Teknolojik gelişmeler tarih boyunca sınıf mücadelesinin doğasının şekillenmesinde önemli etkenlerden biri oldu. Sanayi Devrimi’nden başlayarak günümüze kadar üretim araçlarındaki dönüşüm her dönemde emek-sermaye ilişkisini yeniden tanımlayıp sınıf mücadelesine yeni boyutlar kazandırdı.
18. yüzyılın sonlarından itibaren Sanayi Devrimi ile birlikte Avrupa’da makineleşmenin hız kazanması üretim biçimlerini köklü bir şekilde değiştirdi. Tarımsal üretimden fabrikalaşmaya geçiş, köylerden şehirlere yoğun bir göç dalgasını tetikleyip yeni bir sınıfın, modern işçi sınıfının doğmasına yol açtı. Bu yeni üretim tarzı işçilerin feodal bağlılıklardan kurtulmasını sağlarken onları burjuvazinin kontrolündeki fabrikalara ve makinelere bağımlı kıldı. İşçiler artık sadece emek güçlerini satmakla kalmayıp makineleşmenin dayattığı çalışma temposuna uyum sağlamak zorunda kaldılar.
Makineleşme üretimi artırıp maliyetlerini düşürerek sermayenin kârını yükseltirken işçilerin karşı karşıya kaldığı uzun iş saatleri, düşük ücretler ve kötü çalışma koşulları vb. sorunları daha da artırdı. Bu çelişkiler sınıf mücadelesinin kapsamını genişletti.
Bu süreçte Luddistler (makine kırıcılar) gibi bazı işçi grupları makineleri emeğin düşmanı olarak gördü ve direnişlerini doğrudan bu teknolojilere yönelttiler. Ancak bu eylemler kapitalist üretim tarzının emek düşmanı yönünü törpüleyip zayıflatmaktan ziyade onun teknik yanlarına yönelik bir tepki olarak kaldı. Üretim araçlarının mülkiyetinin burjuvazinin elinde yoğunlaşması işçilerin üretim süreci üzerindeki kontrolünü neredeyse tamamen ortadan kaldırarak emek ile sermaye arasındaki çelişkileri daha da keskinleştirdi.
Makineleşme yalnızca metaların üretim sürecini değil aynı zamanda sınıf mücadelelerinin temel zeminini de dönüştürdü. Marx’ın yapıtlarında sıkça vurguladığı üzere kapitalizmde makine işçinin çalışma süresini kısaltıp yaşam düzeyini artırıcı bir araç olmaktan ziyade sermayenin artık değer üretimini artıran bir mekanizma olarak işlev görüyor. Bu durum emek-sermaye çelişkisinin doğasından kaynaklanan bir sonuç olmanın yanında emeğin özgürleşme mücadelesinin merkezinde yer almayı sürdürüyor.
Kitlesel Üretimden Esnek Üretime Geçiş
20. yüzyılın başında Fordist üretim modeli olarak bilinen kitlesel üretim sistemi ile teknoloji işçi sınıfı üzerinde yeni bir baskı unsuru hâline geldi. Henry Ford’un geliştirdiği bu sistemde işçiler üretim hattında belirli görevleri tekrar ederek üretim sürecinin hızına uyum sağlamak zorunda kaldılar. Bu sistemin temel amacı, üretim verimliliğini artırarak maliyetleri düşürmek ve geniş bir tüketici kitlesine ulaşmaktı. Ancak bu durum işçilerin iş süreçlerine giderek daha fazla yabancılaşmalarına neden oldu; çünkü işçiler üretim sürecinin sadece küçük bir parçasını yerine getiriyorlardı ve ürünün nihai hali üzerinde herhangi bir söz hakları yoktu.
Fordist modelin ardından 1970’lerden itibaren Post-Fordizm olarak da adlandırılan esnek üretim modeli gündeme geldi. Bu dönemde teknolojinin etkisiyle üretim daha modüler, esnek ve yaratılan talebe duyarlı bir hal aldı. Esnek üretim sistemleri, gelişkin makinelerin etkisiyle daha az işgücüne ihtiyaç duymanın yanı sıra işçilerin görece istikrarlı iş bulma olanaklarını daralttı. Özellikle taşeron sistemlerin, geçici güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması işçi sınıfının örgütlenmesi ve hak mücadelesinin önündeki engelleri artırdı. Teknolojinin sağladığı verimlilik artışları patronların kârlarını katlayarak büyütürken emeğin metalaştırılmasının ve sermaye birikimine tabiyetinin derinleşmesini doğurdu.
