Tahsin Yılmaz

18 Haziran 2021

Tahsin Yılmaz 26 Temmuz 1996’da ölümsüzleşti

Bireylerin devrimcileşme süreçlerinde genellikle iki hat kendini gösterir. Kimilerini koşullar devrimcileştirir -kabaran sınıf ve kitle hareketi en geridekini bile içine çekip dalganın bileşeni haline getirir. Kimileri ise koşulların etkisiyle devrimcileşmiş olsalar da, ilerleyen zorlu süreçlerde koşulların üzerine çıkma bilinç ve iradesini göstererek yollarına devam ederler. Yakın tarih açısından bakıldığında, birinciler 12 Eylül eleğine yakalanmışlardır. Koşullar farklılaşınca dalganın altında kalmış, solukları kesilmiş, “Neydi o günler?” muhabbetinden başka sermayeleri kalmamıştır.

Tahsin yoldaş ikincilerdendir. Karslıdır, işçidir, ‘70′lerin Gültepe’sinde yaşamaktadır. Koşulların üstüne çıkabilme bilincindeki derinleşme, ütopyasına kopmazcasına bağlılık, kendini, örgütünü ve devrimi geliştirme çabasının yol gösterdiği öğrenme tutkusu… onu bu satırlara taşımıştır.

İnsan bir yoldaşını nasıl böyle dolu dolu ve hiç umut kesmeden sever? ‘77-’78′lerde ortalık kan ve barutla bezenmişken, ortalık isyan ve başkaldırıyla ısınmışken, ortalık baştan ayağa baharken yolu devrimcilikte kesişen iki “farklı” dünya… “Devrimcilerden bir devrimci” aşinalığından, uzun yıllar birbirlerini görmedikleri halde hiç ayrılmayan sımsıkı yoldaş halatı…

“Ben kabağı, patlıcanı 14-15 yaşlarındayken İzmir‘de gördüm; bizim oralarda yoktu bunlar” diyen Tahsin’in yoksunluklar içinde fakat bilinçle aydınlattığı dünyası… Simitçilik, boyacılık illa işçilik; en ağır işçilik hem de, Tekel işçiliği! Tütün balyalarıyla nasırlaşan sırtı, aklıyla, bilinciyle, örgütüyle genişlettiği sınırları, zenginleştirdiği dünyası…

İnsan bir yoldaşını nasıl böyle dolu dolu ve hiç umut kesmeden sever? Sınıf damarı kendine sınıf içinde yol açmışsa sever. Sınıfın içinden yetişmiş gerçek bir sınıf örgütçüsü oldu mu sever? Tekel, Tariş, Demirçelik, Petkim, Tansaş, Belediye işçilerinin öncüsü oldu mu sever! ‘73′lerden ‘96′lara zamanın ve sistemin tüketiciliğine inat komünizmin üreticiliğinde kolan vurmuşsa sever…

Onda cisimleşen

Tahsin yoldaşı en özsel özellikleriyle tanımlayacak bir cümle gerekse, “Tüm yaşamı parti ve dava adamı olmanın hem a, b, c’si, hem v, y, z’sidir” diyebiliriz. Bir komünistin asla kaybetmemesi gereken devrimci idealizm ve aklın iyimserliği ile ilk günkü gibi dolu olmaktır; tıpkı Tahsin gibi… 30 yılı aşan mücadele yaşamından, onca birikim, ders ve tecrübeye rağmen öğrenmeye ve gelişmeye duyulan büyük açlıktır. Çevresinde yarattığı saygınlık ve esinleyicilik halesine rağmen, herkesten ve her şeyden öğrenmeye hazır çocukça ilgi, sabırsız merak ve gelecek tasarımlarıdır. Ancak gelişmeye doyumsuz bir partinin varolanla yetinmeyen neferlerinin işidir ve bu Tahsin’de elle tutulacak ölçüde somuttur!

“Nerede bir komünist varsa, parti oradadır!” Tahsin’in duruşunu anlatan ikinci tanımlama cümlesi de kesinlikle budur. 12 Eylül’le birlikte, örgütle bağı kesilmiş olmasına rağmen, o yapması gereken ne varsa tek kişilik ordu gibi çalışarak yerine getirmiştir.

