Bundan dört yıl önce, Aralık 2020’de tamamlanan 5. Konferansımızın Sonuç Bildirgesi’nde, “İnsanlığın geleceği bakımından tarihsel bir kavşakta bulunduğumuz” tespitini dile getirdik.
Bunun hemen arkasından, “Ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkilerden uluslararası dengelere kadar her şey tepeden tırnağa sarsılmış -bazıları tükenmiş, çökmüş- durumda. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Ne eskisi gibi olabiliyor ne de yerlerini az çok kesinlik ve istikrar kazanmış bir ‘yeni’nin aldığını söyleyebiliyoruz. Tarihin içinde bulunduğumuz evresini farklı ve özgün kılan özelliklerin başında bu araf hali geliyor” dedikten sonra insanlığın bugünü ve geleceği açısından kaygı verici tehlikeleri şöyle tanımlıyorduk:
“Emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileriyle proletarya ve ezilen halklar arasındaki uçurumun büyümesi, servet-sefalet kutuplaşmasının kazandığı boyutlar, toplumsal çürümenin akıl almaz düzey ve görünümler kazanması, ırkçılık ve faşizmin ürkütücü boyutlarda güç kazanması, iklim krizi ve doğanın yıkımının geldiği nokta gibi zaten yaşamakta olduklarımıza ilaveten yeni tipte faşist diktatörlüklerin yaygınlaşması ve emperyalist savaş tehlikesi gibi yaklaşan felaketler insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit eden tehlikelerin başlıcalarını oluşturuyor.”
Bütün bu tehlikeleri büyütüp ürkütücü kılan etkeni ise önderlik boşluğunda görüyorduk:
“Bunların tümünü geri püskürtüp ortadan kaldırmayı ilk adımda başaramayacak dahi olsa en azından bazılarını engelleyip geciktirecek, kimilerini az ya da çok geriletip proletarya ve emekçi insanlığa nefes alıp güç toplama olanağı kazandırabilecek gelişmelerin önünü açmak öncelikle sözünü ettiğimiz öncülük/önderlik boşluğunun ortadan kalkmasına bağlı.”
Öncesi de olmakla birlikte o momentte dikkat çekmeye çalıştığımız tehlikeler yanında uyarı ve eleştiri konusu yaptığımız önderlik boşluğu ve sol’un bu konuda sergilediği aymazlık bugün maalesef daha da büyümüş ve derinleşmiş durumda.
* * *
Proletaryanın tarihsel önderlerinin bundan 178 yıl önce Komünist Manifesto’da dile getirdikleri bir öngörü bugün ürkütücü bir gerçek olarak karşımızda duruyor: ‘Burjuvazi kendi suretinde bir dünya yaratmayı’ başardı.
Günümüz dünyası, kâr ve çıkardan başka amaç ve değer tanımayan burjuvaziye özgü özelliklerle karakterize ne yazık ki. Kendisinden başkasını umursamayan bencillik, doymak bilmeyen bir açgözlülük, uzanabileceği her şeye sahip olma hırsı ve hazcılık kol geziyor. İnsanı insan yapan değerlere yabancılaşma, dahası düşmanlaşma had safhada. İnsanlığın yaşadığı sorunlar ve karşı karşıya bulunduğu vahim tehlikeler umursanmıyor.
Karşı karşıya bulunduğumuz sorun ve tehlikeler yanında insanın insanlığa bu denli yabancılaşması da “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır” felsefesiyle yola çıkan neoliberalizmin ürünü. Fakat onun anaforuna kapılarak geride bıraktığımız yıllar boyunca Marksizm-Leninizm ve sosyalizm ideali başta olmak üzere bütün ‘büyük anlatılara’ savaş açıp geçmişin devrimci değerlerine, devrimci kolektivizme ve örgütlü mücadele fikrine düşmanlaşan liberalleşmiş solculuğun bu yozlaşmadaki payını da gözardı edemeyiz.
