BD tartışmaları -II-
Öneri olarak sunulan “sosyo-ekonomik yapı tahlili” üzerine şimdilik çok sınırlı bir kaç şey söyleyebileceğim. Bunun nedeni yazıya bir ay önce hızlı biçimde bir göz atabilmiş olmam, bu değerlendirmeye eklemek üzere daha etraflıca incelemek üzere yeniden aldığımda yine bir disket faciası nedeniyle bunu gerçekleştirememiş olmamdır. Ancak daha fazla zaman kaybı olmaması için, en kısa zamanda daha kapsamlı bir değerlendirme yapmak üzere, düşüncelerimi belirteceğim. Önce “usül” üzerine. İki cörk (MÖK üyeleri olarak F. ve C. kastediliyor) elemanı olarak, zaten oldukça gecikmiş işin bir yıl daha ertelenmesini istediğimizde yazardan büyük tepki almıştık.
Gerekçelerimiz, ilk taslağın son derece yetersiz ve zayıf olması, dünyada ve türkiye’deki genel kriz ve yeniden yapılanma, büyük tarihsel dönüşüm, sosyalizm ve yeni aile (örgüt-nba) modeline dönük bir teorik altyapı ve açılımın zorunlu olması ve yanısıra, yaşanan ağır çöküntünün etkilerini bir ölçüde gidererek aksi takdirde bir şenliğin (Konferans-nba) fazla bir etkide bulanamayacağı bir toparlanma ve ailevi ön dayanakların geliştirilmesiydi. Bu konuda başladığım biri 70-80 sayfalık tamamlanmamış, diğeri dergi için hazırlanmış “stratejik perspektifler” dizisi ( işçi sınıfı ve esneklik/ siyasal iktidar ve toplumsal iktidar) olmasına karşın, yd’de, geleceğe dönük sd perspektifinde ortaklaşma, yaşanan çöküntünün ise “sistem krizi”, daha uzun bir geçmişe dönük yapısal sorunlar, ailevi-siyasal-ideolojik kriz olduğu konusunda ortaklaşma, şenliğin yapısal sorunlar ve sistem krizi ve yanısıra yeniden inşanın ortaklaşılan belli unsurlarını içerecek olmasıyla, teorik-programatik altyapı ve bütünsel olarak daha yüksek bir aile modeli konularının sonrasına bırakılabileceği konusunda ikna olmamı sağladı.
Asıl faktör ise, derginin çıkışı ve ilk sayılarının da yaratacağı ve yarattığı etkinin de üzerine oturacak olmasıyla, yıldönümünde tüm sürecin tamamlanma kararı, yani zaman faktörüydü. Ne var ki, taslağın, henüz tamamlanmamış haliyle tam 10 aya yayılmış olması zaman engelini kendiliğinden ortadan kaldırdı. Kaldırdı kaldırmasına ancak, hem zaman faktöründe bu kadar ısrar edilip hem de “temel halka” olması gereken işin bu kadar geciktirilmesi, dergiyle yaratılan fırsatın kaçırılması ve ş. fikrinin (konferans kastediliyor -nba) bir kez daha kafalarda eskimesine yol açmakla kalmadı, aslında bizim ilk önerdiğimize gelen, hatta onu da fazlasıyla aşacak olan süreçte, hiç olmazsa benim başlangıçta önerdiğim ve aslında o dönem başlamış olduğum teorik-ailevi altyapı ve perspektif çalışmasının geliştirilmesini de engellemiş oldu.
Her neyse, diğer ceo’nun da (MK üyesi F kastediliyor -nba) çıkmış ve devrim stratejisi konusundaki fikrini değiştirmiş olması, diğer engeli de ortadan kaldırdı. Bu zaman diliminde 3k-3y (“Üç yayın üç kurultay” politikası kastediliyor -nba) dönem politikası çerçevesinde, bir eksiğiyle de olsa, bazılarının gerçekleştirilmiş, bazılarında yol alınıyor olmasıyla, henüz çok sınırlı ve özellikle yapısal sorunlar açısından çok yetersiz olsa da, yeninin belli unsurlarını da içeren bir ailevi-siyasal toparlanmanın da gerçekleşmeye başlaması, bu işin, aslında olması gerektiği gibi, yapısal zaafların analizi ile birlikte yeni ve daha yüksek bir aile anlayışının temel dönüşüm çıkarsamaları, ve yanısıra, teorik-siyasal gelecek perspektifinin da asgari temellerinin konulduğu biçimde yapılabilmesinin diğer bir temel koşulunu oluşturdu. “Aslında olması gerektiği gibi”den kastım, öncekinden bu yana geçen tam 7 yılda, dünyada bölgede ve t’de neredeyse tüm taşları yerinden oynatan değişimler yaşanmış, ve daha önemlisi, “bir dönem kapanmıştır” tezinin yalnızca siyasal değil, toplumsal, ekonomik, ideolojik, kültürel, psikolojik ve uluslararası ve bütünsel değişim sürecindeki çerçevesi belirginleşmiştir.
Atyapıda, üstyapıda, uluslararası ve sınıflararası güç ilişkilerinde vb. önemli değişimler yaşanmıştır. Bunlar, tasfiyeciliğin de önemli bir kökenini oluşturmaktadır. Sorunun “yalnızca ailevi değil siyasal-ideolojik kriz” bütünlüğünde konuluşu burada anlam kazanır. Bu konuda sd’nin de bu tarihsel dönüşüm çerçevesinde hiç olmazsa asgari düzeyde ve kaba halkalarıyla temellendirilmesini de içeren ve programatik ön yönelim anlamına da gelecek bir teorik-siyasal stratejik gelecek perspektifi konulmadan, siyasal-ideolojik kriz ve tıkanma aşılma yoluna giremeyecektir. Sorunu köklerinden ele almayan az çok bütünsel bir ailevi-teorik-siyasal bir gelecek perspektifi olmadan, neyle karşı karşıya olduğumuz, yani kısa vadede çözülebilir olmayan son derece çetrefilli sorunlar karşısında güçlü bir kavrayış sağlanamaz, aynlı şekilde, gelecek dinamikleri okunamaz ve devrimci sosyalizmin güncelliği ve toplumsal iktidar bilinci geliştirilemez, hiç olmazsa temel yönsemeler olarak somutlanamaz.
Kabaca bu düşüncelerle, diğer ceo’nun (MK üyesi F kastediliyor -nba) önerdiği, yazının, ilk okuyuşum itibarıyla, m (merkezi) organlar tarafından gündeme alınıp, gerekli düzeltmeler ve geliştirmeler yapılarak, ailevi r. ve (örgütsel rapor -nba) ileri açılım unsurları içeren taslak ile birlikte, ve onun bir bütünleyicisi olarak, şenliğe (konferans -nba) sunulmasını gerekli görüyorum. Bu yazının önemli bir yanı, bugüne kadar dev. ve kom. hareketin siyasal-toplumsal iktidar bilinci konusundaki ağır zayıflığın önemli bir nedenini oluşturan, neredeyse soyut zikirler dışında tamamen unutulan tarihsel materyalizm ve onun en temel kavramlarından olan üretici güçler ve üretim ilişkilerini, somut değişim süreci içerisinde ele almasıdır.
Söylenen bir çok şey, gerek bizim bugüne dek parça parça yürüttüğümüz teorik-siyasal analizler, gerekse bu konuda bizim dışımızdaki literatüre yabancı olmayanlar açısından çok yeni değildir. Ancak bu yazının asıl anlamı, bugüne kadar parça parça analizleri, sistematik ve bütünsel bir yaklaşımla, iç bağıntılarını kurmaya çalışarak ele almaya çalışması, tarihsel-toplumsal büyük dönüşüm açısından bütünsel bir kavrayışı geliştirmesidir.
Yararlanılan kaynakların kısıtlılığı ve yanısıra bu çalışmanın mevcut teorik birikimimiz doğrultusunda daha kolektif bir temelde yürütülmemiş olması, yazıyı belli açılardan sınırlıyor, daha doğru bir ifadeyle temel konu başlıklarından bazılarında daha derinlemesine ve somut bir ele alışı ve nüfuz edişi sınırlıyor. Siyasal çıkarsamalar açısından ise, okuduğum kesitte, kürt sorunu, köylülük, emperyalizm-yarı sömürge ilişkilerinin açımlanmasında zayıflıklar vardı. “Liberal gerici burjuva demokrasisi” kavramlaştırmasına ise kesinlikle katılmıyorum. Bu yazının temel çözümlemeleriyle olduğu gibi, tarihsel eğilimle de bağdaşmıyor. Gelişmenin yönü neo-faşizm kavramlaştırmasına daha uygundur. Her şeye karşın, bu yazının temel düzeltmeler yapılarak, kolektif tartışma ve geliştirme sürecine açılması ve sonrasında da şenliğin temel bir belgesi olması gerektiğini düşünüyorum.
Fatma/Aliye)
***
Yazıyı bir öncü girişim olarak görüyorum. Burada öncülük zamansal açıdan değil. Dünya kapitalizminin genel krizi ve dönüşümüne yönelik tartışmalar, batılı aydın ve akademisyenler arasında, marksizmden de şu veya bu düzeyde etkilenen, “tekno-ekonomik paradigma”, “düzenleme okulu”, “birikim rejimi”, “uzun dalgalar”, “post-fordizm”, “neo-taylorizm” vb gibi bir dizi yaklaşıma henüz 70li yılların sonlarından itibaren konu olmuştu. Örneğin yazıdakine çok benzer, “kapitalist ilişkilerde üretim araçlarından başlayan yapısal dönüşüm”e ilişkin, Ellen M. Woods ile Savanindan arasındaki bir polemik, 1980 tarihini taşır. Türkiye’de de 90lı yılların başından itibaren, çeviri ürünler ve çeşitli akademik, sendikal vb çevrelerin çalışmalarıyla azımsanamayacak bir entelektüel birikim oluşmasının ardından, bu konuda ancak ve henüz ilk adımları atıyor olmamız, daha ziyade büyük bir gecikmeyi ifade eder.
Öncülükten ilk elde ve tam olarak yazının ileri sürdüğü tezleri de kastetmiyorum. İlgili konulardaki verili literatüre az çok aşina olanlar, yazıdaki bazı yeni çıkarımlara karşın, ileri sürülen görüşlerin büyük bölümünün, yeni ve özgün sayılamayacağını hemen farkederler. Hatta, oldukça sınırlı ve ilk elde ulaşılabilecek kaynaklar üzerinden hazırlandığını bildiğimiz yazı, bu gibi temel konularda dünya çapında marksistler arasındaki başlıca tartışma eksenlerine, belli başlı tezler ile karşı tezlerin neler olduğuna tam hakim olunmadığı izlenimi veriyor.
Öyleyse öncülük nerede? İlk elde, yazının ileri sürdüğü tezlerin tartışılmasından bağımsız olarak şurada: Dünyada ve türk.de kapsamlı bir tarihsel-toplumsal, sistemik dönüşümün yaşanmakta olduğu olgusunu, bu sürecin somut tahlili ve mücadelenin bu temelde yeniden tarif edilmesi zorunluluğunu, inat ve israrla bizim gündemimize sokmuş olmasında. Dikkat ve tartışma eksenini bu zemine çekerek, farklılaştırma çabasında. Mücadelenin değişen koşullarının stratejik kavranışı ve bu eksende stratejik bir dönüşüme olan artık ertelenemez ve yaşamsal ihtiyacın ortaya konulması, bunun olmazsa olmazlığında ısrar, başlıbaşına önemli bir misyondur. Yazının ve çıkarımlarının bunu ne kadar hakkıyla yaptığı ayrıca tartışılacaktır, ancak artık yapılıp edilen her şeyde bu yönelimin olması gerekir, bu yönde girişilen her çaba “değerlidir”. Stratejik perspektif yoksunluğu temel tıkanma noktalarımızdan biridir. Ve artık tartışma konusu, bunun olup olmaması ya da öncelikli olup olmaması değil, ne ve nasıl olması gerektiğidir.
İkincisi, yazı, birikim, yabancı dil ve ampirik gözlem kısıtlarına karşın (çünkü bu tür çalışmalarda, az çok bilimsel kaynaklar kadar ampirik gözlem evreni de önemli bir rol oynar, nitekim değişimi bu kadar geriden takip etmemizin bir yönü de, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel değişim süreçlerini somut olarak içinden gözlemleme olanaklarımızın olağanüstü sınırlılığıdır. Buna yazarın özgül czv ve f durumunu da eklemek gerekir.) dışımızdaki ve öz kaynaklarımızdaki parça parça birikimlerin süzülmesinden, bütünlüklü, bütünsel sistem kurucu bir marksist paradigma geliştirme çabasıdır. Ve özellikle de, böyle kapsamlı bir değişim süreci karşısında, bugün bunun ancak, elimizi ve gözümüzü bağlayan bir takım dogmaları gözüpek biçimde yıkarak yapılabileceği yerde, buna yönelmesidir. Bunu da ne kadar doğru olarak yapıp yapamadığından bağımsız olarak, bu çaba da önemlidir. Çünkü böyle bir perspektifsel gelişme ve genişlemenin gerçekleştirilmesi, ideo, siyasal ve ailevi krizimize son vermenin ve yeni ve daha yüksek bir temeldeki inşaatın öncüllerinden ve yapıtaşlarından biri olacaktır.
Diğer taraftan bu henüz tamamlanmış bir perspektif yazısı değil. Bütünsel ve doğru bir stratejik perspektif oluşturma doğrultusundaki bir ilk girişimdir. Damıtılmış bir birikimin yansıdığı bölümlerin yanısıra, çok aceleye geldiği apaçık olan, oldukça yüzeysel, eksik, bulanık, spekülatif, hatalı bir çok yönü de var. Az çok ortaklaşan amele bölümünü kapsam dışı tutarak, yazıdan, tartışmalı, eksik, spekülatif, yanlış bulduğum 59 not çıkardım. Bunlarla birlikte, asıl olarak, yazının bütünsel paradigmasının belirginleştirilerek tartışılması gerekir. Bu ilk girişim, daha gelişkin bir perspektif olma yolunda kolektif eleştirinin sınamasından geçmeli, doğduğu sancılı koşulların ve her ilkin bir yerde yazgısı olan bulanıklık ve lekelerden arındırıldığı gibi, bir bütün olarak da kolektif ateş ve çabayla yeniden yoğrulmalıdır.
