“BÜYÜK DÖNÜŞÜM” Yazısı (Nisan 2006)
Sosyo-ekonomik yapı üzerine, emperyalizm, bağımlılık ve sömürü ilişkileri, toplumsal gelişme düzeyleri, tarihsel süreçlerle ilgili Birikim, Radikal, Birgün, Doğu-Batı, Hümanite ve Özgürlük Dünyası, İmparatorluk (A. Negri), kaynaklarından derlenip yorumlanan notlar:
Kuruluşla birlikte emperyalizme bağımlı yarısömürge ülkeler kategorisi içerisinde yer alan Türkiye’nin görece ileri kapitalist gelişme düzeyine sahip bir ülke olduğu tespiti yapıldı. Bu tespit, daha sonra orta düzey kapitalist gelişme biçiminde tanımlandı. Ülkemizin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin bu belirleme, proletaryanın nicel gelişmişliğini, emek-sermaye çelişkisinin de görece daha belirgin ve ileri düzeyde oluşunu ifade etmekte, d.mimizin antiemperyalist demokratik nitelikteki görevlerinin belirleyici olduğu aşamada dahi proletaryanın dev. hegemon fiili önderlik rolünü, sosyalizme kesintisiz, duraksamadan ve hızlı geçişin maddi ekonomik, toplumsal temellerinin bulunduğunu göstermekteydi. “1980’’de açıklanan, aynı zamanda programatik bir içerik de taşıyan Platformda yer alan bu görüşlerimiz, Maocu “yeni demokrasi” görüşünün ideo-teorik bir eleştirisi idi ve Maoculuktan kopamayıp halkçı demokratizm sınırları içerisinde kalan küçük burjuva oportünist d.ci akımlarla da ayrımımızı belirleyen ekseni oluşturuyordu.
Kürümsel (örgütsel-nba) çalışmanın alan ve bölgeleri, hegemonya ve ittifaklar, d.in izleyeceği yol, stratejik görevlerin bütünü, sosyoekonomik, siyasal yapıyla ilgili gerçekleştirilen bu çözümleme ve tespitlere uygun olarak belirlendi ve yürütüldü.
Türkiye kapitalizminin yarı-sömürge ve bağımlı birçok diğer ülkeye göre ileri oluşunu ifade eden orta düzey kapitalist gelişmişlik tespitine, sosyalist nitelikteki iktisadi görevlerin kapsamının genişliğine ve proletaryanın dev.de fiili hegemonya rolünü oynayabilecek bir konum ve niceliksel güce de sahip olmasına karşın d.mimizin anti-emperyalist demokratik aşamada oluşunu zorunlu kılan etmenler daha ağır basmaktaydı ve belirleyiciydi. Bunlar nelerdi?
Ekonomik düzeyde çözülmüş, çok sınırlı ve dar bir alanda ve kapitalist üretim ilişkileriyle içiçe geçerek varlığını sürdüren, bununla birlikte sosyo-kültürel ve siyasal alanlardaki etkisi tarihsel güç ve nüfuza dayalı ilişkilerle çok daha fazla ve yaygın olan feodal kalıntıların varlığı; küçük işletmelerin, özellikle kırsal alanda küçük üretimin yaygın ve egemen oluşu, köylü nüfusun yoğunluğu; rejimin niteliği açısından da ayrı bir öneme sahip temel nitelikte bir sorun olarak ezilen ulus, Kü ulusal sorununun varlığı; dinsel-mezhepsel ayrım ve baskıların sürüyor oluşu; Cumhuriyet öncesinde ve Cumhuriyetle birlikte cılız burjuva demokratik reform adımlarını ileri götürmeyen, imparatorluk geçmişine sahip olup Osmanlı devlet despotizmini miras alan devletin gerici buyurgan ve f.st niteliği. 1940’lardan itibaren f.st bir temelde örgütlenen devletin dönemsel farklılıklar olsa da bu niteliğini koruyarak özellikle her d.ci kalkışma ve sonrasında pekiştirmesi. Tarihi, sosyo-kültürel, siyasal gericilik birikiminin toplumsal düzeyde de yoğun ve yaygın olması. Başta ABD olmak üzere emperyalizme ekonomik, siyasi, askeri bağımlılık. NATO eksenli ve Sovyetleri kuşatma stratejisi üzerine kurulan politikanın dış politikayı olduğu gibi iç politikayı ve ülke içi koşulları da belirlemesi… Bu nesnel ekonomik, toplumsal durum, tarihi ve siyasi gerçeklik, d.mimizin içerisinde bulunduğu antiemperyalist demokratik halk d.mi aşamasının, stratejik görevlerin bu aşamaya uygun kapsam ve niteliğini göstermekte ve belirlemekteydi.
Nitekim, Türkiye’nin siyasal sınıf mücadelesi tarihine bakıldığında, ‘60’ların sonlarından itibaren daha açık, ’74 sonrasında azımsanmayacak bir kitlesellik kazanan kom.st ve d.ci demokratik mücadeleler, işçi ve emekçilerin mücadeleleri, ilerici aydın hareketleri, öğrenci gençlik eylemleri, ’84’ten sonra sıçrama yapan Kü ulusal d.ci mücadelesi, d.mimizin içerisinde bulunduğu aşamanın nitelik ve karakterine uygun, onu yansıtan mücadeleler olmuştur. D.ci siyasal tarihimizin halk kitlelerinin içerisinde yer aldığı iki büyük mücadelesi, ‘70’li yılların antifaşist halk hareketi ve ‘80’lerin ortasında başlayıp ‘90’ların başlarında serhıldanlar düzeyine yükselen Kü ulusal d.ci mücadelesidir. Tüm bu süreç boyunca, işçi sınıfının ekonomik eylemleri ile içiçe veya onlarla bağlantılı gelişen politik nitelikteki istem ve eylemleri de f.min cenderesini kırmaya dönük, demokratik hak ve özgürlük mücadelesi kapsamındaki sınıf eylemleri olarak gerçekleşti.
Parti ve ö.ler açısından da, Türkiye d.minin içerisinde bulunduğu aşamanın stratejik görevlerine uygun konumlanma veya konumlanmama, bu çizgiye uygun bir mücadele pratiği içerisinde olup olmama ve duruş noktası, birincil olarak d.cilikle reformizm ve revizyonizm arasındaki ayrımın konu ve eksenini, aynı zamanda da, proletarya d.ciliği ile küçük burjuva sağ ve sol halkçı demokratizmle de ayrışma eksenini oluşturmuştur. Birincil ayrım çizgisinde yer alan, nesnel tarihi somut gerçekliğe uygun olmayan sosyalist d.im stratejisini ileri süren parti ve ö.lerin demokratik ve antiemperyalist görevleri ve mücadeleyi yadsıyan, kenarından seyreden, lafazan ve tasfiyeci karakterini de belgeleyen bir siyasal tarihtir bu aynı zamanda. İşçi sınıfını d.ci sınıf mücadelesinin dışında tuttukları gibi, proletaryaya götürdükleri de revizyonist reformist siyaset, sendikalist işçicilik ve bu temelde örgütlemedir.
Halk hareketlerinin ve işçi mücadelelerinin farklı biçimleniş ve boyutlar gösterdiği, iniş ve çıkışların, sıçrama ve duraksamaların yaşandığı, d.ci yükseliş ve yenilgilerin birbirini izlediği, dünyadaki gelişmelerle birlikte derin savrulma ve tasfiyelerin gerçekleştiği, sınıf mücadelesi alanında her düzeyde büyük boşlukların oluştuğu tüm bu tarihsel dönem boyunca, …. (TİKB-nba), m-l ideolojiye ilkesel bir bağlılıkla proletaryanın sosyalist görevleri doğrultusunda ve nihai amaçla bağını sürekli koruyarak halkçı demokratizmle sınırlarını çekip antiemperyalist demokratik halk d.mini temel alan bir stratejik mücadele çizgisi izledi. Bu, ideolojik-teorik, programatik açıdan son derece doğru ve güçlü bir konumlanıştır. Uluslararası m-l kom.st hareketle, modern revizyonizm ve Maocu revizyonizm arasında yaşanan ayrım ve saflaşmalarla Türkiye’nin sosyoekonomik, tarihsel siyasal yapısına ilişkin konuların birleştiği ve içiçe geçtiği parti, proletaryanın tarihsel rolü, sosyalist ve demokratik görevlerin niteliği, ittifaklar, d.mimizin izleyeceği yol gibi stratejik-programatik konularda ayrım oluşturan ve eksen koyan bir çizgidir .
Tüm bu tarihsel süreç ve dönemler boyunca, küçük kesintiler dışında süreklilik korunmasına, nitelik yönüyle güçlü bir kadrosal yapı oluşturulmasına karşın, bir, kom.st kad.sal gücün büyütülememesi ve kürümsel düzeyde sıçrama yapılamaması; iki, sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketinin kaynaşmasını sağlayacak, çekirdeksel küçük oluşumlar dışında, kalıcı, sürekliliği olan ve genişleyen bağların kurulamamış olması; birbirini de sınırlandıran ve koşullayan bu iki neden başta olmak üzere sınıf mücadelesinin siyasal pratik süreçlerine birleşmiş eksenden etkin politik-pratik müdahalenin yapılamaması, … (TİKB-nba)’nin aşamadığı zaaf ve engeli, gelişiminin en temel sorunu olmuştur. Önderlik düzeyi ve niteliğini gösteren bu durum, sorunun subjektif ve bizim sorumluluğumuzu gösteren yönü itibariyle, Tr d.minin yükselişlerinin güdük kalmasının, kırılma ve yenilgilerinin en büyük nedeni ve açmazı olmuştur. Tarihsel perspektif içerisinde ancak bu görülür ve geçen dönemlere bu açıdan bakılırsa geleceğe farklı bir şekilde yürünebilir.
Bugünkü durumda, ekonomik, toplumsal, politik, kültürel koşullardaki bir dizi değişiklik ve bunların toplamının yeni bir düzeyi ortaya çıkarmasına bağlı olarak d.mimizin içerisinde bulunduğu stratejik aşama değişmiştir. Sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin bugünkü düzey ve biçimlenişleri, stratejik görevlerin kapsam ve nitelikleri, birbirleriyle olan ilişkileri, bir bütün olarak yeni bir strateji içerisinde değerlendirilmelerini, görevlerin de bu temelde belirlenip tanımlanmasını ve buna uygun bir konumlanmayı gerektirmektedir. Türkiye d.minin bugün içerisinde bulunduğu aşama sosyalist d.im aşamasıdır.
Politik-stratejik düzeyde gerçekleşmekte olan değişim, bilinen tarihsel örnekleriyle klasik bir burjuva demokratik d.im veya demokratik halk d.mi, ya da bir d.im niteliği ve düzeyi kazanmasa da antif. halk ay.ması gibi bir biçimlenişle halkın özgürlük ve demokrasi savaşımlarının doğrudan bir sonucu olarak siyasal ve toplumsal hak ve özgürlüklerin kazanılması biçiminde gerçekleşen gelişmelerin sonucu değildir. Böylesi durumlardan doğmamaktadır. Son belirtilenle bağ da kurarak irdelersek, her ikisi de yenilgi ve sonrasında da çözülme yaşamakla birlikte, rejim ve yönetememe krizlerinin d.ci öğeleri olarak anti-faşist halk hareketi ve Kü ulusal d.ci mücadelesinin siyasal tarihsel basıncının da içerisinde yer aldığı bir dizi iç ve dış, ekonomik, politik, toplumsal, kültürel gelişme ve değişikliklerin sonucu olarak ortaya çıkan, bunların toplamından doğan bir durum ve değişmedir. Tek ya da bir-iki etkene, zamansal olarak da kısa bir süreye, son döneme (AB sürecine) bağlı değildir. Tedrici olarak gerçekleşen, birçok etkenin içerisinde yer aldığı bir sürecin sonucudur. Bununla birlikte, Türkiye’de rejim değişimi yönündeki gelişimin devindirici ve stratejik olarak yön veren unsuru, emperyalist mali sermaye ve tekellerin ve Türkiye işbirlikçi tekelci kapitalistlerinin günümüzdeki gereksinim ve çıkarlarına göre oluşturulmuş neo-liberal ekonomi ve siyasettir.
DEĞİŞİMİN EKONOMİK TEMELİ: Emperyalist Kapitalist Dünya Ekonomik Sisteminin İç Dönüşümü
Emperyalist kapitalist dünya ekonomik sistemi, kar oranlarındaki düşme eğiliminin hız kazandığı, tetikleyici kriz öğelerinin çoğaldığı, sermaye birikim süreçlerinin yavaşladığı, kapitalizmin genel krizini ağırlaştırıcı gelişmeler sonrasında, sürdürülemez hale gelen önceki birikim modelinin de terk edildiği ekonomik, politik, toplumsal, kültürel her düzeyde ve bütün alanları kaplayan yeniden yapılanma biçimiyle bir dizi değişiklik geçirmektedir. Bu değişiklik, basitçe sermaye birikim modeli değişikliği ve üretim teknolojilerindeki gelişmelerden ibaret değildir. Üretim araçlarında ve üretici güçlerin bütününü de kapsayan devrimsel bir değişiklik olmaktadır. Üretim yeni bir temelde örgütlenmekte, yeni üretim dalları ve emek türleri ortaya çıkmakta, emeğin yapı ve bileşiminde proletaryanın sınıf yapısını etkileyen ve yeniden tanımlamayı gerektiren değişiklikler gerçekleşmektedir. Yeni sektörler ortaya çıkmakta, sektörler arası ilişkiler yeniden yeni bir biçimde kurulmaktadır. Sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesi çok daha geniş bir temelde, küresel düzeyde hiçbir sınır tanımadan gerçekleşmekte, farklı sermaye türlerinin içiçe geçmesi ve kaynaşması daha üst düzeyde olmaktadır. Küresel ölçekte faaliyet gösteren tekeller olduğu gibi, tekeller arasında üst düzey birleşmeler gerçekleşmektedir. Ekonomik ve AB gibi ekonomik ve politik kaynaşmayı içeren ülkeler arası üst kapitalist birlik oluşumları çıkmaktadır ortaya. Sermaye birikiminin küresel ölçeklerde genişleyen temeli üzerinde daha girift bir nitelik kazanmasıyla, çeşitlenmiş ve öncekinden farklılıklar taşıyan uluslararası işbölümü koşullarındaki değişmelerle birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkileri de öncekinden farklı yeni biçimlenişler kazanmaktadır. Ekonomik temeldeki bu değişimleri bütünleyen siyasal, sosyal, kültürel yapı değişimleriyle birlikte, en geniş içerimi ile kapitalist üretim ilişkileri değişimi olarak gerçekleşen kapsamlı bir iç dönüşümdür bu. Önceki birikim modelinin sistemi tıkayıcı hale gelmesi ve sürdürülemez oluşuyla iktisat politikalarında paradigmatik bir değişimi zorunlu kılan bir süreçtir bu aynı zamanda.
Emperyalist kapitalist ekonomiler, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonrasında, savaşın yarattığı yıkım üzerinden nispi istikrarlı bir büyüme sürecine girdiler. Avrupa’nın onarılması ve ekonomilerin yeniden canlandırılmasını içeren Marshall Yardım Planı uygulandı. Standart kitlesel üretimle kapitalist üretim ve pazarın büyüme ve genişlemesi sağlandı. Yirmibeş yıl kadar süren, toplumların savaş sonrası beklentilerine karşılık gelen, tüketim malları üretimi vb. ile “pop çağı”nı da ortaya çıkaran ekonomideki bu yükseliş dönemi, ‘60’ların sonlarına gelindiğinde tökezlemeye başladı. Nispeten hızlı ve istikrarlı bir büyüme ve gelişme gösteren emperyalist kapitalist dünya ekonomileri, ‘60’ların sonlarından itibaren bu büyüme trendini koruyamadığı gibi, izlenegelen ekonomik politikalar, krizleri tetikleyen etkenlere dönüştü. Kriz aralıkları sıklaştı. Ülke ekonomileri ve emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin bütününde enflasyon artışı, bütçe açıkları, borçlarda artış vb. ile kendisini gösteren makro dengelerdeki bozulma sonucu ortaya çıkan hassas bağımlılık koşullarında tek bir etkenin dahi tetikleyici olması, (maliyetlerde büyük bir artışa yol açan ’74 petrol krizi, sonraki finansal krizler) yeni ve daha büyük krizlere yol açıyordu. Enflasyonist ve bütçe açığına dayanan politika, standart kitlesel tüketim malları üretiminin pazarda emilimini kolaylaştırıp hızlandırıyordu. Bu da kapitalist ekonomilerin nispeten daha hızlı büyümesini sağlamaktaydı. İzlenegelen bu iktisadi politika ile savaş kıtlığından çıkan kitlelerin beklentisine de bir yanıt oluşturulduğu gibi, savaşın ardından hızlı bir büyüme sürecine girmiş sosyalizmin (1949’da bir Sovyet çelik işçisinin durumu Amerikan çelik işçisinin durumundan iyiydi) baskısı ve gelişen işçi sınıfı hareketinin istem ve mücadeleleri de sınırlandırılıp dengeleniyordu. 1960’lı ve ‘70’li yıllarda, sosyal demokrasinin uzun süreli hükümet olduğu yeni Avrupa’da burjuva demokrasisine de temel oluşturan siyasi sosyal dengelere olanak sağlayan, bu iktisadi koşullardı. Bütçe açığına dayalı politikalarla kapitalist sınıfa dolaylı ve doğrudan kredi, teşvik vb. biçimlerle kaynak transferi de sağlanmaktaydı.