* * *
Bugün karşımıza çıkan bütün ürkütücü -aynı zamanda tiksindirici- olgu ve süreçlerin temelinde emperyalist kapitalizmin yaşadığı çok yönlü ve katmanlı kriz yatıyor. Kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan bir sistem krizi bu. Fakat bu krizi sistemin önceki devrevi krizlerinden farklı kılan bir özellik var:
“Asalaklaşıp çürüyen kapitalizm” olarak emperyalizm aşamasına geçişiyle birlikte “tarihsel bakımdan ömrünü dolduran” kapitalizm, sistem olarak bugün fiziki açıdan da bariz bazı sınırlara dayanmış durumdadır. Dolayısıyla sermayenin krizini bir kez daha öteleme yeteneği -bazılarının düşündüğü gibi- büsbütün ortadan kalkmış olmamakla birlikte tekelci burjuvazinin hareket alanı belirgin bir biçimde daralmış durumdadır. Dünya çapında olduğu gibi tek tek ülkeler bazında da egemen burjuvazinin bu sıkışmışlık hali, insanlık ve doğa açısından büyük tehlikeler yanında umulmadık patlamalar dahil sıçramalı devrimci gelişme fırsatlarını da içinde taşımaktadır.
Yalnız bu noktada tek yanlı mekanik bir kriz algısından hareketle krizin kendiliğinden devrimci sonuçlar doğuracağı beklentisinden uzak durmak gerekiyor. Bu düz mantık hem dünyada ve Türkiye’de öznel etkenlerin olağanüstü zayıflığını gözden kaçırmaktadır hem de kriz dönemlerinin bir yönüyle de kapitalist sistemin yeniden yapılanma süreçleri olduğu gerçeğini ıskalamaktadır.
Bu yeniden yapılanma, sadece yeni bir üretim örgütlenmesi, yeni bir uluslararası işbölümü ve siyasal ilişkiler düzeninin kurulmasıyla sınırlı olmayıp yeni bir emek rejimi, yeni bir siyasal sistem, yeni hegemonya teknikleri vd. boyutlarını içeren total bir yeniden yapılanma sürecidir. Bu aslında nihai biçimini henüz almamış bir arayış halidir. İçinde bulunduğumuz tarihsel evrenin kuralsızlaşma, belirsizlikler ve kaosla karakterize olması bunun sonucudur.
Kapitalizmin krizleri insanlığın toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin, aynı anlama gelmek üzere bilimsel-teknolojik gelişmelerin katkısıyla emek üretkenliğindeki artışın sonucudur. Kapitalist sistemin temel özelliğini oluşturan üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olması ve tamamen kâr amaçlı üretimin anarşik karakteri bu üretkenlik artışını kriz etkenine dönüştürür. Dolayısıyla sistemin devamı, daha önce yaratıp geliştirdiği mevcut üretici güçlerin olağanüstü boyutlarda tahribini gerektirir. İşsizlik, açlık ve sefaletin akıl almaz boyutlar kazanması yanında yeni paylaşım savaşları, iç savaşlar, etnik temizlik ve soykırımlar bu tahribatın önde gelen araçlarıdır. Bu korkunç yıkım ortamında bir yandan da üretimin -tabii ki kapitalist temellerde- yeni bir biçimde yeni baştan örgütlendiği yeni bir emek rejiminin, yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin, buna uygun bir siyasal yapılanmanın, hegemonyanın yeni biçim ve araçlarının belirtileri filizlenir.
Dolayısıyla bugün karşımıza çıkan bütün ürkütücü -aynı zamanda tiksindirici- olgu ve süreçler (nükleer silahları kullanma tehditlerinin eşlik ettiği yeni bir dünya savaşı tehlikesinin büyümesi, ırkçı faşist hareketlerin yükselişi, Filistin’de aylardır süregelen hayasız soykırım, göçmen kırımının olağanlaşması, doğa talanının akıl almaz boyutlar kazanması, ekolojik sistemlerin darmaduman edilişi, silahlanma ve yağma yarışının uzaya taşınması vb.) bu bağlam içinde okunmalıdır. Bunlar kapitalist sistemin doğası yanında burjuvazinin krizden çıkış arayışlarından kaynaklanan sonuçlardır. Daha doğru bir anlatımla, iflasın eşiğine dayanmış kapitalist sistemin yaşadığı tıkanıklığı aşmak için yeni bir birikim modeli arayışındaki emperyalist burjuvazinin aklından geçen yönelimlerin mevcut koşul ve dengelerin imkân verdiği sınırlar içinde hayata geçmesinin tezahürleridir. Bu sonuçlarda cisimleşen yönelimlerin hangi yollardan geçerek nasıl bir sistemik bütünlük oluşturacakları önümüzdeki yıllarda dünya çapında yaşanacak irili-ufaklı sınıf çatışmaları tarafından belirlenecektir.