Osman Yaşar Yoldaşçan‘ın kaybından sonra peş peşe yenilen darbeler, örgütün başta İzmir olmak üzere birkaç ille bağlantılarını tümüyle koparmıştı. Tahsin kimseyi beklemedi; işbaşındaydı. Yaşamının istisnasız bütün dönemleri açısından bir komünistti ve bir parti gibi çalıştı. Yaptıklarına değil yapamadıklarına bakan her komünist gibi özeleştirel bir ders veriyor hepimize son mektubunda:

…İnsan bu anlar bütün bir mücadele geçmişiyle hesaplaşıyor. 1973′lerden 1996′lara az değil, çok da değil. Şubede ‘Hala emekli olmadın mı?’ diye soruyorlardı. Bir işçi için emeklilik yılı gerçekten, ama bir devrim işçisi için henüz hiçbir şey. Beni en çok üzen, 23-24 yılın tamanında değil de, son 2-3 yılında daha çok verimli olmam. Son 2-3 yılda kattıklarım ve harcadığım enerjinin onda birini diğer yıllarda da harcayabilmiş olsaydım birçok şey farklı olurdu. Yeni genç yoldaşların gelişme dinamikleri, kavrayışları, örgütü sahiplenişleri beni en çok mutlu eden gelişmedir. Bu yoldaşlarla çalışmaktan sınırsız zevk aldım… (Tahsin Yılmaz‘ın son mektubundan, ‘96 Temmuz)

 Sabır ve emek; insanlaşmak için…

En kritik zamanlarda, operasyon yemişken, darbe beklerken, bir yoldaşı yitirmişken, eylem hazırlığındayken… içinde fırtınalar kopmuyormuş gibi yürürdü. Aslında kopardı; onun o duyarlı yüreğinde hele örgüt ve yoldaşları ilgilendiren konularda kasırgalar kopardı, ama bunu öyle “bağıra çağıra” dışa vurmazdı. İddiasız giysileri, yüzündeki o babacan işçi edası, farklı bir derinlik duygusu yaratan dingin gözleri, istisnasız herkesin (belki İsmail Cüneyt dışında) imrendiği koyu kumral gür bıyıkları… Tahsin yoldaş tam da kod adıyla baştan ayağa Güven‘di.

Yalınlık, duruluk ve sımsıcak yoldaşlık koruluğunu daima genç ve deneyimsiz yoldaşları besleyerek sulardı. Kişisel ilişkileri birbirini, dolayısıyla örgütü geliştirme zemini üzerinde soluk alıp verir; sevgi ve saygının, emeğin büyüğü bunun için kafa yoranlara düşerdi. Keskin yüz hatları, hiç gülmeyecekmiş havası yayan bakışları kimileri için sert bile bulunurdu. İçinde kötülük olmayanların, sadece dili söyleyenlerin sakınmasızlığıyla; “Bunları ayaklarından tavana asmak lazım!”, “Gidin kendinizi Körfez’e atın!” derdi çok öfkelendiği zamanlarda. Onu yakından tanıyanlar, biçime değil öze bakan yoldaşları, ihmalkarlıkla, düşüncesizlikle, tembellikle nasıl kanlı bıçaklı olduğunu bilen kavga arkadaşları alırlardı hemen mesajı. Ne yapıyorsa, ne söylüyorsa, ne düşünüyorsa örgüt ve devrim içindi…

Mücadelenin ateşinde örgütümüzün ideolojisinin ve kesintisiz militanlığının biçimlendirdiği bu sade komünist, istisnasız tüm yoldaşları için kafa yorardı. Mutlaka düşünsel bir takip içinde olurdu yoldaşlarını ve birimleri; işçileri ve kitleleri. Bir yöntem bilgisi kazandırma derdinde hissederdi varlığını. Belki her şeyin bir daha, bir daha konuşulduğu “ağır” komite toplantılarından, eylem kararlarından, harekat planlarından her defasında farklı bir tarzda çıkması yoldaşların… bundandı. Anlar tüketilmiyordu; anlar bilgi ve bilinçle zamana hakim olmaya adanıyordu.

