“Sınıf devrimciliğinde ısrar, devrim ve sosyalizmde ısrarın kendisidir”

Ben TİKB’yi bugünkü fiziki sınırlarıyla değil; tarihi boyunca yarattığı izler, oluşturduğu birikim ve bugün dışımıza düşmüş olsalar da şu ya da bu düzeyde bizimle ruhsal bağlarını koruyan geniş yoldaşlar toplamıyla birlikte düşünüyorum

Hangi dönemde, nasıl devrimci oldunuz?

Çocukluğu “devrimci”, ilk gençlik yılları apolitik sayılacak bir kuşaktık biz. Daha ilkokul sıralarındayken kapımızda, sokağımızda, okulumuzun çevresinde askerin çizdiği sınırları hissetmemiz, kabul etmemiz dayatılmıştı. Çocukken büyüklerimizden izlediğimiz devrimci ritüelleri, sloganları haykırırken hatta “şu örgüttenim” derken bir anda başka bir dünyaya fırlatılmışız gibi karşılamıştık 12 Eylül’ü. Çocuk gözlerle izlerken olup bitenleri tedirginlik, topluma çizilen katı sınırlar hiç farkına varmadan içselleşiyordu bizde de.

Çekirdek ailem antifaşist-demokrat sınırlarda bir politik tutuma sahipti. 12 Eylül’ün baskı ve eziyetlerinin nispeten dışında kalmıştı. Evimiz basılsa da babam evde olmadığı, bizler de daha çok küçük olduğumuz için fazlaca görüş alanlarına girmemiştik. Fakat doğup-büyüdüğüm ilin güçlü bir devrimci atmosferi vardı ve bunun bir anda bambaşka bir evrene dönüşmesinin, baskının-zulmün evimize uğramasa da çevremizde kol gezmesinin şaşkınlığıyla üniversite yıllarına geldim.

12 Eylül akraba çevremin, tanıdığım insanların işkenceli sorguları demekti benim için aynı zamanda. Teyzemin eşinin dişlerinin çekilmesi, köylülerimizin uçurumlardan sallandırılmaları anlatılırdı. Duymamız da istenmezdi ama sessizce dinlerdim her şeyi.

BÜYÜLÜ BİR ARAYIŞ DÖNEMİ

İçimde sessizce biriktirdiğim gözlemler, hissettiklerim ve öğrenebildiklerimle adım atmıştım üniversiteye. Ciddi bir sosyal uyum sorunu yaşıyor, bambaşka bir dünyaya gelmişim gibi hissediyordum kendimi. 12 Eylül’den sonraki ilk kıpırdanmaların yaşandığı bu dönemde sosyal arayışlarım, içimdeki doğal antifaşist-demokrat damar beni gençlik hareketinin içine çekmişti.

Kürt hareketinin ve TDH’den çeşitli örgütlerin güç oldukları bir okuldu. Sanırım sessizliğim, anlama çabam ve başka bir hayat arayışım o sıralar abi-abla dediğim devrimcilerin de ilgisini çekmişti. Hemen hepsi beni örgütlemeye çalıştı desem yalan olmaz. Hepsini seviyor, hepsiyle görüşüyordum. Bazıları eğitim çalışmalarına katıyorlar ve beni örgütlediklerini sanıyorlardı. Bense ne olduğunun farkına bile varmadan bu ilişkileri sürdürüyordum. Tüm bu süreçteki varlığım kelimenin gerçek anlamıyla saf bir sosyal arayış şeklinde tanımlanabilir. Bunun siyasallaşması daha sonra oldu.

O dönem gerek işçi sınıfı hareketi gerekse öğrenci gençlik hareketi 12 Eylül’ün yarattığı kışla düzenini örgütlenerek parçalama arayışıyla karakterizeydi. Öğrenci gençlik dernekleri kuruluyor, işçi eylemleri bir dalgaya dönüşüyordu. Toplumun nefes alamaz hale getirilmiş ciğerlerine temiz bir soluk doluyordu. Yaşanan her şeyiyle yeni bir kurucu süreçti.

