Türkiye: Bugün ve Yakın Gelecek

Geride kalan son 5 yıllık dönemin Türkiyesi’ne baktığımızda siyasal ve toplumsal yaşamı biçimlendiren etkenler arasında iki dinamiğin tayin edici bir rol oynadığını söyleyebiliriz: 

Bunlardan birincisi faşist diktatörlük rejiminin tek adam diktatörlüğü biçiminde yeniden yapılanma sürecinin derinleşip kökleşmesi, ikincisi ise toplumsal fay hatları arasındaki yarığın derinleşip çelişkilerin kesinleşmesidir. 

Bu alt çizme, ekonomik krizin derinleşmesi, sefalet-sefahat uçurumunun korkunç boyutlar kazanması, doğanın akıl almaz bir hoyratlıkla yağmalanması, dış politikada tıkanma ve çizilen keskin zigzaglar, toplumsal çürümenin boyutlanması, yargıdaki çürüme, eğitimin çökmesi, dinci gericiliğin şaha kalkması gibi çizgilerin önemsiz ya da etkisiz oldukları anlamına gelmiyor elbette. 

Bütün bunlar ve eklenebilecek diğer olgu ve tezahürlerin üstü biraz kazınacak olursa hepsinin kökeninde 1980 sonrası 12 Eylül zoruyla hayata geçirilen neoliberal yeniden yapılanma sürecinin yattığı gerçeği karşımıza çıkar. Bunların herbiri, dünya burjuvazisinin bu stratejik yöneliminin -elbette Türkiye koşullarında şekillenen- sonuçlarıdır. 

Bu anlamda bugün karşımızdaki Türkiye gerçeği ne Türkiye’ye özgüdür ne rastlantı ya da kaderin cilvesidir ne de gelip geçicidir. Hangi sınırlar içinde olursa olsun kendisini muhalif olarak tanımlayan bütün siyasal-toplumsal güçler, öncelikle bu gerçeği görerek hareket etmek, politika ve taktiklerini bunu dikkate alarak oluşturmak zorundadırlar. 

Bu bağlamda, “AKP-MHP iktidarı çöktü çöküyor”, “Bu kriz -ya da bu skandal- bunları götürür”, “İktidarın fazla hareket alanı kalmadı” vb. şeklinde söylem ve yaklaşımlar -ister inanılarak isterse kitlelere umut ve cesaret vermek amacıyla olsun- büyük bir yanılgı olmakla kalmaz, büyük hayal kırıklıklarına davetiye çıkarmak anlamına gelir. Bu özelliğiyle devrimci bir metanet ve kararlılık ifadesi olmaktan çok uyuşturucu bir özelliğe sahiptir. Bu özelliğiyle tam da AKP-MHP faşist koalisyonunun en büyük avantajlarından birini oluşturan etkili bir muhalefet odağının oluşumu sürecine zarar verir. O irade ve yönelimi geciktirip yavaşlatır. 

Yığınlardan da önce onlara siyasal öncülük iddiasındaki güçleri önce rehavete, ardından her seferinde biraz daha derinleşen karamsarlık ve umutsuzluğa sürükleyen bu temelsiz subjektivizm, son büyük hüsranı 2023 Mayıs seçimleri sürecinde yaşadı aslında. “Bu kriz bunları götürür”, “Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur”, “Geliyor gelmekte olan” vb. söylemleri eşliğinde pompalanan altı boş umudun hayal kırıklığıyla sonuçlanmasının nasıl derin bir moral çöküntü ve karamsarlığa dönüştüğü hatırlardadır. Onun öncesinde 7 Haziran 2015 seçimlerinde de ve sonrasında yaşanan onca deneyime rağmen bu iddia ve söylemin hâlâ sürdürülmesi anlaşılır değildir. 