Ailesini ve yakın çevresini devrimci saflara kazanma süreçlerinden başlayarak hiçbir devrimcileşme deneyimini kendi “doğal” akışına asla bırakmazdı. Yakından gözler, yön çizer, denetler, salt kesitsel süreçler açısından değil uzun vadeli ve alansal/örgütsel olarak somut bir öncülük sergilerdi. Kimi zaman “yap-yapma”lardan oluşan, kimi zaman bir alfabenin ilk sözcüklerini dahi sabırla belletme işini üstlenen, kitlelere olduğu gibi örgüte de önderlik edebilecek teorik-politik-taktiksel bir birikime ve ustalığa sahipti.

Sonsuza kadar…

Yıllar geçer ve kimileri “Elde kaç var?” diye düşünür. Yıllar geçer ve neredeyse her gün kulağınızın dibinde, dünyayı istemenin bir yanılsama olduğunu bağıran bir dünya çağıldamaktadır. Baskıya, işkenceye, hapisliğe, ayrılığa… dayanabilirsiniz. Ama yeterince donanımlı değilseniz, buna dayanmanız zordur.

Tahsin’de hayatın ve tarihin, onu tanıyan işçilerin ve devrimcilerin, ailesinin ve yoldaşlarının her defasında tereddütsüz tanık oldukları, umutsuzluğa ve karamsarlığa kapılmayan o dingin ve serinkanlı, sadece kazanacağından emin olanların etraflarına taşırdıkları kesinlik ve kaçınılmazlıktır. Dile kolay 30 yıl… Fakat onda ‘başarılamadığı’ duygusunun, bunun yarattığı çaresizlik, umutsuzluk, yorgunluk ve mecalsizliğin hiçbir dönem zerresi bile olmamıştır. Canının çok sıkkın olduğu anlarda bile ‘durum gereği’ geçiriliveren “buna rağmen iyiyim” maskesini göremezdiniz yüzünde. “Olması gereken”e dair düşünülen, tasarlanan, olağanlaştırılan kalıp ezber cümlelerinden farklı bir anlamı vardı o gözlerin ve davranışların. Öfkenin ve coşkunun, yazıklanmanın ve sevincin söze gelmez devinimlerinden anlardınız bilinçte ve ruhtaki gel-gitleri. Öğrenen ve sonuç çıkaran eylemlerinde tanık olurdunuz sonra.

 “Burada bir tarih yatıyor!..”

Defalarca yakalanıp gözaltına alınmıştı; işkencelerden geçirilip tutuklanmıştı. Kulağı sınıfında gözleri örgütünde, cezaevlerinde yakınmasız yıllarca yatmıştı. Son kez 19 Nisan’da İstanbul’da yakalandı. 1 Mayıs ‘96′yı emniyetin hücrelerinde böbrekleri kanarken gülerek karşıladı. Hizipçilerin yarattığı kargaşa ve dağınıklık, güç yetersizliği, önder/yönetici kadro sıkıntısı… Tahsin yoldaşın dışarda, ona en fazla ihtiyaç duyulan kesitte yakalanışının bedelini gerçekten ağır ödedik.

20 Mayıs-27 Temmuz ‘96 SAG eyleminin 68. gününde Tahsin Yılmaz’ın yüreği, yaşamını adadığı devrim ve komünizm davasının canalıcı uğrağı “Parti… Parti… Parti!..” vuruşlarıyla son sözünü söyledi. Bayrampaşa Cezaevi‘nde tabutunun başında söylenen “Burada bir tarih yatıyor!..” sözü bu yüzden acı içinde coşkuyu, öfke içinde iradeyi, gelenek içinde geleceği anlatır. Tahsin yoldaş sadece onurlu geçmişimizin değil partili geleceğimizin de yüz aklarından biriydi.

Bir tarih düştü toprağa; sadece yaşarken değil ölürken de esinledi genç kuşaklara gelenekten geleceğe adımızla anılan isyankar yürüyüşü. Bir tarih, bizi biz yapan ne varsa özenle taşıdı son nefesine dek! Bir tarih gözlerini yumdu sadece; parti ve komünizm rüyasını görmeye devam ettiğini haykırdı eylemiyle.

İnsan tüm yoldaşlarını nasıl böyle hiç ölmemişler ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sever?..