Yüksek enflasyona, bütçe açıklarına ve borçlanmaya dayalı büyüme modeli, tek tek her bir ülke ekonomisinde ve bir bütün olarak emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin çevriminde makro dengelerin bozulmasıyla sürdürülemez hale geldi. ’70-‘80’li yıllar, kriz aralıklarının sıklaşmasıyla da karakterize olan, çalkantılı bir dönemi gösterir. Yeniden yapılanmanın ilk arayış ve yönelimleri de görülür bu dönemde.
Tüketim mallarının kitlesel üretimine süreklilik ve ivme kazandıran, karşılığı olmayan bir alım gücü artışı ve istihdam artışı sağlayan (hizmet sektörünün hızla büyümesi vb.) enflasyon, pazarı genişletmenin ve daha çok artı-değer elde etmenin bir aracıyken, piyasa dengelerini bozucu, istikrarsızlaştıran ve sermayenin değerini azaltıcı bir işleve büründü. Standart kitlesel ürünlere ABD ve Avrupa’daki talep sürmekle birlikte, talepteki hız ve büyüklük görece düşmekteydi. Bütçe açıkları süreklileşmiş, kapatılabilirlik sınırlarının ötesine geçmekteydi. Özellikle yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerden artı-değer çekmenin biçimi olan sanayi-tarım ülkeleri bölünmesi ile oluşan dış ticaret açıklarının büyüttüğü ödenemeyen borçların yeni borçlarla ödenmesi ve giderek borçların faizlerinin dahi ödenemez hale gelmeye başlaması, sistem için bir başka tıkanma noktasını oluşturdu. Bu sorunların bir ya da birkaç yarı-sömürge ve bağımlı ülkeyle ya da sadece yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerle sınırlı olmayıp emperyalist ülkeleri de kapsayan, emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin bütününü etkileyen, makro dengeleri bozucu niteliği, sorunu sistemsel hale getirdi. Kapitalist ekonomilerin kendi içindeki gelişim dengesizliklerinin de tetiklediği, sıklaşan krizlere yol açtı; kapitalizmin genel krizini ağırlaştıran bir etkide bulundu. Genişletilmiş yeniden üretime dayalı büyüme geriledi, sürdürülemez hale geldi. Üretim araçlarının üretildiği I. Kesimle, tüketim araçlarının üretildiği II. Kesim arasındaki üretimsel denge koptu. I. Kesimin kendi içindeki gelişimi ve büyümesi, askeri teknolojiler dışında neredeyse durdu. II. Kesimin kendi içerisinde olabildiğince genişletilmesi, hizmet sektörünün tek yanlı, hormonlu büyütülmesi, askeri sanayi ve harcamaların devasa düzeye çıkarılması, daha çok borçlandırma ve borçlanma vb.ne dayalı yapay büyüme modelleri (ki bunlar aynı zamanda krizleri yaymanın, ertelemenin, şiddetini düşürmenin yöntemleriydi) de sürdürülemez hale gelince, banka ve finans oyunlarıyla paradan para kazanmanın, birikmiş artı-değerin yağmalanmasının öne geçtiği, üretici güçlerin bir bölümünün tahrip ve tasfiye edildiği (sektörel düzeyde tekelci birleşme ve yutmalarla; yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerdeki karlı fabrika ve işletmelerin kelepir fiyatına satın alınması, diğerlerinin kapatılması –özelleştirme- biçimiyle) bir döneme geçildi.
Bu, Türkiye gibi ülkelerde devasa borçlar ve üretim teknolojilerinin geri düzeyde oluşu nedeniyle daha ağır yaşanan ve sürmekte olan, faturanın emekçi halka kesildiği bir süreçtir. Banka-sanayi-ticaret arasındaki kapitalist sistemin iç mekanizmalarını düzenleyen dengeler bütünüyle bozulmuştur. Kredi faizlerinin yüksekliği ile yeni yatırımlar yapılmadığı gibi, sanayicilikleri ile ünlü işbirlikçi tekelci kapitalistlerin dahi karlarının büyük kısmını tefecilikten kazandıkları bir dönemdir bu. Banka-sanayi birleşmesini gerçekleştirmiş, sektörler düzeyinde birinden ötekine esnek stratejilerle geçiş yapabilen, uluslararası yeni işbölümüne uygun uzmanlaşabileceği sektörlerde yoğunlaşan, emperyalist tekellerle ülke ve bölge pazarlarına yönelik ortaklıklar kurabilen işbirlikçi tekelci kapitalistler ancak ayakta kalıp büyüyebilmektedirler. Halkın yastık altı paraları, emeklilik ikramiyeleri, kara günler için ayırdıkları paralar, önce bankerler, sonra gecekondu bankalar ve şirketlerin halka açılması (ki bunu en fazla ve en büyük miktarlarda yapan faizi haram sayıp kar ortaklığı biçimiyle milyarlarca mark toplayan İslami holdinglerdi) biçimleriyle yağmalandı. Sermayeye duyulan gereksinim arttıkça en küçük servet kırıntılarına dahi açgözlü bir saldırganlıkla yönelindi. Bunun için din de kullanıldı, mafya da. Kara para ve “kayıtdışılık”, ekonominin ayrılmaz ve büyüyen parçaları haline geldi.
Ülkelere göre 5-10 yıllık farklar olsa da, ‘80’lere damgasını vuran ekonomik politikalar ve görünüm budur. Tekrar geriye, ’60 ve ‘70’li yıllara dönecek olursak, emperyalist kapitalist sistemde sıkışma yaratan, genel krizini ağırlaştırıcı bir başka etken de şudur: Belirtilen dönemde, işçi emekçi mücadeleleri, grev ve direnişler arttı; ulusal ve demokratik kurtuluş savaşımları yükselişe geçti. İşçi ve emekçilerin grev ve direnişlerindeki yaygınlaşma, süreklilik kazanmaları, genel grevler, toplumsal ve sınıfsal muhalefetin büyüyerek kimi ülkelerde daha üst d.ci biçimler düzeyine çıkması, elde edilen ekonomik, sosyal, siyasal kazanımlar, egemen sınıfların krizleri atlatmalarını sağlayacak programları uygulamalarını güçleştirdiği gibi, krizleri ağırlaştıran karşı bir etkide de bulunmaktaydı. Büyük fabrika ve işletmelerin öncü rol oynadığı grevlerin toplam sayısında, süre ve katılımda büyük bir artış vardı. Genel grev ve politik grevler çoğalmaktaydı. Kimi ülkelerde krize d.ci müdahale ve çözüm olanaklarının arttığı d.ci durumlar da çıkıyordu ortaya. Büyük d.ci sıçramalar gerçekleştirilemese de, o dönemdeki mücadeleler kapitalist sömürünün büyütülmesini engelleyici, sistemin işleyişini zora sokan, acil müdahale programlarının uygulanmasına olanak tanımayan boyutlardaydı.
Nitekim, krizlere acil müdahale programlarının uygulanabilmesi ve yeni bir birikim modeline, emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının büyük ölçüde gaspını ve artı-değer sömürüsünü artırmayı öngören neo-liberal ekonomik programa geçilebilmesi için pek çok ülkede (Latin Amerika, Türkiye) darbeler gerçekleştirildi ya da tedrici yöntemler (‘80’lerin ortalarında İngiltere’yle başladı, Almanya ve Fransa’da halihazırda adım adım uygulanmaya çalışılıyor) uygulandı, uygulanıyor. ‘70’li yıllarda senenin büyük bir bölümü kapitalist üretimi istikrarsızlaştıran, kilitleyen kitlesel grevler ve genel grevlerle geçen İtalya’nın yeni bir KOBİ stratejisi oluşturarak ve üretimin parçalara ayrılarak gerçekleştirildiği yeni üretim modelinin ilk örneklerinden birini -“üçüncü İtalya” diye adlandırılan bölge- ortaya çıkarmış olması da tesadüfi değildir. (Abartıldığı için söyleyelim: “Üçüncü İtalya” diye adlandırılan bölgedeki üretim, sofistike ürünlerin üretilmesine uygun, sınırlı bir modeldir).
Emperyalist kapitalist dünya ekonomik sisteminin kar oranlarında düşüş eğilimindeki artma, sermaye birikim süreçlerinde yavaşlama ve makro ekonomik dengelerin bozulması, pek çok yan ve bağlı sorunu da üreterek emperyalist kapitalist sistem için gitgide büyüyen ve çözüm gerektiren sistemin genel krizini derinleştirici yapısal bir sorun niteliği kazandı. İlk aşamada varolan birikim modeli içerisinde uygulama değişiklikleriyle başlayıp yeni üretim teknolojilerinin geliştirilmesi ve ekonomi politika değişiklikleri ile süreçlerin de bunlara uygun biçimlendirilmesini sağlayacak ekonomik, politik, askeri, felsefi, kültürel toplum mühendisliği uygulamalarıyla dayatılan sistemin iç yapısındaki kapsamlı değişikliklerin ve dönüşümün zorunluluk zemini budur.
İlk gözlenen, daha fazla artı-değer elde etmek, ülke ve bölge pazarlarına girebilmek için Güney Kore, Brezilya gibi ülkelerde sermaye yatırımlarıyla sınai üretimin gerçekleştirilmesi gibi eski biçimin içerisinde bazı değişiklikler olmakla birlikte, emperyalist kapitalist sistemin iç dönüşümüne yol açan asıl büyük değişim, yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması ve bir paket halinde neo-liberal ekonomik politikalara geçilmesiyle, siyasetin de bu temelde biçimlendirilmesiyle oldu. 1980’lerden itibaren ABD’nin başında Ronald Reagan, İngiltere hükümetinin başında da Margaret Thatcher’ın bulunduğu dönemdir bu. İktisadi politikalara damgasını vuran monetarizmdir. Başlangıçta uygulandığı ülkeler ve politika olarak daha sınırlı ve neo-liberal ekonomik politikaların ilk aşaması denebilecek bir uygulama kapsamına sahip iken, f.st darbeler sonrası ortamların ve revizyonist sistemin çökmesinin politik iklimi daha avantajlı hale getirmesiyle ‘90’ların başından itibaren küresel ölçekte hızlı bir açılım gösterdi.
Emperyalist kapitalist sistemdeki iç dönüşümün devindirici unsuru, üretim araçlarındaki gelişmedir. Bilgisayarlı üretimin üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, geçmişte buhar ve elektriğin, makinelerin ve otomasyonun üretimde oynadığı role benzer devrimsel bir sıçrama yaratmıştır. Tasarımın ve üretim süreçlerinin program, kontrol ve denetiminin bilgisayarlarla gerçekleştirilmesi, makinelere buna uygun bir yapı kazandırılıp (CAD/CAM sistemleri) süreçlerin buna göre örgütlenmesi, üretimin teknik bileşiminde, bununla birlikte üretim sürecinde emek bileşiminde köklü bir değişiklik oluşturmaktadır. Makinelerle birlikte üretimde yer alan insanlar (işçiler) üretici güçleri oluştururlar. Üretim araçlarının devinimiyle birlikte üretici güçler bir bütün olarak değişim geçirmektedirler. Üretimin teknik bileşimindeki değişim, emeğin teknik bileşiminde ve emek türlerinin üretim sürecindeki rol ve etkisinde de değişikliklere yol açıyor. Sanayi devriminden bu yana, buhar ve elektriğin sınai üretimde kullanılmaya başlamasından itibaren, makineleşme ve otomasyonun gelişiminin her aşamasında, her yeni buluşla birlikte üretimde kol-beden emeğine duyulan gereksinim gitgide azalmıştır. Daha önce 50-100 işçiyle yapılan bir iş, makinelerle 5-10, hatta daha az sayıda işçiyle kolaylıkla yapılabilir hale geldi. (Buna karşın, kapitalist üretim daha çok artıdeğer elde etmeye endeksli olduğundan, makinelerin gelişimiyle daha az sayıda işçinin çalıştırılmasını öngören süreç düz ve doğrusal bir gelişim göstermez. Ayrıca da kapitalist üretimin genişleyen yapısı, sınıfa yeni katılımların gerçekleşmesiyle toplam işçi sayısını artırır). Bilgisayarların üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, makinelerin rolünü artıran, kol-beden emeğinin rolünü azaltan gelişimi hızlandırmakla birlikte; asıl köklü değişim, donanım ve yazılım programları aracılığıyla AR-GE, tasarım, üretim, kontrol ve denetim süreçlerinin her bir aşaması ve bütününde, kapitaliste, belirleyici ve stratejik bir üstünlük kurma ve üretimi bütünüyle buna uygun yeniden biçimlendirme olanağını da kazandıran üretimin yeni bir temelde örgütlenmesiyle gerçekleşmektedir. Bu, üretimi-işi parçalara ayırıp üretim süreçlerinin de bölünmesi ve birbirinden ayrılmasıyla (fabrika içi-dışı, bir ülkede veya ülkeler arasında) gerçekleştirmenin koşullarını sağladığı gibi, üretim sürecinin üretim öncesi ve sonrasına, pazar süreçlerine bağlanmasının koşul ve olanaklarını da yaratmaktadır. Bununla birlikte, bütünüyle kafa emeğine dayalı veya kafa emeğinin ağırlıkta olduğu yeni bazı emek türleri ortaya çıkmıştır. Bilişim, biyo-teknoloji gibi yeni üretim dalları başta olmak üzere artan rekabetinde hız kazandırdığı yeni üretim ve ürün teknolojilerinin geliştirilmesi zorunluluğu yaratıcı üretken kafa emeğinin artan ve çok sayıda kullanımını getirdi. Yeni buluşlar, bireysel dehaya dayalı emek ürünleri olmaktan çıktı. Mucitler, yüksek nitelikli emek olarak sermayenin kontrolü altına girdiler. Binlerce mühendis ve teknisyenin çalıştığı ar-ge merkezleri kuruldu. Ve bu ar-ge merkezleri, çok yüksek miktarlarda artı-değer üreten merkezler haline geldi. Kafa-kol, kol-kafa emeği bileşimli emek türleri de nispi ve sayısal bir artış göstermekte; ağırlıklı olarak ve büyük ölçüde kol-beden emeğine dayalı vasıfsız veya düşük vasıflı emek türleri, sermayenin küresel ölçekte hareket ve yatırım olanaklarının artmasıyla birlikte, kitlesel bir artış da göstererek değer kaybına uğramaktadır. Sermayenin küresel ölçekte, istediği her ülke ve bölgeye girerek istediği gibi sermaye yatırımında bulunabilmesi, sermaye yatırım alanlarındaki sınırsız genişleme üretimde en çok ve en yaygın biçimde kullanılan orta vasıflılıktaki işgücünün her yerde ve kolaylıkla teminini olanaklı hale getirdi. Milyonlarca ve çığ gibi büyüyen işsizler ordusunun varlığı, işçi sınıfının kendi içerisinde rekabete sokularak işgücü fiyatının daha aşağı çekilmesini mümkün kılar. Kapitalist sınıf her zaman işsizler ordusunu çalışanlara karşı tehdit olarak kullanmıştır. Bu kez geniş ölçekte uygulanan orta vasıflılıktaki işgücünün kendi içerisinde rekabete sokulması ve işgücü fiyatının aşağıya çekilmesidir. İşgücünün fiyatı, ülkelere göre farklılık gösterse de asgari ücret düzeyinde bir eşitlenmeye doğru götürülmektedir. Bütün ücret düzeyleri top yekün ve kademeli olarak düşürülmektedir.(yeni ve özgün işler ve emek türleri kısmen dışındadır bunun.) Emek piyasaları düzensizleştirilip esnekleştirilmiştir. Orta vasıflılıktaki emek, yaygın bulunabilirliği ve yeni üretim teknolojilerinin gelişimi sonucu, az vasıflı bir emek düzeyine inmiştir. Daha nitelikli, yüksek vasıflılıktaki emek türleri (mimar ve mühendisler) hatta yüksek vasıflılıktaki yeni bazı emek türleri (sistem mühendis ve uzmanları) orta vasıflılıktaki emeğe doğru indirilmektedir. Kapitalistlere istedikleri gibi at oynatabilme imkanını kazandıran bu durum, tekelci rekabetin şiddetlenmesiyle de birlikte ücretlerin daha da baskılanmasını getirmektedir. Performans ve üretimin toplam sonucuna göre ücretlendirme biçimiyle yeni bir ücret skalası uygulanmaya başlanmıştır. Emek, teknolojik gelişmelere, kapitalist tekelci rekabetin şiddetlendirdiği piyasalardaki hızlı değişim ve dalgalanmalara aynı hızla ayak uyduracak değişime zorlanırken, emekçiler de kendi içlerinde daha fazla rekabete sokulmakta, hem nispi, hem de mutlak artı-değerin büyütülmesinin yolu da açılmış olmaktadır. (Üretim araçları ve işçiler, üretim güçlerini oluştururlar. Yeni teknolojilerin üretimde kullanımı, üretimin yeni aletlerini kullanacak niteliğe uygun yeni, gelişkin bir işçi yapısını gerektirir. Değişim sadece bilgisayarlı sistemlere, robotsal teknolojilere dayalı yeni üretim aletlerinin kullanımıyla sınırlı değildir; üretim sürecinin her bir parçayı içerecek tarzda bir bütün olarak değişimi, yeni bir temelde örgütlenmesi söz konusudur. Hatta kapsam olarak daha geniştir; iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişimin kullanımıyla birlikte üretim öncesi ve pazar süreçleri, banka fonksiyonları, tek bir sürecin halkaları olarak planlanıp yeniden biçimlendirilmektedir.) Emperyalist ülkelerde sosyal hakların budanması ile başlayan çalışma sürelerinin uzatılması, toplu sözleşmelerde ücret artışı talebinde bulunulmaması baskısı ile süren saldırılarda bu sürecin bir parçasıdır. Sermayenin küresel ölçekte kazanmış olduğu hareket serbestisiyle hemen her bölge ve ülkede sermaye yatırımında bulunabilir oluşunun kazandırdığı üstünlükle işgücü fiyatının sistematik olarak düşürülmesi yoluyla yüksek artı değer elde edilmesi şiddetlenmekte olan tekelci rekabet koşullarında sermaye birikimini sürdürebilmenin, azami kar sağlayabilmenin koşulu haline gelmiştir. Emperyalist ülke ve tekeller, bunu bir strateji haline getirmektedirler. Bunun sonucu olarak kısa süre öncesine kadar yeni üretim dalları, onlara bağlı yan sektörler ve yeni işler emperyalist ülkelerde tutulurken son dönemde bu üretim dalları ve işlerde -cep telefonu, bilgisayar, outsourcing(dış kaynak), servis hizmetleri..- daha fazla artı değer elde edilebilecek olan ülkelere doğru kaymaktadır. Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı da işgücü fiyatının sistematik olarak aşağı çekilmesi saldırısı ile karşı karşıya olduğu gibi, bu ülkelerde istihdam sorunu da giderek büyümektedir.