Fakat emperyalist burjuvazinin nasıl bir düzen peşinde koştuğuna dair kimi temel çizgiler bugünün olgu ve gelişmeleri içinde giderek belirginlik kazanıyor. Ekonomiden siyasete, uluslararası ilişkilerden günlük toplumsal ilişkilere kadar hayatın hemen her alanında kendi çıkarını her şeyin üzerinde tutan kural tanımazlığın kural hale gelmesiyle burjuvazinin teknolojinin ulaştığı düzeye de güvenerek hem üretici hem de tüketici olarak işine yaramayacağını düşündüğü vasıfsız yığınları artık ‘taşımaya değmeyecek bir yük’, düpedüz ‘çöp’ olarak görmesi bunların başında geliyor.
Fakat en çarpıcı gösterge, Trump ile Elon Musk koalisyonunda somutlanan parmakla sayılabilecek kadar az süper zenginler oligarşisi arasındaki ittifak olsa gerektir. ABD özgülünde ete-kemiğe bürünmüş olarak karşımıza çıkan bu plütokratik iktidar kompozisyonu, siyasetle olağanüstü boyutlarda tekelleşmiş ekonomi ve teknolojinin birbirlerini dolaysız yönlendirecek ölçüde iç içe geçtiği kural ve sınır tanımayan korkunç bir güç yoğunlaşmasını simgeliyor. Ekonomik olduğu kadar askeri ve teknolojik güç bakımından da dünyanın en büyük emperyalist gücünün yönetimine gelen bu ittifak, nerede ne zaman ne yapacağı belirsiz bir dengesizlikle uzayı dahi özel mülkü olarak görüp kolonileştirmenin peşinde koşan emperyalist açgözlülüğün bileşimini temsil ediyor. Biri müttefiklerinin topraklarına bile göz dikecek kadar pervasız diğeri elindeki muazzam güç ve olanakları kullanarak açık açık faşist bir enternasyonal örgütlemeye soyunan bu ikili, sınıf olarak burjuvazinin ve sistem olarak emperyalist kapitalizmin ne denli çürüdüğünün cisimleşmiş ifadeleri aynı zamanda. Sahip oldukları güç ve imkanlarla birlikte düşünüldüğünde Trump-Musk ittifakı, proletarya ve halklar açısından nasıl büyük tehlike ve risklerle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor bizlere.
* * *
Bugün tanık olduğumuz ürkütücü olgu ve süreçler içinde özellikle ikisi insanlığın bugünü ve geleceği açısından en büyük tehlikedir: Bunlardan birincisi yeni bir emperyalist dünya savaşı olasılığının kapıya dayanması, ikincisi ise yeryüzündeki eko sistemlerin sistematik tahribi sonucu büyüyüp derinleşen iklim krizidir.
Bunların her ikisi de insanlığı ve dünyayı yok oluşa sürükleme riski içermektedir. Üstelik her iki konuda da giderek hızlanan ürkütücü bir gidiş söz konusudur. Tehlikelerin bilincine varmış idealist güçlerin cılız çırpınmaları dışında dünya kamuoyunun sergilediği genel kayıtsızlık ise her iki konuda da tehlikeyi büyütmekle kalmayıp yakınlaştırmaktadır.
Savaş tehlikesi bugün asıl olarak ABD’nin 1990’larla 2000’lerin başlarında ele geçirdiği rakipsiz hegemon konumunu yitirerek inişe geçmesinden kaynaklanıyor. Gelinen noktada ekonomik, ticari, diplomatik hatta ideolojik alanlarda eski mutlak üstünlüğünü kaybetmeye başlamakla birlikte özellikle askeri ve teknolojik üstünlük avantajını da yitirmeden sarsılan konumunu tahkim etme amacıyla hareket eden hegemon güç ABD -tarihsel suç ortağı İngiltere’yle ittifak halinde- savaşı kışkırtan taraf konumundadır. Dolayısıyla günümüzde savaşa karşı mücadele, öncelikle ABD-İngiltere ittifakıyla arkalarından sürüklemeyi başardıkları AB gibi müttefiklerini ve İsrail gibi koçbaşlarını hedef almak zorundadır.