Tekelci burjuvazi ve onun siyasi temsilcisi olarak AKP-MHP koalisyonunun, faşist rejimi neoliberal çizgide restore edip güçlendirme doğrultusunda özellikle 2015 sonrası belirgin bir mesafe katettiği gerçeğini görmezden gelemeyiz. Hem alta doğru saçaklanan kurumsal yapılanma ve kadrolaşma yönünde hem de istikrarlı bir kitle tabanı oluşturma yönünde bariz bir yol aldılar. Bu destekteki göreli zayıflama hatta giderek çözülmeye rağmen özellikle “Reis fanatizmi” hâlâ güçlü. 

Tek adam diktatörlüğünün tahkimi doğrultusunda alınan bütün mesafeye rağmen bu durum karşılarındaki bütün engelleri aşıp korkularından kurtulabildikleri anlamına da gelmiyor elbette. Bu faşist iktidar blokunun karşısında pes etmeyen, dahası en az onların kemikleştirdiği çekirdek kitle desteği kadar inatçı bir toplumsal muhalefetin varlığı bu karşıt dinamiklerin başında geliyor. 2023 Mayıs seçimleri bozgununun bir yıl sonrasında yapılan son yerel seçimlerde CHP’nin ummadığı yerlerde bile beklemediği bir başarı kazanması, bu toplumsal dinamiğin niceliği ve yaygınlığı yanında ortaklaşabileceği hedeflere yönelmesi sağlandığı taktirde nasıl sonuç alıcı bir güç ve potansiyele sahip olduğunu gösterdi. 

Kitleselleşmiş bir demokrasi dinamiği olarak Kürt halk hareketi, inatçılığı ve cesaretiyle ön açıcı bir rol oynayan kadın dinamiği, son yıllarda kendini giderek daha fazla hissettirmeye başlayan sınıf hareketi (emek dinamiği) ve canını dişine takarak doğasını, ormanını, suyunu korumaya çalışan köylü dinamiği bu muhalefetin omurgasını oluşturuyor. Gerçi sınıfsal ve ideolojik karakter, talep ve özlemleri bakımından yekpare bir bloktan söz edemeyiz. Bu açıdan çok parçalı, dahası yer yer karşıt özellik ve eğilimlere (beklentilere) sahip heterojen bir toplumsal muhalefet gerçekliği var karşımızda. Daha da önemlisi, bu farklılıkları gideremeyecek olsa dahi sığ bir “Tayyip karşıtlığı” temelinde kesişmesinin ötesine geçirecek dönemsel bir program etrafında birleştirip peşinden sürükleyebilecek bir önderlik ve öncülükten mahrum bu dinamik. Onun yumuşak karnı da burası. 

Bu bağlamda, önümüzdeki yılların Türkiyesi’nin hangi yönde nasıl bir seyir izleyeceğini belirleyecek tayin edici iç halkayı iktidarın zaaf ve zayıflıkları değil toplumsal muhalefetin bu temel zaaf ve zayıflığının sürüp sürmemesi oluşturacak. Muhalefete öncülük iddiasında olan güçler her şeyden önce bu gerçeği görmek, tarihsel görev ve sorumluluklarını bu kavrayış temelinde tanımlayıp buna uygun bir dönemsel stratejik hat çizmek zorundadırlar.

Bu konuda solda iki ana eğilimden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, ekonomik ve sosyal krizin daha da derinleşmesi yanında faşist iktidar koalisyonunu yeni açmazlara sürükleyerek hareket kabiliyetini kısıtlayacak iç ve dış etkenlerin işleyişine umut bağlayan kendiliğindenci eğilimdir. Diğeri ise, kendisini “durum iyidir” rehavetine kaptırmış fanus devrimciliğinden farklı olarak gerçeğin ve işin ciddiyetinin az-çok farkında olmaktan kaynaklanan yeni bir siyasal ve sendikal odak inşası arayışı içinde olan iradi yaklaşım/eğilim. 