Üretimdeki yapı değişikliğini ve üretimin yeni bir biçimde örgütlenmesini belirleyen birincil etken, bilgisayarların üretimin teknik temeline yerleştirilmesidir. Bununla birlikte, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler de önemli bir rol oynamaktadır. İletişimin çok hızlı ve anında müdahaleleri mümkün kılabilecek düzeyde yapılabilir hale gelmesi, bilgisayarların iç ve dış her düzeyde birbirine bağlanabilmesi (network, internet ve uydu ağları vb. ile), ulaşımın hızlı, güvenli ve ucuz hale gelmesiyle ürünlerin büyük miktarlarda bir yerden ötekine kolaylıkla taşınabilmesi, üretimin ayrı ayrı yerlerde ve parçalara ayrılarak yapılabilmesini kolaylaştırıcı olmaktadır.
Emperyalist-Kapitalist Dünya Ekonomisinin Derinlemesine ve Genişlemesine Gelişimi. Yeni Sektör Oluşumları. Sermaye Birikim Modellerindeki Değişim.
Emperyalist kapitalist dünya ekonomisi içerisindeki bağımlılık ilişkileri, her alanda ve her düzeyde daha ileri, daha yoğun ve derinleşmiş biçimlenişler göstermektedir. 20. yüzyılın başlarında kapitalizmin emperyalist aşamasına geçilmesiyle birlikte tek bir dünya kapitalist ekonomisi ortaya çıktı ve tek tek her bir ülke, dünya kapitalist ekonomisinin bağımlı bir parçası haline geldi. Günümüzde emperyalist kapitalist dünya ekonomisi içerisindeki bağımlılık ilişkileri, emperyalist ülkeler arasında, emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler arasında, emperyalist tekeller ve tekel grupları arasında, emperyalist ülke tekelleriyle yarı-sömürge ve bağımlı ülke işbirlikçi tekelci kapitalistleri arasındaki ilişkiler, çok daha yoğundur ve içiçe geçmiş biçimler kazanmaktadır. Emperyalist tekelci hegemonya ve eşitsiz gelişim sürerken, uluslararası iş bölümü koşullarında değişiklikler olmakta, ekonomiler arasındaki bağımlılık, içiçe geçişler artmaktadır. Sermaye birikimindeki artış ve toplam sermayedeki büyümeyle birlikte dünya kapitalist ekonomisinin derinlemesine ve genişlemesine gelişimi, sektörel düzeyde ve yeni sektörlerin de eklenmesiyle çok daha girift ve ağsal bir yapı oluşturmaktadır. Güçlü ve yaygın bir mali sermaye örgütlenmesi- banka ve finans şirketleri ağı; emperyalist tekellerin ülke sınırlarını aşarak merkezdeki örgütlenmelerinin yanısıra bölgeler ve çeşitli ülkeler düzeyinde örgütlenmeleri; borsa ağının genişleyip yaygınlaşması- New York, Londra, Tokyo, Frankfurt gibi emperyalist ülkelerdeki borsa merkezlerine yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde kurulan alt borsa merkezlerinin eklenmesi… Bir üretim dalında ve farklı üretim dalları arasında, sanayi, ticaret, bankacılık, madencilik gibi alanlar arasında var olan ilişki ve içiçe geçmelere pek çok yeni alan eklendi. Sektörlerin genişlemesi ve yeni yan sektör oluşumları ve toplam sermayedeki artış sonucu hizmetler alanı genişledi. ‘Hizmetler’, sermayenin, yeni üretim alanları açarak, sektörler oluşturarak kendisini büyütme ve genişletme eğilimine uygun, önceki durumundan farklılaşan bir gelişim ve genişleme gösterdi. Sınai üretimdeki büyüme ve gerilemelere göre genişleyen ya da daralan bir yapıda olmakla birlikte ‘hizmetler’ alanı, genişleyen üretim ve toplam sermayedeki artış sonucu, tümüyle sınai üretime bağımlı olmaktan çıktı. Yan ve yeni sektör oluşumlarıyla çok geniş bir alanda ve çok sayıda büyüklü küçüklü sermaye yatırımlarının yapılıp oluşan artı değere el konulduğu üst bir sektör haline geldi. Farklı iş ve emek türleri, çok geniş ve yaygın bir istihdam ve çalışma biçimleri ortaya çıktı. Yaygın ve çeşitli bir sektörel yapı oluşturan hizmet sektörü, genişletilmiş yeniden üretimin sürdürülebilirliğinde kapitalist ekonomilere nefes yolu açan kilit bir sektör niteliği kazandı. Bu sektör, bir bütün olarak kapitalist üretimi ve kapitalist ekonomiyi genişleten ve büyüten bir rol oynamaktadır. Tarımsal üretimde sermayenin organik bileşimi farklılaştı. Biyo-teknolojideki gelişmeler, tarımsal üretimde yüksek artı-değer üretimini olanaklı kılan yapısal bir değişime yol açtı. Emperyalist ülkeler, en büyük tarımsal ürün ihracatçısı haline geldiler. Son birkaç on yılda sermaye yatırımları, para ve malların dolaşımı görülmedik büyüklüklere ulaştı. İnternet, uydu ağları, e-ticaret dolaşım süreçlerine hız kazandırdı. Genişletilmiş yeniden üretimi küresel ölçeklere genişleterek, sermaye artış ve birikim süreçlerini hızlandırıp büyüten bir rol oynadı. Ürünlerin fabrikadan çıkış süreleri kısaltıldığı gibi, dolaşımda da meta-sermaye olarak atıl kalmasını önleyici tedbirler alındı. (Just in time, sıfır stok vb.) Sanayi, bankacılık, ticaret ve madenciliğin yanı sıra tarım, eğitim, sağlık, turizm, inşaat, ulaşım, iletişim, medya, kültür, eğlence, spor …, her biri sektörel yapı kazanarak ya da sektörel genişleme göstererek tekelci kapitalistlerin sermaye yatırım ve artı-değer üretim alanı haline geldi.
Bu süreçte, sermayenin organik bileşimindeki yükseliş eğilimini frenleyen karşı yönde bazı gelişmeler oldu, oluyor. Sabit sermaye miktarının nispeten düşük olduğu hizmetler alanında nispi ve mutlak daha çok artı değere el koyabilmenin kapıları açıldı. Eğlence, eğitim, sağlık, kültür yüksek ve büyük miktarlarda artı değer üretmenin alanları haline geldiler. Sınai üretimdeki ölçek değişimi, üretimin parçalara ayrılarak yapılmasına geçiş, sermayenin organik bileşimindeki yükselmenin yol açmış olduğu aşırı ısınmayı düşürücü etkide bulundu. Yüksek teknoloji ve onun gerektirdiği nitelikli emekle, orta ve düşük teknoloji gerektiren iş ve emek türlerinin birbirinden ayrılmasıyla gerçekleştirilen üretim, yeni şekliyle kapitaliste, işçilerin kitlesel olarak birlikte davranışıyla ücretlerde toplu ve genel bir yükselişe yol açan eylemini bölme ve geriletme olanağını verdiği gibi, nispi ve mutlak artı değer sömürüsünü her bir düzeyin içerisinde farklı yoğunluk ve bileşimlerle daha fazla gerçekleştirme olanağını da kazandırdı. Hali hazırda karların en yüksek ve büyük miktarlarda olduğu enformasyon sektöründe sabit sermaye miktarı çok düşük olup, toplam sermayenin %10 kadarıdır. Yazılımda, ar-ge, know how gibi doğrudan ve dolayımlı bilgi üretiminin gerçekleştirildiği sektör içi alanlarda, sofistike ve marka özelliğine sahip ürünlerin tasarımında yaratıcı bir üretkenlik içeren yüksek vasıflılıktaki emek türleri kullanılmaktadır. Değişen sermayenin bir parçası olan bu nitelikli emek türleri, yüksek ve büyük miktarlarda artı değer üretme potansiyel ve özelliğine sahiptirler. Bu emek türleri, kapitalist tarafından yüksek ücret ödenerek kiralansa da üretim gerçekleştiğinde elde edilen kar kitlesi muazzam olmaktadır. Üretim ve ürüne ilişkin yeni bilgiler, tasarım üretimi, günümüz üretiminde artı değer üretiminin en yüksek, kar kitlesinin en fazla olduğu kapitalist üretim alanı haline gelmiştir. Büyük tekellerce binlerce emekçinin arı gibi çalıştığı ar-ge merkezleri kurulmakta, üniversitelerde bilimi teknolojiye endeksleyen tekno-parklar oluşturulmaktadır. Yeni olan her bilgi-buluş patentlenmektedir. Büyük tekeller vakıflar aracılığıyla üniversiteler kurmakta, üniversiteler bağımsız ve özgür bilimsel çalışma yürüten kurumlar olma niteliğini tümüyle yitirip karlı işletmeler olabilmek için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Sosyal bilimler, sosyal mühendislik uygulamalarının (projecilik, insan kaynakları yönetimi vb.) aracı kılınmaktadır. Sınai üretimin küresel ölçekte istenilen her yerde ve ucuz iş gücüyle yapılabilir hale gelmesi ve tekeller arası rekabetin artmasının sonucu olarak yeni üretim ve ürün teknolojilerinin araştırma geliştirme ve tasarımı, pazar hakimiyetinin sağlanmasıyla birlikte yüksek artı değer üretmenin, kar kitlesini büyütme ve sürekli kılabilmenin, ayakta kalmanın koşulu olarak günümüz kapitalist üretim stratejisini belirleyen etmen durumundadır. Gerek üretimin örgütlenişindeki, gerekse üretim dalları arasındaki hiyerarşide farklılaşmalar oluşturmaktadır bu. Sadece bilişim gibi yeni sektörler için geçerli değildir bu; gıdadan giyime tüm sektörler için geçerli olan katma değerli üretim, hit kavramıyla marka olmaktır.
Emperyalist ülkeler bugün de birbirlerine büyük miktarlarda sermaye ihraç etmektedirler fakat emperyalist ülkelerden sermaye ihracı en fazla Güneydoğu Asya ülkelerine, en çok da Çin’e olmaktadır. Dünyanın en büyük emperyalist ülkeler ve en büyük tekel grupları arasında toprak bakımından paylaşılmış olmasına karşın sermaye ihracının, sınai üretim ve mal ticaretinin sınırlı olduğu 1960-70’lere kadar olandan farklı bir kapitalist dünya ekonomisi tablosudur bu. Uluslar arası piyasalardaki günlük para dolaşımı trilyon doların üzerindedir. Bilişim, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, sermaye ve malların dolaşım süreçlerini hızlandırıp daha geniş ölçeklere taşıdığı gibi, bankacılık işlemlerinin gelişimi dolaşımdaki atıl para miktarını azaltıp sermaye olarak kullanım olanaklarını çoğalttı.
Bankaların el atmadığı bir alan, bankalardan geçmeyen tek bir işlem yoktur. Bankaları daha işlevsel kılan, sermaye birikimi ve dolaşımı süreçlerindeki rol ve etkisini artıran bir süreçtir bu. Sermayenin en üst düzeyde yoğunlaşıp merkezileşmesinin göstergesi ve sonucudur. Sistemin yapısal krizi derinleştikçe, paradan para kazanmanın imkanları genişledikçe bankalar güç kazanmış, pek çok kapitalist işletme kredi-faiz yükü altında ezilmiş , bankaların eline geçmiştir. Kriz dönemlerinde daha çok ayakta kalabilenler, banka sahibi holdingler olmuştur. Bütün sınai işlemler, borsa ve sigorta işleri, ticari işlemler bankalar aracılığıyla yürütülmektedir. Daha öncesinde de böyle olmakla birlikte bugün bankalar, leasing, factoring , portföy yönetimi vb. oluşturdukları yan kuruluşlar ve pek çok yöntemle tüm bu alanların içine girmekte, bilfiil yönetmekte , fonksiyonlarının bir parçası haline getirmekte, kendisine eklemlemekte ve ele geçirmektedirler. Değişmeyen sermaye gibi ücretlerden oluşan değişen sermayenin de dolaşım sürecinde atıl kalma süresinin kısaltılarak sermaye olarak kullanımı- ücretlerin bankalar aracılığıyla ödenmesi, kredi kartı uygulamaları hem bu amaçla, hem de pazarın genişletilmesi amacıyla yapılmakta, bunun için banka önlerine işporta tezgahları açılıp kredi kartı dağıtılmaktadır- gerçekleştirilmekte, kara parayı aklayıcı örtük ve açık yöntemler, en küçük servet birikimine el koymanın en hilekar ve haydutça biçimleri bankalarca uygulanmaktadır. Tarihin gördüğü ve göreceği en büyük haydutlardır bankalar. Son yirmi yılın tarihi, bankaların tarihidir. Bankaların , bankaları ve kendi dışında ne varsa yuttuğu bir tarihtir. Ve bu bize mali sermaye hakimiyetinin ulaştığı düzeyi, yanı sıra da kapitalizmin geldiği en son noktayı açıklamaktadır.
Emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin derinlemesine ve genişlemesine olan bu gelişimi, sermayenin demografik dağılım tablosunu da değiştirmektedir. Sermaye çeşitli düzey ve bileşimlerle kıtasal ve bölgesel düzeyde, bölgeler, ülkeler, ülke içi alt bölgelerde çok daha geniş bir coğrafyada dağılım göstermektedir. Sınai üretim çok daha geniş bir coğrafyada ve çok daha büyük miktarlarda gerçekleştirilmektedir. Banka, sanayi, ticaret ağları, küresel ölçekte, girilmedik tek bir arazi parçası (Afrika kıtasının bugünkü durumunda kapitalist birikime elverişsiz olarak görülüp ölüme terk edilen orta bölgesi dışında) bırakmadan örgütlenmektedir. Kar oranlarındaki düşüş ve sermaye birikim süreçlerindeki yavaşlama sonrasında sermaye birikimine yeni bir ivme kazandırabilmek için sermaye yatırım ve artı-değer üretim alanları, bütün bölgeleri kapsayacak biçimde genişletilmiş, en küçük servet birikimleri , dolaşımdaki paralar, banka ve sanayi sermayesinin bir parçası haline getirilmiştir. Para dolaşımı saniyeler düzeyine indirilirken, mal dolaşımı da birbirinden çok uzak bölgeler arasında dahi kısa sürede ve kesintisiz olarak yapılabilir hale gelmiştir. Dünyanın neresinde olursa olsun artı-değer üretme potansiyeli taşıyan her iş, sermaye birikimi sürecine dahil edilmektedir. Bundaki amaç, kendi başına toplam üretim ve ticaret hacminin artırılması değildir; kapitalist üretim artı-değer üretimidir, amaçta artı-değerin toplam kitlesini büyütmektir. Toplam toplumsal üretimdeki artışla birlikte toplam artı değer kitlesi ve toplam sermaye de büyümektedir. Büyüyen artı-değerin toplam kitlesi, emperyalist-kapitalist dünya ekonomisindeki eşitsiz ve hiyerarşik gelişim ve yüksek tekelci hakimiyetin sonucu, büyük bölümü, doğrudan ve dolaylı emperyalist tekellere akacak bir dağılım göstermektedir.