Fakat bu elbette “Üç Dünyacılığın” 1970’lerde yaptığı gibi emperyalist rekabetin karşı kutbunu oluşturan Çin ve Rusya ikilisiyle onlara yakın duran gerici rejimleri ‘doğal müttefik’ olarak görmek anlamına gelmez. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir emperyaliste karşı mücadele adına rakiplerine sempatiyle yaklaşıp onları taktik düzeyde dahi “dost ve müttefik” görmek -hatta hayırhah bir tarafsızlık bile- bugünkü rekabetin temelinde yatan neden ve onun emperyalist doğasına ilişkin tek boyutlu bir kavrayış sahibi olunduğu anlamına gelmekle kalmaz; emperyalist savaş tehlikesine karşı ilkelere dayalı tutarlı bir mücadele yerine ateşe farklı biçimde odun taşıyan farklı tür bir suç ortaklığı anlamına gelir.
* * *
İnsanlığın geleceğinin hangi yönde, nasıl şekilleneceğine dair tayin edici çatışmaların henüz yaşanmadığı bir geçiş dönemi içinde oluşumuz, sosyalist devrimci güçler olarak üzerimizdeki ölü toprağını atmak için önümüzde daha vakit olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine, kafamızı nereye-hangi konu ve alana çevirsek karşımıza çıkan belirtiler ‘kendimize gelmekte’ ne kadar geç kaldığımızı gösteriyor. Kaldı ki ‘o büyük gün’, bitirici tek bir hamle şeklinde yaşanmayacak. O çatışma çoktan başladı ve sınıf düşmanlarımızın sahip oldukları üstünlük ve avantajlar dışında bize kıyasla ne kadar yol aldıkları da ortada.
Bugün karşılaştığımız olgu ve süreçlerle sistemdeki tıkanıklığa sermaye lehine çözüm arayışları arasındaki bağlantının görülmesi, savaşa karşı mücadelenin, iklim krizine karşı mücadelenin, ırkçı faşist hareketlerin yükselişine karşı mücadelenin, Filistin’deki soykırıma karşı mücadelenin, Suriye özgülünde Rojava Devrimi’ni boğma çabalarına karşı mücadelenin, göçmen sorununu ele alış ve göçmen kırımına karşı mücadelenin, iklim krizinin derinleşmesine karşı mücadelenin, doğayı koruma mücadelesinin vd. hangi temelde ele alınıp örgütlenmesi gerektiği açısından tayin edici bir öneme sahiptir. Bu bağlantının berrak bir bilinçle kuruluşu, dönemin ve onun ağırlaştırarak karşımıza çıkardığı sorun ve tehlikelerin kavranışı noktasında Marx’ın Kapital’de “sadece gözle görülebilen durumlarla ilgilenen, olaylar ve olgular karşısında ‘neden’ sorusunu sorarak rahatlarını kaçırmak yerine ‘nasıl’ sorusuna cevaplar arayarak oyalanmakla” eleştirdiği burjuva iktisatçılar ve idealist ideologların konumuna düşmekten koruyacaktır.
Bu elbette büyüyen savaş tehlikesine karşı mücadelenin, ırkçılık ve faşizmin dünya çapındaki yükselişine karşı genel ve tek tek mevzi savaşların, derinleşen iklim krizine karşı mücadelenin, doğanın korunması için mücadelenin, göçmen düşmanlığı ve katliamına karşı mücadelenin vd. önemsiz ya da tali oldukları anlamına gelmiyor. Tam tersine, onların herbirinde harcanan emek ve çabaların kendi alanlarıyla sınırlı kalmaktan kaynaklanan boşluk ve zaaflarını gidermeyi sağlayacak bir perspektif genişliği kazandırmakla kalmıyor, “kesişimsellik” ve benzeri türden teğet ilişkilerle tatmin olmak yerine hedef ve nihai amaç ortaklığı temelinde birbirlerini çok daha güçlü tamamlayıp bütünleyecek sinerjik bir ilişkinin zeminini bize sunuyor.