Dijitalleşme ve Gig Ekonomisi
20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başları bilgi teknolojilerinin büyük bir hızla gelişmesine tanık oldu. Bu teknoloji sayesinde üretimin dijitalleşmesi emek süreçlerinde köklü değişikliklere yol açtı. Artık bazı sektörlerde canlı emek yerini dijital araçlarla yapılan daha karmaşık işlere bıraktı. Dolayısıyla bu durum işçi sınıfı için olumlu sonuçlar doğurmadı. Dijitalleşme yüksek nitelik gerektiren işleri artırırken, düşük nitelikli işlerde çalışan işçilerin iş güvencesi ve ücretler üzerinde baskı oluştu.
Öte yandan dijital tekeller “gig ekonomisi” olarak adlandırılan esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırdı. Bu yeni çalışma biçimleri, işçilerin bağımsız çalışıyormuş gibi görünmelerine rağmen sermayenin mutlak kontrolünü koyulaştırdığını ortaya koydu. Özellikle Uber, Amazon, Fiverr gibi büyük tekeller işçilere proje bazlı, kısa vadeli işler sunarak geleneksel iş ilişkilerinin dışında daha dizginsiz sömürünün olduğu bir çalışma modeli uyguladı. İşçi sınıfının örgütlenme koşullarını zorlaştırarak onları bireysel rekabetin içine çekti. Bu platformlarda çalışan işçiler sigortasız ve güvencesiz çalışmak zorunda kalırken hak mücadelesi için bir araya gelme olanakları da sınırlandı.
Gig ekonomisi, patron ile işçi arasındaki geleneksel iş sözleşmesini ortadan kaldırarak işçileri “bağımsız yükleniciler” olarak tanımlamakta ve böylece işçi haklarından yoksun bırakmakta. Bu esnek çalışma biçimi, işçilerin sağlık sigortası, emeklilik gibi sosyal haklara erişimini zorlaştırırken aynı zamanda onları sermaye karşısında daha korumasız bir hale getirdi. Özellikle genç işçiler ve göçmen işçiler bu alanların sunduğu geçici işlerde çalışarak güvencesiz ve düzensiz bir gelir kaynağına bağımlı hale geldi.
Esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, patronlara işgücünü daha düşük maliyetle kullanma avantajı sunarken işçilerin örgütlenme olanaklarını kısıtlamakta ve onları bireysel rekabetin içine çekmektedir. Bu durum işçilerin kolektif dayanışma ve örgütlenme koşullarını sınırlarken bunun yanında sermaye karşısında pazarlık güçlerini zayıflatmaktadır.
Popüler deyimle prekarizasyon olarak adlandırılan güvencesizleşme, teknolojinin emek üzerindeki en saldırgan biçimlerden biridir. Teknolojik gelişmelerin hız kazandırdığı esnek çalışma biçimleri, işçilerin sürekli olarak geçici, düşük ücretli ve güvencesiz işlerde çalışmasına neden olan bir sistem ortaya çıkardı.
Prekarite, işçilerin yalnızca ekonomik olarak değil sosyal olarak da kırılgan bir konuma düşmesine yol açmakta; bu da onların örgütlü sınıf mücadelesine katılımını zorlaştırıyor. Güvencesiz koşullarda çalışan işçiler, işlerini kaybetme korkusu ve gelir düzensizliği ile karşı karşıya kalırken; bu, işçilerin çalışma koşulları üzerinde söz sahibi olmalarını zorlaştıran bir etken olarak karşımıza çıkıyor. Güvencesizlik işçilerin sermaye karşısında yalnızlaşmasına ve örgütlenme olanaklarının sınırlanmasına yol açıyor. İşçiler bir yandan düşük ücretlerle geçim-yaşam mücadelesi verirken, diğer yandan gelecek kaygısıyla hareket etmekte ve sınıf bilinci oluşturmakta güçlük çekmekteler.
