TİKB deyince özellikle iki şeyin altını çizmek gerekiyor: En elverişsiz koşullarda dahi pes etmemek ve konjonktür devrimciliği yapmamak.
Nasıl devrimci oldunuz?
İnsan bazen politikanın içinde büyür de bundan habersizdir. Benim hikayem de çocukluğumda böyle başladı. Politika ile alakasız fakat sosyal demokrat partiye yakın bir ailede büyüdüm. Habersiz politik ortamın içinde olmam ise “Geniş ailede” oldu.
Şehirde oturuyorduk fakat şehre çok yakın mesafede sahil köyümüzde anneannem ve dedemin evine gitmek için okulların kapanmasını dört gözle beklerdik. Dedem dahil “Karaoğlancı” bir köydü burası. Milliyetçilik, anti faşistlik, kadın sorunu, sınıfsal sorunların herbirinin farkında olunmadan tek tek tartışıldığı yerdi aslında.
Bir de yakınında Amerikan üssünden dolayı (uçakları kontrol eden radar üssü) sık sık köyden cip ya da motosikletleri ile geçen, dili ve rengi bize hiç benzemeyen, anneannemin ürktüğümüzü anlayıp bizi sakinleştirmek için söylediği “Dost Gavur”larımız vardı.
Dünya çapında yükselen ve Türkiye’deki gençlik hareketini de etkileyen ’68 Hareketi’nin bu köye de geldiğini sonradan anlayacaktık. Ankara’da üniversiteye giden tatillerde köye gelen gençlerin hepsini etkileyen bir abimiz sayesinde. Bu gençlerden biri de teyzemdi. Çocuk merakı işte, tek tek bütün olanları izliyor ve anlamaya çalışıyorduk.
O güne dek kendi hedeflerimizle yaşayıp gidiyorduk. Az topraklı yoksul köylülüğün ağırlıkta olduğu köyde genç kızlar ya öğretmen ya da ebe-hemşire olmak için okurdu. Bana da -oldukça bol rahatsızlığı olan- anneannemce doktor olma rolü biçilmiş, ben de rolü alıp kabul etmiştim. Yalnız buna öğretmenimin saygıyla anlattığı Madam Curie gibi bilim kadını olmayı da eklemiş, çocukları toplayıp “iğne vurmaya, muayene etmeye” başlamıştım bile.
Ankara’dan yeni fikirlerle gelen ağabeyden sonra yeni laflar duyuyorduk. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Dev-Genç, sosyalizm, solculuk, devrimcilik, köyün içinde cirit atan sarışınların emperyalist bir ülkenin askerleri olduğu gibi… Ciplerinde asılı bayrağın da bizleri kendilerine bağlayan emperyalist bir ülkenin bayrağı olduğu gibi…
Ne konuşuyorlar diye gizli gizli dinlediğimiz gençler bir gün artık bıkıp biz çocukları yanlarına çağırdılar. Bugün bile gülümseyerek hatırladığım ilk “sosyalizm” dersimizi orada aldık.
Gençler -kendi bildikleri kadarıyla-, ne istediklerini bize de anlattılar. Başka bir düzen istiyorlardı: Sosyalizm! “Sosyalizmde herkes çalışacak, fakat para almayacaktı. Herkes eşit olacaktı. Çalıştığımızda para almayacaktık fakat bakkaldan bir şeyler alınca da para vermeyecektik…”
Çocuk aklımla sosyalizmi onaylıyordum. Her istediğimizi parasız alacaksak varsın çalışınca da para almayıverelim, ne yapacaktık parayı?!! Emperyalizmin kahrolması da kafama yatmıştı. Şu motosikletleri ve cipleriyle küstah küstah dolaşıp oyunlarımızı bölen dev sarışın “emperyalist adamları” zaten hiç sevmemiştik “Kahrolursa kahrolsundu şu Amerikan emperyalizmi.” Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’ları da anlatılanlardan pek sevmiştik doğrusu. Çabuk büyüyüp onlarla tanışma hayalleri dahi kurmaya başladık. Ta ki büyüklerimizin birinin Kızıldere’de vurulduğunu, diğerinin faşist cunta tarafından asıldığını söyleyip ağladıkları, bizim de onlarla birlikte üzülüp ağladığımız günlere kadar…
Şehirde de dilleri farklı komşularımız vardı. Bir kısmı Kürtçe bir kısmı Arapça konuşuyordu. Dillerini kaybetmiş tek tük Ermeni arkadaşımız da vardı. Çocuklar olarak pekala oyunlar oynuyor, gülüyor, eğleniyorduk. Ailelerimizin farklılıkları hiç de umurumuzda değildi doğrusu. Bizler sıkı dostlar, arkadaşlardık.