Yıkılmış ve aslında kötü bir yenilgiyle enkaza dönüşmüş devrimci hareketin ve genelde toplumsal hareketin kendisini ifade edebileceği kanallar yarattığı bu dönemde de her kurucu dönemde olduğu gibi canlı ideolojik-siyasi tartışmalar yaşanıyordu. Fakülte kantinleri, bahçeler baskı ve sindirme çabalarına aldırmadan birer Agora’ya dönüşmüştü. Devrim stratejileri tartışılıyor, politika ve taktikler üzerine saatlerce süren kritikler yapılıyordu. Bu denli güçlü bir politik atmosfere kapılmamak, onun temel gündemleriyle bir şekilde buluşup, araştırmaya yönelmemek mümkün değildi.

Büyülü bir dönemdi bence.

‘İZLEYİCİ’ OLMAKTAN ÇIKIP SAFIMI SEÇMEYE

Aynı zamanda devasa çelişkilerin gölgesinde yaşanıyordu tüm olup bitenler. Türkiye cephesinde her şey yeniden filizlenmeye, kendisine yol açmaya çalışırken revizyonist kamp çöküyordu. Sosyalizm tartışılıyor, en azından varlık yokluk sorununu çözerek yeniden kurulmaya çalışılan TDH bileşenleri tartışılan sosyalizmi liberal dalganın ters yönünden sahipleniyordu.

Bu sahiplenmeyi seviyordum.

Kişisel-ahlaki duyarlılıkları olan biriydim, öyle büyümüştüm. Dayanışmaya, dostluğa, paylaşmaya değer veriyordum. Sosyalizm benim için ilk olarak buydu. Sezgisel olarak onu çok seviyordum. Mevcut düzeni benimsemem mümkün değildi. Alternatifin sosyalizm olması gerektiğine inanıyordum, aklım erdiğince.

Sadece bu konu tartışılmıyordu. 12 Eylül, yenilgi, yenilginin nedenleri, çıkarılması gereken dersler ve bunlar ışığında nasıl bir örgütlenme, siyaset ve pratik geliştirmek gerektiği de aynı canlılıkla tartışılıyordu. TDH kendisine yeni bir kimlik, yeni bir maneviyat yaratma çabasındaydı. Bir bütün olarak ideolojik-siyasi-örgütsel kuruculuk arayışı sözkonusuydu.

Kişisel olarak bu sürecin izleyicisiydim, onun bir daha ileri bir parçası olmak epey bir gözlem, sezgi, tartışma, anlama çabasından sonra geldi.

TİKB’yle buluşmam bu çabanın somutlanmış haliydi. Bir nicelik birikiminin nitel sıçramaya dönüşmesi gibiydi tercihim.

Neden TİKB’yi seçtiniz?

TİKB’liler okulda örgütlüydü, evime de gelip giderlerdi fakat ben onların TİKB’li olduğunu bilmezdim. O zamanlar TİKB’yi de tanımıyordum. Farklı bir auraları, çekim güçleri vardı fakat isimlerini bile bilmediğimiz kadar “gizliydiler”. Ev arkadaşımı örgütlemişlerdi. Beni de izliyorlardı anladığım kadarıyla. Bir gün evi temizlerken Orak-Çekiç’in bir sayısıyla karşılaştım. Sonradan öğrendim ki zaten görüp bulmam için öyle ortalığa bırakmışlar.

O sayıdaki yazıları bir solukta okuduğumu hatırlıyorum. Artık belirli kavramlarla düşünebilecek bir birikim oluşmuştu dağarcığımda, o açıdan da kavramam-anlamam güç olmamıştı. Okuduklarım sarsıcı bir etki yaratmıştı bende.

Adressiz Sorgular’la da böyle bir karşılaşmam olmuştu. Onu da aynı tutkuyla okumuştum. Çocukluk yıllarındaki gözlemlerim, hafızama yer etmiş her şey canlanmış gibiydi. İşkencede çözülenlerin verdikleri zararlara duyulan öfke derin bir etki bırakmıştı. Bu açıdan şimşek çakar gibi bir anda ortaya çıkan bir etki değildi bu. İçten içe sessizce biriktirdiğim bir dağarcığın açığa çıkması, aradığıyla buluşması gibi bir şeydi.