Mevcut koşullarda sadece andığımız başlıklardan ibaret olmayan tehlikelere karşı savaşım sırasında çabalarımız belki sonuçsuz kalacak, zaman zaman boşa kürek çektiğimiz duygusuna kapıldığımız olacak. Yalnız dönemin sınıf düşmanlarımızı da şaşırtıp en azından tereddüde sürükleyecek hiç umulmadık çıkış ve patlamalara açık karakteri bir an bile aklımızdan çıkmamalı. Dahası bugün atacağımız her adımın insanlık ve doğa açısından korktuğumuz gidişi durdurmayı bugün için başaramayacak olsa bile büyük insanlığın vicdanı ve bilincinde eninde sonunda yankılanacağını unutmamalıyız. Bu konuda tarih bize yol göstermeli.
* * *
Bugünün Türkiyesi’nde siyasal ve toplumsal yaşamı biçimlendiren etkenler arasında iki dinamiğin tayin edici bir rol oynadığını söyleyebiliriz:
Bunlardan birincisi faşist diktatörlük rejiminin tek adam diktatörlüğü biçiminde yeniden yapılanma sürecinin derinleşip kökleşmesi, ikincisi ise toplumsal fay hatları arasındaki yarığın derinleşip çelişkilerin kesinleşmesidir.
Bu alt çizme, ekonomik krizin derinleşmesi, sefalet-sefahat uçurumunun korkunç boyutlar kazanması, doğanın akıl almaz bir aç gözlülükle yağmalanması, dış politikada tıkanma ve çizilen keskin zigzaglar, toplumsal çürümenin boyutlanması, yargıdaki çürüme, eğitimin çökmesi, dinci gericiliğin şaha kalkması gibi çizgilerin önemsiz ya da etkisiz oldukları anlamına gelmiyor elbette.
Bütün bunlar ve eklenebilecek diğer olgu ve tezahürlerin üstü biraz kazınacak olursa hepsinin kökeninde 1980 sonrası 12 Eylül zoruyla hayata geçirilen neoliberal yeniden yapılanma sürecinin yattığı gerçeği karşımıza çıkar. Bunların herbiri dünya burjuvazisinin bu stratejik yöneliminin -elbette Türkiye koşullarında şekillenen- sonuçlarıdır.
Bu anlamda bugün karşımızdaki Türkiye gerçeği ne Türkiye’ye özgüdür ne rastlantı ya da kaderin cilvesidir ne de gelip geçicidir. Hangi sınırlar içinde olursa olsun kendisini muhalif olarak tanımlayan bütün siyasal-toplumsal güçler öncelikle bu gerçeği görerek hareket etmek, politika ve taktiklerini bunu dikkate alarak oluşturmak zorundadırlar.
Bu bağlamda, “AKP-MHP iktidarı çöktü çöküyor”, “Bu kriz -ya da bu skandal- bunları götürür”, “İktidarın fazla hareket alanı kalmadı” vb. şeklinde söylem ve yaklaşımlar -ister inanılarak isterse kitlelere umut ve cesaret vermek amacıyla olsun- büyük bir yanılgı olmakla kalmaz büyük hayal kırıklıklarına davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bu özelliğiyle devrimci bir metanet ve kararlılık ifadesi olmaktan çok uyuşturucu bir özelliğe sahiptir. Bu tam da AKP-MHP faşist koalisyonunun en büyük avantajlarının başında gelen etkili bir muhalefet odağının oluşumu sürecine zarar verir. O irade ve yönelimi geciktirip yavaşlatır. Yığınlardan da önce onlara siyasal öncülük iddiasındaki güçleri önce rehavete, ardından her seferinde biraz daha derinleşen karamsarlık ve umutsuzluğa sürükleyen bu temelsiz subjektivizm, son büyük hüsranı 2023 Mayıs seçimleri sürecinde yaşadı. “Bu kriz bunları götürür”, “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur”, “Geliyor gelmekte olan” vb. söylemleri eşliğinde pompalanan altı boş umudun hüsranla sonuçlanmasının nasıl derin bir moral çöküntü ve karamsarlığa dönüştüğü hatırlardadır. Onun öncesinde de 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren yaşanan onca deneyime rağmen bu iddia ve söylemin hâlâ sürdürülmesi anlaşılır değildir.
