Y’nin 2. mektuba yanıtı

YUSUF’UN İKİNCİ MEKTUBA YANITI (22 Nisan 2005)

Müştak y.a,

Mektubunu okuduğum(uz) zaman ilk anda büyük bir şaşkınlık yaşadım. Başlangıç bölümlerinde önce “ilk gözlem sonuçları” görünümü altında satır aralarına sıkıştırılmış (ön)yargıların giderek dolaysızlaşan belden aşağı vuruşlara ve son sayfalarda artık açıkça “hodri meydan” kabadayılığına dönüştüğünü gördükçe bu şaşkınlığım büyümekle kalmadı, buna büyük bir sarsıntı ve üzüntü eklendi; öfke eklendi; bir taraftan y.lıktan, y.ca bir tartışma gereği ve birbirimizi ikna amacından dem vurulur, beylik bir önyargıya kaşımak amacıyla araya da malum bir “tarz ve üslup dersi” sıkıştırılırken bunun hemen arkasından gelen paragrafta sergilenen tarz ve üslubu görünce artık tutuldum kaldı. Daha dün bir, bugün iki… Kullanılan yöntemleri ve dili, böyle yöntemlerle haklı ve baskın çıkma çabasını, böyle ‘politika yapma tarzı’nı nereye oturtacağımı bilemedim…

Kısacası birçok duyguyu aynı anda ve derinlemesine yaşadım; ama inanır mısın, “Müştak nasıl böyle konuşur, kendi düşüncesini paylaşmayan herkese ve kendi dışında gelişen her şeye karşı şimdiden nasıl bu kadar tekyanlı, didikleyici ve küçümseyici yaklaşımlar sergiler, yaşanan süreçleri ve ortaya çıkan sonuçları getirip kişilere ve kişisel tutumlara bağlayan bu kadar ilkel bir idealizme nasıl bu kadar kolay sapar, yöntemi bu olacaksa o zaman kendisini bu sürecin nasıl bu kadar dışında görür, bir insan aynı yazı içerisinde kendi tespit ve tezleriyle dahi nasıl bu kadar bariz çelişkilere düşer… ve nihayet bizim kurum kültürümüze aykırı tarz dayatmalar, çevreci özerklik eğilimleri, kendini konuşturmalar vs. vs. üzerine o kadar laf edip başkalarına tarz dersleri vermeye kalkarken kendisini nasıl bu kadar pervasız ve çirkince dayatıp işi ‘gözünüz yiyorsa çıkın karşıma’ şeklinde bir külhanbeyliğe kadar vardırır?” düşüncesine dayalı bir şaşkınlığı hiç yaşamadım…

Şu an tartıştığımız konu başkayken ilgili ilgisiz -üstelik çoğu zaten enine boyuna ele alınmayı bekleyen- konuların ‘belden aşağıya vuruşlar’ şeklinde böyle apar topar gündemleştirilmesinin nedeni başta olmak üzere yazıyı okudukça kafamda çoğalan soruların yanıtını sonlara yaklaştıkça gördüm. Son sayfalar, ama özellikle de son iki paragraf -kanımca sadece bu yazıyla ve burada sergilenen tutum ve yaklaşımlarla da sınırlı olmayan şekilde- çok şeyin yanıtını şu aşamada olabilecek en büyük açıklıkla veriyordu. Bana göre, kendisininkilerle şu veya bu ölçüde, şu veya bu yönlerde çelişen farklı görüş ve yaklaşımlara y.in gerçekte nasıl baktığının, bunun da ötesinde hala nasıl bir “kurum, kurumsal işlerlik, demokrasi ve önderlik” anlayışına sahip olduğunun ‘resmi değil samimi’ ifadesidir esasında o satırlar:

“… Düşünce ve öneriminin doğru olduğunu düşünüyorum. Çok net ve kesin. Her yeni gelişme bunu doğruluyor ve doğrulayacak. Konuyu önerdiğin biçimde (genel kurul hissedarları) düzlemine götürüp götürmeme konusunda henüz kararımı vermedim. Düşüncem sizlerle tartışmak ve fikir ve yön birliği oluşturup diğer y.la da tartışıp zorlayarak ikna etmekti. Bunun zor olacağını daha ilk konuşmada anlamıştım ama belki bir, iki, üç y. dışında ikna edeceğimden de emindim. Duvarı SİZ ördünüz. Konuyu her düzeyde tartışmaya hazırım. BU YAPI BUNA HAZIR MI, HATTA SİZLER HAZIR MISINIZ, SONUÇLARIYLA BİRLİKTE SORUYORUM ve düşünüyorum bunu… Durumun, koşulların, sıkışmaların ortaya çıkarttığı yanlış bir düşüncenin yanlışlığını göstermek, ortak bir düşünce ve psikoloji oluşturduğundan biraz zaman alır ama çok uzun da sürmez. AMA BENİM SİZLERİ KAZANMA SORUNUM VAR…” (abç)

Ne oluyoruz?.. Ne kadar önemli olursa olsun belli bir konudaki bir tartışmanın daha henüz başındayız. Sen görüşlerini ve önerini bir mektupla bizlere iletmişsin, ben de kendi adıma kendi görüşlerimi kısa bir mektupla sana iletmişim. Bunları doğru ya da yanlış bulursun, katılırsın ya da katılmazsın, kendi görüşlerinde ısrarın sürüyor olabilir, bu ısrarın altını çizmeye çalışırken ölçünün bir parça kaçırılması da söz konusu olabilir, vb. vb. Farklı görüş ve önerilerin tartışıldığı bir konuda bunların hepsi olağan ve anlaşılır şeylerdir. Ama senin şu mektupta sergilediğin tutum bu sınırların çok çok dışında. Sadece soğukkkanlılığını değil aklını ve mantığını da yitirmiş sorumsuz ve kışkırtıcı bir görüntü çizdiğinin farkında mısın? Ne oldu senin o ünlü “olgunluğuna”? Hizipçilere bile aylarca tahammül edebilen “sabır” ve “sükunetine”?

Ayrıca karşında sanki bir “fesat koalisyonu” varmış görüntüsü yaratmaya çalışan “siz… sizler…” şeklinde genellemeler de nereden çıktı? Bu konuda ben kendi adıma konuştum ve konuşuyorum; başkaları da en fazla kendi adlarına konuşabilirler. Senin önerilerine “biat etmek” yerine, üstelik bazılarıyla ciddi farklılıklar da içeren farklı neden ve gerekçelerle her karşı çıkanı aynı sepete dolduran bu ‘bloklaştırma’ eğiliminin nerelere varıp nelere yol açabileceğini tasavvur edebildiğini hiç sanmıyorum. Yakın geçmişte yaratılan önderlik boşluğu ve tasfiyecilik sürecinde fazlasıyla gelişen bu tür sağlıksız yakınlaşma ve bloklaşma eğilimlerini etkisizleştirene kadar bizim anamız ağladı. Sen şimdi kalkıp onu tekrar hortlatacak tutumlara girişecek olursan, bu bomba sadece senin elinde patlamakla kalmaz; başkalarını da öldürür!..

Bu yaptığın, haklılığına inanan bir dava adamının, çok önemsediği bir tezi savunurken ölçüyü fazla kaçırması falan değil. Burada bir üslup ya da denetlenemeyen bir kızgınlık sorunu falan da yok. Burada başka bir şey var. Burada bir tarz, sende yapısallaşmış olan bir alışkanlık, kendine ve başkalarına bakışınla çok yakından bağlantılı bir “misyon ve kurum” kavrayışı yatıyor. Yoksa, nedenlerinin haklı ya da haksız oluşu da bir yana, denetlenemeyen hiçbir kızgınlık ya da karşısındakileri anlamama inadı, her şeye rağmen böyle konuşturmaz kurum adamı sorumlu bir kom.i, hele y.larına karşı hiç konuşturmaz!.. Ama bir insan, doğrunun “tekelini” kendinde gören veya kendi düşüncelerini “tek” doğru olarak gören, bunun dışında kalan herkesi ve her farklı görüşü ise “durumun ve koşulların basıncına teslim olmuş, sıkışma ve zorlanmaların ürünü geri, yetersiz, tarihsellikten yoksun, hiçbir perspektif içermeyen yanlışlar yığını ve koalisyonu, vb. vb.” olarak değerlendiren bir anlayış ve ruh hali içindeyse eğer, işte o zaman bu üslübu da kullanır, bu yöntemleri de… Yazık, çok yazık!..

Sonuç olarak giderilemeyecek nitelikte olmayan bir görüş farklılığını -benim cephemden gidermeye dönük- bir tartışma neden ve nasıl bir çırpıda bu noktaya sıçradı? Şu son mektubunla sorunu taşıdığın düzlemi de dikkate alarak gel bunu seninle bir kez daha gözden geçirelim:

Tartıştığımız konuda öz olarak sen, hissedarlar kurulunun (Konferans) yeni bir eksen temelinde yeniden kurgulanıp buna göre bir konumlanışa geçilmesini öneriyorsun (o konumlanış ve “çözüm tarzı”nın anlamı ile nasıl bir anlayışa denk düştüğüne de ayrıca geleceğim). Kendi adıma ben de sana, asıl olarak bir ‘model anlayışından’, başka bir anlatımla 21. yüzyıl kurumlaşmasında artık belli sonuçların elde edilmesi kadar onların elde ediliş biçimi ve bu arada izlenen yöntemlerin de önemsenmesinin zorunluluğundan hareketle bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Bunun adımlarının sanki “geleceğin sorunları” imiş gibi bugün sadece yazarken ya da konuşurken ifade edilmekle yetinilmeyip artık ısrarlı ve inatçı bir biçimde daha bugünden atılmaya başlanmasının bizatihi kendisinin, kurum olarak bize, tasfiyeciliğin hala tam olarak arınamadığımız tahribatlarından daha çabuk kurtularak daha sağlıklı bir bünye ve daha kuvvetlenmiş bir ‘çözüm gücü’ kazandırmakla kalmayıp dışımızdaki güçler nezdinde de daha farklı bir ‘çekim gücü’ kazandıracağına inanıyorum.

Bu son söylediğimi şöyle de ifade edebiliriz; biz artık sadece yazarak ve konuşarak değil (bu yöntemlerin devri geçtiği için falan değil, biz onları bugüne dek fazlaca tekyanlılaştırıp adeta “her şey” haline getiren bir pratik ve profil sergilediğimiz için; ayrıca, ‘bize ait’ bu özel etkenin yanında 20. yüzyıl kurum pratiklerinin özellikle de ‘89’la noktalanan ‘50’ler sonrası sergiledikleri tutum ve görüntülerin insanların ‘söylenenler’ veya ‘yazılanlar’ kadar hatta onlardan da önce neyin nasıl yapıldığına bakıp onu önemsemeleri gibi bir ‘genel’ etkeni de gözönünde bulundurarak) neleri nasıl savunduğumuzu ete kemiğe büründürüp pratikte de göstererek bir ‘perspektif’ sunmuş oluruz!

Bu vurgum elbetteki, dönemin ve süreçlerin daha derinlikli ve bütünsel -ama aynı zamanda artık çok net ve ısrarlı bir dev.(rim) ve sos.(yalizm) hedefine fiili kilitlenmeyi de sağlayacak bütün diğer gereklerle bir bütünlük halinde- çözümlemelerine, bu temel üzerinde geliştirilen daha yetkin polka ve tiktaklara ihtiyaç olmadığı ya da bunların önemlerinin iyice talileştiği anlamına gelmiyor. Tam tersine bu konuda da, artık sadece bir ‘ihtiyaç’ ya da ‘gereklilik’ olmanın da ötesine geçen stratejik zorunluluklarımız vardır ve bunların başında da; adını da artık hiçbir kaçamağa, teorik üretim sırasında da “oyalanma pratikleri”ne meydan vermeyecek kesinlikte net ve doğru olarak koymamız gereken prog. sorununun çözümü gelmektedir.