Kolaycı bir tasnifle bunları reformist eğilimle devrimci eğilim olarak kategorize edenler var ve olabilir. Ama devrimci bir gerçekçilikle biraz dikkatli bakılacak olursa, solda bugünkü mevcut tablonun bu genel kategorizasyona tam oturmadığı açıktır. Parlamentarizmi ve yasal mücadeleyi esas alan reformist kampta sistemin ve rejimin kendi açmazları sarmalında yıpranıp tükeneceği beklentisini dayalı kendiliğindenciliğin egemenliğine karşın mevcut duruma sınıf cephesinden iradi bir müdahale geliştirme yönelimine giren EMEP gibi örneklerin yasalcılığın sınırlarını zorlayan bir yaklaşımla hareket ettikleri gerçeği görülür. Bu konuda asıl fire yaşanan alan devrimci kamptır. Bu fire, bu kampın kimi bileşenlerinde kitlelerin görüş alanına dahi girmeyen etkisiz cılız muhalefet odağı olmaktan kurtulma adına yasalcı parlamentarist çevrelere ve yöntemlere öykünme eğilimi biçiminde kendini göstermektedir. Fakat asıl yaygın biçim, hem geçmişleri hem de savunmaya devam ettikleri programatik görüş ve genel politikaları itibariyle devrimci kampın bileşeni olmayı sürdürmekle birlikte devrimci öncülük anlayışının günümüzde kazandığı anlam ve yerine getirilmesi gereken acil sorumlulukların kavranışı noktasında işleri fiilen oluruna bırakan geleneksel devrimcilik tarzında ısrar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu ısrar, günümüz koşullarında sinsi bir kendiliğindencilikten başka bir şey değildir. 

Dünya çapında ‘şaşırtıcı’ sonuçlara kaynaklık eden etkenlerin Türkiye özgülündeki işleyişine bağlı olarak sınıfsal-toplumsal gerilimlerin şiddetlenip sert çatışmaların yaşanacağı bir evreye giriyoruz. Kimse bunun kendiliğinden demokratik sonuçlar doğuracağı ya da bu yönde bir gelişmenin önünü açacağı hayaline kapılmasın! Tekelci burjuvazi ve iktidardaki faşist koalisyonun, derinleşmeye devam eden çok katmanlı iç ve bölgesel krizi kendi sınıfsal çıkar ve hesapları doğrultusunda ‘yöneterek’ işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkma politikalarının kitlelerde yeni öfke patlamalarına yol açma olasılığı tabii ki yüksektir. Bu çatışmaların öncülleri aslında çoktandır yaşanmaya başladı. İşçi sınıfı içindeki hareketlenmeyi, grev ve direnişlerin artışını buna örnek verebiliriz. 

2024 yılı sınıf hareketi açısından grev ve direnişlerin sadece sayıca arttığı bir yıl olmakla kalmadı. Eylemlerin hem coğrafi hem de sektörel bakımlardan yaygınlaştığı bir yıl oldu. Özak, Agrobay, Polonez, Lezita, Fernas örneklerinde tanık olunduğu gibi bunlar kamuoyunda da yankı yaratıp destek buldu. Son dönemdeki işçi eylemlerinin dikkat çekici bir özelliği de işçilerin kolay kolay pes etmeyişi. Andığımız örnekler bu açıdan da esinleyici ve uyarıcı birer deneyim oldular. Hem patronlar ve arkasındaki devletin uzlaşmazlığını, sınıfa herhangi bir taviz vermemek için nasıl katı ve saldırgan bir tutum takınacaklarını açığa çıkardılar ama hem de sınıfın en deneyimsiz kesimlerinin bile haklarını kazanıp onurlarını korumak için nasıl inatçı ve kararlı olabileceklerini gösterdiler. Aynı kararlılığa, önlerine örülmek istenen grev yasağını tanımayarak grev bayrağını açan metal işçilerinin son toplu sözleşme sürecinde de tanık olduk. Öncesinde kazanılan sınıfsal bilinç ve sendikal mücadele deneyiminin ürünü olmayıp harekete geçildikten sonra eylem sırasında kendisini gösteren, bu anlamda kendiliğinden karaktere sahip bu kararlılık sınıfın içinde bıçağın nasıl kemiğe dayandığının da göstergesidir. Direnen işçilerin sürükleyici gücünü kadın işçilerin oluşturduğu Agrobay, Lezita ve Polonez direnişleri, kadın işçilerin öncüleşme potansiyellerinin yüksekliğini göstermesi yönüyle de yol gösterici örneklerdi. 2024 yılındaki grev ve direnişlerin dikkat çeken bir özelliği de harekete geçen işçilerin çoğunlukla AKP-MHP seçmeni olmalarıydı. Bu olgu, emek-sermaye çelişkisi temelinde bir saflaşmanın birleştirici gücünü bir kez daha sergilemenin yanında sermayenin azgınlaşmasına yanıt olarak sınıf hareketinin önümüzdeki dönemde kitleselleşme ve yaygınlaşma olasılığının yüksekliği açısından da bir veridir. 