Herbirimiz genç olup devrimci düşüncelerle tanıştığımızda bunun kıymetini anlayacaktık. Böyle bir ortamda büyümenin bizi ırkçılık, kafatasçılık zehrinden nasıl koruduğunu, her halk hakkında yapılan manipülasyonların kıymet-i harbiyesinin olmadığını kendi çocukluğumuz, çocukluk arkadaşlarımızdan bilecek ve nefretle reddedecektik.
Ortaokul ve lise yıllarımda ise ülke boydan boya politikleşmiş, herkes sağcı ya da solcuyum demeye başlamıştı. Genelde köydeki gençlik grubu, özelde teyzem sayesinde biz de safımızı seçmiştik: Solcuyduk artık. Romanları, bilimsel kitapları, felsefeyi delice okuyor araştırıyor, sosyalizmi ve solculuğu öğrenmeye çalışıyorduk.
’68 kuşağının hemen arkasından gelen kuşağın güzel özelliklerinden birisi de buydu: Araştırmacı bir kuşak olması. Karakter sahibi, kişilikli bir kuşak olmasında ’68 kuşağının devrimci idealizmini, diğer devrimci özelliklerini dinleye-okuya büyümemiz kadar bu araştırmacı ruhun payı da azımsanamaz.
Üzerimize salınan sivil faşistlerle dinmeyen çatışmalar, hemen her gün yaşayıp duyduğumuz vurmalar vurulmaların rutinleşmesi, bitmeyen gözaltı furyaları, devletin o süreçte vurucu güç olarak kullandığı sivil faşistlere açık desteği ile devletin gerçek yüzünü pratikte kavramalar gibi karmakarışık süreçlerde dahi okuyan araştıran bir kuşak olması.
Şimdi düşünüyorum da, hem derslerinde başarılı olan, hem “solcu” film ve konserleri kaçırmayan, hem kendince okuyan araştıran, seminerler, eğitim çalışmaları, tartışma toplantıları, edebiyat günleri organize edebilen… Hepsine yetişmeye çalışan binlerce genç kadın ve erkek olarak ’68 kuşağının hemen ardından devrimci saflara aktık adeta. Üstelik bütün bunları, karşı oldukları için değil korktukları için bizi geri çekmeye çalışan ailelerimizin baskısı altında başarmaya çalıştık.
Nasıl TİKB’li oldunuz?
Bölgede gençlik içersinde sivrilen tiplerden biriydim. Ve o dönem bütün bölgelerde olduğu gibi kitlesel iki büyük örgüt vardı. Dev-Yol ve Halkın Kurtuluşu. Ben her ikisini de araştırıyordum. Dev-Yol’un öncü savaşı anlayışı kafama yatmıyordu Halkın Kurtuluşu’nun da pratikteki pasifizmi uzak durmama neden oluyordu. Lakin genel bir “solculuk” bir yere kadardı. Eleştirilerimi de söyleyerek çevremdeki Halkın Kurtuluşu gençlik grubu ile hareket etmeye karar verdim.
Aslında gençlik içerisinde genel olarak bu pasifizme duyulan bir tepki vardı. Açıkçası biraz da kafamıza göre takılıyorduk, pasif kalmaya hayatın kendisi izin vermiyordu. Bu anlamda ben asıl olarak TİKB’liyim. Halkın Kurtuluşu ile ideolojik siyasal bir bütünleşmem olmadı. Bir süre sonra örgüt içerisinde daha sonra kendisini TİKB olarak adlandıracak “Muhalefet” grubu çıkıp, eleştirilerinin başına da bu pasifizmi koyunca zaten hoşnutsuz olduğum için “Muhalefet” saflarında yer aldım.
İnsan siyasal bir tercih yaparken biraz da onu savunanların ne söylediklerine değil hayat içersindeki duruşlarına, samimiyetine, tutarlılıklarına bakar. TİKB’yi tercihimde çevremdeki insanların devrimci mücadeledeki tutarlı duruşları, militan bir mücadele hattını sadece savunmaları değil bununla bütünleşmiş kişilikler olması da etkili olmuştur. Bunlardan birisi de gerçek anlamda kimselere benzemeyen, arada sırada gördüğüm, adının Mehmet Fatih Öktülmüş olduğunu çok sonraları öğreneceğim yoldaş olmuştu.
“Muhalefetin” Üç dünya teorisi ve Mao Zedung eleştirisi, Sovyetler Birliği’nin sosyalist değil revizyonist olması ve başını AEP’in çektiği partilerin revizyonist kampa karşı tavır, ama özellikle de sınıfın devrimde öncü rolü düşünceleri benim de kafama yatıyordu. Bu anlamda TİKB’li olmam kendimce okuyup araştırmalar, tartışmalar sonucu bilinçli bir tercihti.