*****

Tahsin

H. Selim Açan

Onunla ilk kez İZYÖD’de (İzmir Yüksek Öğrenim Derneği) karşılaştık. 1975 sonbaharıydı sanırım. İZYÖD yönetimi ve tabanı neredeyse bütünüyle bizim taraftarlarımızdan oluşuyordu o sıra. İzmir’deki en güçlü gruptuk.

Proletarya sosyalizmi ya da sosyal emperyalizm konusunda bir seminer düzenlemişti bizimkiler. Konuşmacılardan biriydim. İkiçeşmelik yolunda eski bir binadaydı dernek. Fazla büyük olmayan salona sıkış-tepiş sığışmış 50-60 kişi vardı içerde. 3-5 kişi dışında diğerleri İzmir’in çeşitli fakülte, yüksek okul ve liselerinde okuyan öğrencilerdi.

Salon kapısının girişinde sırtını duvara yaslamış olarak ayakta duran kısa saçlı, pos bıyıklı biri dikkatimi çekti. Zaten iri olan gözlerini kocaman açmış, kana kana su içen biri gibi konuşmaları büyük bir dikkatle dinliyordu. Seminerin bitiminde İzmir’in yöneticilerinden Topal’a sordum kim olduğunu, “İşçi yoldaşlarımızdan biri. Tariş’te çalışıyor” dedi. İşçi bir yoldaş olduğunu öğrenince  onu tanıma isteğim kabardı.

Birileriyle sohbet ettikleri gruba doğru geldiğimi farkedince saygılı bir tavırla ayağa fırladı hemen. “Merhaba yoldaş, seninle tanışmak istedim” diyerek elimi uzattım, uzattığım el iki güçlü elin arasında kaybolurken insanın içini ısıtan bir gülüşle aralanan ağzından dökülen isim o andan itibaren beynime perçinlendi adeta: “Ben Tahsin!..”

1977 Eylül’ünde özel bir nedenle İzmir’e gitmiştim. HK’dan ayrılalı henüz 4 ay olmuştu. Bir-iki kişi dışında İzmir’in önde gelen bütün kadro ve taraftarları Devrimci Muhalefet’ten yana tavır almıştı. Önceden kurulmuş organ yapıları bu yüzden çok değişmemişti. İzmir’deki sınıf çalışmasından sorumlu komiteyle İl Komitesi’nin ortak toplantısı varmış. İK’daki yoldaşlar, hazır İzmir’e gelmişken benim de katılmamı istediler bu toplantıya. Gültepe’nin arka taraflarında yeni kurulmakta olan Çimentepe (bugün adı Güzeltepe) taraflarında inşaatı henüz tam bitmemiş bir gecekonduya gittik. Tahsin bu kez orada o İşçi Komitesi’nin üyelerinden biri olarak çıktı karşıma.

Tekel’in Mersinli’deki Yaprak Tütün fabrikasında hamallığa devam ediyormuş. Sadece kendi fabrikasında değil İzmir’in değişik semtlerindeki Tariş’e bağlı incir, kuru üzüm ve zeytinyağı fabrikalarında da hatırı sayılır bir ilişki ağı yarattığı o toplantıda verdiği bilgilerden anlaşılıyordu. Ayrıca İzmir’in o dönemdeki önemli fabrikalarından Piyale ve DYO boyada da bağlantıları vardı. O toplantıdan aklımda bir de sendikalarda nasıl bir strateji ve taktik izlemeliyiz konusunda getirdiği akılcı öneriler kalmış. Bir-iki işyerini ya da birkaç yüz işçi örgütleyince hemen ayrı sendika kurmaya yönelen solcu sekterlikten uzak durmamız gerektiğinin altını çizerken o dönem Adalet Partisi hatta MHP sempatizanı işçileri bile nasıl etkilediğine dair kendi pratiğinden örnekler vererek çok hoş bir biçimde anlattı.

1980 yılının Ocak-Şubat aylarında yaşanan Tariş Direnişi’nin tarihini sonradan yazanlar tarafından pek anılmaz ama o direniş günlerinde hem Tariş’in Çiğli İplik dışındaki diğer fabrikalarında hem de Gültepe- Çimentepe semtlerindeki çatışmalar sırasında günlerce uykusuz kalarak oradan oraya koşturan önder bir Tariş Direnişçisi’dir Tahsin.