Belirttiğim gibi o zamanlar sosyalizm tartışmaları çok canlıydı. Mesela Çavuşesku’ların kurşuna dizilmesi üzerinden dönen bir tartışmayı anımsıyorum. O tartışmalar benim için sezgisel de olsa “nasıl bir sosyalizm?” sorusunun da yanıtı gibiydi. O zamanki bilincimle “Gerçekten sosyalizm olmuş olsaydı halk bu denli karşıtlaşır mıydı?” sorusu etrafında şekilleniyordu tartışmaları algılayışım. “Çavuşesku’ya kalkan eller kırılsın” denilmesini anlamam ve katılmam mümkün değildi.

Sosyalizmi ideal, daha doğrusu ütopik haliyle hissediyor, duyumsuyordum. Sezgisel olarak da mevcut durumun sosyalizme dönük bir tepki değil sosyalist gibi görünmeye duyulan bir tepki olarak algılıyordum. Bu tartışmalar benim için ideolojik bir tercihin de altyapısı oluyordu. Hayatıma giren revizyonizm kavramıyla ilgili olarak o zamanki sınırlarımda epey bir okuma yapmış, sosyalizme dair sezgisel-duygusal bağlılığımın teorik bir algılayışa dönüşmesine yönelmiştim. Demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmaları, Nisan Tezleri, Lenin, Marx, Stalin… hayatımın göbeğine oturmuştu.

Fakat buna rağmen halen örgütlü mücadelenin anlamı konusunda olgunlaşmış bir bilinçten uzaktım, dolayısıyla bir tercihe yönelmemiştim. Bir süre sonra Orak-Çekiç, Adressiz Sorgular, sosyalizm ve devrimin sorunları tartışmaları beni TİKB’ye yönlendirmeye başladı ve onunla dolaysızca tanışmak istedim.

TİKB’LİLERDE ‘BAŞKA BİR ŞEY’ VARDI

Bu tercihimde TİKB’lilerin sözünü ettiğim kültürel dokularındaki belirgin farklılıklar da etkiliydi. Onların doğrudanlığı, savundukları şeylerdeki tutkulu halleri ve çevrelerine yaydıkları enerji-dönüştürücü etki beni de sarıp sarmalıyordu.

Kentli bir hareketti X, kadroları da bu kültürü taşıyordu. TDH’nın tanıdığım bileşenlerinden farklı karakteristik özelliklere sahipti. Çocukluğumda biriktirdiğim ve bende adeta bilinç altı haline gelmiş feodal dar görüşlülüğe, feodalizmin olumluluklarının devrimcilikle karıştırılmasına, hatta bunun yer yer gerici özelliklerle yansımasına duyduğum tepki bu noktada da açığa çıkıyordu. TİKB’liler bu özelliklerden uzaktı, bana göre onlarda başka bir şey vardı.

Bu bileşim yolumu TİKB’ye çıkardı. Onun temel kadrolarıyla yaptığım görüşme beni adeta büyülemişti. Kafamda oluşturduğum bir TİKB algısı ve beklentisiyle gitmiştim o görüşmeye ve o büyü bozulmamıştı. Büyük bir mutluluktu benim için. Hatırlarım, yürürken bile içimden “Ben TİKB’liyim” diye tekrarlar, bunun sevincini duyardım.

Buna rağmen yaşamımı her şeyiyle mücadeleye hasretmek, devrimci olmayı yaşam tarzı haline getirmek, daha ileri mevzilerde yer almak gibi bir karar için epey bir hesaplaşma yaşamıştım kendi içimde. Keza “yola çıkarsam dönüş olmamalı, her açıdan TİKB’nin değerlerini taşıyabilmeliyim” gibi ahlaki bir iç sorgulama süreci yaşamıştım. Kendimi bu konuda netleştirdikten sonra özgürleşmiş ve yoluma bu süreci tamamladıktan sonra devam etmiştim.

Size göre TİKB’li olmak ne anlama gelir? Ya da soruyu şöyle soralım: TİKB’yi farklı kılan ve TİKB yapan temel değerleri nasıl tanımlarsınız?