Bugün uygulanmakta olan, mali sermayeye tam bir hareket serbestisi ve sömürüyü derinleştirme olanağını kazandıran neo-liberal iktisat politikalarıdır. ‘sıkı para’, ‘denk bütçe’, ‘düşük enflasyon’, ‘borç ve faizlerin geri ödenebilirliği’, ‘gümrüklerin indirilmesi’, ‘sürdürülebilir kalkınma’, son 25 yılda duymaya çok alıştığımız neo-liberal iktisat siyasetinin temel kavramlarıdır. Bu kavramlar üzerinden ekonomi politik istatistikleştirilip, kendileri de istatistiki bir öge olarak görülen emekçi sınıflar üzerindeki sömürü ağırlaştırılmıştır. Yeni iktisat politikalarına uygun olarak emperyalist ülkeler, kendi aralarında çeşitli anlaşmalar yaparken, küresel ölçekte bozma, yıkma ve yeniden yapılandırmanın planlayıcı,düzenleyici ve denetleyen kurumları IMF, DB, DTÖ’dür. Bu baş aktörler, sadece ekonomilerin değil dolayımın da siyasetinde belirleyicisidirler. Bunlar tarafından yarı-sömürge ve bağımlı ülkelere dayatılan birinci koşul, borç ve faizlerin geri ödenebilir hale getirilmesi; ikincisi, emperyalist ülke ve tekellerin sermaye ve mal girişlerinin engelsiz yapılabilir hale gelmesi için tüm koşulların elverişli kılınmasıdır. Özelleştirme yağma ve yıkımları, ücretler düşürülürken emekçilerin ödediği vergilerin yükseltilmesi, iç pazarın daraltılarak üretilen malların büyük bölümünün ihracı bunun için gerçekleştirilmekte, emperyalist tekellerin, sermaye ve mallarının yatırım, dolaşım ve birikim süreçlerinin önündeki tıkanma bu yolla açılmaktadır. Bu politikaların uygulandığı bizim gibi ülkelerdeki sonuçları ise, artı-değer sömürüsünün şiddetlenmesi, işsizliğin büyümesi, köylülük başta olmak üzere küçük üreticilerin yıkımı, iç pazarla sınırlı üretim yapıp ‘ihracata dayalı sanayileşme’ olarak tanımlanan yeni modele geçiş yaparak entegrasyon sağlayamayan burjuva kesimlerin krize girmesi ve tasfiyesi olmaktadır.
Para, mal ve hizmetlerin hiçbir engele takılmadan serbest ve hızlı dolaşımı , neo-liberal siyasetin de temelini oluşturur. Sermaye birikiminin kesintisiz sürdürülebilmesi , neo- liberal ekonomiye dayalı makro dengelerin kurulabilmesi sermaye, mal ve hizmetlerin akışkanlığına bağlıdır. Pek çok ekonomik dayatmayla birlikte, tek tek ülkelere uygulanan siyasi dayatmalar, askeri tehdit ve müdahaleler, başını ABD emperyalizminin çektiği, dünya siyasetinin merkezi olarak yeniden düzenlenmesi ve geliştirilen yeni askeri stratejiler, saldırgan neo-liberal ekonomi politikanın uzantısıdırlar. Yerel, özgül durumlarla sınırlı ya da gelip geçici , rastlantısal olgular değil emperyalizmin yeni ekonomi politikasına uygun bir siyaset tarzı ve bu siyaset tarzına uygun olarak gelişen bir askersel stratejidir.
Tarihsel gelişimi itibariyle kapitalist sömürgecilik döneminden başlayarak, sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelere mal ticaretiyle liman kentlerinden giren ve madenleri ele geçirmek için sınırlı bir yatırım yapan emperyalizm çağına geçilmesiyle birlikte mali sermaye niteliği kazanan kapitalist sermaye, bu yeni niteliği içerisinde görülmedik bir büyüme, merkezileşme ve yoğunlaşma göstererek üst tekelci birlik oluşumları ve devletlerarasında üst kapitalist birlik oluşumlarını ortaya çıkartmaktadır. Ülke sınırlarını aşmış uluslar arası düzeyde faaliyet gösteren bir tekel uluslararası düzeyde faaliyet gösteren bir başka tekelle birleşmektedir.(otomotivde..) tekeller arasında kartel oluşumlarını ortaya çıkartan anlaşmalar, devletlerarası ticari ve kapsamlı ekonomik anlaşmalarla, gümrük birlikleriyle yeni bir düzeye geçmekte, ekonomik pazar birliği, siyasal pakt oluşumları ve üst siyasal birlik oluşumları gerçekleşmektedir. Emperyalizmin yeni askeri stratejisi, askeri güçlerin konuşlandırılması da mali sermaye ve tekellerin küresel konumlanmasına göre olmaktadır.
ABD emperyalizminin adı verilen yeni askeri stratejisi, mali sermaye ve tekellerin küresel dağılım ve egemenlik alanlarına göre oluşturulmuş, enerji kaynakları ve geçiş hatlarının kontrol ve denetimini ve gelecekteki stratejik çatışmalar için yeni üsler oluşturmayı içeren, küresel konumlanma stratejisidir. Bugün ABD emperyalistleri, neo-liberal ekonomi politikalarının karşısında yer alan, küresel ölçekte, her hangi bir bölge ve alanda bu politikaların uygulanmasını engelleyen ya da duraksatan her ülkeye karşı ekonomik, politik, diplomatik, askeri saldırgan bir strateji uygulamakta, baskı, ambargo, tecrit, iç ayaklanma, askeri operasyon ve işgalleri örgütleyip gerçekleştirmektedir. ‘Önleyici savaş’ adı altında ‘terörizmle mücadele’ olarak gösterilerek meşrulaştırılan bu saldırgan strateji, hedef seçilen ülkelerin halklarının bağımsızlık ve egemenlik haklarını hiçe saymaktadır. Bir süredir pişirilen yeni doktrine göre, egemenlikler sınırlandırılmaktadır. Buna göre, hükümetler tarafından iyi yönetilmeyen, ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın yoğun olduğu ülke ve bölgelere müdahale edilecektir.
Emperyalist rekabette ABD’nin tümüyle gerisinde kalmak istemeyen AB emperyalistleri, yeni Anayasalarına ‘terörist saldırı tehditlerine karşı ilk savunma hattının dışarıda kurulması’, ‘önleyici müdahale’ , bunu gerçekleştirecek ‘operasyonel özel askeri birliklerin kurulması’nı geçirmektedirler. Hedefe konulan ve saldırgan askeri politikalara içte destek ve meşruiyet sağlamakta kullanılan ‘terörizm’ ve emperyalist yayılma ve egemenlik politikalarının karşısında duran bir kaç ülkeye boyun eğdirilmesi genel ve ortak çıkarlarına uygun olmakla birlikte, alttan alta gelişen rekabet, emperyalistlerin askeri yönden de birbirlerinden geri kalmama zorunluluğunun ve artık askeri bir güç olmadan dünyanın her hangi bir …..de hegemonya ve egemenlik iddiasında bulunulamayacağının bir kez daha açığa çıkmasıdır.
Emperyalist-Kapitalist Dünya Ekonomisi; Üst Tekelci Kapitalist Birlik Oluşumları; Egemenlik ve Bağımlılık ilişkilerinde Yeni Düzey ve Biçimlenişler; Orta Düzey Kapitalist Gelişim Gösteren Ülkeler
Kapitalist dünya ekonomisi, küresel ölçekte yeniden yapılandırılırken, her bir ülke ekonomisi de dünya kapitalist ekonomisinin bu yeni yapılanmasına uygun olarak yeniden biçimlendirilmektedir. Tek bir dünya kapitalist ekonomisinin ortaya çıkışı yeni değildir; bununla birlikte, öncekinden, ülke ekonomilerinin görece daha az bağlarla birbirine bağlı olup yan yana varolduklarından farklı, bir sektör içerisinde ve sektörler arasında çok daha yoğun içiçe geçme ve birleşmelerin olduğu, ülke ekonomilerinin birbirine çok daha bağımlı hale geldiği ve aralarında hassas bağımlılık ilişkilerinin oluştuğu ve bu ilişkileri düzenleyici ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel çok sayıda kurumunun ortaya çıktığı bir tablo vardır bugün. Sermaye birikimindeki büyüme ve artışın, sınai üretim, bankacılık, ticaret ve tarımın, ortaya çıkan pek çok yeni sektör ve sektörler arası ilişkilerin, kapitalist ülke ekonomilerinin geldikleri düzeyin, üretim, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte oluşturduğu, sistemin sürmekte olan iç dönüşüm sürecini tanımlayan kapitalist dünya ekonomisinin yeni tablosu budur. Bu yeni tablo içerisinde emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin hiyerarşik, eşit olmayan, rekabete dayalı gelişim ilişkileri sürmekte, bununla birlikte bağımlılık düzey ve biçimlenişlerinde değişiklikler, farklılaşmalar olmaktadır.
Sermayenin içsel gelişim eğiliminin ortaya çıkarttığı birikim ve büyümenin ulaştığı düzey, mali sermayenin ulaştığı dev büyüklük ve tekellerin küresel ölçekte dağılımı, etki ve egemenliklerini üst bir boyuta taşımaları, sanayiden bankacılığa, ticaretten tarıma bütün alanlarda üretim ve dolaşımın ulusal sınırları aşarak, bölgesel ve küresel düzeylere doğru genişleyip yeni bir düzleme çıkması, politikayı da, ulusal devlet sınırlarını aşan yeni bir düzleme taşımaktadır. Ulusal ekonomilerin biline gelen, önceki çerçevesi ve onun üzerinde biçimlenen ulus devlet yapısı yeni durumu kapsamakta zorlanmakta, farklı düzey ve biçimlenişlerle en gelişkini AB olan üst kapitalist birlikler ortaya çıkmaktadır. Bugün iki yönelim, emperyalist ülke ve tekellerin ulusal temelli emperyalist genişleme ve hegemonya kurma yönelimi ile, ulaştıkları sermaye, üretim ve pazar büyüklükleriyle, farklı ülkelerin birbirlerine rakip tekellerinin aralarında gerçekleştirdikleri üst birleşme ve yutmalarla uluslararası bir büyüklük ve konumlanma kazanan tekellerin, ulusal ekonomi ve ulusal devlet politikalarının ötesine geçen bir düzleme çıkmaları ve buna uygun üst kapitalist anlaşma ve birlikler oluşturma arayış ve yönelimi, içiçe ve birbiriyle çelişerek sürmektedir. Sermayenin içsel gelişimine bağlı olarak, gelişimin doğrultusu ikinci yönde olmakla birlikte düz bir çizgide değildir bu. Emperyalist ülke ve tekellerin aralarında birlik oluşturma, anlaşma yapma girişiminde olanlar dahi birbirleriyle rekabet halindedirler. Emperyalist ülke ve tekeller arasındaki rekabet ve eşitsiz gelişim artarak sürmektedir. Hemen her ülkede bazı sektörler ve tekeller, uluslararası piyasalarda tekelci rekabete aynı düzeyde hazır değildirler. Gümrük duvarlarının yüksek tutulması, devlet koruma istek ve desteği onların tercihi olmakta, DTÖ ve GATT kararlarından aleyhlerinde olanını açık-örtük yöntemlerle uygulamamaktadırlar. Uluslararası piyasalarda tekeller arasındaki üst düzey rekabet söz konusu olduğunda (ABD ile AB arasında uçak sanayiinde, bütün emperyalistler arasında silah satışlarında vb.) devletin siyasal ve diplomatik bütün olanakları(rüşvet, şantaj) kullanılmaktadır. Ulusal egemenlik temelinde siyasal ve askeri bir yapı olarak biçimlendirilen ulusal devleti aşan üst bir yapının oluşturulabilmesi ve bunun toplumsal kabul görmesi de kolay olmayacaktır. Mali sermaye ve tekellerin üst kapitalist birlikler oluşturma yönelimiyle aynı doğrultuda adımlar geliştirilmeye çalışılsa da nesnel ve tarihsel özellikteki sorun ve çelişkilerin kısa sürede bir çözümü olmayacağı gibi kapitalizm çerçevesinde hiç bir zaman kesin bir çözümü de olmayacaktır. Derin düşmanlık ve ön yargılarla da doldurulmuş olarak ulusal bir çerçevede örgütlenmiş, ekonomik düzeyleri, siyasal yapıları, kültürel şekillenişleri, gelenekleri farklı ulusların oluşturduğu burjuva ulusal devletler ve ulus toplumların aralarındaki bu fark ve çelişkileri kısa dönemde, kolaylıkla ve tümüyle giderebileceklerini düşünmekte yanıltıcı olur. Bazı ülkeler, ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel yapı ve özellikleriyle birbirlerine daha yakın bazıları ise daha uzak, daha gelişkin ya da daha geri olabilirler, üst bir birlik oluşumu ve ayrı uluslardan oluşan halklar arasında tam bir kaynaşmanın ön koşulları, bir; uluslararasında tam hak eşitliğinin olması ve bu eşitliğin geri olanların gelişimine öncelik verecek biçimde bozulması, iki; halkların kendileriyle ilgili kararları özgür iradeleriyle almaları, halkların gönüllü birliğine dayalı olmasıdır. Ve bu sorunun çözümünün tarihsel olduğunun, öyle bir kaç yasa ve kararla (en doğru yasa ve kararlar dahi olsa) halledelemeyeceğininde bilinmesi gerekir. Ekonomik temeldeki eşitsizliklerin giderilmesi ve bunun ihmale gelemezliğinin yanında sorunun siyasal, kültürel, manevi(tarihsel olarak daha gelişkin ve egemen olmuş uluslardaki ulusal üstünlük vb. şovenist duygu ve düşünceler diğer yanda da ezilen ulus duyarlılıkları) bir çok yön ve boyutu bulunduğu gözardı edilemez. AB genişleme sürecinde de mali sermaye ve tekellerin hükümetler ve oligarşik kurumlarıyla aldıkları kararları, güçlü bir burjuva demokratik kültürün olduğu halkların iradesini hiçe sayarak dayatmaları Anayasa referandumlarında geri tepti. Hayır oylarında yönleri ayrı ve birbirinden farklı iki görüş, toplum içerisinde iki eğilim olarak, kısmen iç içede geçip etkin oldu. Genişlemenin toplam ekonomik durumu ve Hollanda, Fransa gibi görece daha iyi durumda olan ülkelerde gelişimi duraksatıcı, geriletici etki yapması, liberal bir Anayasanın ekonomik ve sosyal hak kayıplarını artıracağının görülmesi, halkın demokratik iradesini kullanma hakkının giderek elinden alınmakta olduğunu fark etmeye başlaması, birleşmenin üstün ulus olma konumunu kaybettirmekte olduğu ve tümüyle kaybettireceği yönündeki şovenist korku ve bunun ulusal egemenliği koruma adı altında gerici, milliyetçi, faşist nitelikte, ekonomideki gerilemeleri de arkasına alarak güç kazanan bir eğilim olarak ortaya çıkması, AB genişlemesinin, ilk grup sonrasında birleşmenin dokusal güçlüklerinin daha fazla olduğu bir ülkeler grubuna doğru-emperyalist amaçlarla da hızlandırılmış biçimde kayması- Birliğin vitrine konulan amaçlarında bir sulanmaya yol açtığı gibi, özümleme ve yutma güçlükleri ve kabul sorununu da ortaya çıkardı. Bütün bunlar tekelci sınıf hakimiyetine dayalı, ulusal üstünlük ve egemenlikle diğer kutbunda ezilen ve sömürülen ulus olma konumunun üstü örtük sürdürüldüğü kozmopolit çözümlerin sorunu nihai olarak çözmeyip tekrar tekrar üretmeye aday olduğunu gösteriyor. Ulusların tam hak eşitliğini temel ilke olarak benimseyen, tarihin gördüğü en ileri çözüm düzeyine ulaşmış olan halkların sosyalizmin inşası ve anayurdun savunulması süreçlerinde kardeşleştikleri Sovyetler Birliği deneyimi de, eşitsizliklerin her yönden ve bütünüyle henüz giderilememiş olduğu koşullarda ve izleyen revizyonist kapitalist geri dönüşle birlikte bu eşitsizlik ve düşmanlıkların hızla derinleşerek, ulusların tekrar birbirlerini boğazlamalarına kadar gitmesi, ulusal sorunların çözüm güçlüğünü göstermektedir. Bununla birlikte ulusal sorunların çözümü için, siyasal eşitlik, demokratik kaynaşma ve ekonomik olarak daha geri olanın gelişimine gösterilen özenle, tüm bir sosyalizm dönemi boyunca gelişmişlik düzeyleri ve özellikleri birbirinden çok farklı halkların dostluk içerisinde bir arada yaşamış olmalarıyla tarihsel olarak yaratılmış bu en ileri örnekten ilerlemekten başka bir çözüm yoktur.