TİKB’yi diğerlerinden ayırt eden özellikler nelerdir?
Bu farkı birçok tanım ile anlamlandırabiliriz. Fakat özellikle iki şeyin altını çizmek gerekiyor: Her koşulda, en elverişsiz durumlarda dahi pes etmemesi, teslimiyet ile yan yana gelmemesi, diğeri de konjonktür devrimciliği yapmaması -başka bir deyimle-, “yükselen değerlere” göre tavır belirlememesi.
Bu iki özellik diğer karakteristik özelliklerini de belirliyor zaten. Militan sosyalizm anlayışında ısrarı bu özelliklerin sonucudur mesela. Diğer toplumsal dinamikler hareketlendiğinde onları pas geçmeyen fakat sınıf çalışması demekteki ısrar bundandır. Kurulmasından kısa bir süre sonra gelen 12 Eylül faşist cuntasına karşı maddi gücünü kat kat aşan bir direniş sergilemesi, işkencelerde neredeyse bütün kadroları ve taraftarlarının ezici çoğunluğu ile direnmesini de bu parantezde anabiliriz. Cezaevlerinde ve mahkemelerdeki tavrı ile dostun da düşmanın da teslim ettiği bir saygınlığının olmasını da.
Tarihimiz boyunca yaşadığımız iki siyasal ayrılıkta da yollarımızı ayırdığımız eski yol arkadaşları bunu kavramadılar. Kendileri de dahil TİKB kadrolarının bu özelliklerini “unutmuş” gibiydiler.
İlkinde “Bürokratlaşmış TİKB MK’ya boyun eğen kadrolar” demagojisi yaptılar. Ama üstte sayılan özelliklerin şekillendirdiği kadroların sadece devlet karşısında değil, konjonktüre göre şekillenen, krizlerin yön verdiği “ara akımlara” karşı da “şerbetli olduğunu” unutmuş gibiydiler. TİKB’nin eksikliklerini sıraladıkları ve yer yer de haklı oldukları süreç geçince sol gösterip sağ vurmalarını üstte saydığım özelliklerle şekillenen kadroların nefretle reddedeceği belli değil miydi?!
İkincisinin başını çeken şahsiyetin aslında yeni bir şey söylemeyen, Koordinasyonculuğu Bersteincılıkla harmanladığı “Üretici güçlerin gelişkinlik düzeyi ile neoliberalizmin sanayi devriminden sonraki en büyük devrimi yakaladığı” üst başlığındaki görüşleri ve bunu “Hepinizi dağıtırım. Bu görüşleri kabul etmeye hazır mısınız?” şeklinde dayatması da aslında her şeyden evvel TİKB kadrolarına, TİKB’nin karakteristik özelliklerine yabancılaşmanın ürünüydü.
Bu geçmiş yol arkadaşlarını, TİKB’li özelliklerinin bu kesitlerde de konuşturulması gerektiğini söylemek için andım. Aksi takdirde ismimize dahi tahammül edemeyen “Bugüne dek ne yaptıysak tam tersini yapmalıyız” diyen ikinci çekip gidenlerden sonra TİKB’nin üzerindeki ölü toprağını atmamız mümkün olmazdı. Hem de bir avuç kalmış halimizle.
Komünistim demek budur zaten. Pratik, örgütsel, ideolojik fırtınalarda savrulmayan, komünizmin özgürlük dünyasının ruh hali ile yaşamaktan vazgeçmeyen olabilmek.
TİKB neden bu durumda?
Biz ne yaparsak yapalım yarmaya gücümüzün yetmeyeceği nesnel koşulları hepimiz biliyoruz. Örneğin eski revizyonist kamp ve sosyalist gördüğümüz Arnavutluğun emperyalist kapitalizme dövüşsüz teslim olmasının yarattığı moral bozukluğu, şaşkınlık ve ruhsal gerilemeyi yarmak, bizim örgütsel durumumuz ne olursa olsun aşmaya gücümüzün yetmeyeceği bir altüst oluştu.
Birçok neoliberal görüş bu zeminde kolaylıkla boy verebildi, hatırı sayılır bir ilgiyle de karşılandı. Anti-komünizm rüzgarı oldukça sert esebildi/estirilebildi.
Buna bitişik TİKB’nin iç krizi gibi gözüken aslında dünya çapında altüst oluşun yarattığı krizin bizdeki yansıması diyebileceğimiz ayrılıkların yarattığı tahribatları minimuma indirmek için ne yaparsak yapalım değer erozyonu, bizdeki moral bozukluğu ve yorgunluğu derinleştirmesi sadece bizim elimizde olan bir şey değildi.