-Bana göre TİKB’li olmak tarihsel-toplumsal gelişmeler ve süreçlerle diyalektik ve tarihsel materyalist bir yaklaşımla ilişkilenmek demektir. Gerek kişisel gerekse örgütsel olarak çok zor durumlarda bile hep geleceğe dönük dinamikleri görebilmek ve bundan güç-umut devşirecek bir iyimserliğe sahip olmak demektir. TİKB’li olmak bu açıdan devrimci bir iyimserliği, devrim ve sosyalizm davasına tutkulu bir bağlılığı ve o bağlılığı her zorlu süreçte sözünü ettiğim diyalektik tarihsel materyalizmin prizmasından bakarak sürekli tazeleyebilmeyi ifade eder.

TİKB ve TİKB’LİLİK ÖZÜMSENMİŞ MİLİTAN BİR SOSYALİSTLİKTİR

Bu karakteristik özelliğimizi kaybetmiş olsaydık onca iç krize, onca nesnel-öznel zorluk ve yetmezliğe karşı kişisel olarak da hareket olarak da dayanamazdık.

Yine bununla birleşik olarak TİKB, her tarihsel dönemde stratejik eksenini korumak, politika ve taktik üretirken bu eksenden kopmamak, ama aynı zamanda bu eksenin güncel-tarihsel gerçeklik içinde taktik ve politika diline dönüştürebilmek demektir. İdeolojik bir omurgaya sahip olmaktır kısacası.

Bunların hayatta ne ölçüde karşılığı var diye sorulabilir. Ya da “öyle de bu tutarlılık geniş bir toplumsal hareket içinde sınandı mı ki” de denilebilir. Bence TİKB’nin genlerine işlemiş bu militan sosyalizm sayısız zorlu sınavdan geçti ve ayakta kalan kadrolarının bilincinde de köklü bir yer edindi. Yaşadığımız onca kriz ve kan kaybına rağmen eğilip bükülmeyeceğimizi bir kez daha gösteren bugünkü devrimci irade ve ısrarın kaynağı da bu özümsenmiş özelliğimizdir zaten.

TİKB bu ısrarını donmuş kalıp olarak genel bir sosyalizm propagandası ya da her türlü gelişmeye kitabi bir sosyalistlik gömleği giydirmekle değil, tersine tarihsel-toplumsal gelişmeler karşısında süreçleri devrimci ve dinamik bir noktadan okuyabildiği ve politika diline çevirebildiği için sürdürebildi diye düşünüyorum. Kitabi bir sosyalistlikten, donmuş-kalıpçı bir yaklaşımdan uzaktır TİKB. Her gelişmeyi Lenin’i, Marx’ı kabaca tekrarlayıp ruhunu kurtaracak, kendisini bilmem hangi sapmaya karşı efsunladığını düşünecek bir donmuşluktan uzaktır. Bundan uzak olduğu kadar pragmatist, günübirlik ve ekseni olmayan “anın” devrimciliğinden bir o kadar uzaktır. Ona olan içten sevgimin en önemli yönlerinden biridir bu.

TİKB AYNI ZAMANDA SAMİMİ BİR DEVRİMCİLİĞİ İFADE EDER

Ne sosyalizmi donmuş bir kalıpçılıkla, sakil bir gömlek gibi taşıyanlara benzer TİKB ne de bir hareketi, kadroyu militan sosyalizmden uzaklaştırıp giderek çözecek bir pragmatizmle hareket eder. En zorlu zamanlarında, en karmaşık durumlarda bile onun ışığını gündelik olanın, politik ve taktik olanının ruhuna işlemesiyle ayrılır genel bir devrimcilikten.

TİKB benim için aynı zamanda samimi bir devrimciliği ifade eder. Diplomasiden, politik davranmaktan uzak bir doğrudanlığı, açıklığı… “Ne söylerse odur” demek anlamına gelir.

TİKB PROLETER SINIF DEVRİMCİLİĞİNDE ISRAR VE TUTARLILIK DEMEKTİR

İşçi sınıfı devrimciliğindeki tutarlılık demektir. Tarihinin kimi kesitlerinde bunda ciddi sapmalar olsa da mayasında bu vardır TİKB’nin.

Nesnel-tarihsel koşulların geçmişten çok farklı ve olağanüstü elverişsizliği yanında güç ve imkanlarımızın da dibe vurduğu 2010 sonrasında bile sınırlarını zorlayarak bu anlayışa uygun bir pratikte ısrar-örnek yaratma çabası bunun ifadesidir.