Marksist sınıf analizi açısından prekaryayı ayrı bir sınıf olarak görmek yanıltıcıdır; çünkü işçi sınıfı, üretim araçlarına sahip olmayan ve yaşamak için emek gücünü satmak durumunda kalan tüm kesimleri kapsar. Gig ekonomisi, taşeronlaşma ve sosyal güvencelerin zayıflaması gibi gelişmeler işçi sınıfının yapısını genişletmekte ve çeşitlendirmektedir. Prekariteyi ayrı bir sınıf olarak tanımlamak, sınıf mücadelesinin ortak zeminini zayıflatarak kapitalizmin yapay ayrımlarını pekiştirir. Bu güvencesiz kesimlerin işçi sınıfının birleşik mücadelesine dahil edilmesi kapitalizmin “böl-yönet” stratejisine karşı en güçlü yanıttır. Prekarite işçi sınıfının genişleyen çehresi ve kapitalizme karşı mücadelesinde yeni bir dinamik olarak görülmelidir. İşçi sınıfının kurtuluşu ancak onun ortak ve birleşik mücadelesiyle mümkündür; prekarite bu mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kapitalizmin Yeni Silahı: Algoritmik Yönetim
Dijital teknolojiler emek dünyasında köklü dönüşümlere yol açıyor. Ancak bu dönüşüm işçi sınıfı için daha insani koşullar yaratmaktan ziyade emeğin niteliğini düşürerek çalışma ortamlarını daha baskıcı hale getiriyor.
Yapay zekayla birlikte yaygınlık kazanan “Algoritmik yönetim” kavramı, çalışmanın niteliğini yeniden tanımlarken işçi üzerindeki kontrolü artırıyor ve canlı emeğin görece özerkliğini kısıtlayan bir yapı ortaya çıkarıyor.
Amazon depoları, gig ekonomisinin tekelleri (Uber, Deliveroo, GrubHub, Yemeksepeti, Getir gibi) ve otomasyon sistemleri algoritmik yönetimin örnek alanlarıdır. Bu sistemlerde işçiler bir yöneticiden ziyade bir algoritma tarafından izlenir, değerlendirilir ve yönlendirilir. Algoritmalar verileri bir “nesnellik” ile işler fakat gerçekte bu nesnellik kapitalist sınıfın katıksız çıkarlarının yansımasından başka bir şey değildir. Bu mutlak denetim, emeğin çalışma koşullarını ağırlaştırmanın yanı sıra niteliğini sürekli aşağı çeken bir süreç yaratıyor.
Algoritmaların canlı emeği tamamen ortadan kaldırmasından ziyade emeğin denetimini yeni bir seviyeye taşıdığını görüyoruz. Robot teknolojisinin günümüzde hâlâ yüksek maliyetli, karmaşık ve bakım gerektiren bir yapıda olduğu düşünüldüğünde, algoritmik yönetimin insan emeğini daha da kontrol edilebilir kılmak üzere tasarlandığı net bir biçimde ortaya çıkıyor. Bu durum, modern hizmet ve üretim sürecinde yeni bir mücadele alanını ortaya çıkartıyor: Emeğin örgütlü direnişi ile burjuvazinin algoritmalar üzerinden mutlak denetimi arasında bir sınıf savaşı.
Sınıf Mücadelesi ve Yeni Örgütlenme Biçimleri
İşçi sınıfı sınıf mücadelesini tarihi boyunca çeşitli yollarla sürdürmüştür. Geleneksel sendikalar 19. ve 20. yüzyıllarda emeğin kazanımlarında önemli bir rol oynamış olsa da neoliberal üretim organizasyonunun emeği parçalayıp, bölerek yürüttüğü politikalar karşısında bu örgütlenme biçimleri kendilerini yenilemekte hantal kaldılar. Dijitalleşmenin üretim sürecine giderek daha fazla nüfuz etmesi, emeğin parçalanması sürecini daha da derinleştirmiş ve bu yenilenme ihtiyacını kaçınılmaz bir şekilde görünür kılmıştır. Bu durum yalnızca mevcut sendikal yapıların yetersizliklerini ortaya koymakla kalmamış aynı zamanda işçi sınıfının yeni örgütlenme biçimleri geliştirme gerekliliğini de açıkça göstermiştir.