Burjuvazinin Mehmet Şimşek eliyle yaşama geçirmeye çalıştığı IMF’siz IMF politikalarının emeği düpedüz açlığa sürükleyip yoksullaşma ve işsizliği olağanüstü boyutlara sıçratacağı ortadadır. Temel tüketim malları ve hizmetlere ardı ardına gelen fahiş zamlar, kiraların taşrada bile asgari ücrete yaklaşan rakamlara fırlaması, kredi kartlarının tüketim amacıyla kullanımına getirilen sınırlamaların vb. üstüne gelen son asgari ücret ve emekli maaşlarına yapılan sözde zam aşağılaması emeğin nasıl bir cehenneme sürüklenmek istendiğinin somut göstergeleridir. Mehmet Şimşek Programı’nın özünü, emeği alabildiğine ucuzlatıp örgütsüzleştirerek, dahası baskı ve yasaklar yanında ‘yoksulluk yönetimi’ politikalarıyla rejime bağımlı kılıp kıpırdayamaz hale getirerek emperyalist sermayenin doğrudan yatırımları yanında kredi ve borç biçiminde kaynak çekme stratejik hedefi oluşturuyor. Türk tekelci ve orta burjuvazisi, ABD ve peşine taktığı Batılı emperyalist müttefiklerinin Çin’i zayıf düşürerek çevreleme politikalarının temel unsurlarından birini oluşturan yeni tedarik zincirleri örgütlenmesinden de nemalanmanın peşinde. Bu amaçla Türkiye’yi Çin dışındaki Asya ülkeleriyle Avrupa arasında mal ve hammadde akışını kolaylaştıracak bir ticaret kanalı ve lojistik üs haline getirmeyi hedefliyor. Bu arada ülkenin olağanüstü güzellikteki doğa parçalarıyla tarihsel mirasını dahi yerle bir edecek kadar gözü dönmüş bir maden yağmasıyla Batı ekonomilerinin hammadde tedarikçiliğine soyunuyor. Gelişmiş kapitalist ekonomilerin plastik gibi geri dönüşümü olanaksız, nükleer ve kimyasal atıklar gibi zehirli atıklarını depoladıkları küresel bir çöplük ve bölgesel bir sığınmacı hapishanesi olmak gibi onursuz misyonlar yüklenmek de soyunulan misyonun değişik parçaları.

Kaba hatlarıyla özetlediğimiz bu ekonomik stratejinin açlık, işsizlik ve geleceksizliğin kamçılayacağı kitlesel öfke patlamalarını tetiklememesi düşünülemez. Solda hemen herkes gerçeğin bu yönünü görüyor. Fakat tek yanlı indirgemeci bir yaklaşımla bu sürecin kendiliğinden devrimci demokratik sonuçlar doğuracağı beklentisine kapılanlar çok fazla. Bu olasılığın en az bizler kadar -hatta bizlerden daha fazla ve daha derinlemesine- farkında olan burjuva karşı devrimin ellerinin armut toplamayacağı gerçeği (daha doğru bir ifadeyle gerçeğin bu yönü) gözden kaçırılıyor. Dahası, bütün yapısal zaaf ve zayıflıklarına karşın bağımlı Türkiye kapitalizminin ve işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin sahip olduğu avantajlar, gücü ve hareket olanakları fazlasıyla küçümseniyor.   