Sınıf çizgisindeki tutarlılık kadar sınıfın özneleşmesi konusundaki çabası, onun özneleşmesini grup çıkarlarının üstünde görmesi değerlidir benim için.

TİKB’nin kurucu kadrolarının grup döneminde bile sınıf çalışmasındaki ısrarları, TİKB’nin temellerinin bu ısrar içerisinden atılması -sonrasında kimi sapmalar, darlıklar ve hatalar olsa bile- onun esas çizgisini ifade eder. Fatih’le Ali Akgün’ler, Hamido’lar, Mehmet Ali’ler, Tahsin’ler, Ethem’ler, Maviş’ler, İsmail Abi’ler ve sayamayacağım yoldaşlar zinciri bu konudaki ısrarın nasıl bir süreklilik taşıdığının ifadesidir.

TİKB’LİLİK KENDİSİYLE HESAPLAŞMA CESARETİDİR

TİKB’nin kendisine karşı özeleştirel bir tutum takınması, yaşadığı krizlerin basıncıyla da olsa tarihi, eyleyişi, şekillenişi, yapısal hata ve hastalıklarıyla hesaplaşma cesareti gösterebilmesi onun diğer bir meziyetidir diye düşünüyorum. Çünkü bu devrimci anlamda bir yenilenme ve yeniden yeniden kurucu bir irade kuşanmak demektir.

Devrim ısrarından vazgeçmeyenler, tüm hatalarına, zaaflarına rağmen onlarla yüzleşme cesareti gösterebilenlerdir. Öbür türlüsü korkunç bir dar görüşlülüğe, statükocu bir rehavete ve giderek gericileşip kendinle çelişecek bir noktaya götürür bireyi de kolektif gücü ifade eden örgütü de.

Elbette mesele aynı zamanda bu hesaplaşma ve özeleştirelliğin yaşamda da pratik karşılığının yaratılabilmesi, neşter vurulan alışkanlıklar, zaaf ve yetmezliklerin üzerine gerek tek tek bireyler gerekse kolektiflerin gidebilmesidir. Öbür türlüsü günah çıkarmak olur ki, bunun da varacağı yer ya çıktığın yere geri dönmek ve onun içinden bir statükoyu ısrarla sürdürmek ya da çözülüp gitmektir.

TİKB yakaladığı samimi özeleştirelliği ideolojik-siyasi boyutlarıyla sistematik bir düzeye çıkarsa da bunun pratik karşılığını yaratmakta ciddi sıkıntılar yaşıyor. Ulaştığı anlamlı sonuçları nesnel ve öznel dezavantajların yarattığı sınırlamalar nedeniyle somut bir kurucu iradeye dönüştürmekte ciddi yetmezlikler yaşamaya devam ediyor. Fakat buna rağmen bir gerçeğin bilincine varmış olmanın gücüyle kendi kendisiyle kavgasından, kendi kendisini yeniden yaratma yönelimi ve ısrarından vazgeçmiyor. Devrimci olanlar için bu değerlidir.

Bugünden geriye doğru baktığınız zaman nelerle gurur duyuyor, nelerin pişmanlığını yaşıyorsunuz?

Kişisel olarak kendimle hiçbir zaman barışık olmadım. Sayısız yetmezliğim, sınırım, zaaf ve zayıflığım var. TİKB bana bunlarla birlikte yürüme iradesi, bunları yaşamın içinden çözerek ilerleyebilme dirayeti ve iç diyalektiğim konusunda kendimle kavgalıyken bile her yıkılanı yeniden kurma ısrarını kazandırdı.

Militanlığı esas olarak buradan kavradığımı düşünüyorum. TİKB’nin bana kazandırdığı kültürün en önemli sacayağının bu militanlık anlayışı olduğuna inanıyorum.