Algoritmik yönetim ve dijital denetim karşısında yeni örgütlenme biçimlerine duyulan ihtiyaç gün gibi aşikârdır. Mücadeleci sendikal yapıların dijital teknolojiye entegrasyonu, işçilerin sürekli izlenip değerlendirildiği bu dönemde daha çevik ve etkileşimli yapılar oluşturmasını sağlayacaktır. Alternatif online platformlar, işçilerin sorunlarını hızla iletmesini ve toplu eylemleri koordine etmesini sağlar.
Algoritmik yönetim genellikle uluslararası tekellerin kontrolü altında işlerlik kazanıyor. Dolayısıyla uluslararası dayanışma ve koordinasyon bu tekellerin uygulamalarının karşısına çıkmak için şarttır.
Teknolojik okur yazarlık kapsamında işçilerin algoritmik sistemleri anlama ve değerlendirme yeteneği, bu sistemlere karşı etkin stratejiler geliştirmek için önemlidir. Dolayısıyla işçi sınıfı devrimcileri, sendikalar ve emek örgütleri teknoloji konusundaki bilgi eksikliğini gidermeye yönelik sistemli eğitim programlarına yönelmek durumundalar.
Algoritmalar ve dijital teknolojiler kapitalist sınıfın elinde yeni birer silah haline gelirken, bu sistemlere karşı geliştirilecek stratejiler de bir o kadar yenilikçi olmalıdır. Tarih bize emeğin özgürleşme mücadelesinde baskıya karşı direnişin ancak örgütlü bir mücadeleyle mümkün olduğunu göstermiştir.
Kapitalizm teknolojiyi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanırken, işçi sınıfı bu teknolojiyi kendi kurtuluşu için bir araç haline getirmek zorundadır. Bu sadece yeni sendikal yapıların ve stratejilerin geliştirilmesiyle değil aynı zamanda emeğin geleceğine dair daha büyük bir politik vizyonun geliştirilmesiyle mümkün olacaktır.
Bu nedenle, sermayenin elinde teknolojinin yarattığı katmerli sömürü çarkına karşı proleter bir direniş hattının inşa edilmesi sadece bugünün değil yarının dünyası için de vazgeçilmezdir.
Dijital bilgi ve algoritmaların işçi sınıfı üzerindeki denetim ve baskıyı artırdığı bir dönemde, aynı araçların işçilerin kolektif gücünü organize etmek ve emeğin haklarının korunması kapsamında işçinin üretim süreci üzerindeki kontrolden büsbütün dışlanması karşısında durulması, işçi sınıfının üretimden gelen gücünün yaptırım etkisini artırmak için kullanılabileceği de bilinerek buna uygun bir konumlanmaya geçmekte daha fazla geç kalmamalıyız.
Mesala kuryelerin eylemleri, dijital olanaklar üzerinden örgütlenmenin somut bir örneğini sunuyor. Sosyal medya platformları ve anonim iletişim kanalları aracılığıyla bir araya gelen işçiler, çalışma koşullarını protesto etmek ve taleplerini duyurmak için sokaklara inmiş, sektördeki tekelleri geri adım atmaya zorlamışlardır. Bu tür yeni nesil sendikal arayışlar veya dijital forumlar hem geleneksel örgütlenme biçimlerinin eksiklerini tamamlamakta hem de işçilerin dijital ortamda dayanışma ağları kurmasına olanak tanımaktadır. İşçiler üzerindeki dijital kontrol ne kadar yoğunlaşırsa yoğunlaşsın bu tür örnekler emeğin kendini savunmak ve haklarını genişletmek için her zaman yeni yollar yaratabileceğini göstermektedir. Keza insanlığı ve doğayı yıkıma sürükleyen kapitalist barbarlığa karşı patlayan toplumsal isyanlarda dijital alanların oynadığı rol biliniyor.