Üst tekelci kapitalist birlik oluşumları, AB gibi, mali sermaye ve tekellerin, varolan ulusal devletlerin üstünde konfederal, federal nitelikte yeni devlet yapılanmaları olsa dahi bu birleşme ve anlaşmalar, Kautskist barışçıl bir ‘ultra-emperyalizm’ olmayacak, birlik oluşumları içerisinde yer alan devletler, mali sermaye ve tekel grupları, birlik içerisinde yer almayan başka emperyalist ülke ve tekel gruplarıyla ve kendi aralarında rekabet ve mücadele içerisinde olacaklar, bu rekabet yer yer şiddetlenerek, yeni bölünme ve saflaşmalarda yaratarak sürecektir. Tekelci gelişim, rekabet koşulları içerisinde ve onunla çelişerek varolabilir. Kapitalist özel mülkiyet ve rekabetin yol açtığı eşitsiz gelişim, tekelleşmeyle birlikte, geçici anlaşma ve uzlaşmalar olsa da tekeller arasındaki rekabeti eskisinden de çok şiddetlendirir. Emperyalist ülkeler ve tekel grupları arasında yeni çatışma ve savaşlar kaçınılmaz hale gelir. Lenin’in çözümlemesi bugünde ‘somut bir ekonomik durum’ olarak geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış olan ulus devletler, tarihsel ömürlerini henüz doldurmuş değillerdir. Ulusal devlet, salt ve basitçe ekonomik bir birlikte değildir. Tekelci devlet kapitalizmi düzeyine çıkılmasıyla mali oligarşinin elinde çok daha güçlü bir silah haline gelen devleti her yönden ve çok daha etkin kullanmanın olanağına sahip bir ülkenin burjuvalarının ondan kolaylıkla vazgeçmeyecekleri de açıktır. Bununla birlikte, ulusal devletlerin etki ve güç kaybına uğramaları, tarihsel olarak sonlanmaya doğru gitmeleri ancak uzun vadeli bir eğilim olduğu gibi, bu onlarla birlikte kapitalizmin de etki ve güç kaybına uğraması, sona ermesi anlamına gelmez. Sermayenin içsel gelişimine, sermaye birikim ve yoğunlaşmasındaki artışa bağlı olarak nasıl tekelleşme ortaya çıkmışsa ve tekeller, bölgesel ve dünya çapında bir hakimiyet kurmaya yönelmekteyseler, üst tekelci kapitalist birlik oluşumlarının da artık dar gelen ulusal çerçevenin dışına çıkarak üst bir devlet oluşumuna gitmeleri, karşıtını da içinde taşıyarak gelişen bir süreçtir. Devlet düzeyinde ortaya çıkan ve çıkabilecek olan bu oluşumlar, üretimin ve emeğin daha üst düzeyde toplumsallaşmasını ve merkezileşmesini ortaya çıkartır, komünizm için daha elverişli bir maddi temel de oluştururlar.
Ekonomik, mali ve askeri yönlerden en güçlü olanın dahi kazanmasının kolay olmayacağı ve faturasının kendileri içinde çok ağır olacağı, ardından ayaklanma ve devrim tehditleriyle karşı karşıya kalabilecekleri yeni bir dünya savaşını şu ya da bu emperyalistin kolaylıkla göze alamayacağı söylenebilir. Buna karşın, yeni bir emperyalist savaşı önlemek, emperyalistler arası savaşa yol açan yeniden paylaşım mücadelelerini ve temelde yatan ekonomik etkeni görmezden gelerek değil onun varlığını bilerek ve devrim tehditini büyüterek olabilir ancak. Ki 2. Emperyalist paylaşım savaşından bu yana arkalarında emperyalistlerin olduğu irili ufaklı çok sayıda savaş ve çatışma olmuştur ve bunlarda yitirilenlerin sayısı dünya savaşlarındakilerden az değildir.
Emperyalist-kapitalist dünya ekonomisindeki içsel değişim ve yeniden yapılanmayla birlikte, uluslararası işbölümü koşullarında ortaya çıkan değişikliklere bağlı olarak emperyalist ülkelerle sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler arasında var olan kategorik bölünmede de değişiklikler oluşturmaktadır. Çoğu adacık olan az sayıda ülke dışında sömürge kalmamıştır. 2. emperyalist paylaşım savaşı ve sonrasındaki süreçte gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıyla kapitalist emperyalist sömürgeciler bir çok ülkede ağır darbeler alarak yenilgiye uğradılar. Sömürgeler, kolay ve ucuz yönetilebilir olmaktan çıktı, sömürgecilik sürdürülemez hale geldi. Parlamento, hükümet vb. kurumlarıyla kendi yönetimleri olmakla birlikte, siyasal olarak bağımsız olmalarına karşın ekonomik olarak son derece geri bir durumda olduklarından buna uygun bir davranış gösteremeyen, bundan dolayı bağımsızlıkları kağıt üzerinde, şekilsel kalan çok sayıdaki yarı-sömürge ülkeler kategorisi bugünde varolmaya devam ediyor.
Yarı-sömürge ülkeler kategorisi içerisinde yer alan Türkiye’nin de içlerinde bulunduğu bir grup ülke ise, emperyalist kapitalist dünya ekonomisindeki gelişime bağlı olarak oluşan yeni iş bölümüyle orta düzey kapitalist gelişme düzeyine çıkarak yeni bir kategori oluşturdular. Emperyalist kapitalist sistemin hiyerarşisi içerisinde orta kapitalist gelişmişlik düzeyine sahip bu ülkeler, yarı-sömürge ülkeler kategorisinden görece farklı, birbiriyle de aynı olmayan farklı bir bağımlılık düzeyini oluştururlar. Lenin’in, ‘Çok çeşitli türden bağımlı ülkelerin varlığı’nı belirttikten sonra vermiş olduğu, yarı-sömürge ülkeler grubundan farklı özellikler gösteren birbiriyle de aynı olmayan Arjantin ve Portekiz örneklerine kategorik olarak benzetebiliriz onları. Örnek olarak verilen bu iki ülke, siyasal olarak bağımsız olmalarının yanı sıra mali ve diplomatik bağımlılığın farklı bir biçim ve düzeyi olarak -Arjantin, büyük miktarda İngiliz sermayesinin yatırılmış olması ve İngiliz mali sermayedarlarının Arjantin burjuvalarıyla ve ülkenin ekonomik ve politik yaşamını yöneten çevrelerle sıkı bir ilişki kurmuş olmalarıyla; bağımsız, egemen ve sömürgelere sahip bir ülke olan Portekiz ise, İngiltere ile özel bir vesayet ilişkisi kurmuş olmasıyla- yarı-sömürge ülkeler grubundan ayrılırlar. Emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin ara halkalarında yer alan, bağımlılık zincirinin bir parçası olan orta gelişmişlik düzeyine sahip kapitalist ülkelerin gelişimleri, emperyalist kapitalist dünya ekonomisinin bütünündeki gelişimden ve emperyalist ülkelerin iktisadi politikalarından bağımsız değildir. Emperyalist ülkelerle ilişkileri eskisinden de fazla, emperyalist-kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonları daha ileri düzeydedir. Mali bağımlılıkları daha artmıştır. Bununla birlikte yarı-sömürge ülkeler grubundan, ekonomilerinin görece daha gelişmiş olmasıyla, siyasal yönden de nispeten ayrı kararlar alıp uygulayabilmeleriyle ayrılmaktadırlar. Yarı-sömürge ülkeler, tarımsal ürün, hammadde ve yarı mamul ürün üreticisi durumundayken, sanayi ve ticaretin durumu ve düzeyini bu belirler ve çok sınırlı bir miktarda emperyalist sermaye yatırımı gerçekleşirken, bu ülkelere olan emperyalist sermaye yatırımları daha fazladır, sanayileri ve ekonomilerinin genel düzeyi daha gelişkindir. İçteki sermaye birikimi, burjuvazinin sınıfsal gelişimi daha ileri düzeydedir. Emperyalist sermaye ihracı, uluslararası tekellerin doğrudan yatırımları biçiminde olduğu gibi, bu ülkelerin işbirlikçi tekelci burjuvalarıyla o ülke ve bölge pazarlarına dönük olarak gerçekleşen sermaye, patent kulanımı ve imtiyaza dayalı ortaklıklar biçimleriyle de olmaktadır. Sermaye birikim artışı ve yeni ve daha üst teknolojilerin gelişimiyle, farklı düzeylerde katmanlı olarak gerçekleştirilen üretimin sonucu olarak, geri ve orta düzey teknolojiyle gerçeleştirilen üretim ve geleneksel üretim dalları, genel olarak bu ülkelere kaydırılmıştır. Bununla birlikte elektronik, iletişim, bilgisayar gibi yeni üretim dalları ve ürünlerin üretimi dahi bu ülkelerden bazılarına -Çin gibi- kaydırılmakta, Hindistan yazılımda, İsrail, mikro-elektronik ve biyo-teknolijide atak yapmakta, outsourcing(dış kaynak) kullanımı gibi yeni hizmet türleri, Hindistan, İsrail, İrlanda gibi ülkelere geçmektedir. Yeni teknolojik süreçlere hızlı geçiş yapabilmenin yanı sıra teknoliji de bazı yenilikler de -Türkiye dahil- yapabilmektedirler. Emperyalist sermaye yatırımları, sadece sınai alana değildir; bankacılık, sigorta, ticaret, enerji, turizm, reklamcılık, tarım, iletişim, diğer bütün alanlarda da doğrudan veya ortaklık biçimiyle(Latin Amerika ve 2001 krizi sonrasında Türkiye’de olduğu gibi şirketleri kelepir fiyatına ele geçirerek) gerçekleşmektedir. Uluslararası iş bölümünün yeni koşullarında bazı sektörler ve alanlarda güç kazanan, sektörler ve ülke ekonomileri arasındaki eskisine göre çok daha yoğun olan mali, sınai. ticari bağlar nedeniyle kolaylıkla silkelenip atılamayan, gelişme düzeyleri itibariyle emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanıp manevra yaparak farklı ilişkiler kurabilen, bulunduğu bölgenin jeo-stratejik ilişkilerinden yararlanıp çevre ülkelerle ayrıca ilişki geliştirebilen aralarında Brezilya, Arjantin, Meksika, Güney Kore, Çin, Hindistan, Taywan, Singapur, Malezya, Güney Afrika Cumhuriyeti, İsrail, Türkiye, Mısır gibi ülkelerin bulunduğu, sayıları 15 dolayında olan bir ülkeler grubu, farklı bir kategori oluşturmaktadır. Bu bağımlı ülkeler kategorisi tümüyle aynı özellikleri göstermez; gelişme düzeyleriyle aralarında farklar olduğu gibi, bazısı yeni bir üretim dalında yeni bir ürünün üretiminde yaptığı atakla ayrılır(Singapur enformasyon, Taywan mikro-elektronik..), bazısı, vesayet ilişkiside dahil çok özel bir konuma sahiptir(İsrail, israil/ABD ilişkisi), bazısı, ekonomik gelişme hızı ve kaynaklarının çok yönlülüğü, büyük bir ülke oluşu, nüfusu ve askeri gücüyle emperyalist sıçramaya aday olarak gösterilir(Çin). Türkiye de, teknolojik/ekonomik düzey olarak bu ülkelerin çoğundan daha geride olmakla birlikte, ekonomik, siyasal, kültürel, askeri güç ve ilişkilerinin toplamının oluşturduğu jeo-stratejik ve konjonktürel avantajlarla bu kategori içerisinde yer almaktadır.
EMPERYALİST-KAPİTALİST NEO-LİBERALİZM VE BURJUVA LİBERAL DEMOKRASİ
Burjuva demokrasileri, tarihsel siyasal, sosyal, kültürel pek çok etkene göre birbirinden ayrı gelişim özelliklerine ve farklı biçimlenişlere sahip oldukları gibi, başta sınıf mücadelesi olmak üzere çeşitli etkenlere bağlı olarak sonraki süreçte de değişim geçirmektedirler. Kuşkusuz, hangi biçimi alırsa alsın hiç değişmeyen burjuva demokrasisinin burjuvazinin sınıf diktatörlüğü olmasıdır. Burjuvazinin sınıf egemenliği sürdükçe, dev.ci sınıf mücadelelerinin sarstığı ve eskisi gibi yönetemez hale getirdiği durumlar dahi olsa, yıkılıp devrilmedikçe, değişmeyen sabit olarak kalacaktır bu.
Emperyalist-kapitalist neo-liberal saldırıyla birlikte burjuva demokrasileri de tarihsel bir gerileme sürecine girdiler. Günümüz burjuva demokrasileri, AB Anayasasında da görüldüğü gibi, bir iç kırılma ve dönüşüm geçirmektedirler. Feyz alınan liberal demokrasidir. Burjuva demokrasileri, emperyalizm çağının karakteristiklerine, tekellerin hakimiyet ve siyasi gericilik eğilimine uygun olarak burjuvazinin günümüzdeki ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimde neo-liberal politikalar temelinde yeniden yapılandırılmaktadır. Sınıf mücadelelerine bağlı olarak oluşan dengeler temelinde ileri biçimlenişler kazanmış burjuva demokrasilerinden geriye doğru bir dönüştür bu.
Tarihsel olarak liberal demokrasi, İngiltere’de burjuvazi, aristokratlar ve krallık arasında yüzlerce yıl süren güç mücadelelerinden, çatışma ve uzlaşmaların ürünü olarak, burjuvazinin güç ve etkisini giderek artırmasıyla doğdu ve biçimlendi. Devletin siyasi, idari, hukuki yapısını belirleyen kuvvetler ayrılığı ilkesine göre yargı, yasama, yürütme ilişkisinin birbirini dengelemesi de bu tarihsel zemine dayanmaktadır. Yine bu tarihsel zeminden dolayı burjuvazinin gelişimine, güç ve etkisini artırmasına paralel olarak burjuva bireyin özerk gelişimini, mülkiyet ve birey haklarını devletten gelen sınırlandırmalar karşısında da koşulsuz savunur. Liberal özgürlük felsefesinin savunucusu İngiliz filozoflar, devleti burjuva birey gelişiminin önünde bir engel olarak görüp açıkça karşı bir tutum alarak sınırlandırılmasını istediler.
İngiliz liberal demokrasisinin bu biçimlenişi, halkın devrime katılımı itibariyle silahın bir omuzdan diğerine alınması düzeyine gelen Fransız burjuva devriminin gelişiminden farklı ve bir hayli gerisinde bir biçimleniştir. Eski ve yeni egemen sınıflar arasındaki güç mücadelelerinin belirlediği, halkın gövdesiyle katılıp devrim sürecinde ve sonrasında bazı haklarını doğrudan ve dolaylı ele geçirdiği bir devrim özelliği göstermez. Ancak sonradan, işçi sınıfının ortaya çıkması ve Chartist hareketin gelişimiyle zorlu sınıf mücadelelerinin sonucu oluşan yeni sınıf dengelerine göre İngiliz demokrasisi yeni bir biçimleniş kazanmıştır. Kapitalist sömürgeciliğin gelişimi ve emperyalizme evriliş, burjuvazinin içerdeki istikrarı sürdürebilmesini sağlayan bir başka etken olmuştur. Engels’in, kendi ülkelerinin burjuvaları gibi düşündüklerini belirtip ‘burjuva proletarya’ olarak nitelediği işçi arisokrasiside bu sürecin ürünüdür. İngiltere İşçi Partisi’nin ortaya çıkışı da işçi sınıfına ve sendikalara dayanan bir temelde oldu. Burjuva demokrasisinin bu sonraki biçimlenişi Thacher-Blair çizgisinde tasfiye edildiği gibi, sonraki süreçte açık bir burjuva partisine dönüşen İngiltere İşçi Partisi Tüzüğünden işçi sınıfı ve sendikaları dışlayan Üçüncü Yol çizgisi de asla doğru bir dönüştür.
Böyle bir tarihsel orjine ve gelişime sahip olan burjuva demokrasisinin liberal biçimi, burjuva sınıf egemenliğini de açık bir biçimde yansıtır: Burjuvalar için demokrasi, halka karşı diktatörlük!
Neo-liberalizme geçişle, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelelerin belirleyici olduğu, siyasal ve sınıfsal dengelere göre farklı düzey ve biçimlenişler kazanan burjuva demokrasisinin sosyal demokrasi gibi görece ileri biçimleri de terkedilmektedir. Sovyet Devrimi ve izleyen sosyalist devrimlerin baskısı ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mücadelelerinin sonucu, bölüşümü nispi olarak yeniden düzenleyen Keynesiyen ekonomi, ‘sosyal devlet’ gibi modellerin uygulanması da rafa kaldırılmaktadır. Vahşi bir kapitalist sömürüyle sermaye birikiminin gerçekleştirildiği, işçi sınıfının 14-16 saat çalışmaya mahkum edilip hiç bir sosyal hakka sahip olmadığı, kadın ve çocuk emeğinin üretime çekilip hayasızca sömürüldüğü, sınıfın kendi içerisinde şiddetli bir rekabete sokulduğu liberalizmin ilk dönemindekine benzeyen bir yol izlenmektedir. Kuşkusuz büyük bir tarihsel deneyime sahip olan Avrupa işçi sınıfı bu saldırılar karşısında sessiz kalmayacaktır. Bununla birlikte sosyal haklardan başlayıp çalışma sürelerinin uzatılmasına uzanan hak kayıpları olmaktadır şimdiden.