Kendimi de yoldaşlarımı da oldukları gibi kabul etmek ve “olanı” mücadelenin ihtiyaçları temelinde sürekli olarak yenileyebilmek, bunun çabasını-devrimci etkileşimini yaratabilmek… Tüm zayıflık ve zaaflara rağmen bu iradeyi, yenilenme isteği ve yönelimiyle de iç içe geçecek şekilde tazeleyebilmek… Bunun insana en güçsüz olduğu anda bile güç aldığı bir dinamik olarak alttan alta işlediğini düşünüyorum. Aynı şey hareketin kendisi için de böyle… Daha ne isteyeyim

KİŞİSEL PİŞMANLIKLARIMI ÖRGÜTSEL BÜTÜNLÜKTEN KOPARMIYORUM

Mücadele hayatım içinde sayısız pişmanlığım var. Kişisel pişmanlıklarımı örgütsel bütünden bağımsız ele almayı elbette doğru bulmuyorum. Fakat kimi noktalarda bu kişisel zayıflık ve zaaflarımla da birleşik olarak bazı süreçlerde devrimci bir irade geliştiremediğimi, özne olma konusunda yalpaladığımı biliyorum.

Bu özelliğim, gerek yeni bir kurucu irade geliştirmenin tarihsel bir zorunluluk olduğu bugünkü koşullarda gerekse örgütün bu noktaya gelişinde belirleyici önemde olan ve her biri ideolojik-siyasi-örgütsel boyutlar taşıyıp, tarihsel eşikleri ifade eden iç kriz süreçlerindeki ahlaki kaygıların, yaklaşımların üzerine çıkan bir devrimciliği, özgürleşmeyi yaşamamış olmamda cisimleşir.

Özneleşememek, sağlam bir irade geliştirip onun arkasında ısrarla duramamak aslında zorunluluğun kavranamaması, iktidar bilincinin olmaması ya da zayıflığıyla doğrudan ilişkili bir sonuçtur. Her iki iç kriz sürecine dönüp baktığımda sürecin içinde adeta sürüklendiğimi, kafamın açık olduğu konularda bile kimi tali kaygıları öne çıkararak titrek bir duruş hatta tarihsel olarak gerici bir tutum takındığımı düşünüyorum.

Başında da belirttiğim gibi bu tek başına bireyle açıklanabilecek bir şey değildir, örgüt-kadro diyalektiğinin yaşamda ifade kazanmasıdır aynı zamanda. TİKB kadrolarının hemen hepsinde bir şekilde varolan ve bugün de hesaplaşmaya devam ettiğimiz önderleşememe, ortaya çıkacak sonuçları göğüsleme iradesi geliştirememe, bu iradeyi hep daha yetkin ve gelişkin olduklarını düşündüğümüz yoldaşlara teslim etme sorunudur.

KİŞİLERİN OYNADIKLARI TARİHSEL ROLLER KENDİNİ ASIL KRİTİK KESİTLERDE GÖSTERİR

Fakat bu böyleyken, sorunu tek başına örgüt-kadro diyalektiğiyle açıklamanın da devrimci bir tutum olmadığını düşünüyorum. Bu özellikleri de ağırlaştıran kişisel alışkanlıklarımızın, mizaç ve ölçütlerimizin üzerinden atlamamak gerektiğine inanıyorum.

Kişilerin tarihsel süreçler üzerinde oynayacakları roller aslında böylesi kritik süreçlerde söz konusu olabilir. Ben kendi açımdan o rolleri, örgütün çıkarlarını, devrim ve sosyalizm davasının çıkarlarını her şeyin üzerinde tutacak bir militanlıkla oynayamadığımı düşünüyor, biliyorum. Ahlaki ölçütlerin, tali kaygıları stratejik olanların yerine koyan bir körlüğün ve en önemlisi de benimsenmiş, üstünü kazıdığınızda tercih edilmiş edilgenliğin ciddi payı olduğunu belirtmeliyim.

İlk kriz döneminde örgütsel deneyim bakımından çok gençtim, kendimden bu belirttiklerimi beklemem haksızlık olur. Fakat örgütü çözen, ciddi bir yıkım yaratan yaklaşık 5 yıla yayılan son kriz dönemindeki pratiğimi düşününce bugün kendime “demek ki yeterince tutkulu bir militan değilmişsin” diyerek sitem ediyorum!