Büyük sancılar ve rötarla gelebildiğimiz bu yeni tartışma düzleminde öncelikle, iki tür yaklaşımla sınıf çekmeliyiz. Birincisi,”benden başka teorik ve sistematik düşünebilen kimse yok. Benim dışımda herkes en iyi durumda parçada kalıyor ve eski tarz” yaklaşımı. Bu önyargının kendisi eski tarzdır ve kaçınılmaz olarak onu yeniden üretir. Doğru bildiği ve olmazsa olmaz gördüğü yolda sonuna kadar israr ve inat ile, ortaya konulanın özümsenerek aşılmasını sağlayacak kolektif potansiyeli harekete geçirmek, bunun kolektif motivasyon ve iklimini yaratacak b. eleştiriye açıklık birleştirilmelidir. Çünkü bu iş içeriğiyle olduğu kadar nasıl yapıldığıyla da geleceğimizi şekillendirecektir. İkincisi, “kendini en güçlü ve sarsılmaz sandığı ve herkesi küçümsediği alanda haddini bildirmek gerek” yaklaşımı. Böyle bir yaklaşım da söylenenden ve söyletenden (tarihsel süreç) çok söyleyeni esas aldığından, dar polemikçiliği ve sinir harbini koşullar, açıkları vurma adına da açılım noktalarını da tıkayıcı olma tehlikesini taşır. İki şeyi iç içe yapabilmeliyiz. Gözümüzü ve elimizi bağlayan, her türlü iç engelimizi, önyargı ve dogmayı cesaretle yıkıcı, yeni ve daha yüksek mücadele yöneliminin temellerini cesaretle kurucu bir gözüpeklik; bunu yaparken de “kaygan zeminde” savrulmamak ya da buna açık kapı bırakmamak için, kolektif akıl ve uyanıklığı, katılım ve çabayı artırmak. Tartışmanın motivisyonu, bir yandan kaygan zeminde savrulmalara ya da buna davetiye çıkaracak boşluk ve hatalara amansızca müdahale etmek, diğer yandan en ufak açılım noktasını dahi, bulanıklık ve lekelerinden arındırarak geliştirmek olmalı.
Bu söylediğim önemli, çünkü dış etkenlerle de birleşen çok yönlü, bütünsel, uzatmalı, adeta kronikleşmiş bir iç kriz sürecinden geçiyoruz. Geçmiş birikim ve önyargıların yanısıra, psikolojik krizler de bunun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor fakat dönüp, temeldeki krizi de derinleştirici, çözümünü zorlaştırıcı bir etkide bulunuyor. Bizim krizimiz de, tıkanma ve yeniden yapılanmamızın birliğidir. Tıkanma, eski düzlemdeki, çeşitli yanların (teori-pratik, yöneten-uygulayan, strateji-taktik, aile-kitle vd) birbiriyle bağdaşmaz hale gelmesidir. Ve eski düzlemde kalınarak bir çözümü yoktur. Bu ancak yeni ve daha yüksek iç bağıntı ve bütünleyiciliğin kurulmasıyla aşılabilir, ki bu da yeni düzlemdir. Fakat bunun ölçütleri, referansları, manevi otorite tesisi dahil henüz tam belirginleşmediğinden, söz konusu olan ister istemez, çalkantılı, çatışmalı bir geçiş sürecidir. Farklılık ve çelişkilerin, sık sık iç gerilimlere, sürtüşmelere, çatışmalara, hatta kutuplaşmalara dönüşmesi bu süreçte kaçınılmazdır, fakat önemli olan bu gerilim ekseninin nereden çatılacağıdır.
Gerilim ekseninin, tüm gücümüz ve enerjimizle ileri doğru farklılaşma ve kopuşta yoğunlaşarak, onun saiklerini belirginleştirerek, eski ile yeni arasında kurmak, diğer her türlü gerilimi de bu eksenden, ona bağlayarak ele almak, bu eksenden ileriye doğru farklılaştırarak çözmeye çalışmak devrimci tutumdur. Mevcut ve önümüzdeki süreçte yaşayacağımız tartışma ve gerilimleri, eski zeminde kalan bir çözümsüzlükle, kendinde şeyler olarak almak, temel ekseni bulandıracak, tıkayacak şeyler ve bu açıdan yapay eksenleşmeler ve kutuplaşmalar olarak yaşamak ise devrimci olmayan tutumdur.
Marks’ın dahiyane önsözünde bir uyarlama yapacak olursak, mücadele ve ö.lenme koşullarındaki altüst oluş ile, bunun bizim şu ya da bu yönüyle, parçasıyla bilincimize ve ilişkilerimize yansıyış biçimini birbirinden ayırmak gerekir, ikincisine bakılarak birincisi hakkında bir hüküm verilemez. Tam tersine, bunu anlamlandırmaki farklılaşmaları ve gerilimleri, temelin kendisindeki çelişki ve altüst oluşla açıklamak, ve asıl bu temel eksene bağlamak ve yönlendirmek gerekir.
Teori yapma tarzı üzerine
Yazarın teori yapma tarzı, önceki yapıtlarının bir çoğu açısından bende hep bir “buzlu cam” efekti hissine yol açmıştır. Nedenlerinin şunlar olduğunu sanıyorum.
1- ML’nin temel ve genel formülasyonlarıyla sınırlı kalma. Bunların savunulmasında ve ele alınan konuyla bağlantılandırılmasında oldukça yetkin ve başarılı örneklere karşın, analiz edilen süreç ve olguların iç kıvrımlarına, ana artellerin dışında kalan sinir uçlarına nufüz edememe. Bu durum sık sık, marksizmin kabalaştırılmış formülasyonlarına dogmatik bağımlılığa da dönüşebiliyor. Örneğin felsefi ve diğer yazılarında “içsel bağıntı” yerine, Engels’in populerize etme ve anlaşılırlık kaygısıyla basitleştirdiği “karşılıklı etki” formülünü esas alması gibi. Ya da bu yazı da, “makinalar ve insanlar üretici güçleri oluşturur” gibi, aşırı kabalaştırılmış el kitaplarından alınmış izlenimi veren formülasyonlar…
Bu donuklaştırmaların bir nedenini, yazarın, bilimsel olmayan ya da teorik bir derinlik taşımayan ampirik ve betimleyici araştırmalar ve gözlemler literatürünü küçümsemesi, toplumsal gözlem evreninin darlığı ve teorik çerçevelerini bunlarla besleyip zenginleştirmemesi olarak düşünüyorum. Diğer bir neden de, yazarın kendisinin öğrenme, araştırma, çözümleme yöntemi ile sunum yöntemi arasında bir ayrım yapmaması olabilir.
2-Birincisiyle bağlantılı olarak, teori yapış tarzı, teorik ilerleme ve kuruculuğunda bunlarsız olamayacağı, ileri bir dinamizm, sınırları zorlayacılık ve ataklıktan yoksun. Daha ziyade “sağlamcı”. Bu, daha ziyade teorinin 1950lerden beri adeta donmuş, yaşamın yeşiliyle bağının adeta tümden kopmuş olmasının, konjonktürlerin teorileştirilmiş, teorinin ideolojikleştirilmiş olmasıyla ilgilidir. Bir de tabii, yakın zamana kadar, marksizmin temellerinin, başta kapitalin üç cildi, grundrisse, katkı, artıdeğer teorileri olmak üzere yeterince derinlemesine ve arka planıyla birlikte (Hegel, vd.) çalışılmamış olmasında. Lenin’in Marks’taki, Marks’ın İngiliz ekonomi-politiği, Fransız politikası, Alman felsefesi ve insanlığın tüm bilimsel-kültürel birikimindeki derin köklerinden kopartılarak ele alınmasında.
Bu yüzden yazarın, önceki bir çok temel yazısında, tartışmalı konulardan imtina ettiği ya da aşırı çekinik ve mesafeli durduğu oluyordu. Örneğin felsefi yapıtlarında diyalekteğin üçüncü temel ilkesi “yadsımanın yadsıması”na yer vermemesi, ya da emperyalizm ve işçi sınıfı yazısında “kar oranlarının uzun vadeli düşme eğilimi yasasına” aşırı çekinik ve kayıt üzerine kayıt koyarak, en son sırada yer vermesi gibi.Bu örneklerde “teorinin dar ideolojikleştirilmesi”nin sınırlayıcı etkileri açıktır .Veya 1 yıllık emeğin ürünü olan quantum yazısının asıl hedefinin diyalektik materyalizmin geliştirilmesi olması gerekirken, yalnızca savunusuyla sınırlı kalması gibi…
3-Yazım uslubu renksiz, cansız, ama yalın da değil. Kreşendolar, patlamalı akış halleri, yükselişler, ya çok nadir ya da hiç yok. Yazıların etkisini ve alınmasını, yaşamla bağını güçlendirecek, okurun çok kanallı katılımını kolaylaştıracak, sözcük oyunları, müziplikler, ısırgan hicivler, edebi bezemeler, daha geniş bir kültürel birikimden beslemeler, polemikler, coşkulanımsal ve tutkulu ifadelendirmeler, hayal gücü ve zenginliği, karmaşık ve analitik formülasyonları kendi dilinde ifade etme, kesinlemeler, pek az ya da hiç yok. Duygulanımsallık, estetik, kültürel biçimlendirmeden adeta bilinçli bir yalıtım var. Teorik ve bilimsel çalışmada duyguların, estetiğin, kültürün, bilimum “yeşilliğin” ne işi var diye sorulacak olursa…Marksın, Leninin, Stalin’in en teorik yapıtlarına bakılmalıdır. Bunlar, hakkıyla yapıldığında, yazıların bilimselliğini ve nesnelliğini bozmaz. Tam tersine, yazarın konusuna hakimiyeti hissini güçlendirir, zeka kristallerini parlatır, yanısıra konusunu yalnızca tek yanlı ve aşırı sterilize düşünsel boyutun ötesinde, çok yönlü ve bütünsel somuttan koyarak, yazar yazar okur da okur yabancılaşmasını kırma gücünü geliştirir. Bu hele ki, d. hareketteki, yazılara yararlanılan kaynakları, deneyimleri ve referansları göstermeme gibi kötü alışkanlıklarla birleşince, teorinin, çok yükseklerdeki fakat bir türlü yağmayan bir düşünceler ve formülasyonlar bulutu olarak mistifiye edilmesinin, teoriye ilgisizlik ve yabancılaşmanın da önemli bir etkeni haline gelir. Yazarın, genellikle öznesiz, hatta bazan muhatapsız ve bağlamsız yazım tarzı da bunu derinleştirmektedir.
4- Bu da bizi daha önemli bir noktaya getirir. Yazarın gerçekliğe felsefi yaklaşım tarzı, “gerçekliği, kendinden Hiçbir şey ekleyip çıkarmadan, olduğu gibi ele almak”tır. Bu olgu ve süreçlere, önyargısız, değer yargısı ve akıl yüklemeden yaklaşım demektir. Materyalizmin de özüdür. İncelemenin nesnelliği ödün vermeyeceğimiz yöntemsel bir ilkemizdir. Belli bir duruma yaklaşımın daha ilk adımında sübjektif, normatif, ajitasyonal yükleme yapma, böylelikle somut tahlil belasından kurtuluvermek, d. hareketteki ultra bilim dışılığın ve politikasızlığın kaynaklarından biridir. Buraya kadar bir sorun yok.
Ancak bu, somut durumun somut tahlilinin hiç öznel tavır içermeyeceğini göstermez. Kaldı ki, tahlil zaten öznel tavırı belirlemek için yapılır. “Tasvir düzleminden yönlendirme düzlemine gidildikçe zihniyet parametreleri daha çok devreye girmeye başlar…Açıklayıcı tasvirin nesnelliği ile yönlendirici anlamlandırmanın öznelliği arasındaki gerilim ilişkisi aynı zamanda stratejik analizlerin en kırılgan noktalarından birini oluşturmaktadır. Bu öznellik-nesnellik sorununu aşamayan çalışmalar ya daha tasvir düzeyinde başlayan bir öznelliğe mahkum olup geçerliliğini ya da yönlendirme düzeyinde de nesnellik iddiasını sürdürüp inandırıcılığını kaybetmektedir.” (Stratejik Derinlik)
Özellikle mevcut öncüller ve birikimle açıklanamayan yeni durum ve süreçlerin somut tahlilinde, nesnellik-öznellik arasındaki bu gerilim ilişkisi, bilimsellik ile ideoloji, içerdenlik ile dışardanlık arasındaki yüksek gerilim ilişkisi olarak kendini gösterir. Somut tahlil ile mevcut durum ve ideolojik paramatreler birbiriyle bağdaşmaz hale geldiğinde, ya bilimsellik ya da öznel tavır almaktan vazgeçme (sadece çözümleyip bırakmakla yetinme) tehlikeli eğilimleri doğar. Siy. Dergimizdeki bir çok yazının da, pratik yoksunluklar ile de birleşik olarak, çözümleme ile net ve kesin öznel tavır geliştirme arasındaki gerilim ilişkisinin, ya basmakalıp tavıra ya da çözümlemeyle yetinmecileğe doğru kırılmasının bununla ilişkisi açıktır.