Buna rağmen kurum olarak bizim bugünkü özgülümüzde, özellikle de, teorik-siyasal açıdan sıçranılan düzey ve ortaya konulan iddialardan sonra üç sonrası kurumsal pratik olarak -teorik üretim alanında çizilen grafik de dahil- faaliyetin her alanında sergilediğimiz gerileme, başaşağı gidiş ve bunun bir dibe vuruşa kadar varmasının yarattığı her yöndeki yıkıntı, haklı sorular ve sorgulamalar ortadayken, ne kadar derinlikli ve isabetli olursa olsun -ki bana iletilenler kadarıyla senin bugün çeşitli konulardaki yaklaşımlarına dair de kafamda ciddi soru işaretleri var, ama onlar ayrıca ve sakince tartışılacak şeyler- bugün hala asıl olarak yazılı çözümleme ve perspektifler ortaya koyma temelinde güçlenip bir çekim odağı haline gelebileceğimizi sanmak, en masum haliyle bile “ayakları havada bir hayalcilik”tir!..

Asli olarak bu temel düşünce ya da arka plan üzerinde yükselen karşı çıkma nedenlerim, sadece bir-iki noktayla da sınırlı olmayan bir nedenler zinciri oluşturuyor.

Bunların içinde en güncel, en somut, en rahat görülebilir nitelikte olanından başlayayım istersen. Tarihimizde -‘86’dan sonra- ikinci bir tasfiyecilik vak’ası yaşadık. Bunun yarattığı tahribat, birincinin yarattığından çok daha büyük ve ağır ve muhtemelen çok daha kalıcı olacak. Esasında üçüncü hissedarlar kurulunun hemen ardından başlayan bu süreci, şu mektubundan görebildiğim kadarıyla sen daha çok “tipitipten çıkışların” sonrasına çekme çabası içindesin ve senin gibi son 7-8 yıldır neredeyse sadece felsefeyle uğraşmış birine yakışmayan bir yaklaşımla, bu durumu doğuran tarihsel, dönemsel, yapısal nedenlerin de üzerinden atlayarak öznel nedenler kapsamında bile sorumluluğu salt kendi dışındakilere, özellikle de yine “tipitipten çıkanlar”a yıkmaya çalışıyorsun. Bunları daha konuşup tartışacağız seninle. Bu zaten en başta da ikimiz olmak üzere kurul olarak her iki yönetici kurulun hem ortak, hem ayrı ayrı ve hem de bireysel sorumluluğu; ayrıca hissedarlarımızın ve tüm çalışanlarımızın, bırakıp gidenler de dahil emeği geçmiş geçmemiş herkesin, bunların da ötesinde “denetleyen gözler”in ve tarihin bizlerden haklı olarak öncelikle bekledikleri bu.

Sonuç olarak biz, çok ağır ve yıkıcı bir tasfiye halinin ardından, bizim bu dünyadaki tek uğraşımız ve misyonumuzun sanki çeşitli konularda çözümlemeler yapıp bunları yayınlamaktan ibaret olmadığını içimizde ve dışımızda tekrar hissetmeye ve hissettirmeye başladığımız (insanların kafasından asıl bu silinmişti ve bazılarını yerinde ve isabetli olarak teşhis ettiğin bütün o düşünsel ve ruhsal yorgunlukların asıl kaynağı da işte bu “hissedememe” idi) ancak ‘köprüyü’ de henüz daha tam olarak geçemediğimiz tayin edici bir kesitteyiz. Önümüzde, önemlice bir kısmı zamanında çözülmediği için dünlerden kalan, bir kısmını bugünün karşımıza çıkardığı ve çıkaracağı, bazıları da yarınlara dönük oldukça çok, oldukça kapsamlı ve girift bir görevler ve ihtiyaçlar yığını var. Buna karşın, insan gücü ve para(sızlık), sınıf ve kitle ilişkileri, cephe gerisi derinliği ve lojistik destek imkanları başta olmak üzere koşullar ve olanaklar bakımında halimiz de ortada. Şu kesitte, bazılarına hemen, bazılarına ise yüklenmeyi sürdürerek nispeten yakın ve orta vadelerde ulaşabileceğimiz kalıcılaştırılmaya müsait az çok anlamlı sonuçlar alabilmemizi sağlayacak elimizdeki en güçlü, hatta tek silah, tasfiyeciliğin tasfiyesi yönünde nihayet atılabilen ve ilk somut sonuçlarını da vermeye başlamış olan son yönelimlerin canlandırdığı güven artışı ve moral coşkudur (Aynı hedeflendirme ve stratejik yönlendirmeleri, temel araçlarının neler olması gerektiğinden somut görev paylaştırmalarına varana kadar bugünden tam 3-3.5 yıl önce de yaptığımız halde neden hayata geçirilmeyip hatta nasıl deforme edildiklerini de daha sonra ayrıca anlatacağım).

Şu kesit itibariyle eldeki sonuç alıcı bu “tek” sermaye, elbetteki öyle fazla geniş değil, henüz öyle fazla sağlamlaşıp istikrar kazanmış değil, kurum içinde de yakın çeperde de henüz yeterince genelleşmiş değil, dünün yarattığı fikirsel ve ruhsal yorgunlukları önüne katıp sürükleyebilecek kadar güçlenmiş değil, vb. vb. Ancak bütün zayıflık ve lekelerine rağmen kendini giderek daha fazla hissettirecek şekilde gelişip güçlenen yönü bugün o oluşturuyor. Bu noktada bazılarımız hala dünün yarattığı kir, pas ve lekeleri fazlaca öne çıkarıyor, süregiden düşünsel ve ruhsal yorgunlukları kendine baz olarak alabiliyor ama kendi adıma ben bunlara ve bunların doğurmaya devam ettiği geriye çekici sorunlarla içerdikleri her türlü tehlikeye gözlerimi kapatmamakla birlikte, kendime baz olarak trendin genel yönünü alıyorum. Kim neyi nasıl görüyorsa görsün (bu tabii biraz da nelere, nereden, hangi niyetlerle bakıldığına bağlıdır), geçtiğimiz dönemde bana göre aslolarak kurumsal ‘yönetim yokluğu’ sonucu patlamış olan balonumuz bugün tekrar yükselişe geçmiş durumdadır. Ancak biz, hangi neden ve gerekçeyle olursa olsun tam da şu kritik geçiş evresinde, yayınların aksatılmadan çıkışı ve bu pakete bir myo’nun da artık bir an once eklenmesi ile, özellikle de amele çalışması ve gençlik başta olmak üzere başlamış ve gelişmekte olan yönelimleri gevşetecek, zayıf düşürecek, hele kesintiye uğratacak olursak kendi ellerimizle bacağımıza da değil karın boşluğumuza kurşun sıkmış oluruz. Tartıştığımız konuda benim karşı çıkış gerekçelerimden biri, işte bu kaygıdan kaynaklanıyor.

Kurum olarak biz bugün, önümüzdeki birikmiş ve ileriye doğru attığımız her adımın buna yenilerini eklediği görev ve ihtiyaçlar bütünlüğünü artık bir bütün olarak görüp ona göre bir iş takvimi çıkarmak, ona göre bir görev, güç ve konumlanma planlaması yapmak zorundayız. Önümüzdeki yığının büyüklüğü ile elimizdeki güç ve olanakların sınırlılığı arasındaki uçurum, işimizin hiç de kolay olmadığını göstermeye yeter. Ama bizim kurumumuzun gerçek elemanlarından kimsenin gözünü korkutmaz bu. Biz bu çelişkiyi tarihimiz boyunca yaşamışızdır; hep gücümüz ve olanaklarımız az ama işlerimiz çok iddialarımız büyük olmuştur. Bu durum bizleri ürkütüp iddia ve hedeflerimizi küçültmeye sürüklememiş; tam tersine sıçratıcı bir gelişme dinamiği ve motivasyon etkeni olmuştur. Yalnız aynı tarihin bize gösterdiği ve bizlerin de artık görmesi gereken bir gerçek daha vardır: Görevlerle güçler arasındaki dengesizlik, tarihimiz boyunca bizi sürekli belli tercihler yapma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu noktalarda genellikle doğru ve isabetli seçimler yaptığımıza hala inanıyorum. Ancak, karşımıza sık sık gerçekten de tarihsel koşulların dayattığı bir zorunluluk olarak çıkan bu durum, bizde giderek bir ‘alışkanlık’ halini almış, “şart midur?” diye soran ünlü bir fıkradakine benzer şekilde giderek sık sık kendi kendimize “zorunluluk” icat etmeye başlamışızdır. Sonuç olarak, tarihimiz boyunca önümüzdeki görevler ve hedefler bütünlüğü içinden hep ‘birini’ ya da ‘bazılarını’ seçmek durumuyla karşı karşıya kalmak, bizde kendine özgü bir ‘seçme eğilimi’, bir ‘parça kültür’ yaratmıştır. Buna kısaca “tekyanlılık kültürü” de diyebiliriz. Bu kültür süreç içinde -araya giren değişik etkenlerin de etkisiyle- bu kez giderek kendine özgü yeni alışkanlık ve eğilimler üretmiş, sonra onlar yeni birer kültürel deformasyon etkeni haline gelmişler, sonra…, sonra… derken ortaya sürekli kendi içine doğru bükülen bir fasit daireler zinciri çıkmış.

Peki bunun sonuçları ne olmuş? Bu kimi dönemlerde dar pratikçilik üretmiş kimi dönemlerde sağlıksız bir teoriye yönelim olarak karşımıza çıkmış. Kimi dönemlerde sırf taktiğe ve eyleme yüklenerek yol almaya çalışmışız kimi dönemler gelmiş bu kez ‘siyaset yapmaktan’ kopmuş, uzaklaşmışız. Kapıcı dairesini (yeraltı) önemserken üst katları bir tarafa bırakmışız, üst katları kullanmaya çalışırken -tamamen bu nedenle olmasa da- bu kez kapıcı dairesi göçmüş. Asıl önemlisi, tekyanlılığın yaratıp büyüttüğü bu körleşmenin de etkisiyle biz amele milletini dahi unutabilmişizdir!..

Bu tür örnekleri hayatımızın her alanından sonsuz çeşitlilikte çoğaltabiliriz. Çünkü bu yol, bu tarz, bu alışkanlık, süreç içinde bizi ‘bütünlük’ düşüncesinden ve ‘bütünsellik’ kavrayışından uzaklaştırmış (tarihsel amaçlarımızın ve kimliğimizin başkalarından farkını ‘unutmak’ ve ‘iktidarsızlaşma’ başta olmak üzere bunun da arkasında yatan ama aynı zamanda bu uzaklaşmadan da beslenen başka uzaklaşmalara girmiyorum şu an burada), sürekli bir tekyanlılık üretmiş, bu tekyanlılık da kurumu adeta bir Sisphos kaderine mahkum etmiş !..

Yaşını başını çoktan almış bir kurum olmanın yanında değişik dönemlerde yüklenilen halkalarda da çoğu kez dışımızdaki firmaların hayallerinin bile erişemeyeceği gelişmeler kaydetmiş olduğumuz halde bugün neden hala bu durumlardayız, neden hala…, hala…yız ? Daha da önemlisi, neden sık sık ve artık herbiri birbirinden daha ağır geçmeye başlayan kurumsal krizlere sürüklenmekten kurtulamıyoruz ? Bunun belirleyici nedenlerinden birini, hatta birincisini işte burada; yani, hem kurumsal hem de şu son yılların bir kez daha acı bir biçimde gösterdiği gibi bireysel gelişmede bir türlü kıramadığımız bu tekyanlılıkta, bütünlük kavrayışından ve bütünsel gelişmeden uzaklaşma derecemizde aramalıyız.