Neo-liberal ekonomi ve siyaset, sermayenin, sınırların ve önceki yasaların oluşturduğu engelleri yıkarak, hiç bir kural tanımadan küresel ölçekte girilmedik tek bir bölge ve alan bırakmadan büyüme ve genişlemesine uygun bir birikim rejiminin oluşturulmasıdır. Sermaye birikim süreçlerine küresel ölçekte yeni bir ivme ve hız kazandırılması, küresel ölçekte genişletilmiş yeniden üretimin, genişleme ve büyümenin güvence altına alınmasıdır. Yeni ortaya çıkan üretim dallarını sermayenin yeni yatırım alanları haline getirerek artı-değer üretimi için yeni alanlar açmak, geride metalaştırılmadık tek bir alan tek bir konu bırakmamaktır. Kapitalist piyasa ilişkilerinin girmediği, derinlemesine nüfuz etmediği tek bir alanın kalmaması, bütün alanların meta üretim ve egemenlik alanı haline getirilmesidir. Bu birikim modelinin hareket çizgisi, sınırlardan ve sınırlayan tüm bağlardan kurtulmuş olarak mali sermayenin akışkanlığının en üst düzeye çıkartılması, para, mal ve hizmet olarak sermayenin, kapitalist burjuvanın, sınırlandırılmış ve kontrollü olarak ta iş gücünün dolaşımı süreçlerine hız kazandırılmasıdır. Uluslararası tekeller, dev bankalar, ticari şirketler yeni birleşmeler ve yatırım ortaklıklarına giderek, bölgesel merkezler oluşturarak buna uygun bir yayılma ve stratejik konumlanış gerçekleştirmekte, oluşturulan ağlar, iletişim ve ulaşım teknolojisinin bütün araçları bu amaçla kullanılmakta, ekonomi ve siyaset, ulusal ve uluslararası düzeyde bu temelde bütünüyle yeniden yapılandırılmaktadır.
İki; neo-liberal ekonomi politikaların amacı, sermaye birikim ve büyüme süreçlerindeki yavaşlama, duraklama ve gerilemelerin durdurulup ‘istikrarlı ve sürdürülebilir bir büyüme’ye geçilmesi, sermayenin kesintisiz büyümesinin yanı sıra hızlı büyümesini sağlamaktır. Bunun temel ve birincil koşulu ise, kar oranlarındaki düşüşü olabildiğince önlenmek, nispi ve mutlak olarak daha çok artık değer elde etmek ve toplam kar kitlesinin büyütülmesidir. Bütün sistem buna göre kurulmuştur; emekçilerin sosyal. kültürel, psikolojik özelliklerinin dahi ince ince değerlendirildiği en gelişkin ‘insan kaynakları’ modelleri de, onları sendikasız, sigortasız çalışmaya mahkum eden en ilkel ve vahşi sömürü biçimleri de tek bir amaca, daha çok artık değerin ele geçirilmesi amacına kilitlenmişlerdir. Daha çok artık değerin ele geçirilmesi, sermaye birikim ve dolaşım süreçlerinin önündeki engellerin kaldırılması, sadece ekonominin kendi kurallarıyla değil siyasal, gerektiğinde askeri müdahalelerle de gerçekleştirilmekte, uluslararası ve ulusal düzeyde siyaset, hukuk sistemi, idari kurumlarda adeta tek tornadan çıkmışçasına benzer modellerle, toplum mühendisiği uygulamalarıyla yeniden yapılandırılmaktadır.
Proletarya ve emekçi halkın, parti, sendika ve diğer örgütleri, mücadele kazanımları tasfiye edilmekte, onların mücadeleyle oluşturmuş olduğu sınıfsal siyasal dengeler bozulmaktadır. Bu kurumsal yapıların çoğunun sınıf niteliği bozunuma uğratılıp sisteme entegre edilerek burjuva liberal sivil toplumun bir parçası haline getirilmektedir. Sistem karşıtı duruş içerisinde olan dev.ci parti ve örgütlerin ise alternatif olmaktan çıkartılıp marjinalize edilmek istendiği bir süreçtir bu aynı zamanda. Ve bunda başarılı da olabiliyorlar. Emperyalist kapitalist sistemin iç dönüşümünün toplumsal sınıfsal ilişkilerde yarattığı çözülme ve yeni biçimlenişlerin ortaya çıkması, bununla birleşen kapsamlı, bütün alanları kapsayan neo-liberal saldırı karşısında denk bir alternatif ve güçlü bir karşı dalga yaratılamamış olmasıyla etkili olup süreçteki çözülmeyi derinleştirmektedir.
Sınıflararası güç dengelerine göre yeni bir biçim kazanmış burjuva demokrasilerinin tasfiyesi bununla sınırlı değildir; halkın temsilini sağlayan kurumlar olarak burjuva demokrasilerinin en büyük övüncü olan genel ve eşit oy hakkı ve seçilmiş parlamenter kurumlar, siyasal partiler yetkisizleştirilmekte ve etkisizleştirilmektedir. Bunların, üzerlerinde hiç bir etki ve denetiminin olmadığı mali sermaye ve tekellerin, uluslararası ve işbirlikçi burjuvaların çıkarlarının doğrudan yansıtıcısı oligarşik kurumsal yapılar oluşturulmaktadır. Uluslararası ve ulusal düzeyde, uluslararası anlaşmalarla ve anayasalarla güvence altına alınıp dokunulmazlık halesiyle çevrilmiş olan bu kurumlar(IMF, DB, DTÖ, Milli güvenlik kurulları, Merkez bankaları…) ekonomiden siyasete her konuda, ekonomik, siyasi, idari, askeri ve yargıyla ilgili konularda en küçük bir halk temsiline ve denetimine dayanmayan kararlar almakta ve uygulamaktadırlar. Rockfeller Vakfı, Soros Vakfı, Ebert Vakfı, çok sayıda başka vakıf, uluslararası tekelci kapitalistlerin, elit siyasetçi ve üst düzey bürokratların katıldığı ve dünyanın durumu ve gidişatına ilişkin en önemli ve temel kararların alındığı Bielfeld(Bilderberg?!), Davos kararları vb. bunların gerisinde durmaktadır. Mali sermayenin küresel siyasetinin oluşturulduğu, kararların alındığı kurum ve forumlar bunlardır. Geriye, alınan bu kararların her ülke ve bölge siyasetine süreçsel olarak uyarlanması, özgül biçimlenmelerinin gerçekleştirilmesi ve bunlardan doğan sorunların çözümü kalmaktadır. Bunlara eklenen son halkada AB Anayasası’dır. Neo-liberal bir hukuksal siyasal zemine oturtulan AB Anayasasıyla ‘bağımsız kurullar’ denilen oligarşik kurumlara yasal dayanak oluşturulup güvenceye alınmaktadır. Emperyalizm çağının neo-liberal demokrasisidir bu. Bu oligarşik kurumlarda yer alan bürokratlar, mali sermaye ve tekellerin çıkarlarının en has savunucuları, geniş yetkilerle donatılmış yüksek ücretli hizmetkarlarıdır. Oluşturulan oligarşik yapı, devletin bütünüyle tekellerin hakimiyeti altına girdiğini ve onların çıkarlarını temsil ettiğini gösterir, tekelci devlet kapitalizminin günümüzdeki örgütlenişidir. Yeniden yapılandırılan devlet, oluşturulan bu kurumlarla dünya kapitalist ekonomisinin bugünkü gereksinimlerine uygun bir şekillenmeyle ekonomik, siyasal, idari ve hukuki düzeylerde aktive edilmiş olarak kapitalist piyasanın önünü açarken, devlet tarafından kurulmuş ekonomik kurumlardan eski olanların tasfiyesi, karlı olanların yerli ya da yabancı tekellere devri gerçekleştirilmektedir. Tekelci piyasa hakimiyeti koşullarında boşaltılan ve ele geçirilen sektör ve kurumlar üzerinden yüksek artı değer elde etmenin önü de açılmış olmaktadır böylece. Devletin iktisadi alandan elini çekmesi, ekonomik yatırımlarda bulunmaması ve ekonomiyle ilgili kararlar almaması, neo-liberalizmin temel belgilerinden birisidir. Fakat bu belginin çağrısı, devletin önceki yapılanışındaki parlamento ve hükümetleredir ve onların rol ve işlevlerini de ekonomik, siyasal, idari her düzeyde, halka karşı zorbalık ve bastırma işlevi dışında-ki onu daha da artırır- sınırlandırmayı amaçlar. Bu yönde atılan bir çok adım da vardır. Devlet, ‘sosyal devlet’ olarak tanımlanan ve devlete ilişkin yanılsamalara da yol açan fonksiyonlarından arındırıldığı gibi, bu ‘küçültme’ operasyonu, burjuva demokrasisinin parlamento, hükümet gibi temsili kurumlarının başta ekonomik konular olmak üzere yetkisizleştirilip etkisizleştirilmesi, oligarşik kurumların ve zor aygıtlarının ise yetki gaspıyla güçlendirilmesi biçiminde sürdürülmektedir. Teknokratlarca hazırlanan aynı neo-liberal ekonomik proğramın uygulayıcısı olan burjuva siyasal partilerin arasında önemli hiç bir ayrım bulunmamakta, hükümet değişiklikleri, birinin gidip diğerinin gelmesi nöbet değişikliklerinden öteye geçmemektedir. Devletin oligarşik temelde örgütlenişi, devletin yeni yapılanma ve biçimlenişinin en asli ögesidir.
Mali sermaye ve tekeller, günümüzdeki ihtiyaçlarına göre gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde etkin, işlevsel, süreçlerin yeniden yapılandırılmasına uygun kurumlar oluşturup devleti de, müdahaleci, düzenleyici ve saldırgan bir temelde yeniden örgütlediler. Bu çekirdeksel yapı ve onun oluşturduğu katı merkezi hiyerarşi, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel çevreleyen örgütlenmeleriyle geniş bir hinterland içerisinde yer almaktadır. Çok sayıda ve yaygın, farklı biçimleniş ve düzeylerde, katmanlı yapıdaki burjuva ‘sivil toplum’, burjuva sınıf egemenliğine, siyasal devlet örgütlenmesine, toplumsal bir temel kazandırmakta, kapsayıcılık alanını genişletmekte, esnek ve bütünleşik siyasal toplumsal örgün bir yapı oluşmaktadır. Eğer böyle bir yapılanma olmasaydı, yeni yapılanması içerisinde mali sermaye ve tekellerin devleti, egemenlik ve zor aygıtı olarak kendini gizleyemez, çıplak bir biçimde ortada olurdu. Böylesi siyasal toplumsal örgün bir yapıya sahip olması ise, sadece burjuva sınıf egemeliğini perdeleyici olmamakta, mali sermaye ve tekeller çoğu zaman hiç bir baskı ve şiddet uygulama gereği duymaksızın bu kurum ve ilişkileri kullanarak toplumu denetim altında tutup biçimlendirmekte, bu şekilde egemenliklerini daha kolay sürdürüp daha ucuza mal etmektedirler.
‘Sivil toplum’ olarak tanımlanan kurumların en muhalif görünenleri dahil olmak üzere çoğu , kitleleri sisteme içsel kılmanın, bulundukları alanda onu yeniden üretmenin araçlarıdırlar. Burjuvazi geliştirdiği yönetim tecrübesiyle ve oluşturduğu kapsamlı ve katmanlı egemenlik ağı ve yapısıyla, her düzeyde baskı ve terör de uygulayarak, ideolojik, teorik, proğramatik, siyasal, örg.sel, pratik bütünsel ve kökten bir sistem karşıtlığı ve duruşu içerisinde olmayan, olsa dahi bunu sürekli kılamayan, kritik tarihsel geçiş dönemlerinde bunu başaramayan parti ve örgütleri de sisteme çekmektedir. Bunun tarihteki örnekleri hiç az olmadığı gibi son süreçte de pek çok parti ve örgüt reformistleşmiş, sistemin bir parçası haline gelmişlerdir. Bir çok devrimci örgütte zemin kaybına uğramıştır.
Kaldı ki, ‘sivil toplum’ olarak adlandırılan kurumların çoğu, burjuvazinin kendi gelişim sürecine uygun bir yapıdadırlar; burjuva sınıf egemenliğinin tarihsel gelişimindeki farklara göre, her ülkede ayrı biçimleniş ve özellik farklılıkları gösterseler dahi kapitalist üretim tarzının üretim ilişkilerine göre biçimlenen kurumlardır. Kapitalist toplumun ekonomik temellerindeki genişleme, kapitalist üretimin ve ekonominin bir bütün olarak büyüyen ve karmaşıklaşan bir iş bölümü temelinde örgütlenişi, üst yapının kazandığı özgül önem ve genişleme ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel düzeylerde, merkezi ve yerel farklı alanlarda farklı biçimlenişlere sahip çok sayıda birbiriden ayrı kurumu ortaya çıkartmakta, merkezinde devletin yer aldığı bu kurumlar toplamı bir bütün olarak burjuva egemenlik erkini oluşturmaktadırlar. ‘Sivil toplum’, toplumun kapitalist temelde örgütlenmesidir; burjuva sınıf erkinin bir uzantısı ve parçasıdır. ‘Sivil toplum’, devleti-siyasal iktidarı dışlayan ve ona karşı olan değil onunla bütünleşik bir yapıyı oluşturur. Yeni ‘bağımsız kurullar’ıyla devlet, belediyeler, siyasal partiler, meslek odaları, vakıf ve cemiyetler, sarı sendikalar, çeşitli alanlarda örgütlenmiş çok sayıda toplumsal kurum ve kuruluş ‘yönetişim’ ilişkisiyle farklı düzey ve biçimlerde, daimi ya da geçici birbirine bağlanmaktadırlar. Bu ilişki sistemi, artı değer üretimi için yeni kanallar açarken, bu kurum ve kuruluşların heterojen yapısı, özerk, esnek ve değişken ilişki sistemi kapitalist toplumun yeniden üretimini sağlayan mekanizmayı da oluşturmaktadır. Bundan dolayı, şekilsel ve kolaycı bir bakışla bu yapılanmayı neo-korporatizm ve bir bütün olarakta neo-faşizm olarak görmek ve tanımlamak yanlış olur. Neo-liberalizm, kapitalist üretim ve piyasanın bugünkü yapılanması içerisinde para, mal ve hizmetlerin, kısmen sınırlandırılmış olarakta bireylerin serbest dolaşımını öngördüğü gibi, gereksinimlerine uygun olarak birey ve grup aidiyet ve özerk gelişimine uygun kadrolara ihtiyaç duymaktadır. Burjuva eğitim sistemi bu temelde yeniden yapılandırılmakta, üretimin örgütlenişi (katı hiyerarşik yönetimden daha esnek, yatay örgütlenmelere…), siyasal toplumsal yapı ve ilişkilerde buna göre biçimlendirilmektedir. Mutlakçı, monolotik faşist bir siyasi toplumsal yapı içerisinde bunlar olamaz. Ki sistemin günümüzde kapsayıcılığını güçlendiren önemli faktör, birbirinden ayrı yapıda ve özelliklere sahip farklı kesimleri birbirinden bağımsız, etkileşimli, esnek bir ilişki sistemi içerisinde tutabiliyor olmasıdır. Bunu sağlayan ise, pozitivizmin eklektisizme açıklığı, pragmatizm, kültürel antropoloji, en çokta post- modernizmin siyasete ve kültüre, günlük toplumsal düşünüş ve ilişkilere varıncaya dek egemen kılınabilmiş oluşudur.
Yeri gelmişken, politik alandan değil de ‘sivil toplum’ kurumlarıyla toplumsal kültürel alandan bir muhalefet görüşü, en başta iktidar için mücadeleyi reddetmesiyle siyasetin reformistleştirilmesi gibi dolaysız bir sonuç yaratmakla kalmaz, yönetişim ilişkisiyle de birbirine bağlanan kurumsal ağın da alt bileşenlerinden birisi olunur. Bu kurumlar, burjuva sınıf egemenliğinin günümüzdeki örgün yapısının karşıtını değil izdüşümünü yaratma arayışındadırlar. Sınıf egemenliğinin en önemli aracının devlet olduğu ve onu yıkmak için siyasal savaşım yürütmenin şart olduğunun üzerinden atlayarak yapmaktadırlar bunu. Burjuvazi, sınıf egemenliğinin toplumsal dayanakların güçlendiren örgün bir yapı oluştururken egemenliğinin asıl araçlarından vaz geçmiş değildir; tersine onu, devlet iktidarını daha güçlendirip pekiştirmektedir. ‘Sivil toplum’ savunucuları arasında revaçta olan kurumsal ve bireysel özgürlük görüşü de, liberalizmden beslenmektedir, liberter anarşizmdir…..
Sistemin İç Dengelerindeki Bozulma; Sarsılıp Değişmeyen, Eskisi Gibi Kalabilen ve Kalabilecek Olan Hiç Bir Şey Yoktur. Yeni Durumlar, Yeni Güçler, Yeni Mevzilenmeler.