Bu gerilim ve çelişkiyi bir çırpıda çözmek kolay değildir, çünkü stratejik olarak değişen koşulların somut tahlili, adım adım mevcut ideo-siyasal çerçeveyi yeniden düzenlemeye zorlarken, “ bir duruş sahibi olmadan bir yön sahibi olmak, bir yön sahibi olmaksızın bir anlamlandırma çerçevesi oluşturabilmek, bir anlamlandırma çerçevesi oluşturmaksızın olgulara nufuz edecek şekilde onları anlamak ve nihayet görüneni görünmeyen boyutları ile açıklayabilmek mümkün değildir.” (age)
Bu bilimsellik ile verili ideolojinin birbiriyle çeliştiği bir süreçtir, ta ki, ikisinin de yeniden düzenlenmesi, ve asıl olarak da içsel dinamik bağıntılarının yeniden kurulduğu, uyumlu bir bütün oluştursunlar. Devamla, “Dinamik bir süreçten geçen bir toplumun bireyi olarak o toplumla ilgili stratejik analizler yapmak, hızla akan ve debisi yüksek bir nehrin içinde seyrederken o nehrin yatağı, akış hızı, akış istikameti ve başka nehirlerle ilişkisi konusunda fikir yürütmeye benzer. Hem incelediğiniz nehrin içinde siz de akmaktasınızdır; hem de bu akışın özelliklerini anlamak ve bu özelliklere göre nehrin bütünü hakkında bir tasvir, açıklama, anlamlandırma ve yönlendirme sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına çıkarak baktığınızda sizinle birlikte akan zerreciklerin ruhuna ve kaderine yabancılaşarak ahlaki kayıtsızlık içindeki sıradan bir gözlemci durumuna düşersiniz; nehrin akıntısına kendinizi bırakarak sürüklendiğinizde de hem varolan gerçeklikle ilgili kendi iradenizi oluşturarak tarihe ağırlık koyamazsınız. Bu ikilem içinde ‘bilinçsiz sürecin’ akıntısına kapılmak ise stratejik sorumluluk alanını daraltır. Güncel pratik sorumluluk ile stratejik sorumluluk alanı arasında anlamlı bir bütünlük kuramayan bir k.in ya da k. yapının da kendi içinde kişisel/yapısal tutarlılık sağlayabilmesi de, sınıfsal ve kültürel-psikolojik bir aidiyet alanı oluşturabilmesi de, evrense gerçeklik alanına nüfuz etmesi ve onu etkileyip değiştirebilmesi de çok güçtür.” (age)
İçinden geçtiğimiz sarsıcı tarihsel-toplumsal ve dahası içsel dönüşüm süreci, doğası gereği, tüm bu gerilim eksenleri; öznellik-nesnellik, bilimsellik-ideoloji, içerdenlik-dışardanlık, güncel konjonktürel olan-stratejik olan, teori-pratik vb. Yazarın önceki yazılarını da, bu yazıyı da boylu boyunca kesmektedir. Dahası, şu anki içsel tartışma ve gerilim eksenlerimizin de bir dizisini oluşturmaktadır.
Yazarın bu gerilim eksenlerinin giderek daha fazla bilincine varmakla birlikte, iç bağıntılarını her zaman doğru kuramadığı kanısındayım. Gelişmenin yönü ise, verili zihniyet parametrelerinin teorik-stratejik açılımı engellemesinden, bu yönelimin adeta verili zihniyetin tüm dikişlerini patlatması yönündedir. Kaçınılmaz dengesizleşmeler, alt üst oluşlar, sürtünmeler vb. İçerisinden “uyumlu ve bütünsel gelişme yasası” kendi yolunu açacaktır, bu süreç başlamıştır.
Sonuç olarak yazı, yazarın teori yapma tarzındaki zaafların bir yönüyle sürdüğü, bir yanıyla aşılmaya başlandığı, bir geçiş sürecine özgü olduğu gibi, kendi içinde de geçişli bir çalışmadır. Nitekim, yazarın sonraki ürünlerinin (özellikle “snaptik yazı” ve “kentsel dönüşüm” yazısı), fizik-toplumsal ve pratikle bağ kuruş olanaklarının artmasıyla birleşik olarak, geleneksel teori yapma tarzını aşma işaretlerinin artmış olması, bu saptamayı güçlendirir.
Ancak tüm bunlar bir yana, yazarın teorik çalışma ve gelişmedeki istikrar, ısrar ve çabası, bunun özellikle de günümüzde yakıcılaşan stratejik önem ve değerinin teslim edilmesi diğer yanadır.
Yazının temel tezi üzerine
Yazının temel tezini belirginleştirmeye çalışalım. (Emp) kapitalizm karşıt hareketleri büyük ölçüde etkisizleştirdiği çok yönlü ve bütünsel yeniden yapılanması çerçevesinde, bu henüz tamamlanmış bir süreç olmamakla birlikte, topluma çok daha genişlemesine ve derinlemesine nufüz eden içsel bir hakimiyet ve stratejik bir üstünlük sağlamıştır. Bu yalnızca sınıflar arasındaki ve d. ile karşı d. arasındaki güç dengelerindeki değişimden kaynaklanan konjonktürel bir durum değil, derin kökleri (sosyo) ekonomik değişim sürecinde olan yapısal bir durumdur. Bu süreç içerisinde çeşitli kriz dinamiklerinden, yeniden yapılanmanın yarattığı toplumsal alt üst oluş durumlarından vb. Dünyanın çeşitli noktalarında d. kriz durumlarına da varabilecek d. fırsat ve olanaklar da vardır ve olacaktır. Bunları k.(komünist-nba) hareketin ve işçi sın.ının güç toplamak ve güç ilişkilerindeki büyüyen stratejik uçurumu kapatmak için en iyi biçimde değerlendirmek gerekir. Fakat salt bununla, kendiliğinden durumlarla sorunun çözülebileceği konusunda hayale kapılmamak, kısa ve orta vadede daha ziyade kısmi ve göreli olabilecek başarılarla baş dönmesine kapılmamak gerekir. Çünkü, kapitalizm, sermaye birikimi ve kar oranları, üretici güçlerdeki hızlı gelişme ve her düzeydeki yeniden yapılanmalar temelinde, aynı zamanda yeni bir iç dinamizm ve göreli dengelenme-istikrarlılaşma sürecine girmiştir/girmektedir, asalak, çürüyen, can çekişen kapitalizm olma özellikleri, bir önceki döneme oranla, geri plana itilmiştir. Bir önceki evrede genel kriz önplana çıkarken, bu evrede yeniden yapılanmasında alınan yol ile genel kriz dinamikleri hafiflemiş ve geri plana itilmiştir.
Yazıda t(ürkiye)deki rejim ve yönetememe krizin açık olarak, ekonomik krizin (üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin) ise örtük olarak, çözülme ya da hafifleme yoluna girdiği de ileri sürülmektedir. Başka deyişle, sistem içsel ekonomik, toplumsal,siyasal tıkanıklıklarını sistemik içsel bir dönüşümle önemli ölçüde aşma yoluna girmiştir, yeni ve daha ağır tıkanma, çelişkilerinin keskinleşmesi durumu ise, bu yeni düzlemin, yeniden yapılanmanın ilerleyen evresinde ortaya çıkacaktır.
Bunları da gözeterek, asıl sorun, k. hareket ve sın ve kitle hareketinin bu yeni ve daha yüksek mücadele ve ö. Düzlemine çıkması, halen baskın olan çözülme ve dağılma durum ve dinamiklerinden, burj.ye stratejik düzeyde meydan okuyabilecek bir oluşum ve düzeyine geçebilmesi, bu koşullarda da ortaya çıkabilecek anomali ve krizleri değerlendirmesi ve fakat asıl olarak, yeniden yapılanmanın daha yıkıcı etkilerinin ortaya çıkacağı, sistem içi bağdaşmazlıkların keskinleşeceği ileriki evreye hazırlanması gerekir. Mücadelenin değişen koşullarının çok yönlü ve bütünsel tahlili ve kavranışı olmadan ve buna uygun bir stratejik dönüşüm hattına, nitel ve nicel donanımı oluşturmaya girmeden, bu süreçte ortaya çıkacak her türlü olanak ve dinamiği de bu gözle bu dönüşümün gereklerine odaklamadan, aradaki stratejik uçurumu kapatmak olanaksızdır.
Tarih uzun erimde bu yönde ilerleyecektir, fakat bunun bilinçli yürütücüsü olabilmek için, öncelikle hangi yeni ve köklü sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu bilmek ve üstesinden gelebilecek teorik, siyasi, ailevi, kdrsal-pratik dönüşüm ve donanımı, bunun bu koşullarda kolay ve çabucak olacağını da beklemeden, gerçekleştirmeliyiz.
Aslında kendi kelimelerimle ifade etmeye çalıştığım yukarıdaki prgfdan da kolayca görülebileceği gibi, bu temel tezin içinde, yazı boyunca iç içe örülmüş ve biri diğerinin zorunlu sonucu olarak konulmuş iki ayrı tez vardır. Birincisi, kapitalizmin, üretim araçlarından başlayıp toplum ve dünya çapında yayılan sistemik bir içsel dönüşüm geçirdiği, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel her düzeyde ve bütünsel yeniden yapılanmasında aldığı belirgin yol ile, buna yanıt veremeyen karşıt hareket ve dinamikleri, k., d., ulusal-demokratik, sınıf ve kitle hareketlerini stratejik bir zemin kaybına, hatta zemin kaymasına uğrattığı, mevcut bilinç, ö.lenme ve eylem biçimlerini etkisizleştirdiği, kısa ve hatta orta vadede büyük ve önemli bir tehdit olmaktan çıkardığı, bu hareketlerde halen gerileme ve çözülme dinamiklerinin baskın olduğu, daha gelişkin mücadele ve ö.lenme biçimlerinin kimi ipuçları görünmeye başladıysa da, belirginleşmediği ve hareketi bir bütün olarak kalkındıracak sistematik bir formasyon kazanmadığı, yeni ve daha yüksek ve daha etkin bir d sos-kom bilinç, kavrayış, her düzeyde daha gelişkin önderlik, örglülük, mücadele düzlemine çıkılmadıkça, eski düzlemde patinaj yapılacağı, hatta kimi ciddi çıkış ve kalkışmalar ne olursa olsun, kendini bir çok yönden tahkim eden sistemi devirme ve hatta yarma gücünden yoksun olacağı üzerinedir.
İkincisi ise, böylelikle “maksimum elverişlilik düzeyinde yeniden yapılanan” sistemin, rejim krizini ve emperyalistler arası hegomonya krizini çözmekte olduğu, genel krizini ise önemli ölçüde hafiflettiği, kar oranlarının düşme eğilimini (devrevi krizlerin arası ile sınırlı olmayan) belli bir evre için tersine çevirdiği, devrevi krizlerden yine bağışık olmamakla birlikte, sistemin yeni bir göreli istikrar ve yükseliş evresine girmiş ya da girmekte olduğudur.
Benim tezim ise şudur: Yazıda birlikte örülen bu iki yanın, aslında nitel olarak birbirinden farklı olduğu, iki ayrı tez olarak birbirinden ayrıştırılabileceği, ikincisinin, d. sos ve kitle hareketleri daha uzun süre böyle gittiği takdirde bir olasılık olarak var olduğu, fakat birincinin zorunlu ve kaçınılmaz sonucu olmadığıdır.
Yazıda ise bu olasılığın gerçekleşmesi zorunlu ve kaçınılmaz, hatta şimdiden gerçekleşmiş olarak gösterilmekte, bu, çok sayıda etkenin ve teorik argumanın sıralanmasıyla tanıtlanmaya çalışılmakta, tanıtlamalar kanıtlama yerine geçirilmektedir. Oysa, örneğin bu bahiste sorun, kar oranlarının düşme eğilimine karşıt etkenlerin, yazıda bir dizisi sıralanan ve dahası da eklenebilecek etkenin var olması değil, bu düşüş eğilimine uzunca bir süre tersine çevirmeye yeterli olup olmamasıdır. Örneğin, rejim biçiminde bir değişimin olup olmaması değil, bu değişimin siyasal krizi, rejim krizini gidermeye yetip yetmeyeceğidir. Bu örneklerde, birinci önermeler tartışmasız doğrudur, fakat bunlardan bu kadar kesin, net ve düz biçimde ikinci önermeler çıkarsanamaz.
Birinci teze büyük ölçüde katılıyorum. Ondan ayrılması gereken ikinci tezi ise, bir olasılığı bu kadar kesin ve düz biçimde gerçek yerine koyduğu için, spekülatif buluyorum. Birinci tezi korumalı ve geliştirmeli, fakat ikincisine, yalnızca birincinin olası sonuçlarından biri olarak, Lenin’in iyi bilinen “dev. Müdahale olmadıkça kap.in içinden çıkamayacağı Hiçbir durum olmadığı” sözü doğrultusunda yer vermeliyiz. Fakat aynı ölçüde güçlü, hatta dünya ve t deki son dönemki gelişmelere bakılırsa daha güçlü bir olasılık olarak da, ekonomik, siyasal, toplumsal, Uluslar arası sarsıntıların şiddetlenme eğilimi göstermesi olasılığına da mutlaka yer vermeliyiz.
Yazının genel değerlendirmesi
Yazının güçlü yanları:
1-Çubuğu öncelikle, altyapıdaki, maddi yaşamın yeniden üretim sürecindeki dönüşüme bükmesi, ve üstyapı öğelerindeki dönüşüm sürecini de bu temelde, bununla bağlantılandırarak ele alması. Çubuğun çok keskin biçimde altyapıya, onun içinde üretici güçlere, onun içinde üretim araçlarına, onun içinde de bilgisayara bükülmesi belli bir noktasından sonra teknolojik indirgemecilik izlenimleri verse de, bu ayrıca ele alınacaktır. Bu kayıtla, projektörün, bugüne kadar çok eksik ve boş bıraktığımız, toplumsal-maddi temele ve ondaki önemli değişimlere tutulması, “altyapısız dev.ciliğe” ve bilimsel sos kavrayışını geliştirmeye doğru önemli bir adımdır.
Altyapısız dev.cilikten, hem teoriye ve özellikle de ekonomi-politiğe karşı ilgisiz, hem de mücadelesinin üstyapı ve egemenlik ilişkileri dolayımıyla sınırlı kaldığı, bu yüzden kap.e karşı sistemik bir karşıtlık geliştirmeyen, parçadan geliştirdiği ölçüde de bunun kap.in verili gelişme düzeyinden ileriye değil, geriye, ahlaki ve paylaşımcı sos anlayışına doğru olduğu bir dev. Biçimini anlıyoruz.