Çoğumuzun hala farkında bile olmadığı bu ‘tekyanlılık kültürü’ ve alışkanlıklarından radikal bir kopuşu sağlayabilmek için, tür ve doz olarak kişilere göre değişen bazı huy ve alışkanlıklardan kopma zorunluluğunun yanı sıra öncelikle bazı konulardaki yaygın kavrayış ve algılarımızı gözden geçirmeliyiz. Bunların başında da, formüle eden büyük insanı bile mezarında herhalde deliye çeviren şu “esas halka” kavrayışımız ve uygulayışımız gelmelidir. Lafı fazla yaymamak için şimdilik kısaca şöyle söyleyeyim: İster hayatın ve koşullarımızın dayattığı gerçek zorunluluklar sonucu karşımıza çıkmış olsun isterse en az o sıklıkta -bugün senin şu genel kurulun ekseni ve içeriği ne olmalı konusunda yaptığın gibi- kendi kavrayışlarımız, eğilim ve özelliklerimiz nedeniyle kendi kendimize ‘icat ettiğimiz’ türden “zorunluluklar” sırasında olsun, bizim tarihsel pratiğimizde “esas halka” fiilen ‘tek halka’ şeklinde anlaşılmış ve uygulanmıştır!.. Kendimizi ve niyetlerimizi savunmak için hangi laf cambazlıklarına veya totolojiye başvurursak vuralım sonuçlar ortadadır! Hayatın ‘yeşilliğini’ oluşturan çokyönlülüğün ustaca yönetilmesini sağlayabilmek için‘icat edilmiş’ bir kavram, bu kadar mı deforme edilir, amacından ve ruhundan bu kadar mı uzak ve tam ters yönde kullanılıp sürekli tekyanlılık üreten bir atgözlüğü haline getirilir diye düşünmeden (ve öfkelenmeden) edemiyor insan!..

Bu konuda gözlerimizi örten en büyük perde ise, ‘esas halka’ olarak belirlediğimiz halkaların çoğunlukla gerçekten de o tarihsel kesitlerin ‘esas halkaları’ oluşlarıdır. Ve bu bizi siyaseten de vicdanen de rahatlatmakla kalmamış, bu haklı ve meşru duyguların yanında yanıltıcı ve körleştirici bir rolü de olmuştur. Örneğin şu basit soruyu bile kendimize hiç sormamışızdır: “Tamam, gerçek ya da fiktif bir zorunlulukla karşı karşıyayız, önümüzdeki ihtiyaçlar ve görevler yığını içinden bir tercih ve öncelikler sıralaması yapmalıyız, öncelikle diğerlerinin çözümünü de kolaylaştırıp ivmelendirecek olanı -yani o malum ‘esas halka’- doğru ve isabetli bir biçimde belirlemeli ve ağırlığı ona vermeliyiz (kurumun tarihsel pratiğinde buraya kadar fazla bir mesele yok, asıl problemimiz bundan sonra başlıyor) ancak bu arada diğerleri ne olacak, biz bu esas halkaya yüklenirken bu kez öbür tarafların yerle yeksan olmaması ya da çok geride kalarak yarın bir gün yaptıklarımızın olumlu sonuçlarını da tüketmeye başlayacak kara deliklere dönüşmesine meydan vermemek için arada nasıl bir denge kurmalıyız…” şeklinde bir yaklaşım ve arayışa hiç girmemişizdir. Bu soruyu lafta sorar gibi yaptığımız durumlarda bile ya yine koşulların arkasına saklanıp bildiğimiz o tekyanlılığı sürdürmüşüzdür ya da yarım yamalak bazı adımlar veya girişimlerden ötesine geçen bir ısrar, inat ve yaratıcılık sergilememişizdir. “Hakikaten, gelişmede bütünselliğin gereklerini o koşullarda nasıl sağlayabilirdik?” sorusunu kendimize ciddi olarak genellikle sıkıştığımız (daha doğrusu hayatın ya da birilerinin kafamıza vura vura bizleri sıkıştırdığı) durumlarda sormuş, hatta bunlara asıl yaratıcı ve mümkün yanıtları o zaman vermeye başlamış ve bu temelde özeleştiri yapmışızdır ama sonra… Sana daha önce hatırlattığım bir sözü burada bir kez daha hatırlatıyorum: “Eğer ders alınmış olsaydı, tarih hiç tekerrür eder miydi?..

Aklımızın “Türk işi” hep sonradan “başımıza geldiği” günah çıkarma seansları sırasında hem kendimizi hem karşımızdakileri samimi olarak ikna etmeye çalışırken çok sarıldığımız beylik gerekçelerimizden biri de “mükemmelliyetçilik” mazeretidir. “Ne yapalım, oldu mu bari şöyle tam olsun mükemmelliyetçiliği ile düşündüğümüz için biz bu tekyanlılığa düştük, yapılması gerekeni yapamadık, geciktik, el atamadık, vs. vs. vs.” mazeret teorisini çok kullanmışızdır. Ne mükemmelliyetçiliği? Tarihimizde sonradan “mükemmelliyetçilik” bahanesinin arkasına saklanarak vicdanımızı rahatlatmaya veya paçamızı eleştirilerden kurtarmaya çalıştığımız bütün ihmal, ihlal, tembellik, savsaklamaların… kısacası bütün tekyanlılıklarımızın içyüzüne dürüstçe ve cesaretle baktığımız zaman karşımıza başka gerçekler çıkar!.. Bunların detaylarına sonra gireriz ve en azından kendi adıma gireceğim zaten…

Bu hatırlatmalar ışığında şimdi senin şu önerine biraz daha yakından bakalım. Sen ne öneriyorsun? Özetle, “önümüzdeki konuta yine tarihsel bir özellik kazandırmalıyız; sırf geride bıraktığımız sürecin çözümlemesine dayalı kurum ve kurumsal işleyiş odaklı bir eksen ona bu özelliği kazandıramaz, bunun yerine dünyada ve ülkedeki değişim ve dönüşümlerin daha derinlemesine bir çözümlemesini yaparak önümüzdeki tarihsel sürecin nasıl bir seyir izleyeceğinin açıklanması temelinde içimizdeki ve dışımızdaki güçlere tarihsel bir perspektif sunmalıyız; öte yandan senin bu konuda zaten bir hazırlığın varmış, gerçi ihtiyaç daha gelişkin bir çözümlemeymiş ama şimdi daha sınırlı bir şeyle de yetinilebilirmiş, böyle bir şeyi sen yüklenecek olursan -bu arada tabii bazı katkı ve destekler de verilirse- olması gerekene göre biraz daha dar ve sınırlı bir sonuca nispeten daha kısa bir sürede gidebilirmişsin…

Daha önemli gördüğüm yönlerine geçmeden önce, mıntıka temizliğini sağlamak için “teferruat” görüntüsündeki daha “az” önemlilerden başlayayım: Bizi tasfiyecilik batağından çıkarmaya başlamış ve artık belli kalıcı sonuçlar doğurmaya doğru da evrilen ancak özellikle de şu aşamada kesinlikle ihmal edilip aksatılmaması gereken görev ve sonumluluklar ne olacak bu arada? İyice derinleştiği ve artık yapısallaştığı anlaşılan “teoricilik” eğilimine uygun olarak, üstelik bu kez sadece kendini de değil sayıları şu an zaten bir elin beş parmağını bile doldurmayan yönetici konumlardaki y.lardan bazılarını da peşine takarak -hatta bu arada lütfedip “aktif katkı ve katılımlarını beklediğin” ve zaten bunu bulamayacağını anlayınca öfkeden kendini kaybettiğin bizleri de buna ortak ederek- inzivaya çekilip “yeni bir tarihsel teorik perspektif” üretmeyi öneriyorsun? Bu tarzın “teori üretme” yöntemi olarak anlamı ve taşıdığı diğer sakıncaları da bir an için görmezlikten gelerek ben de sana soruyorum: Sadece şu gün gündemimizde olan ve şu an bulunulan noktanın önümüze çıkardıkları ile de sınırlı olmayan diğer teorik, siyasal, kurumsal ve pratik işler ve görevler ne olacak? Atılan adımların devamını getirmek ve bir sonraki aşamaya geçiş için bugünden ‘hazırlanmaya’ başlanması gerekenler de dahil bunları kimler kimlerle nasıl yerine getirecek? Senin “tarihsel” önerin ve planlamanda var mı bu yönde bir açıklık? En başta insan gücü ve olanaklar bakımından ne halde olduğumuzu -gerçi bana göre biraz fazla pesimist bir gözle de olsa- kendin anlatıyorsun. Senin önerini uygulamaya kalkacak olursak, geriye kalan işleri kim yapacak?

Yukardaki sorumla bağlantılı olarak, önümüzdeki süreçte kontrolümüz dışında gelişebilecek gelişmelerle karşılaştığımız zaman (örneğin devletin ‘seçmeli’ bir operasyonu, zaten bizim de artık yavaş yavaş devleti rahatsız edecek bir faaliyet düzlemine geçiş yapmak yükümlülüğümüz yani çalışmaların sıçratılması, işçi hareketinde ya da en son şu bayrak provokasyonu ve sonrasında gelişen süreçten de görülebileceği üzere başka bir alanda bizim dışımızda ortaya çıkabilecek gelişmelerin getireceği yeni imkan ya da tehlikelerle yüz yüze kalma, vb.) senin şu önerdiğin planın daha da gerilere itilmesi, hatta istenen sonucu da doğurmama anlamında ‘göçmesi’ (yani konutun sonuç olarak sonuçlandırılamaması, okuyanlara “aşkolsun!” dedirtecek kadar “tarihsel” tahliller yayınlansa bile elimizde bunu sonuçlarına doğru evriltip sonuçlarını toparlayabilecek güç, mekanizma ve bağlantı halkalarının kalmaması) olasılığı yok mu? Sen bunu çok zayıf ya da önemsiz bir olasılık olarak mı görüyorsun?

Bana ve bizlere değil de sanki tribünlerdeki ortaokul çocuklarına sesleniyor ve onlara ders veriyormuş edasıyla kaleme aldıklarına bakılırsa, sürecin içerdiği risklerin ve tehlikelerin sen de farkındasın (Yalnız, bu arada doğabilecek ve özel bir yüklenme ile bayağı ileri sonuçlar alabileceğimiz fırsatlarla karşılaşma olasılığının da farkında olduğuna dair bir belirti göremedim şu yazdıkların içinde); hatta “düşüncede geriye doğru kırılma, düzen içileşme ve konformizm, sadece yaşam tarzı yönüyle değil kafaca ve ruhça da legalleşme, bugünkü durumun rahatlığına aldanma ve işlerin hep böyle gideceği yanılsaması hatta aymazlığı, vb. vb.” eğilimlerinin -araya yer yer bizleri de sıkıştırarak- eleştirisi sırasında bunları eksikleri de olsa doğru tanımlıyorsun. İyi ama, başka şeylerin eleştirilmesi sırasında herkesten daha fazla farkındaymış göründüğün bu olasılık hesaplarını öbür yandan getirdiğin öneri sürecine niye uygulamıyorsun? Ya bu olasılıklardan biriyle ya da şu anda göremediğimiz başkalarıyla karşılaşırsak o zaman ne olur bu sürecin hali? Ne gibi sonuçlarla karşılaşırız? Bunları hiç düşündün mü? Önerinin zayıf gördüğüm ve bu yüzden katılmadığım noktalarından biri de bu zaten.