Türk tekelci burjuvazisi ve AKP-MHP faşist koalisyonunun sahip olduğu avantajların başında da karşısındaki toplumsal muhalefetin örgütsüzlüğü, CHP’de cisimleşen düzen muhalefetinin çapsızlığı ve pejmürdeliği, bundan beslenen “çözerse yine bunlar çözer” karamsarlığının yaygınlığı geliyor.  İktidarın her fırsatta körükleyip canlı tuttuğu tarihsel gericilik birikiminin derinliği ve yaygınlığı yanında devlet gücü ve ellerindeki belediyeler aracılığıyla kullandıkları olanaklardan herbiri holdingleşmiş tarikatlara kadar toplumsal dokuya nüfuz etmiş örgütlülülük ağları burjuvazi ve rejimin bir diğer avantajı. Burjuva muhalefetin sefaleti yanında yoksulluk ve sefaletin derinleşmesine paralel güçlenen umutsuzluk ve karamsarlıktan kaynaklı “güçlü bir lider” arayışının yaygınlığı bugünkü tek adam diktatörlüğünü ayakta tutan önemli bir başka dayanak. Ki dünyada da Trump ve benzerlerinin yelkenlerini şişiren bir rüzgâr bu. Yapılan son araştırmalara göre toplumun yüzde 82’den fazlası bu eğilimde. Düşünün ki, AKP ve MHP’ye oy veren ama özellikle ekonominin gidişinden rahatsız seçmenler içinde bile bu görüşü paylaşanlar yüzde 60’ları, yüzde 70’leri buluyor. Neoliberal politikalar, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumu çürüttü. “Toplum değil birey önemlidir” felsefesi temelinde kendisinden başka kimseyi ve hiçbir şeyi umursamamakla kalmayıp gücü yettiği sürece her şeyi yapmaya hakkı olduğunu düşünen  hazcı psikopat bireylerden oluşan bir yığına döndürdü. Bu çürüme günlük hayatta hem herkesin karşısındakine güvenemediği bir korku iklimi yaratarak bir araya gelmeyi, toplumsallaşmayı, örgütlenmeyi güçleştiren bir baraj işlevini görüyor hem de rejim izlediği politikaların ürünü olan bu korku ve çürümeyi sömürerek özellikle göçmen ve düşmanlığı konusunda ihtiyaç duyduğu zaman devreye soktuğu bir provokasyon dinamiği olarak kullanıyor.  

Üstelik burjuvazi ve iktidarın elindeki kozlar bunlarla da sınırlı değil. Önümüzdeki dönemde 

“İç cephenin sağlamlaştırılması” hedefiyle faşist devlet terörüne daha sık ve daha çok başvurulduğunu göreceğiz. Hem ekonomik ve sosyal krizin ağırlaşıp emek düşmanı saldırganlığın sistematik tırmanışının doğuracağı toplumsal patlamaların önünü almak hem de dünyada ve Ortadoğu özgülünde ortaya çıkan belirsizliklerle dolu kaotik ortamda Kürt özgürlük mücadelesinin tasfiyesi başta olmak üzere bölgesel hedeflerine yoğunlaşabilmek için buna ihtiyaçları var. Kimi ekonomik ve siyasal tavizler vererek rıza üretme olanaklarının fazlasıyla daralmış olması nedeniyle ellerindeki en büyük koz faşist terör ve zorbalıktır. 

Yeni bir zorbalıkla sindirme dalgası şimdiden uç verdi zaten. Ekonominin her dalında hatta burjuva siyaset arenasında bile tekelleşme almış başını giderken “dizi sektöründe tekelleşme” diye absürd bir suç icat edip sanat dünyasında tanınmış bazı isimler hakkında yürütülen polis ve yargı operasyonu ya da Rojava’da katledilen Kürt gazetecilerin cenazelerine ve ailelerine yapılan insanlık dışı muameleye karşı çıkarak insani hukuk kurallarını hatırlattığı için İstanbul Barosu yönetimine bile kayyım atamaya kalkışmak bu yönelimin son iki örneği oldu. Yasamanın artık esamesinin bile okunmadığı, fanatik partili kadrolarla doldurulan yargının da sopa gibi kullanıldığı kontrolsüz bir güç kullanımı biçiminde devam eden bu saldırganlık bölgesel gelişmelerle de birleşerek çok tehlikeli bir muhteva kazanıyor. Kürtler başta olmak üzere sistem dışında konumlanan tüm dinamikleri emperyalizmle ilişkili olarak kodlayacak bir yaklaşım körükleniyor. Etki ajanlığı yasasında ısrar bunun tipik ifadesiyken bölgesel yayılmacılık ve Kürt düşmanlığı da “dış Kürt sorunu” olarak kodlanıp emperyalizmin aparatı olarak takdim ediliyor. 