Tekelci burjuvazi ve onun siyasi temsilcisi olarak AKP-MHP koalisyonunun, faşist rejimi neoliberal çizgide restore edip güçlendirme doğrultusunda özellikle 2015 sonrası belirgin bir mesafe katettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Hem kurumsal yapılanma ve kadrolaşma yönünde hem de istikrarlı bir kitle tabanı oluşturma yönünde bariz bir yol aldılar. Bu destekteki göreli zayıflama hatta giderek çözülmeye rağmen özellikle “Reis fanatizmi” hâlâ güçlü.
Tek adam diktatörlüğünün tahkimi doğrultusunda alınan bütün mesafeye rağmen bu durum karşılarındaki bütün engelleri aşıp korkularından kurtulabildikleri anlamına da gelmiyor elbette. Bu faşist iktidar blokunun karşısında pes etmeyen, dahası en az onların kemikleştirdiği çekirdek kitle desteği kadar inatçı bir toplumsal muhalefetin varlığı bu karşıt dinamiklerin başında geliyor. 2023 Mayıs seçimleri bozgununun bir yıl sonrasında yapılan son yerel seçimlerde CHP’nin ummadığı yerlerde bile beklemediği bir başarı kazanması, bu toplumsal dinamiğin niceliği ve yaygınlığı yanında ortaklaşabileceği hedeflere yönelmesi sağlandığı taktirde nasıl sonuç alıcı bir güç ve potansiyele sahip olduğunu gösterdi.
Kitleselleşmiş bir demokrasi dinamiği olarak Kürt halk hareketi, inatçılığı ve cesaretiyle ön açıcı bir rol oynayan kadın dinamiği, son yıllarda kendini giderek daha fazla hissettirmeye başlayan sınıf hareketi (emek dinamiği) ve canını dişine takarak doğasını, ormanını, suyunu korumaya çalışan köylü dinamiği bu muhalefetin omurgasını oluşturuyor. Gerçi sınıfsal ve ideolojik karakter, talep ve özlemleri bakımından yekpare bir bloktan söz edemeyiz. Bu açıdan çok parçalı, dahası yer yer karşıt özellik ve eğilimlere (beklentilere) sahip heterojen bir toplumsal muhalefet gerçekliği var karşımızda. Daha da önemlisi bu farklılıkları gideremeyecek olsa dahi sığ bir “Tayyip karşıtlığı” temelinde kesişmesinin ötesine geçirecek dönemsel bir program etrafında birleştirip peşinden sürükleyebilecek bir önderlik ve öncülükten mahrum bu dinamik. Onun yumuşak karnı da burası.
Bu bağlamda, önümüzdeki yılların Türkiyesi’nin hangi yönde nasıl bir seyir izleyeceğini belirleyecek tayin edici iç halkayı, iktidarın zaaf ve zayıflıkları değil toplumsal muhalefetin bu temel zaaf ve zayıflığının sürüp sürmemesi oluşturacak. Muhalefete öncülük iddiasında olan güçler her şeyden önce bu gerçeği görmek, tarihsel görev ve sorumluluklarını bu kavrayış temelinde tanımlayıp buna uygun bir dönemsel stratejik hat çizmek zorundadırlar.
Bu konuda asıl sorumluluk devrimcilikte ısrarlı komünistler ve devrimcilere düşmektedir. Kimse sınıf ve toplumun muhalif kesimleri üzerindeki etkimiz ve çekim gücümüzün zayıflığı gerçeğine gözünü kapatmamalı, birbirimize kıyasla göreli üstünlüklerimizi öne çıkararak kendimizi rahatlatmamalıyız. Öte yandan gücümüzü ve olanaklarımızı aşan nedenleri bahane eden bir iddiasızlık ve ruh halinden de uzak durmalıyız. Devrimcilik doğası gereği volontarist bir duruştur. Kendisini çevreleyen koşullarından üzerinden atlamamakla birlikte onlara teslim olmayı da kabullenmeyen bir irade ve iddia işidir.