HER BİRİ TARİHİN DEVRİMCİ OKUMALARI OLAN METİNLER VAR ÖNÜMÜZDE

TİKB’nin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyor, bu noktaya gelişini nelere bağlıyor, nasıl açıklıyorsunuz?

TİKB’nin bugünkü duruma gelişine dair çok yazılıp çizildi. Yazılıp söylenen her şey ve onlardaki samimi yaklaşım TİKB’nin tüm elverişsizliklere, sınırlara, zorluklara rağmen ısrarla yaşatılması iradesinin temel dayanaklarından biridir.

O krizlerden devrimci köklerinden kopmayan yeni bir parti anlayışı, yeni bir program, tarihimizin devrimci bir eleştirellikle irdelenmesi çıktı. Aslında her biri tarihin devrimci okumaları olan bu metinlerde tespit edilen her şeyi benimsiyor ve onlardan güç alıyorum.

Oralarda da belirtiliyor. Biz ideolojik-siyasi-örgütsel bütünlüğü olan, kökleri tarihimize uzanan zayıflık ve yapısal zaafların üzerine gitmediğimiz, bunları fark edecek bir yaklaşımdan bile uzak olduğumuz için bugün geldiğimiz noktaya dayandık. Önderlik kadrolar ilişkisi-politikaları, demokrasi-merkeziyetçilik dengesindeki köreltici orantısızlık, politika üretim süreçlerinin örgütün bütününe taşınmaması ve o bütünün bu süreçlere katılımla kendisini de örgütü de dönüştürme iradesini pekiştirmesini sağlayamayışımız başta olmak üzere birçok zaaf ve zayıflık sonucu bugünkü noktaya geldik.

TİKB seçkin kadrolara sahip bir örgüttür. Fakat kadroları gerek ideolojik-siyasi donanım gerek örgütçülük ve çok yönlülük, direngenlik ve ısrar konusunda önemli meziyetlere sahip olsa da iktidar bilincinin zayıflığı kolektifin bütününde de onlarda da belirgindir. Kendi adıma bu zayıflık en temel sorundur, olmaya da devam ediyor.

Başından beri seçkin özelliklere sahip çekirdek önderlik kadroları ile diğer kadrolar arasında etkin-edilgen bir ilişkinin olması, üreten-uygulayan ikiliğinin çeşitli mekanizmalar-iradi zorlamalarla aşılamamış olması, çekirdek önderlikte yer alan kadroların özellikle bazılarının fetişleştirilmesi ve bunun da onlarda bir başdönmesi- bürokratlaşma hatta “Her şeyi ben belirlerim” megolamanisi yaratması, müdahaleciliğin önderliğin kolektifleştirilememesi nedeniyle tek tek kadrolarda çarpık biçimlerle tezahür etmesi … gibi birçok sıkıntı ve sorunlu özellik sıralayabilirim.

İşin örgütsel boyutlarına dair -ki bunların bazıları ideolojik nitelikler de taşır-daha pek çok şey söylenebilir ve söylenmiştir de.

TİKB’nin esas damarları sınıf devrimciliğine uzanır, bu damar çok köklü ve derindir. Tarihimizin kimi dönemlerinde bundan uzaklaşmanın ağır bedellerini ödedik. İşçi sınıfından kopuk devrimci bir çalışmanın stratejik yönelimlerimizle çelişmesinin ötesinde bizi en önemli beslenme kaynaklarımızdan da mahrum bıraktığını biliyoruz. Bu çalışmanın yarattığı öz denetim, enerji ve uzun solukluluk bile örgütsel iklimimizi, iç ilişkilerimizi, mücadeleyle kurduğumuz ilişkinin kendisini belirleyecek bir manivelanın kendisidir.

Sınıf devrimciliğinde ısrar devrim ve sosyalizmde ısrarın kendisidir. Biz bugünkü halimizden de bu tartışılmaz gerçeğe sıkıca tutunarak çıkabiliriz.

TİKB BUGÜNKÜ BİR AVUÇ YOLDAŞTAN ÇOK DAHA FAZLASI

Bu durumdan çıkış için sizce ne yapılması lâzım?