Dahası, bu dijital örgütlenme biçimleri yalnızca klasik sanayi işçilerini değil neoliberal dönemde proleterleşen plaza çalışanları, bilişim emekçileri ve eskinin beyaz yakalı kesimlerini de kapsayacak şekilde genişlemektedir. Özellikle esnek çalışma, güvencesizlik ve örgütsüzlüğün dayatıldığı sektörlerde dijital araçlar işçilerin ortak bir mücadele hattı örmesinde kritik bir işleve sahip olabilir. Bu anlamda dijital olanaklar yalnızca mevcut hakların korunması için değil aynı zamanda yeni örgütlenme biçimlerinin inşası için de bir imkan sunmaktadır. Buradan hareketle proletaryanın partisi ve sınıf sendikalarının en azından bu çevrelerde mevzilenmesi, dijitalleşmenin yarattığı örgütsüzlük illüzyonunu kırmak ve sınıf mücadelesini daha geniş kesimlere taşımak açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Teknolojik gelişmelerin işçi sınıfı üzerindeki bu etkileri sınıf mücadelesinin doğasını da dönüşüme uğratmakta. Geleneksel işçi örgütlenmeleri olan sendikalar, bürokratik hantal yapılarıyla bu dönüşüme yanıt veremiyor. Bugün yeni örgütlenme ve dayanışma biçimleri ortaya çıkarken, güvencesizliğe karşı mücadele eden işçiler aynı zamanda kendilerine özgü bir sınıf bilinci edinmeye de alan açıyorlar. Özellikle dijital platformlarda örgütlenen işçiler yeni mücadele stratejileri geliştirmekte ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı seslerini yükseltmekteler. Bu alandaki örgütlenmelere öncülük edecek bir kavrayış ve ataklığı güçlendirmeliyiz.
Devrimci Hackerlar: Teknolojik Açıdan Sınıf Mücadelesinin Yeni Aktörleri
Dijital teknolojiler, kapitalist düzenin sömürü ve kontrol mekanizmalarını derinleştirirken, aynı zamanda bu düzeni sarsacak yeni direniş biçimlerine de zemin hazırlıyor. Bu bağlamda, “devrimci hackerlar” olarak adlandırabileceğimiz aktörler sınıf mücadelesinin teknoloji çağındaki potansiyel öncülerinden biri olarak öne çıkıyor. Onların bilgiye erişim, veri güvenliği ve dijital altyapı üzerindeki hakimiyeti kapitalizmin dijital aygıtlarına karşı mücadelede stratejik bir avantaj sunmaktadır.
Kapitalizm dijitalleşmeyi yalnızca üretim süreçlerini hızlandırmak için değil aynı zamanda işçi sınıfını kontrol altında tutmak için kullanıyor. Algoritmik yönetim, büyük veri (big data) analitiği ve gözetim teknolojileri işçilerin çalışma süreçlerini sürekli izleyen ve değerlendiren baskıcı mekanizmalar yaratıyor. Dahası dijitalleşme emek sömürüsünün sınırlarını genişletirken işçilerin örgütlenme çabalarını da baltalamayı amaçlıyor.
Bu ortamda dijital teknolojilerin sunduğu fırsatlar yalnızca kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet etmek zorunda değil. Bilakis devrimci bir bilinçle hareket eden hackerlar bu teknolojilerin kapitalizmin hegemonyasını zayıflatacak şekilde kullanılabileceğini ortaya koyabilirler.
Devrimci hackerlar, teknolojiye eleştirel bir perspektifle yaklaşarak kapitalist sisteme karşı aktif bir mücadele yürütmektedir. Onların faaliyetleri birkaç ana başlıkta özetlenebilir:
Kapitalist sistem işçi sınıfını bilgiye erişimden mahrum bırakarak kendini korur. Devrimci hackerlar, bilgiye erişim ve şeffaflık kapsamında sermayenin gizli anlaşmalarını, yolsuzluklarını ve işçi haklarını gasp eden uygulamalarını ifşa ederek bunların bilgi tekellerini kırmayı sağlayabilirler.
Dijital gözetim, işçi sınıfının yalnızca çalışma alanlarında değil günlük yaşamında da denetlenmesini sağlar. Hackerlar bu gözetim sistemlerini devre dışı bırakmak, veri güvenliğini sağlamak ve bireylerin mahremiyetini korumak için araçlar geliştirebilir.