Tarihsel materyalizm ve bilimsel sos kavrayışının en kilit kavramlarından olan toplumsal emek üretkenliği ve üretim ilişkileri kavramları dev literatürde resmen yoktur, bizde ise nadiren vardır. (Gerçi emeğin toplumsal üretkenliği kavramı yazıda da adeta yok, üretim araçlarının asıl toplumsal üretkenlik sorunu boyutuyla ele alınmamış olması, teknodeternizme kapının açık kalmasının nedenlerinden biri, göreceğiz.) Bugün kap, liberalizm ve her türden meta fetişizmi iç güçlere bile bu kadar kolay nüfuz edebiliyorsa, kap.e, onun temel yasa ve karakteristiklerine karşı bilisizlik ve donanımsızlıkla ilişkili olmadığını kim iddia edebilir? Biz, üretici güçler ve üretim ilişkileri, altyapı ile üst yapı arasındaki çelişkileri, bundan kaynaklanan tıkanma, sarsıntı ve dönüşümleri biraz da bu yüzden yeterince öngöremedik veya analiz edemedik. Bu yüzden yeniden yapılanma kavrayışımız uzun yıllar boyunca devletin yeniden yapılanması sorunu ile sınırlı kaldı ve yine bu yüzden ona da ileri bir açılım getiremedik.
Üretken güçlerin gelişimi ve yeniserbestçilik politikaları doğrultusunda sermayenin yeniden üretiminin genişleyen ve derinlik kazanan hareketi ve dönüşümü, burj.nin toplumsal egemenlik ve belirliyiciliğini büyük ölçüde artırmakla kalmamış, türlü çeşit yoğun demogojik propagandalar eşliğinde, her türlü üretkenliğin, yeniliğin ve değişimin sermayeden geldiği türünden, meta ve sermaye fetişizminin, burj ideolojisinin büyük ölçüde güçlenmesinin, yaygınlaşmasının ve derinleşmesinin de nesnel zeminini oluşturmuştur. Bu yalnızca “kapin son aşaması” teorisinin empin üretici güçleri geliştiremeyeceği, ya da en azından yarısömürgelerde geliştiremeyeceği türünden tek yanlı dogmatik yorumlarını değil, emp kap in bir dönemine özgü üretim ve egemenlik ilişkilerini dönüştüremeyeceği inancının boşa çıkmasına ilişkindir. Üretken güçlerin gelişmesinin önde gelen dinamiğini oluşturduğu bu zeminde, karşıt güçler “ aslolan değiştirmektir” kavrayış ve inisiyatifini önemli ölçüde kaybederek, bir dönemki toplumsal koşulların savunulmasına, hatta idealize edilmesine doğru gerilemişlerdir.
Altyapısız devcilik tarihsel gelişmeleri açıklayamaz, anlamlandıramaz, dolayısıyla zaten olağanüstü zayıf olduğu stratejik politika yapamaz hale gelmiş ve stratejik bir kırılmaya uğramıştır. Bu yüzden, üretken güçler ve üretim ilişkilerini, bunlardaki çelişki (yazıda bu çok zayıf gerçi) ve dönüşümü temele koyan, tarihsel-toplumsal gelişme ve değişimi, çıkışını buradan alarak, bununla bağlantılandırarak çözümlemeye yönelen bir yaklaşım son derece yaşamsaldır. Üretim, ulaşım, iletişim araçlarındaki ve üretim ilişkilerindeki dönüşümün analizi, sınıf mücadelesinin büyüyen zorlukları kadar, stratejik gelişme doğrultusunu, ve yeni olanaklarını ortaya koymak açısından da yakıcı önemlidir. (Bu açıdan kentsel dönüşüm yazısı da biraz daha somutluk kazanmaya başlamış bir devamlılık ilişkisi içindedir. Ancak yazıdan biraz farklılaşan bir yanı, yeni olanaklar kadar sistemin zayıf yanlarını da daha fazla görmeye ve göstermeye başlamasıdır.)
En sonu, kitlesel ö(rgüt)lenme ve mücadele araç ve yöntemleri kadar, L(eni)nist ö(rgüt)lenme modelinin, değişen mücadele koşullarına göre geliştirilmesi açısından da, bu gelişmelerin somutlanması önemlidir. Üretim, ulaşım, iletişim araçlarının, üretim ve emek organizasyonunun, toplumsal çalışma ve ilişki biçimlerinin değiştiği yerde, ölenme ve faaliyet tarzı aynı kalamaz, bunların bu gözle de incelenmesi önemlidir.
2-Yazının ikinci güçlü yanı, geleneksel siyasal ve kitlesel hareketlerin dayandığı zemini daraltan ve kaydıran sistemik yeniden yapılanmayı, mücadelenin yeni sorun, ihtiyaç ve dinamikleriyle birlikte yeni düzlemi olarak tarif etmeye, çeşitli yönleriyle somutlamaya çalışmasıdır. Bu gerçekte yaklaşık 9 yıl önce ortaya atılmış, fakat yeterince temellendirilememiş, p(arti) kitabında da yeni açılımlara karşın halen geleneksel yaklaşımların ağır basmasından kurtulamamış, “tdh de bir dönem bitti (ama yeni dönem de başlayamadı)” şiarının, daha geniş bir perspektiften temellendirilmeye, ve yeni dönemin de tarif edilmeye başlanmasıdır. Artık savaşımın orada verilmek zorunda olduğu bu yeni arazi, ve dşmnın kullandığı yeni savaşım organizasyonu ve araçları tanımlanmadan, buna uygun yeni savaşım paradigması ve donanımı geliştirilmeden, ilerlemek mümkün değildir. Tıpkı kara ordunun 87-92 yılları arasında yeşil ordu karşısında, bilmediği bu savaşım tekniği ve organizasyonu, tanımadığı arazide bozguna uğrayıp durması, inisiyatifi kaybetmesi, fakat sonra adım adım bu düzleme geçiş yapması, farklı biçimler geliştirmesi vb güçler dengesi ve inisiyatifi kendi lehine çevirmesi gibi (bence de berbat bir örnek ama napalım) bizim de tüm güç ve irademizi, bu dönüşümü savaşım açısından tanımlamak ve savaşım biçimini dönüştürmekte, yeni düzleme doğru yeniden etkinleştirmekte, pratikleştirmekte yoğunlaştırmamız gerekir.
Yazının yeniden yapılanmayı, sistemin içsel dönüşümü, dolayısıyla sistemin tüm içsel ilişkilerinde dönüşüm olarak kavraması onun bir diğer erdemidir. Gerçi, teknikteki ilerlemelerin sistemin çeşitli yanları arasındaki eşitsiz gelişmeyi hızlandırdığını yer yer gözardı ediyor ya da “anomali” gibi bir kavramla silikleştiriyor olsa da, dönüşümü olabildiğince geniş ve çeşitli cepheleriyle ve bütünsel olarak koymaya çalışması önemli; teknoloji, üretim organizasyonu ve ilişkileri, sınıflarda ve sınıflar arası ve sınıf kesimleri arası ilişkilerde, Uluslar arası ilişkilerde,emp de, devlet ve siyasette, kültürde, ideolojide, tarımda, sanayide, hizmetlerde, ulusal sorunda, kadın sorununda, çevrede vb vb.
Tabii bunlar içinde çok eksik bırakılanlar, bir değinilip geçilenler, ve hiç değinilmeyenler de var. Çeşitli analiz disiplinlerinin (teknolojik, ekonomi-politik, sınıfsal, siyasal, toplumbilimsel, Uluslar arası, felsefi, kültürel vb.) birlikte kullanılarak bir kıvam kazandığı bölümler, daha başarılı. Bu yazının tüm bölümlerinde başarılamasa da (bazan de ayrılması gereken yerde birbirine karıştırmalar var) yeniden yapılanmanın, sistemin içsel, çok yönlü ve bütünsel dönüşümü olarak konulması, şundan önemli: Bugüne kadar hep şu veya bu yönüyle, ya yalnızca ekonomik, ya yalnızca siyasal, ya yalnızca felsefi yanıyla ele aldığımız, daha derin toplumsal ve kültürel yönlerine hemen hiç girmediğimiz, bu yüzden derinlemesine nufuz edemediğimiz dönüşüm sürecinin hem bütününü hem her bir yönünü daha iyi kavrayabilme yönelimi sağlıyor, ve daha önemlisi, ve bu yeni düzlemindeki mücadelenin de her şeyden önce çok yönlü, geçişli ve bütünsel olması gerektiğini ortaya koyuyor.
3- Yazının üçüncü güçlü yanı, mücadelenin değişen koşullarının ortaya çıkardığı yeni sorun ve zorlukları, “uzun, zahmetli ve kaygan yokuşunu” büyük ısrarla sergilemeye çalışmasıdır. Bu konu aslında 2. şık da içerili olmakla birlikte, ayrıca maddeleştirmemin nedeni, bizde de bir çok semptomu görünen kolay ve çabuk sonuç almaya beklentisi içindeki, ilkel ve amatör d(evrimci)likten, sabırsızlık zamanı ve çocukluk hastalıklarından, kopuş zorunluluğunu kesin bir ölüm kalım meselesi ve olmazsa olmaz olarak sergilemesidir. Yapılagelenden evrimci bir geçişle değil, d bir dönüşümle, en başta da çok daha gelişkin bir prof dler çekirdeğinin yaratılmasının hayatiyetini ortaya koymaktadır.
Yazı bu açıdan da,yer yer, kap in ve onun tekelci aşamasının bazı genel özelliklerini yeni keşfediyor ve güncel yeniden yapılanmanın özellikleriyle birbirine karıştırıyor gibi bir izlenim yaratsa da, gerek kap in dışsal olduğu kadar içsel egemenlik mekanizmaları, örüntüleri, parçalayıcılığı ve kendini yeniden üretme ve toplumun içinden yeniden üretme süreçlerini, gerekse yeniden yapılanmanın bunları tahkim etme ve yenilerini ekleme biçimleri açısından, bunların ortaya konması önemlidir.
Bu ısrarlı vurgulara “bu öznel ve nesnel koşullarda moral bozucu olur” gibi psikomoral bir argumanla itiraz edilemez. Gerçekler inatçıdır. Marks ve Engels de 1847 dev dalgasıyla sistemin yıkılmasını beklediler, olmayınca ve bekledikleri yeni d dalga da gelmeyince, dev in iç zayıflıklarını sistemin kendini yeniden üretme yeteneğini (ki zaten o, bu yüzden bir sistemdir) analiz etmeye yöneldiler, ki bu, aynı zamanda sistemin neden ve nasıl kendini yeniden üretemez hale geldiğinin de çözümlenmesi demektir. Lenin aynı şeyi Rusya’da kap in gelişmesi, kendiliğinden bilinç, ve emp çözümlemeleri açısından yaptı, özetle “kap in içinden geçerek ileri”, “tekellerin içinden geçerek ileri”, ve buna uygun p modeli yaklaşımını geliştirdi.
Bizim de bugün sloganımız, yeniden yapılanmanın içinden geçerek ileri olmalı. Ancak sistemin kendisini nasıl yeniden ürettiğinin tam bir kavranışı, onun zayıf noktalarını açığa çıkarır ve iradeyi bunlarda yoğunlaştırmayı sağlar. Yazının çubuğu bütün gücüyle kapin kendini yeniden üretme ve sağlamlaştırma mekanizmalarına bükerken, tıkanma ve zayıflıklarını adeta bir yana bırakan ya da “ilerki bir evreye” kadar bunların aşıldığı ya da aşılmakta olduğu tek yanlı, diyalektik olmayan yaklaşımı ise ayrıca tartışılacaktır.
Yazının zayıf yanları (aynı sırayla):
1- Yazıda, hem çok sayıdaki tek yanlı formülasyonlar biçiminde hem de bütününde, kaba materyalist tarih anlayışı ve teknolojik determinizm ile sınırları net çizemeyen ve buna meğil veren bir yaklaşım hakimdir.
Ancak buna geçmeden önce, yalnızca kaba materyalizme değil idealizme karşı da sınır çekmek için, altyapı-üstyapı, üretim ilişkileri-egemenlik ilişkileri bağıntısının ML kavranışına kısaca değinmekte yarar var. ML açısından toplumsal üretkenlik düzeyi ve üretimin toplumsal ilişkileri, üstyapı ilişkileri üzerinde genel olarak belirleyicidir. Tarihsel-toplumsal evrimleşme, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artış temelinde gerçekleşir ve ancak üretim ilişkilerindeki değişim ile olanaklı olur; sınıf mücadeleleri ise bunun itici gücüdür. Üretken güçler ile üretim ilişkileri arasında, altyapı ile üstyapı arasında, zorunlu bir içsel değişkenlik bağıntısı, “özdeşlik ve farklılığın birliği” ilişkisi; “birleşik ve eşitsiz gelişme” yasası vardır. Altyapı ile üstyapı ilişkisi, birbirinden apayrı “kerteler” arasında mekanik ve dışsal bir etkileşim ilişkisi değildir; daha ziyade içerik ile form arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Mevcut üstyapı engeli haline geldiği üretim ilişkilerindeki dönüşüm tarafından sarsıntılarla yadsınır, fakat genel çerçevesi altyapıdaki üretkenlik artışı ve üretim ilişkilerindeki farklılaşma ile belirlenen üstyapı ilişkileri de, etkin biçimde üretim ilişkilerini yeniden işler ve yoğurur.
Egemenlik ilişkilerinin (ve hukuki mülkiyet ilişkilerinin, ideokültürel ilişkilerin) üretim ilişkilerinden “göreli özerkliği” ancak kriz durumunda mümkün olur ve zaten, üstyapının altyapıdaki dönüşüm tarafından zorla yadsınmasından kaynaklanan irili ufaklı sarsıntıların ifadesidir. Ancak bu sarsıntılar, aynı zamanda “yadsımanın yadsınmasıdır”, yani üstyapının altyapıdaki dönüşümlere adım adım ve zorla uyarlanmasıyla, ve tabii onları yeniden yoğurmasıyla iç içe gelişir.