İlk kriz dönemiyle de doğrudan bağlantılı (aslında tarihsel-yapısal hastalıklarımızla) olan ve 5 yıl süren o çürütücü son kriz döneminde tasfiyeci-aydın elitizmine zamanında net bir tutum almayışımızın, örgütün bütünlüğünü korumayı esas almayan/alamayan yaklaşımların sonuçları çok ağır oldu. Birçok nitelikli yoldaşımızı o çürütücü süreçte kaybettik.

Örgütsel faaliyetin “Büyük dönüşüm çözümlemesi olmazsa hiçbir şeyi değiştiremeyiz” yaklaşımıyla resmen sabote edildiği o sürecin bir parçası olarak bu enkazın sorumluluğunu ömrüm boyunca taşıyacağım.

Hayatımla özdeş olan TİKB’nin, TİKB kültürü ve mirasının yaşatılması için elimden gelen değil daha fazla çaba harcamam gerektiğini biliyorum. O sürecin bende ve başka yoldaşlarımda yarattığı yorgunlukların, bıraktığı lekelerin farkındayım. Yenilgiden çıkmış bir asker gibi yaralarımızı sağaltmaya, ruhumuzu arındırıp, yolumuza devam etmeye çalışıyoruz.

Bir avuç yoldaşla yapıyoruz bunu. Oysaki TİKB’nin bu bir avuçtan ve bugünkü maddi güçten çok daha fazla bir şey olduğunu biliyorum. Yarattığı değerler, sökülüp atılamayacak kültür ve geleneğiyle bu zaten böyledir. Fakat kelimenin gerçek anlamıyla da böyledir. Onlarca eski TİKB’linin şu ya da bu şekilde halen onu izlediği, anlamlı her gelişmede onurlandığını, büyük acıları karşısında (kaybettiğimiz Ethem, Mavi ve İsmail Abi) en az bizim kadar derin ve samimi bir acı duyduğunu biliyorum.

O açıdan ben TİKB’yi bugünkü fiziki sınırlarıyla değil; tarihi boyunca yarattığı izler, oluşturduğu birikim ve bugün dışımıza düşmüş olsalar da şu ya da bu düzeyde bizimle ruhsal bağlarını koruyan geniş yoldaşlar toplamıyla birlikte düşünüyorum. Samimiyetini koruyan her “eski” yoldaşı geniş anlamda yoldaş olarak görmeye devam diyorum. Bu gücün her anlamlı atılım ya da pratikle ya da tarihin her kritik eşiğinde TİKB’nin gövdesiyle bütünleşecek bir potansiyel olduğunu hissediyorum. Bu bilinç ve netlikle onlara “Bu anları beklemeyin, birlikte yaratmak için düzeyi ne olursa olsun el verin” diyorum.

Çalışmalar sırasında darlıklarımız, yetmezliklerimiz, ısrarla sürdürdüğümüz geri alışkanlıklarımızla kırdığımız, incittiğimiz, birbirimizi karşılıklı dönüştürme diyalektiğinden saptığımız için dışımıza düşen tüm yoldaşlara kendimize de TİKB’ye de bir kez daha şans verelim diyorum.

Korkunç bir emek ve tarifsiz acılarla inşa edilip bir ruha dönüştürülmüş TİKB’liliği 21. yüzyılın tarihsel-toplumsal koşullarında gelin bir kez daha hep birlikte üretelim!

Aktif mücadele eden yoldaşlara da kendime de diyorum ki, kapsamlı bir tasfiyecilik sürecinin bizlerde yarattığı lekeleri, alışkanlık ve statükoları canlı bir etkileşim ve ısrarlı-bilinçli bir yönelimle parçalamak için daha köklü bir hamleye kalkışalım! Dünün artık ölü bir deriye dönüşmüş sorunlarını, kimi kişiselleşmiş gerici birikimlerini bir kenara bırakıp özgürce yürüyebilmemiz için daha fazla örgütçülük, daha fazla ideolojik siyasi gelişkinlik daha fazla TİKB’lileşmek şarttır! TİKB’nin, devrim ve sosyalizmin çıkarlarının her şeyin üstünde tutulduğu, geçmişin kir ve lekelerinden arınmış, kendisini sürekli yenileyip üreten bir devrimcilik için yeniden yeniden silkinelim!

Yaşasın TİKB, yaşasın devrimci militan sosyalizm!