Kapitalist üretim süreçleri giderek daha fazla dijital altyapılara bağımlı hale gelmiştir. Üretim, finans, lojistik ve iletişim ağlarının büyük ölçüde dijital sistemler üzerinden yürütülmesi, bu sistemlere yönelik stratejik müdahaleleri emek mücadelesinin yeni bir boyutu haline getirmektedir. Dijital grevler ve sabotajlar, yalnızca fabrika hatlarını veya klasik üretim sahalarını değil, bankacılık-finans sektörü, lojistik organizasyonu, iletişim ağları ve enerji nakil sistemleri gibi sermayenin can damarlarını da hedef alabilir.
Dijital grevler veya sistem kesintileri burjuvazinin en temel dayanak noktalarından biri olan kesintisiz üretim ve sermaye dolaşımını sekteye uğratmak için etkili araçlardır. Örneğin finans piyasalarına yönelik siber müdahaleler borsada büyük dalgalanmalara yol açarak kapitalist spekülasyon mekanizmalarını altüst eder. Benzer şekilde lojistik sektörüne yönelik dijital sabotajlar tedarik zincirlerinin çökmesine ve küresel ticaretin sekteye uğramasına neden olur. Enerji nakil sistemlerine yapılan müdahaleler üretimin durmasına yol açarken, iletişim altyapısına yönelik saldırılar sermayenin merkezi koordinasyon gücünü zayıflatır.
İşçi sınıfı, sadece fiziksel üretim sahalarında değil siber alanda da sermayeye karşı örgütlü bir tehdit oluşturma potansiyeline artık sahiptir. Bu potansiyelin nasıl kolektif bir stratejiye dönüştürülebileceği sınıf mücadelesinin dijitalleşen dünyadaki yeni safhalarını belirleyecektir.
Bugünden başlayarak işçilerin kolektif kontrolüne dayalı alternatif dijital altyapılar geliştirmeye yönelmek gerekir. Bu yalnızca bir alternatif değil aynı zamanda kapitalizmin çelişkilerini açığa çıkaran ve sömürüye karşı örgütlü bir mücadele hattı inşa eden bir yönelim olarak ele alınmalı. Kolektif platformlar (dijital kooperatifler) ve açık kaynaklı yazılım projeleri, kapitalizmin bireyci ve rekabetçi doğasına karşı kolektif üretim ve paylaşımı esas alan modeller sunarak yalnızca mevcut sistemi sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda işçi sınıfının dijital dünyada örgütlenme ve kendini gerçekleştirme iradesini de güçlendirir. Ancak bu girişimlerin kapitalist çerçeveyi aşan bir devinim yaratabilmesi tamamen işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle birleşmesine bağlıdır.
Devrimci hackerların faaliyetleri etik bir sorumluluk bilinciyle yürütülmelidir. Onların amacı bireylere zarar vermek değil kapitalist sisteme karşı sınıf mücadelesini güçlendirmektir. Bu nedenle hacker faaliyetlerinin politik bir perspektifle şekillendirilmesi ve emek örgütleriyle dayanışma içinde gerçekleştirilmesi kritik öneme sahiptir.
Devrimci hackerlar, teknolojinin yalnızca bir sömürü ve kontrol aracı olmadığını aynı zamanda direnişin de bir silahı haline gelebileceğini göstermektedir. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesi dijital dünyayı da kapsayarak genişlemelidir. Hackerlar bu mücadelenin hem teknik hem de politik alanda yeni ufuklar açabilecek stratejik aktörleridir.
Kapitalizmin dijital aygıtlarına karşı verilen bu mücadele, yalnızca günümüz işçi sınıfının özgürleşmesi için değil aynı zamanda teknolojinin insanlığın ortak çıkarları doğrultusunda kullanılacağı bir gelecek için de hayati önemdedir.
Dijital emek süreçleri, işçilerin çalışma koşullarında sürekli izlenme ve denetim altında olmalarını beraberinde getirmekte; bu durum işçilerin mahremiyetini tehdit ederken sınıf mücadelesinin dinamiklerini de etkilemektedir. Gözetim kapitalizmi, işçilerin işyerindeki görece özerkliğini sınırlayarak patronların işgücü üzerindeki kontrolünü güçlendirmekte ve işçilerin kendilerini güvencesiz bir konumda hissetmesine yol açmaktadır. Bu bağlamda dijital emek süreçlerinde işçilerin veri güvenliği, mahremiyet ve çalışma haklarına yönelik temel insani talepleri gözetim kapitalizmine karşı geliştirilen yeni bir mücadele perspektifini zorunlu kılmaktadır.