Mekanik metaforları ve felsefi kategorileri bir yana bırakacak olursak, altyapı ve üstyapının içiçeliği ve bütünselliği, aslında bir yandan toplumsal işbölümünün bir ifadesi ve gereğidir, fakat öte yandan, sınıflar arasındaki ve sınıf kesimleri arasındaki ilişkilerin değişimi, kaçınılmaz olarak güç çatışmalarını gerektirdiğinden ve güç çatışmaları içersinden gerçekleştiğinden, sınıflar arasındaki ve sınıf kesimleri arasındaki güç ve egemenlik ilişkilerindeki değişim tarafından yeniden biçimlendirilir.
Engels’in “son tahlilde” ifadesini parmağına dolayan Althusser ise, tarihsel ve diyalektik materyalizmden Spinoza ve Freud’a doğru geri kırdığı “kerteler”, “üst belirlenim”, “eklemlenme” gibi ucube kavramlarla ve “bu sonun hiç gelmeyeceğini” türünden kelime oyunlarıyla onun içini boşaltmış, üstyapıya mutlak bir özerklik atfederek, altyapı ile üstyapı arasında raslantısal “eklemlenmeler” varsayarak, postyapısalcılığa ve göreciliğe giden kapıyı ağzına kadar açmıştır. Bu yüzden, “son tahlilde” ifadesine özel bir antipati duyduğumu belirtiyorum.
Toplumsal üretim ilişkilerindeki dönüşümlerin, eşitsiz gelişmelerin, kaçınılmaz olarak sınıflar arası ve sınıf kesimleri arasındaki güç mücadelelerini keskinleştireceği, ve bu güç ve egemenlik mücadelelerinin, sınıflar ve sınıf kesimleri arasındaki üretim ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesinde önemli, bazı koşullarda belirleyici bir rol oynadığını unutan, tarihi yalnızca üretim araçlarındaki gelişmeye indirgeyen kaba materyalist yaklaşımlara ne kadar karşıysam, toplumsal-maddi yaşamın yeniden üretilme sürecinin ve bundaki dönüşümlerin genel belirleyiciğini ihmal ya da inkar eden, belirsizleştiren yaklaşımlara da o kadar karşıyım.
Yazıya dönersek. Kaba materyalist tarih anlayışı ve teknolojik determinizm/indirgemeciliğe doğru meğillenmeler vardır: a) Üretici güçlerin aşırı kabalaştırılmış ve eksik formülasyonu; b) Teknoloji ile ekonomi-politiğin, yani insan-doğa ilişkisi ile insan-insan ilişkilerinin ayrımı ve çelişkisinin, içsel değişkenlik bağıntısının ortaya net olarak konulmamış olması, yer yer ikisinin birbirine karıştırılması; c) Altyapı-üstyapı ilişkilerinin, üretim ve egemenlik ilişkileri arasındaki içsel değişkenlik bağıntısının formüle edilememiş olması; d) Emperyalizm ve tekelci kapitalizm çağının silikleştirilmesi.
a) Yazıda bir yerde “makinalar ve insanlar”, başka bir yerde “üretim araçları ve insanlar üretici güçleri oluşturur.” deniyor. Birincisi düpedüz yanlıştır, toprak, bir bütün olarak doğa (denizler, akarsular, güneş, enerji kaynakları vb.) bir üretici güçtür. İkinci formülasyon ise üretici güçleri, üretim araçlarıyla insanların aritmetik toplamına indirger göründüğünden, toplumsallık faktörünü bir yana bıraktığından, kabadır.
Şunlara mutlaka yer vermeliyiz: Gelişen elbirliği ve işbölümü biçimleri, bir bütün olarak üretim ve emek organizasyonu da bir üretici güçtür. Taylor ve Ford, üretim araçlarında hiç bir değişiklik olmadan, yalnızca emek ve üretim organizasyonunu farklılaştırarak büyük üretkenlik artışları sağlamışlardır. Keza günümüzde toplam kalite, yalın üretim vb gibi organizasyonlar. Bilim ve “genel zihin” de başlıbaşına ve giderek daha fazla ön plana çıkan bir üretici güçtür. Bunların vurgulanması, daha gelişkin bir sosyalizm kavrayışı açısından yaşamsal önemdedir.
Marks üretim araçlarını “insanın üretken organları” olarak tanımlar. Her ikisini de kullandığı productive forces’ın tam karşılığı “üretken kuvvetler”, productive powers’ın tam karşılığı “üretken yetiler”dir. Emektar Alaattin Bilgi’nin her ikisini de türkçeye, “üretici güç” olarak çevirmesi, üretkenlik kavramında var olan dinamik ve toplumsal ruhu yok ederek kabalaştırmaya fazladan bir zemin sunmuştur. Gerçekten de, türkçede Marksist kriz teorisinde olduğu gibi tarihsel materyalizminde en temel ve kilit kavramlarından olan, üretkenlik, toplumsal emek üretkenliği kavramlarının esamisi okunmamaktadır. Bu önemsiz bir ayrıntı değil, yazıda da büyük sorunlara yol açıyor.
Örneğin, kapitalizmin genel krizinden sıyrılıp sıyrılmayacağını ya da hafifletip hafifletemeyeceğini bile, yalnızca üretkenlik artış hızı ve bundaki istikrar kazanmış yükseliş eğilimi olup olmadığına bakarak kestirmeye çalışabiliriz. Bu açıdan üretkenlik artış hızı kriteri, yazıda başvurulan isabetsiz “sermaye birikiminde ve artıdeğerde yeni bir artış” kriterinden çok daha belirleyicidir. Emperyalist ülkelere ve dünya ortalamasına bakıldığında, toplumsal emek üretkenliğindeki ( “verimlilik” değil) yıllık ortalama artış hızı, son 10 yılda daha çok enfermasyon sektöründeki artışlara bağlı kısmi bir toparlanmaya karşın hızlı ve istikrarlı bir yükseliş göstermemektedir, halen 50li ve 60lı yıllardaki artış hızının üçte biri düzeyindedir. Bu da, yeniden yapılanmanın genel krizi uzunca bir süre için hafifletebilecek, kritik eşiğin halen çok gerisinde olduğu kanısını güçlendirir.
Fakat daha önemlisi, şudur: Toplum belli bir üretim aracı temelinde değil, belli bir üretkenlik düzeyi temelinde örgütlenir. Üretim araçlarının değişmesi ve gelişmesinden ziyade, toplumsal emek üretkenliği düzeyinin değişmesi ve yükselmesiyle adım adım yeniden örgütlenmeye zorlanır. Burada, üretim araçlarının teknik kapasitesindeki artış kadar, insanın üretken yetilerindeki artış önemlidir. Üretken güçler basitçe ne üretim araçlarına ne de üretim araçları ile insanların aritmetik toplamına indirgenebilir. Üretim süreci, her zaman özgül toplumsal ilişkiler içindeki insanın üretimidir. Marksizm ve tarihsel materyalizm açısından, üretim araçlarındaki gelişmeden daha önemli olan, emekgücü ile üretim araçlarının biraraya geliş biçimindeki gelişmedir. Farklı üretim tarzlarını ve aynı üretim tarzının farklı dönemlerini birbirinden asıl ayıran, üretim araçlarındaki gelişmeden çok, üretim araçları ile insanın (toplumsal emekgücünün) biraraya getiriliş biçimindeki değişmelerdir.
Örneğin, bilgisayarlaşma ile birlikte kafa emeğinin evrensel proleterleşme sürecine girmesi ve üretim ilişkilerindeki değişme (kafa ve kol emeği arasında vb.) , bilgisayarı değil, kapitalist üretim ilişkilerinin bir önceki döneminde buna az çok olanak verecek ölçüde gelişmiş olmasını öngerektirir. Bunlar gözardı edilirse, kapılar bilgisayarı “özne” ilan etmeye kadar vahim kaymalara açılmış olur. Sanki birgün bilgisayar çıkagelmiş ve hayatımızı değiştirivermiştir!
Fetişizmin bir tanımı da, bir şeye kendi başına sahip olmadığı özelliklerin atfedilmesidir. “Üretimin yapı değişikliğini ve üretimin yeni bir biçimde örgütlenmesini belirleyen birincil etken” yalnızca ve basitçe bilgisayar değil, onu da ortaya çıkaran ve içeren bir biçimde, toplumsal emek üretkenliğinin yükseltilmesi, bu yöndeki tarihsel zorunluluktur. Üretim araçları, adı üstünde, araçtırlar. Toplumsal emek üretkenliğini artırma aracı! Kapitalizmin kendini yeniden üretme yeteneği (kar oranlarının düşüş eğilimine karşı) esas olarak (“son tahlilde”) üretkenliği artırmasına bağlıdır ve üretkenlikte her artış, kar oranlarının düşüşü yönündeki basıncı artırır! Ve koptuğu yerden yeniden başlar kavga! Bunun kapitalizmin iç çelişikliğinden, insan-doğa ilişkisi ile insan-insan ilişkisinin çelişikliğinden, ve içsel değişkenlik bağıntısından başka bir açıklaması yoktur.
Yazıda, şunlar söyleniyor: “Bilgisayarların üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, makinaların rolünü artıran, kol-beden emeğinin rolünü azaltan gelişimi hızlandırmakta…”; ” Her yeni buluşla birlikte üretimde kol-beden emeğine duyulan gereksinim gitgide azalmıştır…” denilmektedir. Bu dikkatsiz ifadelendirmeler, robotları üretimin “baş aktörü” ilan eden Can Saner’i çağrıştırmakla kalmıyor, yeni iş yasasının gerekçe bölümüne kadar konan teknolojik gelişme ve bilgisayarlaşmanın kol-beden emeğini önemsizleştirdiği ve ortadan kaldırmakta olduğu propagandalarıyla sınır çekmekte başarısız kalıyor. O zaman vasıfsız ve yarıvasıflı kol-beden emeğinin t(ürkiye)de milyonlarla, dünyada yüzmilyonlarla genişliyor, artıyor olmasını nasıl açıklayacağız?
Sözkonusu olan, mutlak artışla iç içe giden göreli bir azalıştır. Toplam üretim hacmine oranla bir azalıştır. Tarihsel eğilimin bu yönde olması ayrı birşeydir, kapitalizm koşullarında kol-beden emeğinin “önemsizleştiğini”, buna ihtiyacın azaldığını ileri sürmek apayrı ve yanlış birşeydir. Gerçek şu ki, yazar, yazısında sık sık yaptığı gibi, sorunu teknolojik indirgemeci bir açıdan ele almakta, bu yüzden vasıfsız emekgücünün değişim değeri ( “değersizleşme”) ile kullanım değerini (sermayenin canlı emek sömürüsünü genişletme ihtiyacı) birbirine karıştırmaktadır.
Yazıda “emp kapitalizmin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması…İç dönüşümün devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir” yaklaşımı hakim kılınmıştır. Bu yaklaşım sorunun p(arti) kitabındaki temel konuluşundan bir geriye gidiştir. Burada sanıyorum, Stalin’in sorunu (o dönemki sosyalizmin gelişimi açısından öne çıkan ihtiyaçlarla da bağlantılı olarak) oldukça basitleştirerek ve popularize etme kaygısıyla koyuş biçimi(diyalektik ve tarihsel materyalizm broşürü) referans alınıyor. Stalin şöyle diyor bu broşürde “Üretimdeki değişme ve gelişmeler, daima, üretim güçlerinde ve her şeyden önce, üretim aletlerinde olan değişme ve gelişmelerle başlar. Bundan dolayı, üretim güçleri, üretimin en hareketli ve en devrimci öğesidir. İlkin toplumun üretim güçleri değişir ve gelişir, sonrada bu gelişmelere bağlı ve uygun olmak üzere, insanlar arasındaki üretim ilişkileri, onların ekonomik ilişkileri değişikliğe uğrar.”
Burada üretken güçler ve üretim araçlarının, yazıdakinin tersine, tek devindirici değil, en devindirici unsuru olarak konulduğunun altını güçlü bir biçimde çizelim. ‘İlkin şu gelişir, sonra da buna uygun olarak bu olur’ ifadesi ise, tek yanlı, mekanik ve positivist yaklaşımlara zemin sunmasıyla haklı olarak çok eleştirilmiştir. (bu eleştirilerin götürüldüğü demogojik boyutları ayrı tututuyorum) Kaldı ki alıntının sonraki cümlesi bu tür yaklaşılara belli bir sınır çeker: “Ama bu, üretim ilişkilerinin, üretim güçlerinin gelişmesi üzerinde etkili olmadığı, ve üretim güçlerinin üretim ilişkilerine bağlı olmadığı anlamına gelmez.” Özellikle, bu cümlenin ikinci bölümünün altını çizmeliyiz. Yazıda, üretici güçlerin ve üretim araçların “tek devindirici ve bağımsız değişken” olarak konulmasına karşı bu vurgu önemlidir.
Daha önemlisi ise şudur: Gelişme hiç bir zaman tek yanlı bir hareketten değil, çelişkiden doğar. Sistemik iç dönüşüm de, tek yanlı olarak üretim araçlarına vb. indirgenmemelidir; asıl devindirici unsur üretken güçlerin gelişimi ile üretim ilişkilerinin çelişmesidir. Toplumsal sarsıntılar ve dönüşüm sürecini, yalnızca üretim araçlarının gelişimiyle değil, bir bütün olarak “iktisadi temeldeki değişme” ile, yani “toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma ile açıklamak gerekir.” (Marks, katkıya Önsöz)
Sınıf mücadelesinin ve sınıf kesimleri arasındaki mücadelenin bu dönüşümün “itici gücü” olarak konulmasında da, yazı oldukça zayıf kalıyor, ve bunu daha ziyade geçmişe dönük, 70lere kadar olan dönemle sınırlı görüyor. Oysa neoliberalizm başlıbaşına bir sınıf saldırısı değil mi? Hem işçi sınıfı kesimleri, hem de burjuva kesimleri içerisinde, eşitsiz gelişmeden kaynaklanan, rekabet ve güç mücadeleleri yok mu, bunlar altyapıdaki gelişme ve dönüşümü şu veya bu düzeyde hızlandırmak veya yavaşlatmanın da ötesinde, yeniden işleyip yoğurmuyor mu? Oysa Engels’in de vurguladığı gibi, “üretimdeki teknik ilerleme, üretim dalları arasında ve üretimin bütününde eşitsiz gelişmeyi hızlandırır” ve bununla da kalmaz, sınıflar arasında ve sınıf kesimleri arasında eşitsiz gelişmeyi hızlandırır, ve bu temelde güç mücadelerini şiddetlendirir. Neoliberal politikaları, bu politikalardaki dönüşümleri, üretken güçlerin gelişmesinin bir yansıması olduğu kadar, düz ve mekanik bir yansımadan ibaret olmayan öznel faktör olarak değerlendirmeliyiz.