Ve bu yüzden sana, “Bizi yeni bir belirsizliğe davet eden önerinde ısrarlı olacaksan o zaman bu işi hissedarlar kuruluna götürelim, böyle bir şeye karar verilecekse orası versin” teklifinde bulundum (Yalnız bu önerimin tek ve en önde gelen nedeni bu değildi; ben o öneriyi asıl olarak, bundan sonra kurum işlerliğinde demokratik katılım ve kolektivizmi esas alan, bunda özel bir ısrar ve hassasiyet gösteren bir yaklaşımla hareket edilmesi gerektiğini düşündüğüm ve bunu ilkesel bir önemde gördüğüm için yaptım. Üstelik biz burada, en azından yönetmelik düzleminde kimsenin kimseden bir “farkı”nın ve “ayrıcalığı”nın olmadığı -olmaması da gereken- bir hissedarlar kurulu süreci üzerine konuşuyoruz ve onun dahi önüne “yukarlarda” bir yerlerde belirlenen çerçeveler ve dayatmalarla gitmeye devam edecek olursak, kolektivizm, demokratik katılım, çalışanlarda inisiyatif geliştirme, vb. vb. üzerine yazıp çizilen her şeyi fiiliyatta yine en başta kendimiz çiğnemiş oluruz…). Eğer bu heyet de bu yönde bir karar verirse, o zaman en kötü olasılık durumunda bile doğabilecek sonuçlara kimse en azından mırın kırın edemez, genel iradenin birlikte tartışarak aldığı ortak bir kararın hep birlikte göğüslenmesi gereken bir sonucuyla karşı karşıya olduğumuzu herkes bilir ve bunu da herkese ancak bu temelde anlatabiliriz diye düşünmemin de payı vardı bunu önermemde.

Ama tabii sen, bu tür danışma, tartışma, herkesi ilgilendiren kararların kolektif katılım yöntemleriyle alınmasına özen gösterme falan gibi işleyişlere pek alışkın olmadığın için o buzağının altında kalkıp hangi öküzü aramışsın?!! Diğer her konudaki farklılıklar bir yana -bazı temel özellik ve değerler zayıflayıp yitirilmediği sürece onları nasıl olsa bir biçimde çözeriz- ama sen özellikle de kendine bakışını ve bu temelde şekillenen bazıları artık adeta genlerine işlemiş alışkanlıklarını acilen, çok dürüst ve çok radikal bir yaklaşımla gözden geçirip hızla terketmelisin! Şu “Mesih İsa” triplerini bırak artık! Aksi taktirde hem kuruma ve kurumsal ilişkilere hem de kendine ve bunca yıllık emeklerine çok zarar verirsin. Tehditlerin sırasında söylediğin sorumluluğun -yani yapıyı düşünmek- sahibiysen, benim sana y.ca tavsiyem, onu önce ve acilen bu noktada göster!..

Bu noktada aslında senin teori yapış tarzının yanında teoriyi kullanış tarzınla da ilgili yapısal bir sorun yatıyor. Teori yaparken sen, genellikle tamamlanmış ya da ana çizgileri itibariyle artık şekillenmiş süreçlerin çözümlenmesi noktasında iyisindir. Yani olanı ya da zaten artık ortada olanı çözümlemek veya derinleştirmek noktasında güçlüsündür. Ama bu sınırlar içinde teori yaparken gereken temel niteliklere ek olarak ayrıca -esasında diyalektiği yöntem olarak hayata uygulama becerisiyle de yakından ilişkili- gelişkin bir siyasal sezgi ve öngörü sahibi olmayı da gerektiren ‘gelmekte olanı’ zamanında görme noktasında zayıfsındır. Şu an konumuz senin ya da benim ya da başka bir y.ın teoriye bakışı, bu konudaki güçlü ya da zayıf yanları vs. üzerine bir değerlendirme olmadığı için bunu burada uzatmayacağım. Dikkat edersen burada zaten sadece, “bir öneride bulunuyorsun ama önümüzdeki süreçte karşılaşabileceğimiz gelişmelerin o süreci hangi yönde nasıl etkileyebileceğini hiç hesaba katıyor musun?” sorusuyla olan bağlantısından ötürü buna işaret etme ihtiyacını duydum. Yalnız madem şu “önümüzdeki süreçte karşılaşabileceğimiz kontrol dışı gelişmeler ve riskler” bahsini kapatıyoruz, yine bunun bir parçasını oluşturan -ve benim önerini “isabetsiz” görmemin baştan beri önemli nedenlerinden de birini oluşturan- kendi durumunla ilgili bir olasılık üzerine ettiğin bir laf üzerine bir çift sözüm olacak.

Söylenen şu: “…Üstelik bir durum belirsizliği yaşar ve diğer sorunları kendi kendimize çözmek gibi bir durumla karşı karşıya bırakılmışken…” Buna dair sana şimdilik iki şey söyleyeceğim: 1) Nankörlük etme! 2) Bu kadar bencil ve benmerkezci olma! Senden önce -hatta halen- insanların neleri, hangi koşullar altında, nasıl çözmeye çalıştıklarını önce bir sorup öğren, sonra bunları senin için anında yapılanlar ve halen yapılmaya çalışılanlarla kıyasla… Buna rağmen hala “mazlum”u ve “yalnızlar”ı oynama ihtiyacı duyarsan, gerisini o zaman, ona göre konuşuruz!..

Durumu, hem karşı karşıya bulunulan sorumluluklar ve olasılıklar hem de hissedarlar kurulu sürecinin kendisinin taşıdığı/kazandığı özellik ve yönler itibariyle bütünlüklü olarak kavramaktan uzaklığın, hissedarlar kurulunu diğer alanlardaki görev ve sorumluluklardan kopartarak, önerdiğin içerikte bir metnin hazırlanmasını da ondan beklenen diğer yanıt ve çözümlerden kopartarak her ikisini de ‘kendinde şey’ler olarak adeta fetişleştirmeye sürüklüyor seni. Kurum olarak bugün içinde bulunduğumuz somut koşullarda her iki seçimin de -hele ikincisinin- pek isabetli seçimler olmayışını da şimdilik es geçelim, her ikisine de abartılı misyonlar biçerek, tarihimiz boyunca çok işlediğimiz bir başka yanlışa, araçların amaçlaştırılması yanlışına da düşüyorsun. Bizim bugünkü somut durumumuzda, hangi alan ve konuda olursa olsun, taşıdığı önem kendi içinde ne kadar büyük olursa olsun hiçbir tek hamle, hiçbir kılıç darbesi, bütün acıları dindirecek, bütün sorun ve sıkıntıları anında, çözmese bile çözme sürecine sokacak, hem içimizdeki düşünsel ve ruhsal yorgunluklara dayanma gücü kazandırıp hem de dışımızdaki kafaların bize dönmesini sağlayacak vs. vs. ‘sihirli’ bir dokunuş veya ‘okunmuş şifalı su’ kerametini gösteremez!..

Bize bugün en başta, kendisini şirket faaliyetinin temel alan ve dallarından sadece biri ya da bazılarıyla sınırlandırmayıp bunların herbirinde birbirini tamamlayıp destekleyecek bütünlüklü hedeflere ulaşmayı önüne koymuş acil bir master plan çerçevesinde total bir hücum ve bunun artık somut sonuçlarının görüldüğü/yaşandığı bir gelişme trendinin yakalanması lazım!.. Hatta bu artık şart! Bunun dışında, insanların önüne yine tek kap yemek koyduğumuz hiçbir menü -hele bu bir de yatılı okulların barbunyası gibi sık sık hep onu gördükleri ve kendilerine hep onun faziletlerinin anlatıldığı türden bir “çözümlemeler” menüsü olursa- ne doyurucu olur ne de geliştirici… Hatta diyebilirim ki, bu, bugün bizzat kendi çalışanlarımız ve yakın çeperimiz içinde “çözüm”den çok sorunları büyüten, sağlıksız sorgulamaları yeniden hortlatan ve bu kurumun ‘tarihsel tarzı’nı ve alışkanlıklarını artık terkedip hiç hak etmediği “kaderini” değiştirebileceğine dair ümidin de iyice yitirildiği tepkimeleri tetikleyen sonuçlar doğurur… Bana göre de sen asıl bu büyük, yakın ve somut tehlikeyi, bunun boyutlarını ve bunu doğuran asıl nedenleri yeterince veya isabetli göremiyorsun.

Hiçbir temel alan ve konuyu ihmal etmeksizin -önem ve öncelik bakımından bu tabii ki düz bir eşitleyicilik anlamına da gelmiyor- dengeli ve uyumlu bir total gelişmeyi sağlayabilmek için, bunun kimi daha özel parça ve yönlerine bugün belki istediğimiz yoğunlukta yüklenemeyebiliriz. Bunlarda ulaştığımız veya ulaşabileceğimiz sonuçlar, tamamen bizim keyfimize bağlı olmayan koşullar eğer biraz daha elverişli olsalardı -yine öyle “süperman”lere dayalı olarak değil ama onları da mutlu edecek şekilde- haydi haydi yapabileceklerimize oranla biraz daha zayıf, yetersiz, geri olabilirler. Ancak kurum olarak bugün bulunduğumuz kritik nokta ve momentte, işin bu yönünü ve bunları öne çıkararak diğerlerini bir belirsizliğe veya Allaha havale etmektense; şimdiden belirlenip bağlayıcı hale getirilecek bir takvim temelinde daha sonraları da, üstelik kurumsal ve bireysel düzeylerde daha salim kafayla, eller ve ruhlar daha serbestlemiş olarak, ortak akıl ve birikimlerin harekete geçirilip işlevli kılındığı daha kolektivize süreçler sonunda fazlasıyla giderilebilecek zayıflık ve eksikleri de olsa bütünsel gelişmeyi merkeze alan çözümlerin kesinlikle daha tarihsel bir anlam ve önem taşıdıklarına inanıyorum.

Bu elbette bizim gibi bir kurumun her şeyden önce niye varolduğuna, onun tarihsel misyonunun neye dönük olarak nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir kavrayıştan kaynaklanıyor. Diğerinin arkasında da bu konuda bir anlayış var elbette ve zaten sadece şu tartıştığımız konuda değil niye bu hallere sürüklendiğimizin açıklanmasından süreçlere tepkime biçimlerine, yönelim olarak yıllardır mesaimizi nelere yönelttiğimizden üslup ve tarzlara varana kadar az çok anlamlı her konudaki farklılıkların kaynağında da öncelikle ve esas olarak bu konudaki farklılaşma yatıyor. Bu gerçeği yeri geldikçe somut ifade ve görüngüleriyle göstermeye çalışmayı sürdüreceğim.

Gelişmede bütünselliğin titizlikle gözetilmesi kadar bunun değişik cephelerde irili ufaklı somut adım ve başarılarla desteklenerek sürdürülmesinin şu kesitte çok daha belirleyici bir öneme sahip olduğunun altını ısrarla çizerken, bugünün nesnel ve kurum olarak öznel koşullarında somut başarı ve ilerlemelerin öyle düz bir çizgide, öyle kolay ve tempolu bir şekilde gelemeyeceğini ben de biliyorum. Ayrıca ruhsal ve düşünsel kirlenme ve eziklikler başta olmak üzere dünden kalan ağırlıklardan, kir, pas ve lekelerden henüz bütünüyle kurtulamadığımız gibi bunlara her “yeni”nin içerdiği yeni risklerin eklendiğini ve bazılarını tam da bu düzleme geçmenin doğurduğu bu kez daha farklı sorun ve tehlikelerle gelecekte de değil şimdiden yüz yüze olduğumuzu ben de görüyorum. Bir örnek olması için anayım, az çok gelişkin “liderlik” yeteneklerine bir bütün olarak sahip yönetici kadrolarımızın hemen hemen hiç olmayışı gibi çözümünü “ha” deyince de bulamayacağımız sorunlarımızın fazlalığı geceleri uykularımı kaçırıyor. Senin teşhis anlamında çok doğru ve isabetli olarak dile getirdiklerinden çok daha fazla olduğunu düşündüğüm ve şahsen beni bugün asıl onların yokluğu ya da aşırı zayıflığının kaygılandırıp korkuttuğu kara deliklerimizin çokluğu ve büyüklüğüne rağmen, sadece bunların çözüm yolunun aslolarak nerelerden geçtiği noktasında değil bunlara yaklaşım ve yorumlayış noktasında da senden ayrılıyorum.