İktidardaki faşizm, tahakkümü altına alamadığı halk dinamiklerinin yönelebileceği adresleri fiilen ortadan kaldırmanın peşinde. Kürt parti ve örgütlenmelerine nefes aldırılmamak için yıllardan beri yapılanlar biliniyor ve kanıksanmanın da ötesinde fanatik “Tayyip düşmanı” geçinen Kemalist kesimler tarafından destekleniyor. Fakat işler artık öyle bir noktaya geldi ki, CHP gibi kokuşmuş bir burjuva muhalefet partisinin varlığı bile sık sık batıyor faşist iktidar blokuna. Kapısına henüz kilit vurmasa da “terörle ilişkili” ya da “rüşvetçi” yaftasını asarak elindeki belediyeleri pervasızca gasp ediyor. CHP tabanı başta olmak üzere kendisini ‘ilerici’ olarak gören toplumsal muhalefet kesimleri, rejim Kürtlerin iradesi ve tercihlerine hayasızca saldırırken sergiledikleri şoven aymazlığın faturasını ödüyorlar bugün. Öte yandan faşizmin kurumsallaşma sürecinde yeni bir eşiktir bu. CHP gibi tarihsel bir devlet partisi bile artık klasik muhalefet-iktidar ilişkileri içinde görülmüyor. 

Tarihte ve günümüzdeki bütün faşist rejim pratiklerinde olduğu gibi yapılanlara bir gerekçe, daha doğrusu ideolojik kılıf uydurma çabaları eşlik ediyor çıplak zor kullanımına. İdeolojik kutuplaştırmayı, bölgesel gelişmeleri ve dünya savaşı olasılığını kullanarak oluşturduğu bir korku iklimi içinde derinleştirme çabası daha belirgin bir nitelik kazanıyor. İkisi de birbirinden ikiyüzlü  “İsrail karşıtlığı” ile ABD’yi hedef alan “anti emperyalizm” yeniden popülerlik kazanmış durumda. Emperyalizme karşı antiemperyalist pozlarla geliştirdiği bu kışkırtıcı retorik giderek kalıcılaşıp temel söyleme dönüşüyor. Bu aslında rejimin gücünü eski söylemlerle tahkim etmekte zorlandığının bir  göstergesi. Fakat faşizmin geçmişinde “Yahudilik” kavramının oynadığı role benzer şekilde hedef göstermeyi içeren “siyasal Alevilik” diye bir kavram icat edilmesi, eski söylemlerin güncel gelişmeler içinde yeniden üretildiği son derece tehlikeli bir eksene işaret ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri çözülmek şurada dursun zorla asimilasyon çabalarına ve katliamlara hedef olmuş kadim bir sorun olarak Kürt sorununun  “dış Kürt sorunu” olarak tanımlanmaya başlanması da bu tehlikeli oyunun bir parçası. 

Bunlar aslında kadife eldiven falan kullanmayan bir demir yumruk gösterisidir. Eğer Kürt sorununda “sürpriz” bir biçimde gümdemleştirdikleri süreç istedikleri yönde gelişmez veya Suriye’de işler umdukları gibi gitmezse bu yumruğu konuşturmaya başlayacakları beklenmelidir.  