Emperyalist kapitalist sistemin içsel dönüşümü, sistemin önceki, yerleşmiş iç dengelerinin bozulmasına, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bütün alanları saran, birbirini tetikleyen ve büyüten, krizlerle iç içe geçen bir dizi değişim ve farklılaşmaya da yol açıyor. Ekonomide, siyasette, kültürel alanda, sınıfların ve bireylerin yaşamında, sanatta, algı biçimlerinde, düşünce ve geleneklerde, sarsılıp değişmeyen, eskisi gibi kalabilen tek bir şey, tek bir durum yoktur. Modern bilimlerdeki sıçrama ve yeni üretim teknolojilerinin ortaya çıkması, bir bütün olarak üretici güçlerin eskisinden de hızlı gelişimine ve peşi sırada üretim ilişkilerinde değişikliklere yol açmaktadır. Bilgisayarlı-robotsal teknolojilerin gelişimi ile bilgi yoğun üretimin etkin hale gelmesi, üretimin örgütlenişini ve üretimle ilgili bütün parametreleri değiştirmektedir. Üretim öncesini ve pazar süreçlerini de kapsayan bu değişim, enformasyonunda eklenmesiyle toplumsal yaşam ve ilişkiler alanına doğru da genişleyen ve geride eskisi gibi kalabilen hiç bir şey bırakmayan köklü bir değişimi ortaya çıkartmaktadır. Sanayi devriminden sonra, kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşümdür bu. Yepyeni üretim dalları ortaya çıkmakta, üretim bütünüyle yeni bir temelde, yeni bir biçimlenişle örgütlenmektedir. Yeni emek türleri ortaya çıkmakta, emek bileşimlerinde değişiklikler olmakta, proleter sınıf yapısı da değişime uğramaktadır. Metalaştırılmadık tek bir alan bırakılmamakta, eğitim, sağlık, eğlence, kültür gibi insan yaşamını çevreleyen ve vaz geçilmez nitelikteki ne varsa meta üretim ve egemenlik alanı haline getirilmekte, insanlar arasındaki bütün ilişkiler, metalar arası ilişkiler dolayımıyla gerçekleşen ilişkilere çevrilmektedir.
Önceki bütün düşünce ve algı biçimleride değişmektedir. Zaman ve mekan, hız ve zaman ilişkilerinin kavranışı, toplumsal-sınıfsal-bireysel varoluş, aile ve ulus, siyaset parametreleri değişmektedir. Değişmeyen, yıkılıp yeniden kurulmayan tek bir şey yoktur. İki-üç on yıl önce başlamış, sürmekte ve daha sürecek olan bir fay hattı hareketliliği içerisinde küresel ölçeklerde bir dönüşüm geçirmektedir dünya. Eski ve yeninin iç içe geçtiği, yıkılmakta, eriyip buharlaşmakta olanla yeni olanın yan yana ve birlikte yer aldıkları bu durumun etkileyip sarsmadığı hiç bir şey bulunmamaktadır. Önceki biçimlerin sarsılıp, çözüldüğü yeni olanın ise henüz tam olarak biçimlenip etkin ve egemen hale gelmediği bir süreç yaşanmaktadır. Hemen her şeye damgasını vuran bu kaotik durumdur. Felsefe, siyaset, sanat, bu kaotik duruma göre ve onun içinden geçerek biçimlenmektedir. Bu değişim ve dönüşüm sürecinden etkilenmeyen, önceki durumunu koruyabilen tek bir kurum, devlet, parti, sendika yoktur. Bireylerin, sınıfların, toplumların sadece düşünüşlerini değil ruhsal durumlarını da etkileyen, sarsan, dönüşüme uğratan bir anomaliyi de oluşturmaktadır bu.
Sistemin iç değişimin bozunuma uğrattığı eski biçimlerle yeniden yapılanma süreçlerinin ortaya çıkarttığı yeni biçimler arasında gerilim hemen her konuya damgasını vurmaktadır. Başında Sovyet sosyal emperyalistlerinin bulunduğu revizyonist sistemin çöküşü, Comecon ve Varşova Paktı’nın dağılmasını izleyen artçı depremler hala sürmektedir. Yeni güç dağılımları ve mevzilenmeleri ile birlikte, ABD emperyalizminin saldırgan ve dominant politik, askeri stratejisini önceki dengeleri ve ilişkileri yıkarak dünyaya egemen kılmaya çalıştığı bir döneme girilmiştir. BM’den, Güvenlik Konseyinin yapılandırılmasına, neo-liberal ekenomi politikalara karşı çıkan, hızlı geçiş yapamayan ülkelere ekonomik ambargodan, siyasal istikrarsızlaştırma ve askeri operasyonlara, askeri güçlerin küresel ölçekte stratejik yeniden konumlandırılmasına, özel operasyonel askeri güç oluşturmaya, emperyalistler arasında, yerel ve bölgesel güçlerinde içerisinde yer aldıkları gerilim, sürtüşme ve çatışmalara yol açan bir dizi değişiklik olmaktadır. Halkların iradesini, bağımsızlık ve egemenlik haklarını hiçe sayan, egemenlikleri sınırlandırıp emperyalist müdahaleyi meşrulaştıran askeri saldırı ve işgaller ise, direnişle karşılanmaktadır.
Emperyalist-kapitalist sömürünün yol açtığı derin eşitsizlik, işsizlik ve yoksulluktaki artışın sonucu olarak, büyük nüfus kaymaları, bölgesel yer değiştirmeler olmaktadır. Göç dalgalarının oluşturduğu demografik değişikliklerle birlikte, ulusal sorunlar yeni bir biçimlenişle(ezilen sınıf sorunuyla iç içede geçerek) , emperyalist metropollerin tam merkezinde ortaya çıkıyor.
Üretim teknolojilerindeki gelişmeler ve üretimin küresel ölçeklerde de yeni bir temelde örgütlenişiyle, iki-üç on yıl öncesine kadar ‘dünyanın kırları’ olarak bilinen bölgelerinde pıtrak gibi çoğalan büyük sanayi merkezleri ortaya çıktı. Bu bölgelerde kırsal nüfus, kitlesel ve hızlı bir çözülme halindedir. Hızla işçileşme ve kitlesel işsizlik, iç içe ve büyük yoğunluklar halinde yaşanıyor. Proletarya hareketinin bugününü ve geleceğini ilgilendiren büyük bir değişiklikte Avrupa ülkelerinde oluyor. Asya ülkelerinde proleterleşme dalgaları birbirini izler, işçi sınıfı kitlesel olarak hızla büyürken, proletaryanın tarih sahnesine ilk çıktığı ve büyük bir mücadele geleneğine sahip olduğu Avrupa’da siyasal-sosyal dengeleri sarsacak, hak kayıpları oluyor. Ekonomi ve siyaset, mali sermaye ve tekellerin saldırılarıyla, sınıf mücadelelerine göre kurulmuş önceki dengeler bozunuma uğratılarak, hak gasplarıyla yeniden biçimlendiriliyor. IMF politikalarıyla, birikmiş borçlar ve yıkıma uğratılan ekonomiler içerisinde, yeni ve büyük sermaye akışının olmadığı, küreselleşme dalgasının dışında tutulan Latin Amerika halkları reformist politikaların girdabından çıkamadan dev.ci bir ruhla dalgalanıyorlar.
İşçi sınıfının sendikal örgütlerini de dağıtan ve çözen bu süreç, sendika ağalarının ihanetleriyle birlikte daha yoğun ve şiddetli yaşanıyor. Sınıf örgütleri kriz içerisinde, dağılıyor ve çözülüyorlar. İşçilerle işsizlerin, düzenli, daimi işçilerle, düzensiz ve geçici işlerde çalışanların, göçmen işçilerle yerli işçilerin, kafa emekçileriyle kol emekçilerinin, birbirleriyle rekabete sokulması, kadın ve çocuk emeğinin tekrar kitlesel düzeyde en ucuz iş gücü olarak üretime çekilmesi ve mahkumların köle işçi statüsünde çalıştırılmaya başlanmaları, üretimin yeni bir temelde örgütlenişiyle birlikte sınıfı bölüp parçalamakta, tarihinin en ağır saldırılarından biri karşısında etkisiz ve çaresiz bırakmaktadır. İşçi sınıfı ağır saldırılarla karşı karşıyadır; 8 saatlik iş günü gibi yüz yılı aşan kazanımları dahil çok sayıda ekonomik ve sosyal hak kaybına uğramaktadır. Sadece ücret kayıplarından ibaret olmayan işçinin sosyal yaşamını da yok eden, fiziksel ve ruhsal çürümesini artıran-emeğin korunması mücadelesine başlı başına bir önem kazandıran- kayıplardır bunlar. İşçiler, en ağır koşullarda, çoğu 10-12 saat , aşağılanarak çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılmaktalar, düzensiz çalışmayla organizmaları alt üst edilmekte, günlük dinlenme, haftalık tatil gibi olanaklar dahi ellerinden alınmaktadır. Kadın ve çocuklar, sendikasız-sigortasız, izbe yerlerde, en ağır koşullarda en düşük ücretle çalıştırılmaktadırlar. Enformel sektörün en büyük işçi kitlesi onlardır. ‘Evde iş’ biçimiyle de kadın emeği daha büyük sayılarda üretime çekilirken, çifte sömürü boyunduruğunun altına da sokulmaktadır. Her kriz döneminde ilk işten atılanlarda onlar olmaktadır.
Gençlik büyüyen işsizlik dağlarının en büyük kitlesidir. Köpek balığı stratejileriyle beslenip birbirleriyle rekabete sokulmaktadırlar. Umut ve idealleriyle gerçeklik arasında sıkışmışlardır. Gelecek beklentisizliği had düzeydedir. Yeni büyüme politikalarının onlara armağanı diplomasız işsizlere, diplomalı işsizlerin eklenmesi olmuştur. Sistemin ya yüksek performanslı bir artı-değer üretim aracı haline gelecektir ya da sürünerek yaşayacak, sistemin dışına fırlatılıp atılacaktır. Gençliğin nesneleştirilmesi, bir üretim aracı olarak düşünülmesinden ibaret te değildir; Hayalleri fukaralaşmış, yaşamları yüzeyselleşmiştir. Marka giyen, kariyer planları yapan, kendini pazarlayan, bireysel haz peşinde koşan küçük bir azınlıkla, umutsuz ve mutsuz, gelecek beklentisi kaybolmuş, deklase bir yaşantıya doğru sürüklenen, bir bölümü arayış içerisinde olan, büyük bir bölümü lumpenleşen bir gençlik kitlesi…Zaman-mekan-hız kavrayışları, aşka ve aileye bakışları, bilgiyi kavrayışları, yaşamı algılayışları farklıdır; toplumsallığı dıştalayan bir bireysellik, neo-liberalizmce formatlanmış-kendisinin özgün ve özel olduğunu sandığı- bir birey düşüncesi ve davranışı baskındır. Fotoğraf karesindeki gençlik resmi budur. Hepsini kesen özellik te günü hatta anı yaşamaktır.
Durumu sarsılmayan, bir değişim geçirmeyen veya zorla değiştirilmeyen, önceki durumunu olduğu gibi koruyabilen bir halk, bir sınıf, bir topluluk ya da birey yoktur. Bilinçlice veya koşulların değişimi ve zorlamasıyla! Önceki devlet biçimleri, partiler, bütün siyasal yapılar ve kültür kurumları, teoriler, sanat görüşleri, mantalite, ne varsa hepsi değişmektedir, değişimin nesnesi veya öznesi durumundadırlar. Hali hazırda geçiş döneminin kaotikliği sürmektedir. Bundan dolayı pek çok şey eski biçimini koruyamazken, henüz yeniye göre bir biçimlenişte kazanmış değildir. Ara biçimlenişler, kırık ve gel-gitli biçimler yaygındır, hiç bir şey oturmuş ve tam olarak yeni bir biçim kazanmış değildir; hemen her şeye damgasını vuran krizdir. Önceki felsefi ve siyasal teoriler günü açıklayamamakta, sanat görüşleri yetersiz kalmaktadır. En güçlü devrimci teoriler, ö.ler dahi yaşanılan tarihsel süreci bilince çıkartıp geleceğe bağlayarak açıklamadıkları ve devrimci bir proğramla ayağa dikilmediklerinde eriyip kaybolmaktadırlar. Dev.ci gelenekler, oluşturulan değerler, örgün yapılar çözülmekte bir çok ör., ya sistemin belirleyici aktörlerine teslim olup, rezilleşerek tasfiye olmakta ya da doğmatik bir kuleye hapsolup tecrit olmaktadırlar. İdeolojik-siyasal tasfiye, teslimiyet ve rezilleşerek yokolma diğer tarafta içe kapanma ve marjinalleşme, son 20-25 yıldır, ülkemizde ve dünyada pek çok devrimci ve komünist parti ve örgütün içerisine sürüklendiği durumdur. Sadece küçük devrimci parti ve örgütler değil kitleler üzerinde etki kurabilmiş pek çok büyük parti ve akımda eriyip gitmiştir bu süreçte.
Bu döneme damgasını vuran başta post-modernizm olmak üzere göreci felsefelerdir. Göreli olan mutlaklaştırıldı! Geçiş döneminin kaotikliğinin toplumlarda, sınıflarda ve bireylerde yarattığı sarsıntı ve alt-üst oluşlar görecilikten yola çıkılarak bilinemezci, belirlenemezci, olasılıkcı biçimlerle ve eklektik ilişkilendirmelerle açıklandı. Pozitivizmin yer yer diyalektiğe yaklaşan türev felsefeleri buna alet edildi ve bilimsellik tacıda takıldı. Kitlelerin halet-i ruhiyesine uygun olarak mistik idealist görüşler, en eski inanç türleri yeniden canlandırıldı. Post-modernizm, mimari ile sınırlı bir akım iken yeni dönemin ruhuna uygun oluşuyla siyaseti, kültürü, gündelik yaşamı biçimlendiren popüler bir felsefi akım haline getirildi. Geleneksellik ile modernlik onun tutkalıyla birleştirildi; ‘Üçüncü Yol’, ‘sosyal-liberal sentez’ ve bir dizi ‘sivil toplumcu’ argüman onun sayesinde ileri sürülebildi. Hit kavram, görecilikten beslenip eklektik bir ilişkilendirmeyle ileri sürülen ‘hem …/ hem de …’ idi. Siyasal ve kültürel ortamı, bireylerin düşünce ve eylemini emperyalist-kapitalizmin küresel ekonomi politikalarına uygun hale getirmeye hizmet eden ‘Küresel düşün, yerel davran’ , ‘Yerel düşün, küresel davran’ gibi sloganlar, ‘hem …/ hem de …’ye bağlı olarak temellendirildi. ‘Çeşitlilik’ unsuru olarak etno-müzik market raflarına indirildi. Sermayenin, mal ve hizmetlerin engelsiz, hızlı ve güvenli bir şekilde metropollerde olduğu gibi en ücra bölgelerde de dolaşabilmesi, gelişim düzeyleri farklı ve ayrı özelliklere sahip ulusların, kültürlerin, siyasal, dinsel, mezhepsel, etnik yapıların olduğu her alan ve bölgede hiçbir engellemeyle karşılaşmadan, ülke ve sınır tanımadan girip çıkabilmesi için bunlardan doğan ve doğabilecek gerilim, çelişki ve çatışmaları kontrol altına almayı, hatta sistem içi çözümleriyle sermaye birikim sürecinin yeni dinamikleri haline getirmeyi sağlayacak kültürel bir temelin yaratılması gerekiyordu. Buna yanıt veren kültürel antropolojiyle de desteklenmiş olarak post-modernizm oldu. Toplumlar, özellikleriyle birlikte çözümlendi, kaotik duruma uygun olarak ilke ve değerler bozunuma uğratılarak eklektik, amorf, kozmopolit görüş ve sloganlar, kültür ve politikanın temeline yerleştirildi. Siyasal, ekonomik, felsefi, kültürel operasyonların hegemonya kurmakta yetersiz kaldığı her yere de, aynı amacın diğer yüzünde bulunan politikalarla, gerçek askeri operasyonlarla saldırıldı ve ülkeler işgal edildi. ‘Uluslararası terör’, ‘Medeniyetler Çatışması’, ‘iyi yönetilmeyen toplumlar’, saldırı ve işgallerin, küresel konumlanma stratejilerinin argümanları haline getirildi.
Deregülasyona tabi tutulan sadece üretim, sadece siyasetin genel alanı ve kültürel alan değildi; toplumsal teorilerde ‘yapıbozumcu’ saldırıya uğradı. ‘Büyük anlatıların/ideolojilerin geçerliliklerinin kalmadığı’, ‘Tarihin sonu’nun geldiği biçimindeki neo-liberal, post-modern savlar, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin, demokratik ve ulusalcı kurtuluş mücadelelerinin reddiyle birlikte, ‘aile-birey-cemaat’, ‘öteki’, ‘azınlık’, ‘çeşitlilik’, ‘alt kimlik’, ‘sivil toplum’, ‘yönetişim’ kavramlarının bunların yerine geçirilmesiyle tamamlandı. Neo-liberalizmin kavramları sola da taşındı; siyaset, toplum-birey ilişkileri bu kavramlar üzerinden açıklanıp, tanımlanır oldu. ‘Çokluk’ gibi yeni ucube kavramlar icat edildi. Teoriler bu temelde değiştirildi…
Sistemin iç dengelerindeki bozulma, krizlerle iç içe geçen yeniden yapılanma süreçlerinin yol açtığı yıkımlar, emekçi sınıflar ve halklar cephesinden direnişlerle karşılanıyor. Dayatılan ekonomik paketlere, özelleştirme saldırılarına, sömürünün ağırlaşmasına, işsizlik ve yoksulluğun artmasına, demokratik hak ve özgürlüklerin gaspına karşı dünyanın her ülke ve bölgesinde emekçi sınıflar mücadele ediyorlar. İşgale uğrayan, egemenlik ve bağımsızlıkları sınırlandırılmak istenen, ulusal-kültürel değerleri hiçe sayılan halklar, anti-emperyalist bir öfkeyle direniyorlar. Emperyalistler ve tekeller arasındaki rekabetinde artmasıyla birlikte, AB mali sermayesi ve tekellerinin ‘birlik’ politikaları adı altında neo-liberal ekonomi ve siyaset dayatmalarıyla sosyal – ekonomik, siyasal-demokratik kazanımları gasp edilmek istenen Avrupalı emekçiler, karşı bir refleksle harekete geçtiler.