Muhalefet’in dağılma sürecinin ardından bir de 12 Eylül gelince İzmir’le olduğu gibi Tahsin’le de bağlarımız koptu. Arada geçen yıllarda dökülenlerden sonra geriye kalan İzmir’li kadrolar bu kez de  Koordinasyonculuk olarak adlandırdığımız pratik kaçkını sağcı bir yönelime girdiler. Onların peşinden gitmeyip TİKB’nin çizgisine bağlılığını sürdüren Tahsin gibi yoldaşlara ulaşmayı da biz başaramadık.

Yıllar sonra, hiç beklemediğim bir an ve mekanda, hiç ummadığım bir kanaldan geldi bu kez  Tahsin’in selamı. 12 Eylül yıllarında Oya’nın kardeşiyle Manisa’da aynı birlikte askerlik yapmışlar. Daha kıdemli olan Tahsin bizimkinin çavuşuymuş. Oya’yı İzmir’den tanıdığı için hiç çekinmeden bodoslama sormuş kayınbiraderime “Sen Oya’nın nesi oluyorsun?” diye. Sonra tabii çok sıcak bir ilişki gelişmiş aralarında.

Tahsin’in selamı Metris’te kalırken bana ulaştığında ikisinin de askerliği çoktan bitmişti ama arada bir görüşüp telefonlaşmayı sürdürüyorlarmış. Selamla birlikte gelen mesaj ısıttı asıl içimi: “Merak etmesin, tanıştığımız zaman neredeysem hala oradayım…”

1991 Şubat’ında çıkan Terörle Mücadele Yasası’ndan yararlanarak o yılın Nisan’ında tahliye oldum. Tahliyemin hemen arkasından annemle babamı görmek için İzmir’e ilk gidişimde fazla kalmadım. Eski yoldaşlar ve dostlarımızı arama fırsatını ancak Haziran sonu ya da Temmuz başındaki ikinci gidişimizde bulduk Oya’yla. Tahsin’e de bir-iki kanaldan haber gönderdik. 2000 sonrasında da bize çok emeği geçen eski bir yoldaşımızın evinde otururken gece 23.00’e doğru kapı çaldı. Ev sahibemiz gülerek, “Bu saatte gelse gelse bizimki gelmiştir…” diyerek apartman kapısının otomatına bastı. “Bizimki dediğin kim” falan derken baktık kapıdan Tahsin girdi.

Yorgunluktan hışırının çıktığı her halinden belliydi. Ama yüzündeki o meşhur gülümseme kaybolmamıştı. Tahsin aslında gözleriyle güler, önce gözleriyle kucaklardı sevdiklerini. Tabii sonra o güçlü kollarıyla sarar, koca gövdesinin içinde adeta eritirdi.

O gün 10 saat boyunca tonlarca yük taşımış. Arkasından söz verdiği bazı işçi evlerini ziyarete gitmiş ve nihayet o yorgunlukla bizi görmeye koşmuş. Konuşacak o kadar çok şey birikmişti ki,  bardak bardak çay içtiğimiz halde bir süre sonra göz kapakları düşmeye başladı. Oya da ben de “Yoldaş, belli ki çok yorgunsun, sen şimdi yat. Nasıl olsa daha buralardayız. Oturup konuşacak çok zamanımız olacak” dediğimiz halde yatırmayı beceremedik.

1991 Mayıs’ında yaptığımız 2. Konferans sonrasında İzmir İl Komitesi üyesi oldu. Dur durak bilmeyen yoğun bir pratik faaliyet yürütmenin yanında kendisini teorik-siyasal yönden geliştirmeyi de ihmal etmedi. Kalenderliğiyle herkesin sevgi ve saygısını kazanmış bir komünist önderdi. Özellikle genç kadro ve taraftarlarımızla Tahsin arasında ‘yoldaşlık’ kavramının ruhuna uygun bir ilişki vardı. Ne Tahsin onlara üstenci bürokratik bir tavırla yaklaşır ne de onlar Tahsin’le ilişkilerindeki rahatlık ve samimiyeti saygısız bir laubalilikle karıştırırlardı. Ona “Amca” lakabını takmışlardı.