Bu düzleme nerelerden nasıl gelindiğini kafanda yeterince canlandıramadığın için olsa gerek, atılan bu adımlar ve yönelimlerin bizim bugünkü somutumuzda, olağan dönemlerdeki özgül anlam ve önemlerinden nasıl daha farklı bir anlam ve daha fazla değer taşıdıklarının yeterince farkında değil gibisin. Takdir etmesine ediyorsun ama herbirine de bir leke, bir kusur, bir kulp bulmaktan geri durmuyorsun. Ben bunların hepsini de yanlış veya isabetsiz görmüyorum. Ama asıl bunları hem de öyle çok uzak olmayan bir vadede tıkanmaya mahkum gören bir karamsarlık sergiliyorsun ki, ayrıldığım nokta burası. Elbetteki bunları bu halleriyle bırakır, hele hangi neden ve gerekçeyle olursa olsun kendi hallerine bırakırsak elbetteki bu tehlike çok çabuk kapımıza gelip dayanır ve o zaman bunun sonuçları da yine başka zamanlarda yaşadıklarımızdan daha fazla ve daha ağır olur. İyi ama, bizi berbat bir tasfiyeciliğin neredeyse en dip noktalarına kadar sürükleyen etkenlerin de başlıcaları arasında yer alan bir ‘kadercilik’le kollarımızı iki yana düşürerek “dur bakalım n’olcak?” diye seyreden bir edilgenlik ve iradesizleşme sergilemediğimiz sürece, yaşayacağımız kesin olan bütün dalgalanmalara, iniş çıkışlara, coşkulandırıcı ilerlemelerle sanki daha da kötüye gidiyormuşuz korkularını hortlatacak geriye kaymalara, bu arada yiyeceğimiz darbelere, vb. vb. rağmen tıkanmamız ve geriye doğru kırılma neden kesin ve mutlak bir sonuç olsun? Bunu niye daha farklı kılmayalım, süreklileşmiş ve kendisini sürekli genişleterek üreten bir gelişme çizgisi haline neden getirmeyelim?..

Özü itibariyle “süreç olarak taktik” ya da “partiyle birlikte büyüyen parti görevleri (parti iddiası)” şeklinde bir oportünizmin tersyüz edilmiş ifadesinden başka bir şey olmayan oyalanmalarla oyalanacağımıza, elbetteki çıkışını tarihsel hedeflerimizden (kurum ve birey olarak bu konuda da senin çizmeye çalıştığın tablodaki gibi öyle kör karanlıkta falan değiliz ayrıca) ama aynı zamanda tarihsel misyonumuzun ruhuna uygun kavranışından alan kısa-orta ve uzun vadeli somut hedeflendirmeler temelinde süreklileştirilmeye çalışılan bir gelişmeyi neden zorlayıp sağlamayalım?..

Sadece şu gün veya yakın geçmiş değil bütün tarihimiz gözönüne getirilerek konuşulacak olursa, bizim özgülümüzde gerçekten de ‘tarihsel’ olan veya bize sahici ve somut bir tarihsel sıçrama yaptıracak olan stratejik yaklaşımın özünü ben de burada görüyorum işte!

Bütün yönlerde birbirini tamamlayıp destekleyecek uyumlu ve dengeli bütünsel bir gelişme stratejisi ile isabetli ya da isabetsiz seçilmiş bazı yön ve parçalara ağırlık vermeyi öneren parça odaklı strateji arasındaki önemli bir avantaj/dezavantaj farkı daha var. Birincisinde, bazı şeyler kendi başlarına ele alıp yüklendiğinizde yapabileceklerinizden daha zayıf kalsa bile, bu arada bazı konularda sizden kaynaklı veya elinizde olmayan nedenlerden ötürü işler ters, yavaş, vs. vs. gitse bile diğer alanlarda ve genel toplamda ilerlemeler kaydettiğiniz sürece, zayıf bıraktıklarınızı ya da geride kalanları daha salim ve daha uygun koşullarda dönüp toplama ve geliştirme şansına her zaman için sahipsinizdir; bu ayrıca sizi, kimi yönlerdeki zayıflık hatta ters gidişlerin, kurumsal moral sermayede haddinden fazla bir zayıflama hatta erime riskinden de olabildiğince uzak tutar. Bazı konularda bir şeyler istediğiniz tempo ve çizgide gitmese, istenilen sonuçlara doğru ilerlemede zorlanma hatta tıkanmalar yaşanacak olsa bile, eğer bu arada başka bazı alanlarda ve yönlerde ileriye doğru adımlar atılıyorsa o zaman bu durum fazla korkutucu ve geriye çekici sonuçlar doğurmaz. Ama siz tutup yumurtaların bir sepete doldurulması misali çemberi yarma stratejinizi belirlediğiniz belli bir yöne ve noktaya yüklenme üzerine kurarsanız, ancak ister sizin seçtiğiniz yönün baştan isabetsizliği yüzünden olsun isterse bütün iyiniyetli ve parlak çabalarınıza rağmen sizi aşan nedenler yüzünden olsun yaptığınız hamle umduğunuz etki ve sonuçları doğurmadığı taktirde, sürecin ve kurumun akıbeti ne olur?

Her türlü riski ve sonucu göze alma kararlılığı, askerlerde de bulunur ve bulunmalıdır. Dolayısıyla tek başına bu bir “liderlik vasfı” değildir. Lider bakışı veya lider duruşu, sadece kendine bakarak ve kendi sağlamlığına güven üzerine kurulmaz; öncelikle ordunun durumuna bakılarak, onun savaşma arzusunun derecesinden iaşe ve ikmal durumuna, moral düzeyinden safların sıkılık derecesine kadar bütün unsurlar hesaba katılarak onun üzerine kurulur. Yoksa ordusuz generaller ya da manevra masalarının üzerinde “harpçilik” oynayan kurmaylar durumuna düşmekten kurtulunamaz!.. Bir savaş stratejisi, ikinci olarak, düşmanın durumunu ve hareket tarzını dikkate alıp hesaba katılarak yapılır. Sahi, önümüzdeki sürecin sın. mücadelesinin dünyada ve ülkede nasıl bir gelişme seyri izleyeceğini düşünüyorsun? Bunun karakteristik özellikleri neler olacak sence? Ne beklemek gerekir, neleri esas alarak nasıl konumlanmak gerekir? Bunlar üzerine de henüz hiçbir fikir teatisinde bulunamadık seninle (daha doğrusu, daha neleri konuşabildik ki?.. Farkında mısın, şu mektuplar dışında daha hiçbir konuda doğru dürüst bir konuşma ve karşılıklı bilgilendirme süreci yaşamadık henüz seninle. Buna rağmen, başkalarıyla yaptığın konuşmalarda duyduklarını baz alarak daha hiç konuşmadığın y.ların hakkında fikir ve kanaat ifade edebiliyorsun?!! İlginç; gerçekten çok ilginç!..). Ancak tartıştığımız konu da dahil önümüzdeki sürece ilişkin kurumsal stra. ve tiktakların belirlenmesi açısından taşıdığı önem de ortada. Onun için seninle bu konuda da bir görüş alışverişini en kısa zamanda yapmalıyız.

Stratejik bir hat ya da planın inşası sırasında neleri baz alacağımızı doğru belirlemek, ayrıca onlarla hedefler arasındaki stratejik ilişkilendirmeleri doğru kurmak belirleyici önemdedir. Aksi taktirde, yani yanlış seçilen ya da yanlış kullanılan verilerden hareketle doğru sonuçlara ulaşılamaz. Bu kadar basit bir gerçeği sen de bilirsin. Ancak son mektubunda, bu açıdan önemli gördüğüm ama senin bu kadar bariz bir hataya neden düştüğünü doğrusu yine anlayamadığım -açıkçası sana biraz da yakıştıramadığım- bir nokta dikkatimi çekti: Önerini savunur ve temellendirirken, kendine daha çok düşünsel ve ruhsal yorgunları ya da yorgunlukları baz almışsın gibime geldi. Onları da görmek, dinlemek, dikkate almak, hesaba katmak gerekiyor ama stratejik yaklaşım ve önerilerimizi belirleyip temellendirirken, tasfiyecilik döneminin en fazla yaralayıp ezdiği, hatta bazıları bu tasfiyeciliğin belirleyici nedenleri arasında yer alan ruh halleri ile o temelde üretilip dillendirilen görüşler (“Kapıcı dairesi mi? Öyle olacaksa hiç olmasın…” yorgunluğundan hangi durumlarda karşılaşıldığından, yani nedenlerinden ve niçinlerinden kopartılmış olarak benim tarzımdan duyulan rahatsızlıklara varana kadar ifade ettiğin ya da henüz etmediğin hepsini kapsıyor) gerçekten revolasyoner bir yaklaşıma siyaseten asla bir çıkış noktası veya temel argüman olamaz! “Bana dostunu söyle…” hesabı, stratejik yaklaşım ve tutumlarımızı belirlerken neleri ve kimleri baz aldığımız bile başlı başına çok şey anlatır esasında.

Aynı şey, ortadaki aynı olgulara bakarken orada nelerin görülüp öne çıkarıldığında da kendini gösterir. Birileri, gelişme dinamikleri ve potansiyellerine de işaret ederlerken ağırlığı nedense yüzeydeki pürtüklere ve lekelere, içerikte de zaten görülen ve olabilecek kimi zayıflıklara, görülmemesi için kör olunması gereken tehlikelere ve nihayet hem olumlu hem de olumsuz yönlerdeki kesitsel olgulara verirler; başka birileri de, onları hem de fazlasıyla görmekle birlikte bunlara fazla takılmadan dikkati ve enerjiyi asıl dipteki akıntılara ve gelişmenin yönüne verirler. Yani olgulara veya haldeki duruma değil genel trende ve toplam sonuca odaklıdırlar.

Önümüzdeki çözmemiz gereken ‘sorunlar’ içinde (dikkat edersen, hissedarlar kurulu gibi farklı ve özel bir süreç için burada “sorun” nitelemesini kullandım. Bir şirketin yaşamında aslında çok farklı duygular ve gelişmeler yaratması gereken böylesi özel bir seansı, o mertebeyi bana gelene kadar çok daha fazla hakedenlerin varlığından adım gibi emin olduğum halde sorumluluk anlayışım nedeniyle kendimi en başa yazarak elbirliğiyle BİR KEZ DAHA “sorun” haline getirmeyi başardık çünkü!!! Ona şimdiden kazandırdığımız tarihsel bir boyut burada bence!!!) hissedarlar kuruluna, senden farklı nedenlerle ama senin gibi ‘olağanüstü’ bir misyon ve beklentiler yükleyen başka bazı y.lar da var. Ama onlar, bu işin artık bir an önce noktalanması temelinde bir “amaçlaştırma” içindeler. Sen, tek başına hissedarlar kuruluna, son yıllarda iyice derinleştiği görülen “teoricilik” eğilimine denk düşen bir misyon yüklemesi içindesin. Senin “siz”leştirdiğin o y.lar ise, tamamen farklı nedenlerle, hala çok ciddi sorunlar yaratan meşruiyet ve otorite krizinin bir an önce ortadan kalkması başta olmak üzere bizi paçamızdan çekmeye devam eden bazı hastalıklı tutumların onunla birlikte artık son bulacağı umudu ve beklentisi içinde oldukları için kurula olağanüstü bir önem ve misyon atfediyorlar. Onların bu saplantılı yaklaşımı da, kökünü bir an önce kazımak istedikleri hastalıklı tutumların köklerinin aslında ne kadar derin ve başka yerlerde olduğunu bu noktada gözden kaçırmalarından kaynaklanıyor.