Sonuç olarak hiç kimse, ekonomik ve sosyal krizin ağırlaşıp emek düşmanı saldırganlığın sistematik tırmanışının ya da iktidarın uluslararası planda karşılaşacağı yeni tıkanıklık ve hüsranların onun altını oyup kendiliğinden yıkıma sürükleyeceği hayaliyle kendisini ve kitleleri aldatmamalıdır. 

Bu konuda asıl sorumluluk devrimcilikte ısrarlı komünistler ve devrimcilere düşmektedir. Kimse sınıf ve toplumun muhalif kesimleri üzerindeki etkimiz ve çekim gücümüzün zayıflığı gerçeğine gözünü kapatmamalı, birbirimize kıyasla göreli üstünlüklerimizi öne çıkararak kendimizi rahatlatmamalıyız. Öte yandan gücümüzü ve olanaklarımızı aşan nedenleri bahane eden bir iddiasızlık ve ruh halinden de uzak durmalıyız. Devrimcilik doğası gereği volontarist bir duruştur. Kendisini çevreleyen koşulların üzerinden atlamamakla birlikte onlara teslim olmayı da kabullenmeyen bir irade ve iddia işidir. 

Sınıf ve emekçi kitlelerle olan bağlarımızın, onlar üzerindeki politik-örgütsel etkimizin zayıflığını giderebilmek için her şeyden önce olayların ve süreçlerin (bu arada harekete geçen işçi bölükleri ve farklı toplumsal kesimlerin) peşinde koşmaktan kurtulmalıyız. Çoğu kez bizim dışımızdaki etken ve gelişmeler sonucu patlayan grev, direniş, protesto eylemlerine katılıp destek vermek, onları bir adım daha ileri çekmeye çalışmak, onlarla dayanışmayı örgütlemek her seferinde yerine getirmemiz gereken asgari sorumluluklarımız arasındadır. Üstelik bu destek âdet yerini bulsun kabilinden basın açıklamaları ve sembolik ziyaretlerin ötesine geçen çok yönlü ve eylemli bir sahiplenme biçiminde olmalı ve refleks olarak yerleşmelidir. Fakat devrimci öncülük iddiası bu sınırlar içinde kalamaz. Daha doğrusu, bizim dışımızda harekete geçen kitlelerin ve olayların arkasından yetişmeye çalışan bir siyasal misyon kavrayışı öncülük iddiasıyla bağdaşmaz. Bu sınırlar içinde kalan bir sendikal ve siyasal faaliyet, Leninist anlamda henüz öncüleşememiş fiili bir kuyrukçuluk anlamına gelir. Fakat sınıfın ve emekçi yığınların mevcut bilinç düzeyi ve ruh halleri yanında devrimcilere uzak ve mesafeli duruşundan kaynaklanan bu dar alana sıkışmayı kabullenip içine sindirmekle onu bir yerden bir biçimde yarabilmek için sistematik bir çaba içinde olmak da aynılaştırılamaz. Bunlardan ilki bilinçli bir kuyrukçuluk ve ekonomizm anlamına gelirken diğeri devrimcilikte ısrarı gösterir. 

Sözünü ettiğimiz çemberin yarılabilmesi için sınıfın ve emekçi kitlelerin karşısına yakıcı ve acil talepler temelinde onların yaşamlarına değen, bu özelliğiyle heyecan ve umut verecek somut dönemsel bir programla çıkılmalıdır. Bu iki açıdan hayati öneme sahiptir. Bunlardan birincisi, böyle bir program bizleri gündelik olanın peşinde sürüklenmekten kurtarır, faaliyetlerimize uzun vadeli bir perspektif ve bilinçli bir nitelik kazandırır. İkinci olarak, bizleri dar mahfiller içine sıkışmaktan çıkarıp kitlelerin görüş alanına sokar.   