Dijital gözetim mekanizmaları, işçi sınıfının üzerinde bir disiplin ve kontrol aracı olarak işlev görürken, bu mekanizmalar karşısında işçilerin dayanışma ağları ve kolektif direniş biçimleri geliştirmesi gözetim kapitalizmine karşı mücadelenin temel taşlarını oluşturacaktır. İşçiler yalnızca bireysel mahremiyetlerini değil, aynı zamanda sınıfsal varoluşlarını koruyacak taleplerle mücadeleyi yükseltmelidir. Mahremiyet, veri güvenliği ve çalışma hakları, kapitalist düzende izole bireylerin kişisel meseleleri değil emek mücadelesinin kolektif ihtiyaç ve talepleridir. Bu mücadele işçi sınıfının kendisini savunmasıyla sınırlı kalmamalı, teknolojinin üretim araçları üzerindeki mülkiyet yapısını yıkma perspektifiyle sosyalist bir gelecek vizyonunu da içermelidir.
Ne Ütopya Ne Distopya: Teknolojiyi Sınıf Mücadelesi Şekillendirecek
Teknolojinin geleceği konusundaki ütopyacı ve distopyacı yaklaşımlar, kapitalist üretim ilişkileri içinde ele alındığında sınırlı ve yanıltıcıdır. Ütopyacı bakış açısı, teknolojik gelişmelerin tüm insanlığa fayda sağlayacak şekilde yönlendirilebileceğini öne sürse de kapitalizm koşullarında bu tür bir yönlendirme mümkün değildir. Çünkü üretim araçları üzerinde özel mülkiyet düzeninde teknolojinin mevcut gelişimi sermayenin kâr elde etme amacına hizmet ederken, işçilerin çalışma zorunluluğundan kurtulmasını değil daha fazla sömürülmesini hedeflemektedir. Oysa teknolojinin üretim süreçlerinde sağlayacağı gelişme ve avantajların tüm topluma refah sağlayacak bir olanağa dönüştürülmesi ancak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı sosyalist bir toplumsal düzende gerçekleşebilir.
Distopyacı yaklaşım ise teknolojinin kapitalist üretim ilişkileri içinde işçi sınıfını daha kırılgan ve güvencesiz bir konuma sürükleyeceği tehlikesine dikkat çekerken haklıdır. Ancak bu tehlike, kapitalizmin yapısı ve içsel çelişkilerinden kaynaklanır ve çözümü kapitalizmin sınırları içinde aramak yetersizdir. Teknolojinin sermaye tarafından kontrol edilmesi, işsizliği ve toplumsal eşitsizliği artırarak işçi sınıfını daha da güçsüzleştirmektedir. Bu nedenle teknolojinin kontrolü üzerindeki mücadelenin yönü işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki kolektif denetimini sağlamaya yönelik olmalıdır. Yani devrim ve sosyalizme…
Teknolojik gelişmelerin işçi sınıfı üzerindeki baskıyı artırması, emeğin özgürleşme mücadelesi için kaçınılmaz bir zorunluluk yaratmaktadır. Teknolojinin sosyalist bir toplumsal düzen içinde sermayenin değil işçilerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde kullanılması ütopyacı beklentileri gerçekliğe dönüştürebilecek yegâne seçenektir. Bu bağlamda yapay zekâ ve otonom sistemlerin potansiyeli işçilerin daha kısa süreli ve daha az çalışarak daha çok üretip insanca yaşayabilecekleri bir düzenin inşasına katkı sunacaktır. Ancak bu düzenin gerçekleşmesi işçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci mücadelesine ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti temelinde yeniden örgütlenmesine bağlıdır.
Ve nihayetinde komünizmin özgürlük dünyasında teknoloji insan emeğini özgürleştirmekle yetinmeyip aynı zamanda doğayla uyum içinde tüm canlıların yaşamını kolaylaştıran bir dönüşümün aracı olacaktır. O halde:
Teknolojiyi emeğin zinciri değil özgürlüğün aracı yapalım!