Fakat senin önerini paylaşmadıkları için, daha çok görüşlerinin eleştirisi görünümü altında bazı nitelemeleri fazla rahat kullanmana bakarak sana bir şeyi hatırlatayım: “Koşullara ve sorunlara teslim olmak”tan “değişik düzeylerde gerileme ve ruhsal yorgunluk”a varana kadar ağzına geleni çok rahat söyleyebildiğin bu y.lar, bulunduğumuz konum ve sorumluluklarımız itibariyle sen de dahil bizim önce kurul olarak, sonra da bireyler olarak utanç verici bir biçimde oynayamadığımız misyon boşluğunu büyük bir özveriyle doldurmaya çalışmakla kalmayıp bugünkü ayağa kalkışımızın da asli yaratıcılarıdır! Onlar hakkında konuşurken, önce bunun bilinci ve özeniyle hareket etme yükümlülüğümüzü asla aklımızdan çıkarmayalım! Fazlasıyla hakettikleri bu saygıyı onlardan esirgememek, onların zayıflık ve yetersizliklerine gözlerimizi kapatmak anlamına elbetteki gelmiyor; hatta bunları herkesten daha fazla ve gerektiğinde daha sert eleştirmemek anlamına da gelmiyor. Kendilerine de ifade ettiğim gibi, yanlışları ve zayıflıkları konusunda bundan sonra onların en amansız takipçisi ve eleştirmenleri en başta da ben olacağım; çünkü bu kurum, yaptıkları az ya da çok hizmetlerden sonra “Ne oldum!..” budalalığına kapılıp tepemize çıkmaya kalkanlardan tarihi boyunca çok çekti! Artık yenilerine katlanacak ne gücümüz kaldı ne de tahammülümüz!..

Tasfiyecilik sürecinde ocağımıza incir dikmekle kalmayıp toparlanmamızı da geciktiren ve bizi hala paçamızdan çekmeye devam eden hastalıklı tutumları doğurup süreklileştiren etmenler bütünlüğünü teoride genel olarak çok iyi çözümlemekle birlikte bizim somutumuzda bunlarla hala karşılaşmaya devam etmemizin belirleyici nedenini daha çok belirli biçimlerin eksikliğine bağlama eğiliminde ve yanılsamasında oldukları için bu y.lar, bugünkü toparlanma sürecimizin hızlanması için hissedarlar kurulunun herkese “höt!” demesinin yeterli olabileceği hayali ve beklentisi içindeler. Kurumsal konulardaki tecrübesizliklerini de dikkate alarak, onların bu konudaki bu naif yaklaşımlarını ben anlarım (Ayrıca hissedarlar kurulu sürecini yeniden dinamize edip -senin dışında- hep beraber belirlenen çerçevede bir an önce noktalanabilmesi için benden beklenen yeni taslağı -nedenlerinin arkasına da saklanmadan- hala bitir(e)memiş olduğum için onların şu sıralar beni yine pek hayırla yadetmediklerini kestirebiliyorum). Öte yandan, eğilimlerin ve alışkanlıkların nedeniyle senin bu tamamen haklı ve meşru beklentiyi yeterince anlayamamanı da ben anlarım; onu hemen “ruhsal ve düşünsel yıpranma ve yorgunlukların ürünü, koşullara ve sorunlar teslim olan, geri ve ufuksuz yaklaşımlar, vs. vs.” olarak damgalamakta sergilediğin acelecilik ve rahatlığa da güler geçerim; çünkü burada yanlış bir noktadan kalkarak da olsa yakaladığın çok önemli bir nokta var: Bir sıkışma halinin körüklediği bir istek… Evet, çok doğru! Bu bir sıkışmanın, hatta sıkışma ne kelime, yıllardan beri akla hayale gelmez boyutlarda yaşandığı için bizi bile artık kafayı yiyecek noktalara getirmiş bir bunaltının ürünü. “Ateş düştüğü yeri yakar” diye bir söz vardır, bilirsin. Bu da o hesap!

Ama tabii herkesi yakan ateş farklı! Eğer biz bir kurum isek ve bir kurum gibi çalışacaksak (tasfiyeciliğin asıl ortadan kaldırdığı bu oldu ve sen de bilirsin, onun adı zaten bu yüzden “tasfiyecilik”) o zaman her şeyden önce bunun gerekleri yeniden tesis edilmeli; yaşanan deneyimlerin de ışığında bunun ilke, kural ve mekanizmaları bir kez daha tanımlanıp işletilmeye başlanmalı. Kimse kimseyle artık oynamamalı, kimse “…mış gibi” yaparak kendisine de aldatmamalı kurumu da oyalamamalı, “varım” diyenler gerçekten de varolmalı, “ben kafaca ve ruhen yorgunum, biraz dinlenmeye ve güç toplamaya ihtiyacım var” diyenlerin -köprüleri onlar yakıp yıkmadıkları sürece kesinlikle incitilmeden- anayolun üzerinden çekilmelerine yardımcı olunmalı, esasında geçinmeye gönlü kalmamış olanların da yakamızdan ve paçalarımızdan düşmeleri sağlanmalı… Bunun esasında ne kadar acil ve zorunlu olduğunu, son mektubunun giriş bölümlerinde sen bile açıkça veya dolaylı olarak defalarca dile getiriyorsun. Ama… Çatallanma burada başlıyor işte!

Buradan sana bir test önereceğim: Önümüzdeki hissedarlar kurulu sürecinden asıl olarak neyi beklediklerini, önerine dayanak olarak gösterdiğin düşünce ve görüşlerin sahiplerine git bir daha sor bakalım! Sonra da kendi önerini anlatıp, bunu nasıl karşıladıklarını bir gözlemeye çalış! Eğer yöntem böyle “kamuoyu yoklamaları” olacaksa yap bunu! Yapısal özellikleri ve eğilimleri itibariyle kafaca ve ruhça, bizim bir zamanlar yakından tanıdığımız “Koordinasyoncular” gibi -sahi, hatırlıyorsun onları değil mi?..- “Bize bugün her şeyden önce Türkiye’nin Ne Yapmalı’sı lazım!… Öyle sağlam ve kapsamlı bir teorik perspektif ortaya koyamadığımız sürece neyin pratiğini yapacağız?..” demeye zaten dünden hazır olanlar dışında, “Benim için farketmez. Ben her halükarda gözlerimi kaparım vazifemi yaparım…” diyeninden “Yukardan bir beklentim yok, kalmadı da…” diyenine kadar ötekilerden bak bakalım hangi yanıtları alacaksın…

Hala farkına varamadığın anlaşılan bazı şeyleri sana bir de başka türlü anlatmayı deneyeyim (Bu mektubumla birlikte ekte, sürecin seyrini kafanda canlandırabilmene katkısı olacak belgelerden birini, aynı amaçla bütün hissedarlara iletilmek üzere 2004 Ekim’inde gönderdiğimiz bir “Açık Mektup”u bulacaksın): Bu hissedarlar kurulu sürecinin düğmesine resmi olarak bundan tam 2 yıl 2 ay önce basıldı (Şubat 2003). Daha biz oralardayken başlayan koyu bir tecritin ardından buraya çıktıktan sonra gönderdiğimiz İLK yazılı yönlendirme notunda, hem gündemine hem de yöntem ve esaslarına dair genel bir önçerçeve önerisiyle birlikte onu gündemleştirdik. Ancak bütün ısrarlı çaba ve zorlamalarımıza rağmen nedenlerini hala tam olarak çözemediğim inatçı bir suskunluk ve savsaklamaların sonucu, bu doğrultuda ilk hareketlenmeler bundan tam 1 yıl 2 ay sonra (yani geçen yıl bu vakitler) nihayet başladı. Ancak bu kıpırdanmalar da, süreci sonuca ve çözüme götürücü yönde değil büsbütün karıştırıcı ve dağıtıcı yöndeki akılalmaz saçmalıklar dizisinin de başlangıcı oldu.

Kendi adımıza üstlendiğimiz taslakları aylar öncesinden hazırlayıp gönderdiğimiz halde ne bunlara ilişkin olarak ne de orada hazırlanmasını istediğimiz ve hazırlanmakta olduğunu sandığımız konularda ne o güne dek ne de o günden bir süre sonrasına kadar kimseden tek bir yazılı görüş, bir pusula dahi gelmediği halde, orada süreç ve bizim hazırladığımız taslaklar hissedarlara baştan senin adın kullanılarak, senden geldiği özellikle belirtilen görüşler temelinde esasında “yönetmelik suçu” oluşturan en berbat çevreci yöntemler temelinde açılmaya başlandı. Sadece bu kadar geç ve bu tarz bir açılışla da sınırlı kalmayan saçmalıklar dizisi, senin bugün “olumlayabildiğini” hayretle gördüğüm şu ünlü “Asım bey toplantısı” faciası gibi akılalmaz işlerle sürdü ve bu süreç sonuç olarak çürütüldü (Bu noktada kendi eksiklerimin rolünü de görüyor ve sorguluyorum). Aynen katıldığım anlamına gelmemekle birlikte şu “Artık bir an önce bitsin!” eğilimini, kibirli bir aristokrat edasıyla aşağılamaya kalkışmadan önce işin bir de bu yönünü düşünmek gerekmez mi?

Şu veya bu nedenle, şunun veya bunun yüzünden ama sonuç olarak ortada gavur ölüsü gibi haddinden fazla uzamış, uzamak ne kelime düpedüz çürümüş/çürütülmüş bir süreç var. Daha çok yazıp-çizerken, pratikte ise genellikle sıkıştı(rıldı)ğımız zamanlarda “onun diliyle konuşmayı artık öğrenmeliyiz” demeyi hatırladığımız yönetmeliğe (tüzüğe-nba) göre biz bu süreci normalde 4 yıl önce tamamlamış olmalıydık. Bu noktada zaten bir “yönetmelik suçu” işlediğimiz yetmezmiş gibi bir de 2 yıl 2 ay daha sündürmüşüz. Ve sen şimdi bugün gelip şu saatten sonra, “bu işi yeni bir eksene göre yeniden kurgulayalım” diye karşımıza çıkıyorsun. Kendi adıma ben de, zaten yeterinden fazla zayıf düşmüş ve kendisini daha yeni yeni toparlamaya başlayan şirket bünyesinin bunun yaratacağı yeni sendromları kaldıramayacağı kaygısıyla bu öneriye karşı çıkıyorum. Bu noktada, sırf sürecin bu denli sünmüş olması yüzünden, ama ondan da önce fiili tasfiyecilik sürecinin yarattığı tahribatın boyutlarının büyüklüğü nedeniyle, önümüzdeki hissedarlar kurulunun teorik açıdan ortaya koyabileceği “çok değerli” sonuçların bile ne hissedarlar ne de tüm çalışanlar nezdinde hakedebileceği ilgi ve değeri bulamayacağı gerçeğini göremiyorsun sen!