Yazı bu açıdan eşitsiz ve dengesiz gelişmeyi adeta ihmal ettiği için, sınıf kesimleri arasındaki güç ve egemenlik ilişkileri mücadelelerini bir yana bırakıyor, ve buradan aşırı bir düzlemeyle “rejim krizinin çözülmekte olduğu” sonucunu kolayca çıkarıveriyor. Sınıflar arası ve sınıf kesimleri arasındaki güç ve egemenlik ilişkilerin, mücadelelerin, genel olarak altyapıdaki dönüşümler tarafından belirlenmekle birlikte, onu yeniden düzenlediği, işlediğini güçlü biçimde vurgulamalıyız.
Bu noktada bir kaç örnek. Yazıda geçen İtalyan ağ tipi üretim bölgesinin ve tarzının, 60ların sonundaki işçi hareketi dalgasına karşı geliştirildiği vurgulanmalıydı. Ya da Türkiye’de taşeronluğun sistematik uygulanması ve yaygınlaştırılmasının yanısıra, büyük sanayide yarı otomasyona geçişin Bahar Eylemlerinin itici gücüyle gerçekleştirildiği belirtilmeliydi. Yine günümüzde de, belli bir organize sanayi bölgesinde bir iki direnişin yaşanmasının, üretim ve istihdamı parçalama uygulamalarını hızlandırdığını biliyoruz. Ayrıca yalın üretim, stoksuz üretim gibi yeni üretim süreçlerinin sermayenin hız ve direniş hassasiyetini artırdığını, kırılganlaştırdığını, bu yüzden teknolojinin kar azamileştirmek kadar emeği kontrol ve disipline etme aracı olduğunu da vurgulamalıyız. (işçi bölümünü de katarak söylersek, yazının bir zayıflığı, sermayenin her düzeyde artan belirleyiciği ve kontrolü ve nufuz edişine karşın, bu bir ve aynı yeni üretim süreçlerinin bir yandan da sermayenin genişleyen yeniden üretim sürecini içsel olarak kırılganlaştırıcı yönlerine pek değinilmemesidir. Özellikle hız, kalite, öneri sistemleri sorunları, dağıtım ve pazarlamanın üretim kadar önem kazanması vb. gibi.)
b) Teknoloji ile ekonomi politik ilişkisinin ve ayrımının net konulmaması, yazının en zayıf noktalarından biri. Marks “Teknoloji ekonomi-politik değildir” der. (Ekonomi politiğin eleştirisine giriş) Teknoloji, toplumun içeriğidir, üretken güçtür, insan-doğa ilişkisidir, niteliktir, somut emektir, kullanım değeridir. Ekonomi politik ise, toplumun biçimidir, üretim ilişkisidir, insan-insan ilişkisidir, niceliktir, soyut emektir, değişim değeridir. Bu ikisi arasında ayrımın yapılması ve çelişkinin konulması, bir yanıyla Marksizmin devrimci özüdür.
Nitekim Marks da, kendi çaplarında değer yasasını, sınıf mücadelesini bulgulayan klasik burjuva iktisatçılarından ileri doğru kopuşu, emeğin ikili karekteri (somut ve soyut) ve toplumun içeriği ile biçimi arasındaki bu ayrımı koyarak yapmıştır. Markstan önceki bilimsel iktisatçılar, Marks’ın geliştireceği bir çok bulguyu yapmış olmalarına karşın, somut ve soyut emeği, kullanım ve değişim değerini, üretken güçlerle üretim ilişkilerini bir birine karıştırdıkları için, bulgularını mantıki ve tarihsel sonuçlarına, kapitalizmin tarihselleğine, yani geçici ve özgül karakterine kadar geliştirememişlerdir. Çünkü, üretim sürecinin somut teknik özellikleri ve analizi ile üretim toplumsal ilişkileri ve analizi bir kez birbirine karıştırıldığında, birbirinin yerine geçirildiğinde, bunlar arasındaki içsel değişkenlik bağıntısı berraklaştırılmadığında, kapitalizmi ebedi ilan etmeye kadar varabilecek yanlışlara kapı açılmış olur.
Yazının en zayıf yanlarından biri de işte bu: Yer yer teknolojik gelişmeler analizi ile sınırlanması, hatta yer yer teknolojik-üretken güçler analizini ekonomi politik analizin yerine geçirmesi, bu ikisi arasındaki ayrım ve çelişkileri yeterince ortaya koymaması. Üretimin teknik temelindeki gelişmelerin analizi, kuşkusuz her türlü toplumsal biçimden ve ilişkilerden soyutlanarak yapılabilir ve yapılmalıdır. (Marks’ın da üretim ilişkilerinden soyutlanmış bir teknolojik gelişim tarihi çalışması yapmayı istediği, ne yazık ki buna da zaman ve fırsat bulamadığı bilinir.) Ancak ekonomi-politik analizin yerine geçirilemez ve geçirilmemelidir. Kapitalizm koşullarındaki en büyük teknik ilerlemelerin, neden ve nasıl olup da en hızlı eşitsiz gelişmelere, toplumsal-bireysel gelişmeye engel olmaya, sarsıntılara, çatışmalara, felaketlere, yıkımlara, yol açtığı, ayrıca gösterilmezse, ciddi sorunlar doğar.
c) Ünlü önsözden bir bölümü tekrarlamama izin verilsin: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engeli haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Yazıda, rejim krizinin çözülme yoluna girdiği varsayımı, kaçınılmaz olarak, egemenlik ilişkilerinin değişen üretim ilişkilerine, üretim ilişkilerinin de üretken güçlere uyarlanmasının tamamlanmakta olduğunu varsayımını, öngerektirir. Yazar her ne kadar, ben krizin ortadan kalkmadığını, ama hafiflediğini söylüyorum dese de, yazı örtük olarak, altyapı ile üstyapı arasındaki ve üretken güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki ve bağdaşmazlıkların, çözüldüğünü/çözülmekte olduğunu örtük olarak varsaymaktadır.
Bu yaklaşımın, yukarıda işaret etmeye çalıştığım, “önce üretim araçları ve üretici güçler gelişir, sonra da üretim ilişkileri ve üstyapı buna şu veya bu düzeydeki sarsıntılarla buna uyarlanır” tarzındaki pozitivist yaklaşımdan, neden-sonuç ilişkisinin pozitivist tarzda kurulmasından kaynaklandığını sanıyorum. Bu, üretim ilişkilerinin ve üstyapının önce engel olduğu, sonra da uyarlanmaya başladığı türünden zaman içinde mekanik bir ard arda geliş biçiminde düşünülmektedir.
Oysa, üretim ilişkileri, üretken güçlerin içsel bağıntısıdır; önce bir gelişip sonra diğeri buna uyarlanmaz; bu iç içe ve çelişik biçimde, her ikisinin de birlikte fakat eşitsiz geliştiği sarsıntılarla örülen bir süreçtir. Keza üstyapı açısından. Dolayısıyla engellenme sürecinin büyük ölçüde aşıldığı, uyarlanma sürecinin önemli ölçüde önünün açıldığı bir çırpıda söylenemez. En azından, toplumsal emek üretkenliğinin hızlı ve istikrarlı bir yükseliş eğilimi sürecine girmediği sürece söylenemez.
Kaldı ki, üretkenlik artış düzeyleri ve bunların yayılımı da eşit ve düz biçimde asla olmaz. Tüm ürünlerde ileri düzeyde mutlak üretkenlik artışı sağlandığı halde, genel toplumsal emek üretkenliğinin (ortaya yeni çıkan ihtiyaçlara oranla) göreli olarak düşmesi de, diyalektik kriz teorisinin önemli bir yönüdür. Belli bir alandaki üretkenlikteki artış, üretim araçları ve organizasyonundaki başka gelişmeleri, hammadde ve enerji kaynaklarındaki çeşitlenmeyi ve bunların giderilmesi için yeni yöntem ve araçların gelişmesini, dahası, yeni emek formlarını, becerilerini, organizasyonların yaratılmasını zorunlu kılar. Önceki üretimsel ve bireysel gereksinmelerde hızlı bir artış yaratarak toplumun toplumsal emek üretkenliğini göreli olarak düşürür. Yani ortaya yeni çıkan gerekleri karşılamak için toplumun harcaması gereken çaba artar. Böylece her üretkenlik artışı, bir yandan göreli toplumsal üretkenliği düşürerek toplumu dezorganize ederken diğer yandan, üretkenlik artışını diğer alanlara yayarak, eski üretim alanları ve formlarının bir kısmını tasfiye ederek ve yenilerini yaratarak, toplumsal ve teknik işbölümünü karmaşıklaştırarak, irili ufaklı fakat tüm bir “çağa” yayılan sarsıntı ve çatışmalarla, toplumu adım adım yeniden örgütlenmeye zorlar.
Ancak hemen her üründe üretkenlik artışına karşın, sermayenin kendini yeniden üretmekte zorlanmasının artması, toplumsal emeküretkenliğinin o da hareketli olan üretim ilişkilerince engellenmesi ve düşürülmesiyle çakışır. Öyleyse, toplumun üretim ve egemenlik ilişkilerindeki, engelleyiciliği ve uyarlanmayı, çözülmeyi ve yeniden ilişkilenmeyi, yıkılmayı ve yeniden yapılanmayı önce birinin sonra diğerinin olacağı, zamansal ardısıralık biçiminde değil, iç içe ve birbiriyle çelişen bir süreç olarak düşünmek gerekir.
d) Yazıda emperyalizm ve devlet konusunda hem önemli ve heyecan verici yeni açılım noktaları, hem de oldukça sorunlu, bulanıklaştırıcı ve silikleştirici yanlar var. Özellikle ulus temelli emperyalist yayılmacılık ile emperyalist kapitalist uluslararası üretim ilişkilerinin çok daha örgünleşmiş olması arasında hem iç içelik hem çelişki olduğunu söyleyen tez, yeterince net ifade edilmese ve gerekli sonuçlar çıkartılmamış olsa da, çok yerinde ve önemli. (Çok emin olamadım ama, galiba bu tez kriz yazısında geliştirmeye çalıştığım emperyalizm ile kapitalizm arasında, yanısıra azami kar ile ortalama kar arasında, özdeşlik ve farklılığın birliği teziyle çakışıyor. “Emperyalizm kapitalizmin/meta üretiminin yadsınması ve genişleyen temelde yeniden üretilmesidir. vb.” Bir de David Harvey’in önemli katkılarıyla, sorunu mekan-zaman ilişkilerinde farklılaşma açısından ele almak anlamlı olacak. Bunlarla birlikte daha ileri bir açılım sağlanacaktır.).
Ancak aynı tezin mantıki bir sonucu olarak, t(ürkiye)ye uygulanmaması ve rejim krizinin temel bir dinamiği olarak kendisi göstermesinin belirtilmemiş olması da aynı ölçüde şaşırtıcı. Bu tez bu ham haliyle bile ABD emperyalist oligarşısi içindeki çelişkilere vb. belli bir açıklık kazandırıyor. Fakat bunun üç temel çelişmedeki farklılaşmalarla da bağlantılandırılarak daha somut formüle edilmesi gerekir. Emperyalizm emekçi halklar çelişkisinin de yeniden ele alınması gerekir.
Diğer taraftan, uluslararası örgünleşen ilişkiler temelindeki emperyalizmin, ulus temelli “teritoryal” emperyalizm ile çelişmekle birlikte, neoconlardan farklı olarak bir tür “barışçıl ve ultra emperyalizm” olduğu yönündeki yaygın yanılsamayla da daha güçlü sınır çizgilerini çizmek gerekir.
Devlet konusunda da şu tezi önemli buluyorum: “Bu çekirdeksel yapı ve onun oluşturduğu katı merkezi hiyerarşi, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel çevreleyen örgütlenmeleriyle geniş bir hinterland içerisinde yer alır…Siyasal devlet örgütlenmesine, toplumsal bir temel kazandırmakta, kapsayıcılık alanını genişletmekte, esnek ve bütünleşik, siyasal toplumsal örgün bir yapı oluşturmaktadır.” Bu tez de bu haliyle epey ham kalsa da, emperyalizm konusunda olduğu gibi devlet konusunda da, “iç içe geçme”lerin çok daha karmaşık ve ileri biçimleri açısından, sosyalizm ve proletarya dik. teorisine, artık yalnızca ekonomik-teknolojik gelişme düzeyi ile sınırlı kalmayan önkoşulların çok yönlü ve bütünsel gelişmesi açısından, yeni bir ufuk kazandırıyor. Çünkü yalnızca sömürünün ve sınıfların değil, onları da içinde taşıyan toplumsal işbölümünün karmaşıklaştığı ölçüde, daha kolay sönümlendirilmesinin (ki meta ilişkilerinin ve değer yasasının sönümlendirilmesiyle bağlantılıdır) zeminini ortaya çıkartıyor.
Ancak her iki önemli tezde de bir noktadan sonra ifrazata varan, çok sorunlu yanlar da var. Bu sorunların, yine, birkez daha, yeni, gelişmekte olanı vurgulamak adına, klasik ml emperyalizm ve devlet teorilerindeki ilkesel ve özsel olanın silikleştirilmesinde ve yer yer bir yana bırakılmasında olduğunu sanıyorum.