Burjuvazi ve devletin önümüzdeki süreçte daha da yoğunlaşacağı açık olan ekonomik, siyasal ve ideolojik saldırılarını göğüslemekle kalmayıp geriletebilmek için yürütülecek devrimci siyasal-örgütsel faaliyet, işçi sınıfı içinde çalışmayı merkeze koymak zorundadır. Nüfusun çoğunluğunun proleterleştiği bir toplumda bu yönelim ideolojik bir tercih sorunu olmanın ötesine geçerek günümüzde artık aklın ve mantığın gereği özelliğini kazanmıştır. İşçi sınıfının örgütlenmesine öncelik ve önem vermek, toplumsal muhalefetin burjuvazi ve onun devleti üzerindeki yaptırım gücünü yükseltmekle kalmayıp burjuvazi ve gericiliğin sömürü konusu yaptığı etnik, dinsel, siyasal ve cinsel farklılıkların üstüne çıkmayı kolaylaştırır. Haklı ve meşru bir temele sahip olsalar bile kimlik ve kültür farklılıklarını esas alan çizgi ve politikalar her iki avantajdan da yoksundur. Öte yandan işçi sınıfı içinde çalışmanın esas alınması, burjuvazi ve faşizm tarafından ‘ötekileştirilen’ bütün aidiyet ve kimliklerin haklı ve meşru taleplerine kayıtsız kalmak, bunları önemsiz görüp savsaklamak anlamına gelmez. Tam tersine, işçi sınıfının tutarlı devrimci bir sınıf bilincine sahip olması ve toplumsal muhalefete öncülük edebilmesinin başta gelen koşulu onun tam da kendisi dışındaki toplumsal kesimlerin yaşadıkları sorunlar ve talepleri konusunda bilinçli bir duyarlılık ve tutum sahibi haline gelmesine bağlıdır.

İçine girdiğimiz dönemde siyasal planda da sendikal planda da sonuç alıcı etkili bir pratik yönelim içine girmeyen bir ‘muhalefet’ ve ‘muhalif’lik iddiasının hiçbir hükmü yoktur! Bu bağlamda, hâlâ basın açıklamaları ya da imza kampanyalarıyla yetinip mahkemelere ve  Anayasa Mahkemesi’ne başvuru gibi rejimin umursamadığı yöntem önerileriyle boy göstermek günümüz  koşullarında ‘muhalefet’ olarak kabul edilemeyecek göz boyama ve oyalanma pratikleridir. Burjuvazi ve rejimin güncel ve önümüzdeki saldırılarının kapsamı ve şiddeti gözönüne getirilecek olursa, siyasal alanda da sendikal alanda da kararlı militan bir mücadele anlayışıyla hareket etmenin önemi ve zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu noktada her şeyden önce yasalcı liberal anlayış ve alışkanlıklardan kurtulmak şarttır. Devrimciliğin doğasından kaynaklanan fiili-meşru mücadele esas alınmak zorundadır. Geniş kitlelerin görüş alanına girip onların tereddüt ve korkularından kurtulma sürecini ivmelendirecek cesaretlendirici eylemler ve esinleyici somut sonuçlar ancak bu anlayışla elde edilebilir.

Bu dönemde emeği savunmakla kalmayıp onu yığınsal ölçeklerde harekete geçirme gücüne ve potansiyeline sahip bir devrimci odak ancak devrimcilikte ısrarlı güçler arasında yoldaşça yakınlaşma, hesapsız samimi güç ve eylem birlikleri yoluyla inşa edilebilir. Türkiye devrimci hareketi bu konuda aslında çok geç kalmış durumdadır. Nesnel koşullardaki olgunlaşmaya karşın çürümüş ve gerçekte tıkanmış bir iktidarı yıkmanın hâlâ yanına bile yaklaşamamışsak öte yandan umutsuzluk ve çaresizliğin pençesinde kıvranıp bir çıkış yolu arayışı içinde olan işçi ve emekçi kitleler hâlâ dönüp bizlere bakmıyorlarsa iki kere durup düşünmemiz gerekir. Ama tren hâlâ kaçmış sayılmaz! Ne var ki, her kim sahip olduğu nispi üstünlük ve avantajlarına güvenerek bu ihtiyacın yakıcılığı ve acilliğine gözlerini kapatmakta ısrarlı olur ya da ağırdan alıp oyalanmayı sürdürürse tarih önünde ağır bir siyasal ve manevi suçu da şimdiden üstlenmiş demektir.