Çünkü insanlar her şeyden önce, kurumun bu hallere nasıl ve neden dolayı düştüğünün/düşürüldüğünün yine her şeyden önce dürüst, öyle laf boğuntularına, mazeretlerin arkasına saklanmaya veya kendini minderin dışına atmaya kalkışmayan samimiyette, aynı zamanda tarihsel bir model oluşumunun net çizgilerini taşıyan bütünlüklü ve derinlikli bir açıklama ve çözümlemesini istiyor ve bekliyorlar. Sadece kitaplardan değil hayattan ve tarihten de öğrenmeyi öğrenip öğrenmediğimizi, aklımızın artık başımıza gelip gelmediğini, yaşananlardan doğru sonuçların çıkarılıp çıkarılmadığını merak ediyor ve onu görmek istiyorlar. Çünkü insanlarımız, “lafta ve çözümlemede çok iyi ve yükseklerde uçan ama iş uygulamaya, yazılıp söylenenlere uygun bütünlüklü bir kurum olma pratiğine geldiği zaman maalesef yerlerde sürünen”, hep tekyanlı, hep ‘söyleyen’, hep ‘tahlil eden’, hep ‘iddia ortaya koyan’ bir profil sergilenegelmesinden artık bık-tı-lar!

Zaten kurum kültürü ve bağlılığın aşınmasından kapıcı dairesi dahil her türlü riskten kaçışa, korkunç bir güven kaybı ve beklentisizlik içinde olmaktan kapıya yakın oturmayı tercih eden konformizm eğilimine kadar bugün boyutlanmış ve yoğunlaşmış olarak karşımıza çıkan manzaranın bizim özgülümüzdeki en başta gelen, hatta belirleyici nedeni işte bu bıkkınlık ve bunun yarattığı umutsuzluktur.

Sonuç olarak, çizdiğimiz tarihsel gelişme eğrisinin tekyanlı ve istikrarsız karakteri nedeniyle, bir de bunun üzerine gelen ve 2 yılı aşkın bir süredir bir hissedarlar kurulunu dahi sonuca götüremeyen bir beceriksizlik ve iradesizliğin yarattığı bıkkınlığın, aynı beceriksizlik ve iradesizleşmenin bunun da öncesinde yarattığı yıkımın boyutlarının büyüklüğü nedeniyle, biz bugün ne dersek diyelim, hangi niyet, dilek ve temenniler içinde bulunursak bulunalım, önümüzdeki genel kurul, kurumsal bir içerik ekseninde yükselmeye baştan ‘mahkum’dur! Asıl bunu üzerinden atlanması, hayatı ıskalamaktır! Biz asıl bu gerçeği “yok sayarak yok edemeyiz!”. Bu yüzden, bir gerçeğin altını bir kez daha kalınca çizeyim: Genel olarak tarihsel gelişme seyrimiz ama onun içinde çok daha özel bir parça olarak üç sonrasının seyir grafiği nedeniyle, önümüzdeki hissedarlar kurulunun hangi konuda olursa olsun yazılı olarak ortaya koyacağı hiçbir çözümleme ve görüş, deklare edeceği hiçbir karar, hakedeceği ilgi ve heyecanı yaratmayacak, en dikkate değer bulunanları bile -en başta da iç kamuoyumuzda ama dışımızda da- bariz bir ihtiyat ve kuşkuyla karşılanacaktır! Şapkadan çıkarabileceğimizi iddia ettiğimiz tavşanın cinsi, rengi, özellikleri vs. ile de ilgili olmayan, ama bütünüyle yine kendimizin yarattığı bir kader ve mahkumiyet halidir bu!

Ben bunları yeni söylemiyorum, ayrıca senin şimdiki önerin üzerine de söylemiyorum. Senden esinlenildiğini zaten tahmin ettiğim ve bugün “bir an önce bitsin” huzursuzluğunu en fazla duyanlar üzerinde bile etkili olan mırın kırınlar üzerine, tam bir yıl öncesinden beri dikkatleri işin bu yönüne de çekmeye çalışıyorum. Sen bile bugün, “Bu çerçevede bir sonuç bir yıl önce alınsaydı, asıl sorunu bence yine ıskalar fakat belli düzeyde toparlayıcı ve biçimlendirici olurdu” diyebiliyorsun. O zaman şu soruyu da sorsana; neden bir yıl önce -hatta daha da önce- alamadık bu sonucu? Neden bu süreç bu denli sündü ve çürütüldü?

Sen kendini istediğin kadar minder dışına atmaya çalış, bu konuda hem maddi hem manevi sorumluluğun hiç az değil! Son yıllarda iyice derinleşen “teorisizm” eğiliminin yanı sıra genel kurullara kendi kafana ve eğilimlerine göre bir “tarihsellik” kazandırma merakın, daha doğrusu saplantın nedeniyle (bunun arkasında aslında başka bir şey var; bir kurum anlayışı var, bir yöneticilik tarzı ve sorumluluk kültürü var, onun da arkasında ‘neden ve nasıl bir revo. iddiası ve revo.lık anlayışı’ var. “21. yüzyılın sos., sos. kurum ve revulation kavrayışı nasıl olmalı?” çerçevesinde bunları daha sonra geniş geniş konuşup tartışacağız seninle de…) yaptığın müdahalelerin zincirleme sonuçlarının sonucu bu!

Üstelik sen bu müdahaleleri, sadece hakkın olmakla kalmayıp ondan da önce görevin ve ortak sorumluluklarımızın bir parçası olarak yazılı görüş belirtme biçiminde ve “acaba nasıl yapıcı bir katkıda bulunabilirim?” yaklaşımıyla da yapmadın. Ya nasıl yaptın? Kuruma ve tarihe karşı sorumluluklarının doğru ve bütünsel (bak bu iki kavramın da altını, özellikle hem kendi yaptıklarım ve yapamadıklarıma hem de sana ilişkin olarak bir kez daha çiziyorum: Tarihsel perspektif bakımından da isabeti içerecek tarzda doğru ve bütünlüklü) bir kavrayışına dayalı olarak, üstelik kurumsal kartvizitinde daha özel bir sorumluluğun sahibi bir kurum yöneticisinin görev ve sorumluluk bilinciyle hareket ederek bütün gövdenle ve birikiminle “çözümün bir parçası” olmaya çalışacağın yerde, gövdeni veya elini değil sadece burnunu sokarak yaptın!

Biz tarihsel olarak ve siyaseten bir ‘can pazarı’ndaydık! Orada ve burada bir bütün olarak canına okunmuş bir cenazeye yeniden hayat verebilmek için hangi birine yetişebileceğimizi şaşırdığımız birbirinden acil ve birbirinden önemli, birbirinden yakın ve somut tehlike ile birbirinden ağır olanaksızlıklar içinde 40 cephede birden boğuşurken, sen cennetteki meleklerin cinsiyetinin belirlenmesi ile uğraşıyordun! Bu sürecin düğmesine 2 yıl önce bastığımızı biliyordun. Kaldı ki, lafa gelince “onun diliyle konuşmayı artık öğrenelim” demeyi yıllardır sözel bir ritüel haline getirdiğimiz ‘yönetmeliğimizin’ de emrettiği ortak bir görev ve sorumluluktu bu. Bu konuda birinci dereceden sorumlu birimler olarak biz bu konuda YİNE ağır bir yönetmelik suçu işledik. “Geçerli nedenlerin varlığı durumunda bile en geç 4 yılda bir yapılır” denildiği halde neredeyse 8 yıl olmuş biz daha hala tamamlayacağız?!!

Hal böyleyken, benim ve bizlerin niye böyle hareket ettiğimizi, hangi koşullar içinde hangi sorunlar ve mecburiyetlerle boğuşarak bir taraftan da bu süreci bir an önce sonuca götürmeye çalıştığımızı, esasında bizim de sadece gönlümüzden geçmekle kalmayıp ‘zorunlu bir ihtiyaç’ olarak gördüğümüz program inşası sorununa nasıl bakıp bu işi nasıl bir takvim ve işleyiş temelinde çözmeye hazırlandığımızı vb. vb. en azından öğrenebilecek durumda olduğun halde bu konuda bugüne dek sen bize tek bir satır dahi yazmadın! Tek bir öneride dahi bulunmadın! Tek bir yazılı tez ya da görüş dahi getirmedin! “Bu işin şu ucundan da ben tutayım” şeklinde bir sorumluluğun zerresini göstermedin! Kısacası, bugüne kadar sen neredeydin ve bu sürecin (ve ortak sorumluluğun) neresindeydin? Bu soruları yanıtlamaya çalışırken, bir de ikinci hissedarlar kurulu sürecinin nasıl geliştiğini gözünün önüne getirerek bir düşün istersen!..

Sakın koşularının arkasına saklanmaya kalkışma! Sen, kurumla ilişki, ondan haber ve bilgi alma ve ona müdahale ve yönlendirme imkanları bakımından, bizim 26 Nisan 2002 tarihinden 2004 yaz sonuna kadar mahkum edildiğimiz “katı tecrit” durumundan kesinlikle çok daha “özgür”dün! Ve olduğu kadarıyla sen bu imkanını bu son yıllarda hiçbir konuda bana göre doğru yönde kullanmadın! İçerdiği diğer sakıncalar ve asıl senin yöneticilik ve teori üretme tarzın, ondan da önce teoriye ve onun amacına bakışın açısından sorgulanması gereken yönlerini de bir an için es geçelim, madem böyle bir düşünce ve eğilim içindeydin, madem bugün böyle bir zorunluluk olduğunu düşünüyordun, o zaman neden bugüne kadar bu yönde bir çalışma içine girip bunu sonuçlandırmadın? Yok “görüntüleme tekniklerindeki gelişmeleri izlemenin materyalizm savunusu açısından taşıdığı önem” yok “beynin yapısını çözümleme yönündeki yeni bilimsel buluşların heyecan verici yönleri” vb. vb. üzerine yazıp çizene kadar neden bu konuya ve konulara yönelip yüklenmedin?

Öte yandan, yeni hissedarlar kurulumuza bu kez baştan “tarihsel” bir özellik kazandırmak gibi -abartıldığı ölçüde gerçekten komediye dönüşen- bir iddiadan hareket ettiğini söylüyorsun (Bu arada üçün ruhunu, düzeyini ve iddiasını tutkuyla sürdürme misyonunu da bir kalem darbesiyle nüfusuna geçiriveriyorsun!!!). Yalnız burada da bir problem var: Bu “tarihsel” görev ve zorunluluğun sınırlarını, yine kendi hazırlığının düzeyine ya da kendini hazır hissettiğin düzeye göre çizip oradan geçiriyorsun?!! İyi ama, madem tarihsel bir sorumluluk ve zorunluluktan sözediyoruz, bu meyanda bu kurumun öncelikle ve asıl olarak bir ‘PROGRAM’ ihtiyacı yok mu? Bizim sadece kendi güçlerimizi motive edip dayanıklı kılmakla da kalmayıp asıl tarihsel iddialarımıza ve misyonumuza layık etkileyici bir alternatif ve çekim gücü haline gelebilmemizin temel gerek ve koşullarından biri de bu değil mi? Tarihin önünü açmaktan falan sözediyorsun ama farkında mısın, bu açıdan biz hala ‘79’dayız?!! Ağzımızdan çıkan iddialarla gerçekliğimiz arasındaki açı bu konuda da bu kadar büyük ve rahatsız edici boyutlardayken, bu işin artık en başta da adının konulması ve bunun da doğru konulması gerekmez mi? Bu adımın atılıp atılmaması, şirketimizi holding (parti-nba) düzeyine sıçratma iddiası ve hedefinde samimiyet ve tutarlılık göstergesi haline gelmedi mi artık bizim için?