İçine girdiğimiz dönemde emeği savunmakla kalmayıp onu yığınsal ölçeklerde harekete geçirme gücüne ve potansiyeline sahip bir devrimci odak ancak devrimcilikte ısrarlı güçler arasında yoldaşça yakınlaşma, hesapsız samimi güç ve eylem birlikleri yoluyla inşa edilebilir. Türkiye devrimci hareketi bu konuda aslında çok geç kalmış durumdadır. Nesnel koşullardaki olgunlaşmaya karşın çürümüş ve gerçekte tıkanmış bir iktidarı yıkmanın hâlâ yanına bile yaklaşamamışsak öte yandan umutsuzluk ve çaresizliğin pençesinde kıvranıp bir çıkış yolu arayışı içinde olan işçi ve emekçi kitleler hâlâ dönüp bizlere bakmıyorlarsa iki kere durup düşünmemiz gerekir. Ama tren hâlâ kaçmış sayılmaz. Ne var ki her kim sahip olduğu nispi üstünlük ve avantajlarına güvenerek bu ihtiyacın yakıcılığı ve acilliğine gözlerini kapatmakta ısrarlı olur ya da ağırdan alıp oyalanmayı sürdürürse tarih önünde ağır bir siyasal ve manevi suçu da şimdiden üstlenmiş demektir.
Aralarına aşılmaz çitler çekmeden sendikal ve siyasal alanda sınıfın ve emekçi kitlelerin gözünde çekim gücü yüksek, güven veren etkili bir devrimci odak inşası konusunda yıllardır gösterdiğimiz çabayı 5. Konferansımız sonrasında da sürdürdük. Bu konudaki girişimlerin bir çoğuna önayak olduk, dışımızda gelişenlere de samimiyetle katıldık. Ne var ki, umut verici bir gelişme çizgisi yakalananlar bile bir süre sonra tıkandı, yavaşladı, hedeflenen sonuca ulaşamadı. Bunun nedenleri herkeste aynı değil. Yalnız sorunun bütün muhataplarında değişik biçim ve yoğunlukta kendisini gösteren iki nedenin altını kalınca çizmek gerektiği görüşündeyiz: Bunlardan birincisi sorunun tarihsel önemini, aciliyetini ve yakıcılığını yeterince derin hissetmemek, ikincisi ise neoliberal dönemde uğranılan yenilgiler, güç, güven, konum ve prestij kaybı ortamında filizlenen siyaset anlayışı ve tarzının etkilerinden hâlâ bütünüyle arınamamış olmak. Bunlar aslında birbirlerinin hem nedeni hem sonucu. Halbuki işçi ve emekçi kitleleri peşine takacak güven veren militan devrimci bir odak ihtiyacı oyalanma ve savsaklanmayı daha fazla kaldıramayacak kadar acil ve yakıcı bir ihtiyaç. Sadece Türkiye’de değil dünyada da insanlığın ve evrenin bugününü ve geleceğini tehdit eden tehlikelerin kazandığı ürkütücü boyutlar ortada. Buna rağmen sürece hâlâ kendimizi merkeze koyan dar bir odaktan bakmak salt korkunç bir subjektivizm olmakla kalmaz tarihsel açıdan affedilmez bir aymazlık anlamına gelir. Bu anlayışta olduğumuz için yıllardan beri birleşik devrimci bir odak inşasında ısrarlıyız.
Politikanın güçle yapıldığı yasasının elbette farkındayız. Fakat her şeyi nicelikle ölçüp salt aritmetik güce indirgeyen ilkesiz Mevlânacı yaklaşımlara da ortak olmayacağız! Proletarya sosyalizmini hedefleyen Marksist-Leninist komünistler olarak niceliği nitelikle birlikte düşünüp birbirlerinden koparmadan ele almakta ısrarlı olacağız! Dışımızdaki devrimci güçlerle ittifak ve birlikte güçlü bir devrimci odak yaratma yönelimimizi de bu ilkesel yaklaşım temelinde sürdüreceğiz! Bu konuda bugüne dek yaşadığımız hayal kırıklıklarına karşın sınıfın ve emekçi kitlelerin yaşamına dokunan net ve sade bir dönemsel program temelinde militan bir mücadele çizgisinde ortaklaşabileceğimiz devrimci güçlerle devrimci bir odak yaratma konusundaki ısrar ve arayışlarımızdan vazgeçmeyeceğiz!