Kendimizden kaynaklı eksiklik ve yetmezlikler konusunda sayısız şey söylenebilir. Zamanında bizleri TİKB’li olmaya iten nedenler neyse bunları gerçekleştiremediğimiz oranda TİKB’yi hep beraber bu hale getirdik. Bunların bir çoğu tartışılıp konferans ve kongreden sonra açıklandı zaten.Yenilenen program ve tüzüğümüzle de devrimci demokrat kamuoyuna deklare edildi. İsteyen bunlara ulaşır, okur. Yeniden nelerin altını çizmek istersiniz derseniz;
Başına “iktidar bilinci zayıflığı” dediğimiz, aslında tespit edip üzerine de hayli yazdığımız, tartışıp konuştuğumuz olguyu koymak gerekir. Bunu içselleştirmekteki (içselleştirememekteki) sancılarımızı, örgütsel işleyiş anlamında ise parti tarzını yerleştirmekteki hatalarımızı, günahlarımızı…
Bugün ikincisinde düşünsel olarak epey yol katettik. Bunda hem geçmiş sosyalizm deneyimlerinin eksiklikleri, hem TDH’nın açmazları hem de kendi açmazlarımızdan çıkardığımız ders ve tecrübelerin birikiminden yola çıktık elbette. Komünizmin dünyasından bugüne bakarak düşünmek, her gün her saat yeniden yeniden düşünmek konusunda hala örgüt ve onun tek tek bireyleri olarak katedeceğimiz çok yol var. Bu damarımızdaki her zayıflama bizi kırmızı çizgimiz olan militan sınıf devrimciliğinden uzaklaştırıyor zira.
Bir dönem sınıftan daha çok semtlere dalmamız, tek tek güzel örnekler dışında oradan gelen kadro ve taraftarların kültürü, yaşam ve düşünce tarzı ile yarattığımız doku bozulması bu “muhalefet değil, iktidara aday bir ideoloji ve örgüt” olduğumuzun unutulması değilse nedir?!
İktidar bilincini taşımaya vereceğimiz olumlu örnekler nedir dersek, boyumuz çapımız ne gibi mızırdanmaları değil, koşullar ne olursa olsun yarma iradesini gösteren Ethem yoldaş, İsmail Kızılçay yoldaş ve tabii ki Serdar Ben’in (Maviş yoldaşın) yaşamları ve yaptıkları derim. Uzun söze gerek olmadan sınıf sendikacılığındaki ısrar, gözü kara Havalimanı direnişine önderlik etmek için koşa koşa oraya gitmek derim.
Altının çizilmesi gereken diğer şeyse, değişen koşullara zamanında ayak uyduramamak, bunun yarattığı donmuşluktur. Devrimci bir yenilenme için kendimizi bugün de sık sık çimdiklemek zorundayız. Değişen dünyayı ve buna uygun politikalar taktikler konusunda başkalarına göre erken, olması gerektiğine göre geç tavırlar koyduk. Fırsatları kaçırdığımız da çok oldu. Fakat biz “Başkalarına göre erken, ilk biz dedik” yönünü öne çıkardık. Bizi donmalardan, devrimci yenilenmenin kaçınılmazlığından, “yenilenme” adına ortalığı kaplayan vıcık vıcık görüşlerden koruyacak olan dün de buydu, bugün de budur.
Bu durumdan nasıl çıkılır?
TİKB’nin bulunduğu durum, genelde de devrimci örgütlerin prestij kaybı elbetteki canımızı çok acıtıyor. Ama bu “kader” değil. Bu sorunun yanıtı TİKB’i TİKB yapan değerler nelerdir’in yanıtı ile aynı aslında. Militan sosyalizm savunusu sınıf çalışmasında ısrara devam. Sınıf ve emekçilerden gelecek kadro ve ilişkiler yaratmanın aciliyeti. Sınıf ve emekçilerle bağ kurmanın, onlarla birlikte politikalarımızı örmenin yeni araçlarına her gün yeniden kafa yormak.
Klasik ama çok değerli bir laf vardır, “Parti benim!” Yoldaşlarımız, bugün aktif olmayan eski yoldaş ve taraftarlarımız, dostlarımız herbiri kendi cephesinden omuz verdiğinde durum bambaşka olacaktır. Tabii ki “Asla yalnız yürümemek” şiarını da gözardı etmeden stratejik dost ve yoldaş örgütlerle yürüyebileceğimiz kadar omuz omuza olmak.
Buna bitişik kadın dinamiği başta olmak üzere, iklim ve doğanın talanına muhalif hareketler, emperyalist oluşum ve örgütlenmelere, ırkçılığa karşıt hareketler vb. ile ilişkilerimizin farklılaşması ile bu süreç yarılabilir. Bugünden yarına değil ama çok geç de değil, yarılabilir.