Kendi dışındaki herkesi, “koşulların ve yaşanan sorunların yarattığı basınca teslim olup geri ve geçiştirici sözde çözümlerin peşinde koşanlar” vb. vb. olarak aynı sepete doldurup damgalarken, kendini de “tarihsel bakımdan en ileri ve önaçıcı yaklaşım(lar)ın tek temsilcisi” olarak göstermeye çalışıyorsun. Daha bizlerle hiçbir şey hakkında konuşmadığın, üstelik sana en kısa zamanda ileteceğimizi özellikle söylediğimiz yazılı belgeleri dahi daha görmediğin halde sırf çizmeye çalıştığın şu görüntüyü güçlendirip kendini “farklı” ve “özel” gösterebilmek amacıyla kullandığın yöntemler de ortada. Yaşanan tasfiyeciliğin, legalizmin, anında “mültecilik” derekesine düşürmeye yeltendiğin yurtdışına çıkışların vb. vb. sorumluluğunu özellikle de benim sırtıma yıkmaya kalkışmaktan tutalım yerli yersiz, ilgili ilgisiz bir dizi konuyu şu mektuba sıkıştırma ihtiyacını duyuyorsun. Her şeyin ve herkesin üzerine çıkabilmek için sergilediğin bu tavırların çirkinliğini, bunların sık sık anmaktan da geri durmadığın y.lık anlayışı ve ilişkilerine de, bizim kültürümüze de dünya görüşümüze de yabancılığını falan şimdilik bir yana bırakalım; madem bu kadar yüksekten konuşuyorsun, o zaman bizim kurum olarak bu alandaki asıl ihtiyacımızın kapsamını ve içeriğini niye daraltıyor, par.leşme hedefine bağlı olarak adını bile niye ‘program ihtiyacı’ şeklinde doğru koymuyorsun? Niye bu konuda yıllardır dolaysız ve adı konulmuş bir yönelim ve hazırlık içinde değilsin? Devletin, toplumların, dünyanın ve ekonomilerin yeniden yapılandırılması başta olmak üzere sadece program sorunu açısından değil her günkü faaliyete stratejik bir perspektif ve derinlik kazandırabilmek açısından da dolaysız bir bağa ve yaşamsal bir öneme sahip konular neden senin ilgi ve görüş alanına ya hiç girmiyor ya da son yıllarda büsbütün çıktı? Senin bana ve herbirinin hala taş gibi birer ko.(münist) olduklarına kalıbımı basacağım y.lara vicdansızca yakıştırabildiklerine belki bir katkı olur, burada bu kez kendi irademle bunlara ben bir de “sofizm”i ekleyerek sana Yunus’tan bir dörtlük okuyayım: “İlim bilim demektir/ Bilim kendin bilmektir/ Kişi kendin bilmezse/ Bu nice okumaktır?..”

Tasfiyeciliğin, legalizmin ve “mültecilik” olarak göstermeye yeltendiğin yurtdışına çıkışların sorumluluğunu üzerimize yıkmaya kalkışmak başta olmak üzere ölçüyü fazlasıyla kaçırdığın belden aşağı vuruş denemelerinin hiçbirine ilişkin olarak burada kendimi ve y.larımı sana karşı savunmaya, hele hele ispatlamaya kalkışmayacağım!.. Böyle bir çaba içine girmeyi, yapılanın düzeyine inen bir küçüklük olarak kabul ederim! Benim hesabımı vereceğim tek ‘mahşer yeri’, hissedarlar kurulu ile kurumun ve tarihin önüdür! Eğer imajımızı koruyup vizdanımızı rahatlatmanın peşine düşecek olursak göreli olarak “ilk taşı atma hakkını en fazla hak eden(ler)” olduğum(uz)a inandığım halde, ne böyle bir çaba ne de böyle bir ihtiyaç içindeyiz. Hem konumum hem de tarihe ve kuruma karşı sorumluluk anlayışımın sonucu olarak, bu kurul, bu kurum ve tarih, gelsin isterse en harlı ateşi benim kazanımın altında yaksın!… Beni kavuracağını umdukları ateşlere odun taşımaya meraklı olanlar da, geleceklerse bu zeminlere gelsinler!..

Gelişini (tahliyeni) duyduğum zaman yaşadığım duyguları anlatmaya kalkmayacağım! Diğer boyutları şimdilik bir yana, ayağa kalkıp toparlandığımız ama “kritik eşiği” de henüz tam olarak aşamadığımız bir kesitte bunun özellikle moral boyutları, sadece benim için değil kurum adına da çok önemliydi. Bir şeylerin ayakta tutulabilmesi sırasında olduğu gibi ayağa kalkışımız sırasında da emekleri büyük olan, ancak “liderlik” özellikleri ve bütüne yöneticilik deneyimi yönünden zayıf çalışanlarımız adına duyduğum sevinç ise daha büyüktü. Çünkü, bisiklete binmeyi yeni yeni öğrenen çocukların pedalları artık çevirebiliyor olsalar da sendeledikleri zaman hemen arkalarındaki ebeveynlerinin kendilerini tutacağına duydukları güvene benzer bir güven unsuruna kavuştuklarını düşünüyordum. Birikimlerin ve deneyimlerin itibariyle elbetteki bunun çok daha ötesinde bir misyonun ve rolün sahibi olacaktın. Sevincimi “özel” kılan nedenlerden biri de, tarihimizi, haliyle en fazla ikimizi ilgilendiren konuları masaya yatırmamızı gerektiren geçmiş değerlendirmesi konusunda seninle dolaysız, yoğun ve üretken bir ortak mesai imkanına nihayet kavuşmuş olmamızdı.

Burada yeri gelmişken şu kadarıyla belirteyim; önceki ve şimdiki taslakların üzerinde çalışırken kalemimi en fazla frenleyen etkenlerden biri de, bu konuları seninle konuşup tartışarak şekillendirememenin sıkıntısı oldu. Tarihimizin değerlendirilmesi gibi sorumluluğu sadece kendimizle sınırlı olmayan bir konuda, görüşlerime ve kendime güvenmediğimden dolayı değil kendi doğrularım temelinde konuşma hakkımın olmadığını düşündüğüm için seninle böyle bir paylaşıma büyük ihtiyaç duydum. Ve gelişinle birlikte bu büyük handikabın da ortadan kalkmış olmasının sevincini duydum. Zaten haddinden fazla uzamış olan süreci, bu imkanı da değerlendirerek artık daha hızlı ve daha gelişkin sonuçlara ulaştırabilirdik. Gelişini kutlamak için beni arayanlardan iki y. ile ortak bir dostumuz bu arada şunu söylediler: “Sen herkesten fazla sevinmişsindir belki ama sen asıl rahatlamışsındır!..” Biraz bencilce görünebilir ama, itiraf edeyim, sevincimin en büyük nedeni bu idi!.. Sadece hissedarlar kurulunun hızla ve daha güçlü sonuçlara ulaştırılmasıyla da sınırlı kalmayıp, bugün karşı karşıya bulunduğumuz bütün görev ve sorumluluklar noktasında bir paylaşımı yaşayacağımız umudunun ve beklentisinin yarattığı bir sevinçti bu. “Tipitipten çıkanlar” kapsamında daha çok da bana yönelik olduğunu bildiğim “hayal kırıklığı ve beklentisizliklere” biraz fazlaca ihtiyatsız bir tutumla kendilerini fazla erken kaptırıp hakkımızda hüküm kesenler başta olmak üzere, bu son yılları hangi koşullarda, nasıl yaşadığımızı hemen hemen hiç bilmeyenler -ortalığı daha fazla dağıtıcı olmamak için sustuk bugüne kadar- bu sevinci anlayamazlar!..

Son yılları nasıl yaşadığımı(zı) kafanda canlandırabilmen için sana şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Gerek nesnel koşullar (en başta da devrim ve karşıdevrim cephelerinin örgütlülük düzeyi ve aralarındaki güç dengesi, sınıf mücadelesinin seyir grafiği ve tarihsel eğrisinin yönü, sınıfın ve emekçi kitlelerin ruh hali, bizlere ve ideallerimize yaklaşımları, sadece sosyoekonomik yapıda değil toplumsal kültür, psikoloji, özellik ve eğilimlerdeki değişme, genel olarak tdh’nin hali ve yönelimleri, büyük açlık döneminin (2000 ÖO-nba) seyrinin yarattığı ezici psikoloji ve diğer sonuçlar, vb. vb.) gerekse de kurum olarak kendi özelimizde karşılaştığımız tablo (en başta ortada sadece bir kapıcı dairesi değil kurum olarak nitelenebilecek bir organize hali kalmamıştı, altta da üstte de çok daha öncesinde eriyen sermayeyi 2001 başındaki “intihar” girişimi (Şirinevler eylemi-nba) sonunda kelimenin tam anlamıyla kediye yüklemiştik; lojistik destek ve cephe gerisi namına elde hemen hemen hiçbir şey bırakılmamıştı; asıl vahimi temel çalışanların azlığı ve yorgunlukların yoğunluğuydu, bu noktada daha da vahimi en yorgunlar en yukardakiler içindeydi, kaldığı kadarıyla etrafı çekip çevirme işleri en ortalıktaki en yetkisiz iki fedakarın sırtındaydı; para yoktu, pul yoktu, ilişki yoktu, imkan yoktu, öbür yandan büyük açlık döneminin basıncı ve sonuçları yaşanıyordu, vb. vb. Tabloyu kafanda canlandırabilmene belki katkısı olur diye sana şu kadarını söyleyeyim, kağıt üzerinde “en üsttekiler” (MÖK-nba) beni bile ancak 5 ay sonra aradılar; kapıcı dairesinde doğru dürüst bir kez bir araya gelebildik, kısa bir süre sonra da zaten durumları elverenler çok kötü biçimlerde peşpeşe karaya vurdular; vuramayacak durumda olanlara da vuran vurdu…) ne bugün bulabildiğinle kıyaslanabilir ne de ‘89’la kıyaslanabilir!.. Gelenlerin gelişine neden dolayı nasıl korkunç sevindiğimiz ancak bunlar bilinir, sorup öğrenilir, kafalarda tasavvur edilebilirse anlaşılıp doğru yere oturtulabilir.

Yalnız içimde, derinlerde bir yerlerde, baskı altında tutmaya çalıştığım bir kaygının olmadığını da söylersem yalan olur! Gözünün önünde dünya yıkılıyor olsa bile senin bildiğini okumaktaki rahatlığın ve ısrarın başta olmak üzere bazı huylarının özde hiç değişmemiş olabileceğinden kaygılıydım! Yapısallaşmış bu huy ve alışkanlıkların nedeniyle, tam da şöyle hassas bir dönemde, züccaciyeci dükkanına girmiş bir fil rahatlığıyla hareket edebileceğin endişesini taşıyordum! Bizim aramızda bir “çatışmayı” dilemek ve beklemekle de kalmayıp “belki bize de gün doğar?” beklentisiyle pusuya yatan çakallara “kına yaktıracak” süreçlerin fitilini ateşlemenden korkuyordum?..

Şu yaptığınla sevincimi ve mutluluğumu kursağımda bıraktın! Buna karşın, saklı tutmaya ve bastırmaya çalıştığım kaygılarımı, endişelerimi, korkularımı harekete geçirdin! Aklını başına toplayacağın konusunda hala umutsuz değilim! Aynı zamanda bunu gösterecek somut tutum ve davranışlar sergilemen beklentisi içindeyim! Sen neyi yine nasıl anlar, ne yaparsın bilemem; ama kendi adıma şunu söyleyeyim: Şimdi sorumluluklarımın bir kat daha büyüdüğünü hissediyorum! Ve hiçbir etken veya gelişme beni, bunun gerekleri dışında bir davranış çizgisi ve zeminine çekemez, çekemeyecek!

Y. ca selamlarımla…

22 Nisan 2005