Bu açıdan yazının bu iki temel konuya yaklaşımı açısından bir kaç örnek sıralayalım: Yazı boyunca emperyalizmin yoğunlaşmış bir egemenlik ilişkisinden ziyade hiyerarşi ilişkisi olarak ele alınması; egemenlik yerine gramscigil hegemonya kavramının kullanılması; azami kar kavramının o da yazının sonlarında sadece bir kez kullanılması, onun da mali sermayeyi de tümden unutacak tarzda eksik biçimde sadece yüksek tekelci fiyatlamayla açıklanmaya çalışılması (eh tüm bu üretim organizasyonlarındaki değişimler vb. azami kar için değilse nedir); “mali sermayenin ve tekellerin çoğu zaman hiç bir baskı ve şiddet kullanmaksızın çevreleyen örgütlenmelerle toplumu denetim altına alıp biçimlendirmekte” denilmesi (insaf, insaf! bu hegemonya teorisi değilse nedir?); emperyalizm ile bir dizi yarı sömürge ülke burjuvazileri arasındaki yeniden ilişkilenme ele alınırken birincinin egemenliğinin farklılaşan biçimlerinden çok ikincilerin artan özerkliğine vurgu yapılması; İMF DB DTÖ gibi kurumların ekonomi ve siyasetin “baş aktörü” olarak ilan edilmesi; sözkonusu dönüşümlerin “sanayi devriminden sonra kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşüm” olduğunun ileri sürülerek farkında olmadan yeni bir çağ saptamasına gidilmesi…vb, vb.
Yazıda fazlaca merkezi ve eleştirel olmayan bir kullanımla yeralan “karşılıklı bağımlılıklar” kavramına da dikkat. Bunu “karşılıklı üstünlükler” (ya/ya da) ile birlikte ele almalıyız. Eskiden ilkesel temel doğrulara bağlılık adına onları dogmalaştırırken ve her türlü yeniye karşı elimizi ve gözümüzü bağlarken, şimdi de yeniyi vurgulamak adına ilkesel ve özsel olanı silikleştirme ve üzerinden atlama tutumuna savrulmamalıyız. Yazıda yapısal dönüşüme vurgu yapılırken, sık sık bunun bir süreklilik içinde kopuş olduğu unutuluyor. Sürekliliği vurgulamak adına kopuşu, özdeşliği vurgulamak adına farklılaşmayı yadsımak ne kadar yanlışsa, bu kez tersine, kopuş adına sürekliliği, farklılaşma adına özdeşliği yadsımak da o kadar yanlıştır. Yazıda bu iç gerilim örtük veya açık olarak sürekli hissediliyor.
Örneğin bir yandan yukarıda sıralananlar diğer yandan “son 20 yılın tarihi bankaların tarihidir” gibi bir tersinden sivriltme; bir yandan altyapı faktörlerine ağırlıklı vurgu diğer yandan, “ulus devletlerin” kapitalizmde ortadan kalkamayacağının daha ziyade kültür, geleneksel düşmanlıklar vb. gibi üstyapı faktörleriyle açıklanmaya çalışılması…( Oysa ulus temelli ekonomide ortadan kalkmadığı gibi emperyalist kapitalist ekonomi de zaten bu ulusal yerel farklılıklar temelinde varolabiliyor ve azami kar sağlayabiliyor.)
Bu çelişkiyi çözecek tek şey, bir yandan ilkesel ve özsel olanın diğer yandan yeninin vurgulanıp durması ve bunların karşı karşıya konması değil, ki gerilimi yaratan zaten budur; formun yadsınmasıyla birlikte (yapısal dönüşüm) özsel ve ilkesel olanın da yeniden yoğrulup işlenmesidir. Tabii bu, emp, devlet, ö modeli vb. gibi temel konuların her biri açısından devasa bir çalışmayı gerektirir.
Bağlantılı bir kaç not: “Para, mal ve hizmetlerin hiç bir engele takılmadan serbest ve hızlı dolaşımı, neoliberal siyasetin de temelini oluşturur.” ifadesi eksik ve yanlıştır. Bu önemli çünkü hemen ardından gelen cümlelerde emperyalizmin siyasi dayatmalarını, askeri tehdit ve müdahaleleri de, ABDnin askeri stratejilerini de neoliberal ekonomi politikasının uzantısı olarak tanımlıyoruz. Bu sorunun sermayenin yeniden üretimi değil, dolaşımı, yani piyasa dolayımıyla açıklanmasıdır ki eksik ve yanlıştır. Yazıda neoliberal ekonomi ve siyasetin “ küresel ölçekte genişletilmiş yeniden üretimin, genişleme ve büyümenin güvence altına alınmasıdır…Neoliberalizmin amacı, kar oranlarındaki düşüşü önlemek, nisbi ve mutlak artıdeğeri artırmak ve toplam kar kitlesini büyütmek” diye daha doğru ve bütünsel bir tanım ve ilişkilendirme var. Bu sonuncusu, aynı zamanda, örtük olarak, azami kar yasasına ve bunun ortalama karla ilişkilendirilmesine daha doğru bir yaklaşım sunuyor.
Kürt sorununa ve kadın sorununa tarihsel-toplumsal süreçte tuttukları yerin çok altında, adeta bunları da atlamamış olalım kabilinden bir yer verilmesini anlamak zor.
Emperyalistler arası eşitsiz gelişmeden eser yok. ABD emperyalizminin dünya patronajını pekistirdiği veya avrasya stratejisinde hızla ilerlediği o kadar açık değil. (Burada da mutlak bir ilerleme göreli bir gerileme ile çakışabilir.)
Çin niye emperyalistlikten emperyalist adayı bağımlı ülke olmaya taltif edildi?
“…farklı kesimleri birbirinden bağımsız,etkileşimli, esnek bir ilişki sistemi içinde tutabilmesi. Bunu sağlayan ise, pozitivizmin eklektisizme açıklığı, pragmatizm, kültürel antropoloji, en çok da postmodernizmin siyasete ve kültüre, günlük toplumsal düşünüş ve ilişkilere varıncaya dek hakim kılınmış olması” deniyor. Bu cümle yazının iç mantığına da aykırı. Üstyapıyı, düşünceyi, bilinci bir anda toplumsal varlığı belirler hale getiriveriyor. Postmodernizm, vb. “büyük çözülmenin”, üretim ilişkilerindeki çözülme ve yeniden yapılanmanın bir sonucudur, fakat tabii dönüp, onu da yeniden işleyen ve yoğuran öğelerden yalnızca biridir.
“Devletin oligarşik temelde örgütlenişi, devletin yeni yapılanma ve biçimlenişinin en asli öğesidir.” deniyor?! Bundan “devletin bütünüyle tekellerin hakimiyeti altına girdiği” kastediliyor, fakat ifade kastını aşıyor. Mali oligarşi daha doğru bir ifade olabilir.
Rejimin yapısal değişim sürecinden geçtiği tespitine kocaman bir evet, rejim krizi ve yönetememe krizinin çözülmekte olduğuna, gerici liberal burjuva demokrasisi kavramlaştırmasına kesin red. Bu kavramın tanıtlanması için emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm dönemine, dahası çartizm öncesi neredeyse ilkel birikim dönemine kadar gidilmek zorunda kalınması, olsa olsa bu kavramın zayıflığını tanıtlar. Asıl akıl yürütme ise şu cümlede görülmektedir: “Siyasal liberalizm ekonomik liberalizmden doğmaktadır.” Bir de buna klasik faşizmin tek tip toplum formatının çözülmekte olduğu tespiti eklenmektedir.
Sonuncusundan başlarsak, marksist teoride her zaman epey sorunlu olmuş faşizm teorisi, adeta açık toplumcuların ileri sürdükleri “totalitarizm” teorisine indirgenmekte, günümüzde sermaye akışkanlığı, esnekliği, geçişkenliği nedeniyle böyle tek tip tek kalıpçı bir rejim biçimi olamayacağından hareketle, faşizmin çözüldüğü sonucuna varılmaktadır. Oysa faşizmin tek ve en belirleyici özelliği tek kalıpçılığı değil, açık terörcü diktatörlük oluşudur. Çözülen faşizm değil faşizmin belli bir biçimidir. Yukarıdaki sav, tc tarihi açısından, burjuvazinin yakın dönemlere kadar t(ürk) burjuvazisinin sınıf iktidarını doğrudan kuramadığı, kendi sınıf ideolojisini benimseyen bürokrasi aracalığıyla yürüttüğü gibi, devlete burjuvazi karşısında özerklik atfeden bir diğer sorunlu savla desteklenmeye çalışılmaktadır. Buradan çıkarsanabilecek şimdi işb. tek burj devlet iktidarını daha doğrudan ele almaya başladığına göre, bu yüzden faşizm çözülüyor, türünden son derece revaçta olan “sivil toplumcu” teorilerle de sınır çekilmiyor.
Oysa devletin yakın zamana kadar (12 eylüle kadar) ve halen belli yanlarıyla süren bu durumu, burjuvazinin dolaylı ve özerk temsilcisi olmasından değil, egemen sınıflar arasındaki çelişkilere (ticaret ve sanayi burjuvazi ile büyük toprak sahipleri arasındaki çekişme ve çelişkilere, günümüz açısından ise burjuzinin farklı ve eşitsiz gelişen kesimleri arasındaki çelişkilere vb.) dayanır. Örneğin t(ürkiye)de faşizmin onyıllar boyunca temellerinden birini oluşturmuş olan kent-kır çelişkisi, günümüzde bir yanıyla çözülürken, bir yanıyla da yeni bir temelde bizzat sanayinin içinde yeniden üretilmektedir.
Yazıda şoven milliyetçilik de, soğuk savaş stratejisinin sınırdaki uygulayıcısı olmakla ve komşu ülkelere düşmanlığın körüklenmesiyle açıklanmakta, bunların değişmesiyle, şoven milliyetçiliğinde çözülmekte olduğu sonucuna varılmaktadır. Öyleyse dünya çapında uzun dönemli bir yükseliş içerisinde olan ırkçılık neden kaynaklanıyor? Burada da ulus temelli kapitalist yayılmacılık biçimindeki, ekonomik temel unutuluyor. Irkçı şovenizm yalnızca geçmişin kalıntısı değildir. “Yoğun devlet destekli ve devlet üzerinden dolaysız sermaye birikim modelinin uygulanmasıyla özgül bir temsil rolü oynamış olan bürokrasinin, bunun içinde…ordu bürokrasinin bürokratik gücü ve etkisi işlev kaybıyla geriletilip sınırlandırılmaktadır.” denilmektedir. Devlet destekli ve devlet üzerinden sermaye birikimi günümüzde ortadan kalkmıyor, tam tersine her zamankinden fazla önem kazanıyor, mali sermaye birikimi, vb. Kaldı ki ordunun rolü ise işbirlikçi burjuvazinin artan sermaye ihracı vb. yi askeri yayılmacılıkla güvenceye alma ve genişletme gibi yeni biçimlerle yeniden işlevleniyor.
Faşizm biçimsel özellikleriyle değil, sınıfsal içeriğiyle, sınıflar ve sınıf kesimleri arasındaki ilişkilerin, uluslararası ilişkilerin tek yanlı olmayan somut tahliliyle, sermaye birikimindeki yapısal sorunlarla açıklanmalıdır. Gelişmenin yönü, hem liberal demokrasinin hem de faşizmin belli özelliklerini taşıyan, fakat ne eski biçimiyle liberal demokratik ne de eski klasik biçimiyle faşist olan, ya/ya da dolayımında ikisi arasında salınımlarına da devam edecek olan, bir tür neofaşizm yönündedir. Bu açıdan devletin yeniden yapılanması yazısındaki “burjuva demokrasisine daha uzak, faşist diktatörlüğe daha yakın” ifadesini, doğruya daha yakın buluyorum.
Tüm yazıyı kestiği gibi burada da karşımıza çıkan temel sorun, bir bütün olarak yeniden yapılanmanın ve rejim değişikliğinin, kapitalizmin derinleşme eğiliminde olan çelişkilerinin bir ifadesi olmaktan çok, rejimin (ve örtük olarak da kapitalizmin) uzun dönemli göreli istikrarına doğru gelişmeler olarak yorumlanmasıdır.
2) Bu bölümde emp ve bağımlı kapitalizmin genel krizinin uzunca bir evre için hafiflediği veya hafifleyeceği yönündeki yaklaşıma karşı, ters yöndeki görüşüme dayanaklar sunmaya çalışacağım. Spekulatif köpükte uzun vadeli şişme eğiliminin sürmesi, meta ve sermaye ihracında hızlanma eğilimi, rekabet ve birleşmelerin artması, üretken yatırım oranlarında düşüş eğiliminin sürmesi, petrol fiyatlarında tırmanış genel krizin hafifleme yolunda olmadığının bazı göstergeleridir.
İkincisi, marksist açıdan krizin uzun vadeli olarak hafifleyip hafiflemeyeceğinin iki temel belirleyeni, büyük çaplı üretkenlik artışı ile büyük çaplı sermaye değersizleşmesidir. Yazı ikincisini adeta yok sayıyor.
Emperyalizm çağına -20. yy tarihine bakıldığında, iki göreli ve uzun dönemli istikrar dönemi, dev çaplı sermaye yıkımına yol açan dünya savaşlarının sonrasında yaşanabilmiştir. Birincisi 1. dünya savaşından sonraki 1920li yıllar ve 1930ların ilk yılları boyunca, ikincisi 2. dünya savaşından sonra 1950li ve 60lı yıllar boyunca. Neoliberalizm bir yanıyla da, üretkenliği düşük sermaye birimlerini adeta zorla ayıklamayı dayatan bilinçli bir sermaye değersizleştirme politikasıdır (örn. tdeki tekstil-konfeksiyon ve diğer emek yoğun sektörlerin durumu, İMF açıkça bu sektörlerin rahatlatılmasına dönük politikaları yasaklamaktadır vb.). Fakat burada hem burjuvazi içindeki güç mücadeleleri hem de yine krizden kaynaklanan kredi şişkinliği ve aşırı değerlenme durumu, bu değersizleşme sürecini yavaşlatmakta ve krizi sürece yaymaktadır. Dünya çapında büyük çaplı bir sermaye yıkımı veya değersizleşmesi, bu nedenle gerçekleşmemektedir.