İkinci Parti Okulları’nın 1993’teki İzmir ayağı için Akçay taraflarında bir yer tutmuş yoldaşlar. Katılacak yoldaşlar parasızlıktan ya da düşünemedikleri için yanlarında getirmeyebilirler diyerek 7-8 kadın mayosuyla bir o kadar da şort almışlar Kemeraltı’ndan. Çevrenin dikkatini çekmemek için her sabah ve öğleden sonra belli saatlerde çalışmaya ara verilip denize gidiliyordu haliyle. Takvim gereği İzmir PO’ndaki son seminerleri Oya ve ben verecektik. Oya ‘kadın sorunu’nu işliyordu. Benim konum ise ‘Kürt ulusal sorunu’ idi. O güne kadar “Amca”yı denize sokmayı başaramamışlar. “Evde kalıp eşyalara göz kulak olayım” ya da “Yemek hazırlığına yardım edeyim” gibi bahaneler uydurarak yan çizmeyi başarmış. İlk gece akşam yemeğinden sonra çay sohbeti sırasında açıldı bu konu. Amca’yı sıkıştırma çabasındaki hınzır gençler, “Yoldaş, bakalım sen başarabilecek misin?” diyerek beni kışkırtmaya çalıştılar. “Yarın olsun görürüz” deyip geçiştirdim bu hamleleri.

Tahsin’in sadece kadın yoldaşlardan değil bütün gençlerin önünde mayoyla dolaşmaktan utandığı için denize gitmediğini tahmin etmiştim. Birçok konuda çok açık fikirli biri olduğu halde onun da kimi kör noktaları vardı. Yoldaşlar için gidip önceden gayet güzel ve modern mayolar almayı düşünür ama iş kendisine gelince bilinç altına işlemiş feodal şartlanma ve değer yargılarının baskısı öne çıkardı. Birlikte denize gitme teklifimi beni de kırmadan reddetmek için kıvranıp durduğunu görünce bu noktadan hücuma geçtim: Burada hangi konuyu teorik açıdan ne kadar iyi işlersek işleyelim, yaşamımızda bir karşılığı olmadığı sürece o devrimci düşüncelerin ne anlamı ve etkisi olur? Komünistler olarak kendimizi her türlü burjuva ve feodal düşünce ve değer yargısından arınmış geleceğin özgür toplumunun temsilcileri olarak tanıtıyoruz. Bu devrimi önce kendi yaşamlarımızda yapıp somutlamadığımız sürece komünist ahlak, kadın-erkek ilişkileri ve saire konusunda genç yoldaşlara nasıl ve ne kadar örnek oluruz?..

Bu minval üzerine diskuru biraz daha sürdürünce teslim bayrağını çekti. Tahsin’i tanıyordum çünkü. Onun aklına ve komünist bilincine hitap ettiğiniz sürece ikna edemeyeceğiniz hiçbir konu yoktu.

Tahsin yaşamı boyunca hemen her konuda gerçekten komünistleşmiş samimi bir öncü proleter örneği oldu. İşçi kökenli olmalarını örgüt içinde açtıkları kariyer savaşında koz olarak kullanmaya kalkışanlardan farklı olarak Tahsin’deki sindirilmiş proleter kimlik hiçbir zaman bozulup yozlaşmadı.

Merkezi düzeyde yediğimiz 1994 Haziran darbesinden sonraki aylarda Tahsin hem İstanbul İl Komitesi’nde  hem de örgütün pratik yönetiminden sorumlu MÖK’te (Merkezi Örgütlenme Komitesi) yer aldı. 1996 1 Mayıs’ı hazırlıkları sırasında Okmeydanı’nda gittiği bir randevuda tutsak düştüğünde örgüt ağır bir iç kriz içindeydi. Devrimci gelişme dinamikleri körelmiş yorgun devrimciliğin geçmişin sömürülmesi temelinde başlattığı bir tartışma süreci yaşanıyordu.  “Eski TİKB olmaktan çıktık… Legalleştik… Troçkist dergi çevrelerinden farkımız kalmadı…” gibi demagojilere başvurarak gerçekte “Biz neden MK’da değiliz” kavgasına girişen kimi eski kadrolar   1970 sonlarının sol kamuoyu içinde bile fazla tanınmayan dar grup döneminin özlemi içindeydiler. O kesitte ortalığı kaplayan toz-dumana rağmen Tahsin bu demagojilere pabuç bırakmadı. Baştan itibaren tereddütsüz örgütün çizgisi ve stratejik yönelimleri yanında yer aldı.

