli konulara ilişkin görüşlerini öğrenmek, reflekslerini görmek, kafada bir “anı defteri” oluşturmak çok güzeldi. O günü hep böyle hatırlıyorum.

 

Sabah kahvaltıdan sonra ikimiz de işbaşı yapmıştık. O okuyordu; yemek masasının üstündeki yayıntıları toplamış, dikkatini dağıtacak her şeyden arındırmış, etrafı sadeleştirmişti. Masa örtüsünde tek bir kırışık yoktu. Okuyor ve not alıyordu, kalemler bile sıraya girmiş okul öğrencileri gibi dizilmişlerdi. Bir yandan işimle uğraşıyor bir yandan gözümü ondan alamıyordum. Onun çok titiz ve düzenli olduğunu daha sonra öğrenmemiş o gün anlamıştım.

 

Faşizmin gemi azıya aldığı günlerdi, ama o, sanki bir kır evinin bahçesinde kendini işine vermiş bir bilim adamı sükunetiyle çalışıyordu. O anda kafasını meşgul eden başka hiçbir şey yok gibiydi; öyle olmadığını biliyordum ama kendisini çevreleyen koşullardan nasıl yalıtabildiğine şaşkınlıkla tanıklık ediyordum. Daha yeni bir operasyon yemiştik; Bahçelievler/Siyavuşpaşa’da gece yaptığımız OÇ [Orak-Çekiç TİKB’nin yayın organıdır] dağıtımı sırasında başka bir ilden buraya gelen bir yoldaş (**) yakalanmıştı. Gerçi bildiği ev hemen boşaltmış, gerekli diğer önlemleri almış, beklemeye başlamıştık. Hiçbir haber de yoktu, olumlu-olumsuz herhangi bir belirti de… Sezai yoldaş yakalananı tanıyordu. İzlenimlerini, yorumlarını ve beklentilerini sordum. Daha önce gözaltına alınmış mıydı, işkenceden nasıl çıkmıştı, “sağlam” bir yoldaş mıydı,.. gibisinden bir dizi soru…

 

Hiç kuşku yok ki bu türden sorulara matematik kesinliğinde yanıtlar verilemez. Belki böyle sorular sormak bile abestir; benimki deneyimsizlikten kaynaklanıyordu. Bu tür soruları insan içinden sorar ama pek dillendirmez. Ben dillendirmiştim işte!.. Evet, sert bir yanıt ihtimali de vardı, bunu göze almıştım. Sezai yoldaş çok sakin bir şekilde, yakalanan yoldaşın çözüleceğini sanmadığını söylüyordu. Örnekler veriyordu; bunu mutlak bir kesinlik olarak ifade etmiyor, güçlü bir olasılık olarak vurguluyordu. Faşist diktatörlüğün saldırılarına, faaliyetimizin içeriğine, alanlarda yapılması gerekenlere, vs. konularda sohbetimiz aktı gitti.

 

Okuduklarını, yaşadıklarını sindirmiş insanların doğallığı, rahatlığı ve güveni vardı üzerinde; bu rahatlık ondan karşısındakine akıyor, kişiyi gerilimlerinden arındırıyor, insana dünyaya meydan okuma cesareti veriyordu. Hepimizin canını dişine takarak tarihte bir çentik olmaya, sersemletilmiş işçi sınıfı ve kitle hareketini en az hasarla ayağa kaldırmaya, faşizme karşı ölümüne dik durmaya çalıştığımız “sıradan” günlerden biriydi işte… Kendi ölümü yakın, yoldaş ölümleri uzak geliyordu insana. Birçoğumuz açısından kaçınılmaz bu gerçeği adımız gibi bilmemize rağmen, kapımızı çalmadan hiçbir ölüme hazırlanılamıyordu.

 

Gün akşama devrilirken Sezai yoldaş benden leğen ve deterjan istedi, gömleğini yıkayacaktı. “Sabaha kadar kurumayabilir…” diye itiraz edecek oldum, “Ütüyle kuruturum” dedi. Normali yaşıyorsa, onu kimse kirli ya da ütüsüz bir gömlekle görmemiştir. Tiril tiril olmalıdır üstü başı, saçları ve traşı bir komüniste yakışır tarzda olmalıdır… İllegalite koşullarının gerektirdiği zorunlulukların dışında onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır temizlik ve düzen…

 

İyimserliği bana da bulaşmış; sabah onu geçirdikten sonra dilime bir türkü bile dolanmıştı. Gülümseyen yüzü, muntazam dişleri “her zorluğun üstesinden geleceğiz/ her şey yoluna girecek” edası, gerçekten çok üstüste gelen açmazlarla daraldığım bir sırada imdadıma yetişmişti. Bu sabah kendimi uzun zaman olmadığım kadar keyifli hissediyordum. Benim de dışarda işim vardı ve Fatih’teki Saraçhane Geçidi’ne indiğimde etrafta sabahki vahşetten hiçbir iz yoktu. Oysa o saatlerde Sezai Ekinci’nin tertemiz beyaz gömleği katillerin kanlı elleriyle kirletilmeye başlanmıştı. O sırada hiçbirimiz bunları bilmiyorduk.

 

Sezai yoldaşın, komünizmin özgürlük, iyimserlik ve insanlık dünyasından inanmış bir sınıf devrimcisinin bir gece önce direnişine umut beslediği zavallı, daha önce bu hatta gördüğü yoldaşlardan biri yine oralardan geçer hesabıyla oraya pusu kurdurmuş, ekip arabasının içinde boğazına kadar pisliğe batmış olarak avını bekliyordu.

 

Sezai Ekinci -kayıtlara geçen sahte kimlikteki adıyla Yakup BIYIK-, 136 gün sürecek işkence ‘serüvenine ‘ işte o evden güle oynaya çıktığı sımsıcak bir Ağustos sabahında başlamıştı: “Güzel bir yaz günü daha başlıyordu. Günlerden 9 Ağustos 1981, Pazar. Sabah 08:00 sularıydı. Üzerimde kısa kollu, beyaz bir gömlek vardı. Topkapı tarafından Kadıköy yakasına gidecektim…” (Adressiz Sorgular’dan…)

 

(*) “Karanlık Çağın Filizi” kitabından Oya Açan’ın anlatımıdır

(**) Sözü edilen kişi, hain Adil Özbek’tir. 1981’deki yakalanmasında çözülmüş, Sultanahmet ve Metris Cezaevlerinde yattığı kesitte itirafçılaştı, ihanetin teorisyenliğine soyundu. 1991 yılında TİKB tarafından cezalandırıldı.