Yine tarihsel deneyimlerden, büyük çaplı toplumsal-siyasal olayların, devrimlerin, savaşların genellikle bir evreden diğerine geçişin dönüm noktalarında ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Bu çapta olaylar yaşanmış değildir, günümüzde yaşananlar da olsa olsa yeni bir kriz devresinin, durgunluğun yaklaşmakta olduğuna işaret eder (Fransa, Nepal, Bangladeş, Ekvador, Irak, Afganistan, İran) (Mandel’den bir yaklaşıma burada yorumsuz değinelim: Krizden çıkışın iki temel önkoşulu, ortalama kar oranı ile dünya pazarının boyutlarıdır, ancak ikisi de eş zamanlı olarak genişlerse, bir teknolojik devrimin etkileri gerçekleşebilir. Ne var ki sistemin kendi içinde uzun süreli düşme eğilimi içerisinde olan kar oranlarının durgunlaştırdığı birikimi yeniden canlandıracak bir mekanizma yoktur. Bu dönüm noktasını tayin eden kapitalizmin hareket yasaları değil, bütün bir tarihsel dönemin sınıf mücadelesinin sonuçlarıdır…)
Her kriz devresiyle birlikte bir yandan üretkenliği düşük sermaye birimlerinin ayıklanması diğer yandan üretkenliği artıran yeni alanların doğuşuna, ve düşük karlı alanlardan yeni alanlara sermaye akışına, dolayısıyla sistemin giderek yeniden belli bir ortalama kar oranında dengeye oturmasına yol açar. Ne varki, kurulan her yeni dengede ortalama kar oranı bir öncekine göre daha düşüktür. Giderek aynı kar miktarını elde etmek için zorunlu olan sermaye miktarını büyür, yeni yatırımlar yapmak zorlaşır.
Yazı hizmet sektörü ve bilgisayarlı üretim araçlarının hem pahada ucuzladığını hemde daha yüksek artı değer ürettirdiğini ileri sürüyor. Fakat, ileri teknolojilerin gerektirdiği her seferinde daha da devleşen, ve artık bırakalım en büyük tekelleri, belli bir emperyalist devletin bile tek başına karşılayamadığı, ancak “üst birliklerle” gerçekleştirilebilen yatırımların nasıl zorlaştığını unutuyor. Bir örnek Abnin hedeflediği 3. kuşak kablosuz internet şebekesinin 60 ile 200 milyar dolar arasında bir maliyeti olacağı hesaplanmaktadır. Bizim bir dergi yazımızda bahsettiğimiz, tüm kurumların, şehirlerin, ülkelerin birbirine fiber optik kablolarla bağlanması projesi ise t(ürkiye) için 120 milyar dolar, dünya çapında trilyonlarca dolar olarak hesaplanmaktadır.
Üretim araçlarındaki her gelişme, mevcut enerji kaynaklarından yararlanma oranının yükselmesini gerektirir. Kaldıki tüm büyük üretim devrimleri enerji kaynaklarında da bir dönüşümle birlikte gerçekleşmiştir. Günümüzde ise enerji krizinden de kolayca görülebileceği gibi, geleneksel enerji kaynaklarının genişletilmesi ve kismi çeşitlenme dışında bu alanda büyük bir dönüşüm henüz uzakta görünmektedir. Diğer taraftan mikroçiplerin bir kaç yüz atom boyutuna kadar küçülmesi, teknolojinin elektrik enerjisinin sınırlarına dayanmaya başladığını göstermektedir.
Şirket yeniden yapılanmalarının ve birleşmelerinin yüzde 40tan fazlası, şirketlerin içini boşaltıp finans oyunlarından vurgunculuk yapmanın ötesinde üretkenliği artırmada başarısız olmaktadır. Üretkenliği artırmaya dönük yeni emek organizasyonlarında başarısızlık oranı ise yüzde 80i bulmaktadır, bunda işçilerin şu veya bu düzeydeki direnişi kadar genellikle orta hatta üst kademe yöneticilerin direnci (eh ö(rgütte) de aynen) yani üretim ilişkilerine takılmaktadır, geleneksel açlık ve işsizlik kırbacı en etkin yöntem olarak kullanılmaya devam edilmektedir. (Bunları üretim sürecinde ve organizasyonunda büyük çaplı bir dönüşüm olmadığını ileri sürmek için filan belirtmiyorum. Yalnızca, üretken güçlerin gelişmesinin öyle düz ve sürtünmesiz, sarsıntısız olmadığını ve olamayacağını göstermek, ve üretken güçlerin gelişmesi ile üretim ilişkilerinin çelişkisinin hafiflemediğini ortaya koymak için örnekliyorum.)
Kriz, sermaye birikiminin tıkanması ile yeniden yapılanmasının birliğidir. Demek ki kriz, kar oranlarının düşme eğiliminin sürmesi ve aynı anlama gelmek üzere üretken güçler ile üretim ilişkilerinin çelişmesi olarak, yeniden yapılanmanın da dinamiğidir. Tıkanma aşılmış veya hafiflemiş olsaydı, yeniden yapılanma süreci de giderek hızlanarak sürmezdi.
“Ana stratejisi nisbi ve mutlak artı değeri artırmak olan neoliberal yeniden yapılanmanın yıkıcı etkileri…ilerleyen süreçte daha yaygınlaşacak, büyüyecek ve derinleşecektir.” “ Bu kapitalist emp sistemin asalak, çürüyen, can çekişen kap olma özelliklerini tümüyle açığa çıkarıp belirgin hale getireceği gibi, sistemin yıkıcı özelliklerinin belirginleşip öne geçmesi onun insanlıkla bağdaşmayan niteliğini de açık biçimde gösterecektir.”
Buna da insaf, merhamet diyebiliyoruz. Bu tersinden bir görecilik olmuyor mu? Emp kap ve yeniden yapılanmasının asalak, çürüyen, yıkıcı etkilerinin belirginleşmesi için illa milyonların aynı anda ölmesi ve 3. dünya savaşı mı çıkması gerekir? Toplumsal çürüme yeterince belirgin değil mi, bütçenin yarısı faiz ödemelerine gitmiyor mu, işsizlik göğe vurmuyor mu, tarımdan yılda yaklaşık bir milyon kişi tasfiye olmuyor mu, vb vb.
Burada da bir iç tutarsızlıkla, kitlelerin bilince çıkarmadıkları, ya da sistemle bağlantısını kuramadıkları en belirli durumlar, belirsiz sayılmaktadır. Neyse uzatmayalım, aslında yazı, “emekçi sınıfların biriken ve büyeyecek öfkesini dev. temelde örg. olanaklıdır. Ama bu sadece yıkım ve tasfiyelere karşı genellikle spontene direnişlerle sınırlı kalmamalı…yeni sürecin içerisinde onu karşılayacak teori-prg, politika, ö ve eylem biçimleri geliştirebilecek bir düzeye geçebilmelidir.” derken, ne söylemek istediğini anlıyoruz. Dikkatimizi, enerjimizi, yıkılmakta çözülmekte tasfiye olmakta olandan ziyade, serpilip gelişende toplamalı, asıl olarak buna göre konumlanmalıyız diyor. Örneğin geleneksel sendikal işçi hareketi gibi, geleneksel kamu çalışanları hareketinin de derinleşen bir çözülme sürecine girdiğini, bunlardan can çekişme sarsıntıları dışında pek bir şey çıkmayacağını, asıl işçi sınıfının, işçileşen memurların ve öğrencilerin değişen yapısı içindeki yeni kesimlerine ve dinamiklerine yönelmek gerektiğini biliyoruz.
Fakat bunu öne çıkarmak için, kapitalizmin asalaklaşma, çürüme, yıkıcılık çizgilerini görmezden gelmek, bunun açık ve belirgin olmadığını iddia etmek şart midur? Bunun ileri sürülebilmesi açısından bir ihtimal daha var. O da, kapitalizm üretken güçleri geliştirebiliyorsa, tarihsel misyonunu tamamlamamıştır, yaklaşımıdır. Marks’tan buna dair 3-4 alıntı da bulunabilir. Ne var ki ne marks da ne de diğer önderlerde kapitalizmin üretken güçleri geliştirmesinin mutlak sınırı şudur, oraya kadar her türlü dev.ci girişim ve hatta devrim başarısız olmaya mahkumdur, diye bir şey bulunamaz. Sınır mutlak değil mutlak ile göreli arasındaki göreli sınırdır, iç sınır ve çelişkilerdir vb. Fakat emp ve bağımlı kapitalizmin, “sermaye birikiminde yeni bir artış ve büyüme trendine girmesinin” kar oranları ve birikim oranlarında düşüş eğilimiyle pekala çakışabileceğini, (“Kar oranları, artı değer sömürüsü azaldığı için değil arttığı için düşer”-marks) ve zaten bunu da yalnızca üretkenlik artışlarıyla değil (ki bu da toplam toplumsal üretkenlikte bir düşüşle pekala çakışabilir) toplumun yeniden üretiminde eksiltişlerle yapabildiğini, onun asıl sınırının da bu olduğu/olacağı, vurgulanmalıdır.
Değerlendirmenin başında andığım, tek değişkenli tüm yeniden yapılanma kuramları; tekno-ekonomik paradigma, düzenleme okulu, birikim rejimi/birikimin toplumsal yapısı, uzun dalgalar, post fordizm, enfermasyon toplumu, küresel kapitalizm, emperyalizm sonrası yeni aşama, vb.- istikrarsızlıktan istikrarlı bir evreye geçişi öngörür, ve bunu somut dinamik bir analizden ziyade, evrelerin statik karşılaştırması temelinde yapar. Bunların herbirinden öğrendiğimiz, yararlandığımız, esinlendiğimiz yanlar oldu, olmuştur, fakat sınırları daha net çekmeliyiz.
3)Yeniden yapılanma sürecinin belirginleşen özellikleriyle birlikte, içinden geçilen sürecin sarsıntılarını ve iç çelişkilerini kavramalıyız. Birincisi stratejik olan, ikincisi etkin güç toplama taktiğine dairdir. İkinciler geri plana atılacak basit “anomali”ler değil, hızlanan eşitsiz ve dengesiz gelişmeler, toplumsal-siyasal altüst oluşlardır. Asıl sorun stratejik olanı biçimsel olarak güncel-dönemsel taktiğe, taktiği ise içeriksel olarak stratejik olana uyarlamaktır. “Herkes farkı ve çelişkiyi bir biçimde kavrar” der Lenin, “oysa diyalektik açısından asıl sorun bunların birbirine geçişlerini kavramak ve karşıtlığa kadar götürmektir.” (mealen, Felsefe Defterleri) Çelişkiden farklılaşmaya (yeniden yapılanma) ve farklılaşmadan daha derin çelişkiye…Sorunun konuluşu budur.
Bu açıdan yazıdaki şu prgf açımlanmayı, somutlanmayı hakediyor: “K(omünist) ve d(evrimci) har. kendiliğindenliğe kapılmadan bu durumu aşmaları, sürecin tarihsel ve nesnel (diyalektik materyalist-bn) analizini yaparak teorik, siyasal, ösel (ve pratik) her alandan (ve hepsinin iç içe geçirilerek yeni bir kıvam kazandığı bütünsel) bir çalışma yürütmeleriyle olacaktır. K dev.ci çalışmada, subjektif faaliyetin yükseltilmesi, koşullara boyun eymemeyi, soluklu, uzun süreli bir çalışmayı, bunu fırsatları değerlendiren, yer yer koşulları zorlayan sıçrama yaratacak taktiksel hamlelerle birleştirme, kesinlikle, darlaşma ve içe kapanıklığın yol açtığı sınırlı ve tekil durumları abartma gibi öznel yaklaşımlardan uzak olmalı.”
Bırakalım güncel-dönemsel fırsat ve dinamiklere içinden dönüştürücü ve ileriye çekici pratik k.d. önderlik götürmeyi, bu fırsat ve dinamikleri farketmek ve yönelmek bile gelişkin bir stratejik kavrayışı, raslantısal görüneni bile bu analiz çevçevesinde bir zorunluluk bağlantısı içerisinde ele almayı gerektirir. En ücra ilişkiye kadar her düzeyde ve bütünsel önderlik ise, bu stratejik kavrayış ve yönelimi, siyasal-taktik, ösel, ksal, pratik farklılaşmayı ve kitlelerin içinden etkin konumlanışla bütünleştirmeyi…Ne varki pratik sınıf savaşımı içinde eğitilmeyi ve yoğrulmayı da dolaysızca başa yazacaktır.
Yazıda yukarıdaki prgfda değinilen, eşitsiz gelişme ve sarsıntılar, altüst oluşlar, fırsatlar ve dinamiklerin, somut olarak olabildiğince tanımlı hale getirilmesi ve stratejik konseptle birleştirmesi eksiktir. “En büyük tehlike, gerçeklik duygusu yitirildiğinde, olay ve gelişmelerin gerçekçi analizi yapılmadığında ortaya çıkar.” cümlesine gelince, anlamak ve katılmakla birlikte, devrimci gerçeklik duygusu (aslolan somut olarak kavramak ve değiştirmektir) ve devrimci gerçekçi vurgularında yarar var. Burada bir yandan “orta sınıflar bile başka bir dünya mümkün diyor, latin amerikada şunlar oluyor…” gibi oldukça sistemsiz ve yüzeysel yaklaşımlar yerine bunların her birinin gelecek açısından, iç dinamikleri ve çelişkileri açısından analizini yapmak, diğer yandan da “krizde gelecekte gerçekleşmesi olası bir hafifleme, rejim krizinin çözülmesi adına içinden geçmekte olduğumuz süreçteki sarsıntı ve iç çelişkilerinin üzerinden atlayarak barışçıl gelişme” hayaline kapılmamak, dev. stratejik analiz ve kavrayışı, adım adım kitlelerin içinden daha savaşımcı bir pozisyon ve önderlik pratiği ile bütünleştirmeye geçmek gerekir.
(Can/Teo)