Eskişehir tabutluğunun açılmasına engel olmak için cezaevlerinde 1996 Mayıs’ında başlatılan Süresiz Açlık Grevi (SAG)- Ölüm Orucu (ÖO) sırasında 26 Temmuz günü ölümsüzlüğe uğurladık onu. Bilinci kapanmadan önce yaptığımız sohbetler sırasında sonradan hizipçiliğe evrilen bu ahbap çavuş isyanının kendisini nasıl bunalttığını detaylarıyla anlattı. Çok öfkeliydi. İstanbul İl Komitesi’nde birlikte çalıştıkları iki hizip yandaşının kurdukları kumpaslar, el altından çevirdikleri dolaplar, bu arada onu sindirebilmek için kişiliğine yönelik saldırıları öyle bir hal almış ki, “Bir ara PKK’ye katılmayı bile düşündüm” dedi. “Sonra meydanı bunlara bırakıp kaçmayı kendime yakıştıramadığım için onların saldırı ve engellemelerine aldırmadan doğru bildiğim yolda yürümeye ahdettim” diyerek bağladı sözünü.

Son nefesini verişinden önceki gece Bayrampaşa cezaevi doktoru Levent’le beraber sabaha kadar başında bekledik. Zaman zaman kendine gelir gibi olup sayıklıyordu hem o sırada söyledikleri not alıp kayda geçmek istemiştim hem de o direniş sürecinde bütün eylemcilere çok emekleri geçen PKK tutsağı doktor arkadaşlar sonda takmışlardı onu kontrol ediyordum. Daha çok kız yeğenlerini anıyor, onların isimlerini sayıklıyordu.

26 Temmuz günü öğle saatlerinde İstanbul Tabip Odası’ndan bir grup doktor Bakanlık izniyle Bayrampaşa’ya girip eylemcilerin sağlık durumlarını kontrole başladılar. Bizim blokta Tahsin dışında Refik (Ünal) ve Cafer’in (İrfan Gürbüz) durumları ağırdı. Değişik dallarda uzmanlardan oluşan doktor heyeti cezaevindeki durumu ağır bütün eylemcilerin kontrolünü bitirdikten sonra karşımızda bulunan C-4 koğuşunun yemekhanesinde örgüt temsilcilerine genel bir bilgilendirme yapmak istemişler. Oraya çağrıldım. Tam doktorlarla konuşmaya başlamıştık ki bir yoldaş gelip Tahsin yoldaştan nabız alamadıklarını haber verdi. Koşarak yanına gittim. Ağzına ayna tutup nefes alıp alamadığını anlamaya çalıştım. Ayna buğulanmadı. Bir yandan da nabzını yakalamaya çalışıyordum ama nafile. Hemen arkamdan gelen doktor arkadaşlar da kontrol ettiler. Yüz ifadelerinden anladım o koca çınarımızı yitirdiğimizi.

O gece havalandırmadaki törende Tahsin’in TİKB bayrağına sarılı bedeni önünde yaptığım konuşmada da tekrarladığım “Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!” sözü ilk o yoğun acı anında dökülmüş ağzımdan. O dakikalara tanık olan doktor arkadaşlar söylediler daha sonra bunu.

Fakat ne biz ne de Türkiye devrimci hareketinin geneli o bedeli ödetemedik maalesef bugüne kadar. Sorun sadece 1996’daki Eskişehir tabutluk saldırısının (da) birinci dereceden sorumluları olan Mehmet Ağar, Şevket Kazan, Tansu Çiller ya da 2000’lerdeki F tipi saldırısının sorumluları Ali Suat Ertosun, Hikmet Sami Türk gibilerinin yaptıklarını yanlarına bırakmamaktan ibaret değil. Hesap sormanın bu yönünü de unutmadan ve boşlamadan asıl bizlere kuşaklar boyu olmadık acıları çektiren bu zulüm ve zorbalık, sömürü ve talan düzeninin karşısında etkili bir devrimci sosyalist alternatif haline geldiğimiz ölçüde yerine getirmiş olurduk bu sorumluluğumuzu.