Ezilen, hak gaspına ve saldırıya uğrayan, eskisine göre daha kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılan emekçi sınıfların, halkların mücadeleleri etkin biçimlere bürünemiyor, direnişlerle sınırlı kalıyor. İşçi sınıfının ve halkların mücadelelerinin, devrimci parti ve örgütlerin yenilgiye uğratılmış olması ve emperyalist ülke ve tekellerin ‘yeniden yapılanma’ politikalarını böylesi bir sürecin sonrasındaki elverişli koşullarda devreye sokmuş olmaları ve henüz bu süreci yaracak karşı politika ve sınıf eylemleriyle atağa geçilememesi süreci belirliyor. Zaman zaman yaygınlaşan, kitlesel biçimler kazanan direnişlere karşın devrimci parti ve örgütlerdeki güçsüzlük ve dağınıklık, deregülasyonun dağıtıcı ve çözücü etkileri karşısında önceki örgüt ve mücadele biçimlerinin yetersiz kalması, yeni örgüt ve mücadele biçimlerinin gelişmemiş oluşu, işçi sınıfının çözülme halinin devam ediyor olması ve yeni, eskisindende güçlü sınıf oluşumunun ögelerinin henüz belirginleşip etkin hale gelmemesi, süreci belirleyen temel faktörlerdir. Bunlardan dolayı, daha ileri ve üst mücadelelere geçiş yapılamamakta ve süreç yarılamamaktadır. Demokratik ve ulusal temelli özgürlük ve kurtuluş mücadelelerinin çoğu, siyasal ve askeri operasyonlarla, emperyalist kapitalizmin derinleşen hakimiyetiyle liberal-reformist bir çizgiye doğru geriletilerek sistemin içerisine çekilmektedir. Revizyonist ülkelerde neo-liberalizm tarafından çözülüp kapitalizmin dinamikleriyle harekete geçen ve hızla emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmaktan başka bir şey düşünmeyen burjuva liberal özgürlükçülük ve gerici bir milliyetçilik türü gelişirken, Orta doğu ve bazı Asya ülkelerinde feodal dinci fundemantalist özellikte, bu ülkelerin yönetici sınıflarından gizli destek görebilen, gerici bir öze ve yapıya sahip olmakla birlikte ABD nin saldırı ve işgal politikalarına karşı direnen hareketler bulunmaktadır. Devrimci alternatif olunabilen ve kitle mücadelelerinin görece farklılaştığı az sayıda ülke dışında mücadele düzeyinin düşük ve geri düzeyde olması ve bu durumun uzun süredir devam ediyor oluşunun yarattığı moral bozukluğu, yorgunluk, özgüven zayıflaması, sadece kitleleri değil dev-ci parti ve örgütleri de sarmış, hatta bu yönden aralarındaki fark silikleşmiştir. Kom. ve devrimci parti ve ör.lerin kendiliğindenciliğe kapılmadan bu durumu aşmaları, sürecin tarihsel ve nesnel bir analizini yaparak teorik, siyasal ve ö.sel, her alandan etkin bir çalişma yürütmeleriyle olacaktır. Ko. dev.ci çalışmada, subjektif faaliyetin yükseltilmesi, koşullara boyun eğmemeyi, soluklu, uzun süreli bir çalışmayı, bunu fırsatları değerlendiren, yer yer de koşulları zorlayan sıçrama yaratacak taktiksel hamlelerle birleştirebilmeyi gerektirdiği gibi, kesinlikle, darlaşma ve içe kapalılığın yol açtığı sınırlı ve tekil durumları abartma ve mutlaklaştırmak gibi öznel yaklaşımdan uzak kalabilmeyi de başarmalıdır. Koşullar ne olursa olsun gerçeklik duygusu hiç bir zaman yitirilmemelidir. Ko. ve dev.ci partiler için, her zaman en büyük tehlike, gerçeklik duygusu yitirildiğinde, olay ve gelişmelerin gerçekçi bir analizi yapılamadığında ortaya çıkmıştır.
Emperyalist kapitalist sistemin yeniden yapılanma süreçleri krizlerden azade değildir. Geçiş döneminin kaotikliği içerisinde gerçekleşen ve gerçekleşecek olan krizler, verili durumun bir çok alanda yarattığı sarsıntılarla içiçe geçerek büyüme potansiyeline sahiptir. Bunlar, tarihi, sosyal, siyasal, kültürel yönlerden farklılık gösteren, daha elverişli koşulların olduğu kimi ülkelerde derinleşerek devrimci durumlara ve devrimci yükselişlere yol açabilir. Neo-liberalizm, kitlelere vahşi bir sömürüyü, en ağır koşullarda çalışmayı ve yaşamayı dayatmaktadır. Üretici güçlerin gelişimi ve kapitalist üretim ilişkilerinin daha önce bu düzeyde etkin olmadığı bölgelere doğru genişleyen bir hakimiyet kurarak, kapsama alanını genişletip derinleştirerek, yeni ve büyük sayıdaki kitleleri sisteme çekmesi ve sistem içerisinde bir regülasyon sağlaması mümkün olmakla birlikte, bu vahşi sömürü biçimi, göreli ve mutlak yoksullaşmayı büyütmektedir. Sistemin yarattığı çekim etkisi, özellikle üretici güçlerin hızlı geliştiği ve kapitalist üretim ilişkilerinin yeni hakimiyet kurduğu bölgelerde geniş kitleleri etkilese de((Çin/Asya ülkeleri, Anadolu’daki KOBİ bölgeleri), geçicidir. Eski revizyonist ülkelerde kapitalist Batıya koşan kitlelerin bir bölümü, burjuva liberalizminin hiç bir sosyal güvence tanımayan yıkıcılığı karşısında hayal kırıklığına uğrayıp eskiyi arar hale geldiler. Ülkeleri, bölgeleri, sınıfları ve farklı sınıf kesimlerini farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde- bazısını daha çok, bazısını daha az, bazısını karşı yönde- etkileyen, kapitalizmin günümüzde yaratmış olduğu çekim, bir tarihsel durum olarak, geçicidir. Ana stratejisi, nispi ve mutlak artık değerin çoğaltılması olan neo-liberal yeniden yapılanmanın yıkıcı etkileri, bir çok ülke ve bölgede, çeşitli sınıflar ve emekçi sınıf kesimleri üzerinde ortaya çıkarken, ilerleyen süreçte bu daha yaygınlaşacak, büyüyecek ve derinleşecektir. Kapitalist Birikimin Mutlak Genel Yasası hükmünü yürütmekte, bir yanda zenginlik birikirken, diğer yanda yoksulluk birikmektedir. Büyüyen, yeni bir genişlemeyle yoğunlaşıp merkezileşerek daha az sayıda elde toplanıp daha da büyüyecek olan sermaye, karşı kutbunda göreli ve mutlak yoksullaşmayı da kitlelerin daha geniş kesimlerini içerisine alacak biçimde büyütmektedir ve yeni yeni kesimleri de içerisine dahil edecektir. Yeni üretim dallarının ortaya çıkması, alt sektör oluşumları, pazarların genişlemesi gibi, artı değer üretimi ve sermaye birikimini büyütücü, genişleten ve boyutlandıran-burjuva sınıf tabanınında genişlediği- yeni kanallarda biriken sermaye, yoğunlaşıp merkezileşerek, daha üst düzeyde ve daha az sayıda elde toplanacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemin içsel değişim ve dönüşümlerinin olduğu yeniden yapılanma süreci, emperyalist ülkeler, tekeller ve tekel grupları ve çeşitli bölgelerdeki ülkeler arasında rekabet ve eşit olmayan gelişimden doğan çelişkilerle birlikte, gerçekleşmektedir. Uluslararası siyasetin kuralları ve güç ilişkilerinin merkezileştiği Güvenlik Konseyi, BM. gibi kurumların iç dengeleri sarsılmakta, önceki kararlar fiilen çiğnenmekte, yeni geliştirilen egemenlikleri sınırlandırıp müdahaleyi meşrulaştıran doktrinlere göre, onlarda yeniden yapılandırılma sürecine sokulmaktadırlar. Neo-liberal ekonomi ve siyasetin başını çeken ABD ve ardı sıra yürüyen İngiltere’nin dış politika alanında da dominant ve saldırganlığı artan bir politika izlemeleri, petrol alanlarına, mali sermaye ve tekellerin küresel dağılım ve egemenlik alanlarında konumlanışlarına, yeni gruplaşmalar, güç dağılım ve merkezileşmelerine uygun yeni bir askeri-stratejik konsept ve üslenme politikasına geçmesi, siyasal, diplomatik ve alttan alta gelişen askeri bir rekabeti ortaya çıkartmaktadır. Yeni güç merkezleri, stratejik bir yönelim içeren farklı ittifaklarda oluşmaktadır. Neo-liberal ekonomi ve siyasetin genel stratejisinde birlikte hareket eden emperyalistlerin hegemonya mücadelesi ve yöntem farklılıkları, gerilim, uzlaşma ve dolayımlı çatışmalarla giderek artan bir şekilde sürecektir.
Durumları sarsılan, yaşam koşulları eskisine göre kötüleşen ve yıkımla karşı karşıya olan emekçi sınıfların biriken ve büyüyecek olan öfkesini dev.ci temellerde örgütleyebilmek olanaklıdır. Fakat bu sadece yıkım ve tasfiyelere karşı genellikle spontane bir özellik gösteren direnişlerle sınırlı olarak kalmamalı(mevcut durumda bunların başarı kazanma olanakları az, sınırlı ve geçicidir), yeni sürecin içerisinde onu karşılayacak teori-proğram, politika, örgüt ve eylem biçimleri geliştirecek bir düzeye geçilebilmelidir. Emperyalist burjuvazi, kar oranlarının düşüşe geçerek sermaye birikim ve büyüme süreçlerinin yavaşladığı, kriz aralıklarının sıklaştığı ve devrimci tehditin büyümekte olduğu bir dönemin sonrasında, başta dev.ci tehditin geriletilmiş olmasıyla maksimum denilebilecek bir elverişlilik düzeyinde yeniden yapılanma sürecine girdi. Hali hazırda bu avantajını korumanın yanı sıra yeniden yapılanma sürecinin işçi sınıfı, emekçi halklar, kom., dev.ci parti ve örgütler üzerindeki çözücü etkisi derinleşerek sürmektedir. Bununla birlikte, revizyonist sistemin çöküşüyle ’90’ların başlarında zirveye çıkan neo-liberalizmin siyasal popülaritesi, ’90’ların ortalarından itibaren inişe geçmiştir. Kapitalist küreselleşme karşıtı hareketlerin ortaya çıkışı, ABD emperyalistlerinin Irak’ı işgali ve karşısında yükselen direniş, Latin Amerika ve son dönemde Avrupa halklarının sosyal yıkım politikalarının sonuçlarını görmeye başlamaları, gelişmekte olan eylemler karşı bir bilinç ve tutumu geliştirmektedir.
Varolan durum içerisindeki hareketli dinamikleri ve yeni gelişen süreçlerin içerisinde belirmeye başlayan yeni dev.ci olanakları kavramak, bu halkalara sarılmak, süreci buradan yarmak, kom. dev.ci bir alternatifi bu temelde geliştirmek mümkündür. Koşullara boyun eğmeyen, tersine onu zorlayıp yaracak bir irade ve atılım gücünü bağrında taşıyan, siyasal-ör.sel-pratik düzeyde tasfiyecilikle sınırlarını net olarak çeken bir çalışmanın yürütülmesi koşul olmakla birlikte, yeni durumu, değişimleri kavrayacak teorik, politik, ö.sel, taktiksel üretim, bir bütün olarak yeni bir kadrosal düzeye çıkış, bakış açımızı ve ufkumuzu genişletecek bir zihniyet dönüşümü , bir diğer deyişle kom. dev.ci hareketin kendi tarihsel kriz durumunu sonlandırması, şarttır. Tüm bu süreci, subjektif yönden yarmamızı sağlayacak dev.ci çözüm halkası budur.
Kapitalist Üretim İlişkilerinin Küresel Ölçekte Girilmedik Tek Bir Alan, Bölge Bırakmadan Hakim Hale Gelmesi; Sistemin Tarihsel Sınırlarına Doğru Yaklaşması; Daha Geniş Ölçekli ve Daha Derin Yeni Dev.ci Durumlar; Yeni Bir Sos. Dalgası
Kapitalizm, ilk ortaya çıkıp gelişme gösterdiği ülkelerden başlayarak önce ticaret biçimiyle dışa doğru bir açılım ve genişleme gösterdi. Tekelci kapitalizmin gelişimi, serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalizm aşamasına geçilmesiyle birlikte mal ihracının eskisinden de daha fazla olmasına karşın bu dönemi karakterize eden temel olgu sermaye ihracıydı. Gelişmiş kapitalist ülkeler, gerek birbirlerine, gerekse sömürge ve yarı-sömürge ülkelere borç ve yatırım biçimleriyle sermaye ihraç etmekteydiler. Dünyanın emperyalist ülkeler ve en büyük tekel grupları arasında toprak bakımından paylaşılması da tamamlanmıştı.Geçmişte sömürge ve yarı-sömürge ülkelere gerçekleştirilen sermaye ihracı, borçlandırma ve hammadde kaynaklarına yapılan yatırımlarla sınırlı kalıyordu. Sonraki, bugüne doğru uzanan süreçte sermaye ihracı, ortaklık ve doğrudan yatırımlar biçiminde sınai alana doğru genişledi. Bugün ise, Sınai, bankacılık, tarım, ticaret, madencilik, turizm, eğitim, sağlık, iletişim, ulaşım, taşımacılık, medya, reklamcılık, eğlence … , ortaklık veya doğrudan yatırım biçiminde emperyalist sermaye yatırımlarının gerçekleşmediği tek bir alan, tek bir sektör kalmamıştır. Sermaye ihracı, değişik biçimlerde, bir iki kanala bağlı olmadan gerçekleşmektedir. Bölgesel büyük merkezlere sahip olan, ülkelerin içlerine kadar girip şirketleri ele geçiren, para işlemleri yapan bankalar, borsalar-alt borsalar ve özel kuruluşlar(portföy yönetimleri vb.) üzerinden gerçekleşen, çok sık ve büyük miktarlarda spekülasyon amaçlı olarak ta kullanılan çok büyük bir mali sermaye hareketliliği vardır.
Üretim teknolojilerindeki yeni gelişim, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler, eğitim, sağlık, turizm gibi alanların artı-değer üretim alanları haline gelmeleri, tarımsal üretimin yeni bir nitelik kazanması, üretici güçlerin gelişimine yeni bir ivme kazandıran bu gelişmelerin bütünü, üretici güçlerin ve kapitalist üretim ilişkilerinin kapsama alanını küresel ölçekte genişletmiştir. Bugün çok sınırlı-Orta Afrika- bir iki alan dışında kapitalist üretim ilişkilerinin girip egemen olmadığı bölge kalmamıştır. Kapitalist üretim tarzının hakimiyeti, dünyanın büyük bölümünde pek çok sektörü, geri kalanında en azından bir kaçını içerecek düzeyde derinlemesine ve genişlemesine büyüyen bir hakimiyet düzeyindedir. İlişkilerin sadece ticaretle sınırlı kaldığı bölgeler çok azdır.
Emperyalist-kapitalizmin küresel düzeyde derinlemesine ve genişlemesine hakimiyeti, mali, sınai, ticari, siyasi, askeri yayılma ve hakimiyetini ileri düzeye taşıması demek olduğu gibi, kapitalizm de, üretim güçlerinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin girilmedik hiç bir alan bırakmamacasına hakimiyet kurmuş olması anlamına da gelmektedir. Bu önceki, emperyalist ülke ve tekeller tarafından dünyanın toprak bakımından paylaşılmasından farklı, kapitalist üretim ilşkilerinin çok daha yaygınlaşmış ve derinleşen bir hakimiyet durumunu gösterir. Emperyalist ülkeler ve en büyük tekel grupları arasında dünyanın toprak bakımından paylaşılmış olmasına karşın hakimiyetin ekonomik yoğunluğu daha az, dokusu daha gevşekti ve coğrafik, siyasal, askeri düzeyde kalıyordu. Sermaye ihracı ve ticaretin miktar ve düzeyi sınırlıydı. Mali sermaye ve tekellerin kapitalist genişleme ve hakimiyetinin düzeyi, iktisaden bütün alanlara hakim olacak, feodal-ataerkil üretim ilişkilerini bütün alanlardan ve tümüyle tasfiye edecek düzeyde değildi. Bugün ise, üretim güçlerinin yeni atağıyla birlikte kapitalist üretim ilişkileri küresel ölçekte geniş ve derinlemesine gelişen, içsel bir hakimiyet oluşturmaktadır.
Üretici güçlerin devasa gelişimiyle, gök kubbenin altında/üstünde ne varsa, insanın en doğal ve zorunlu gereksinmelerinden manipülasyonla gereksinim haline getirilenlere kadar, meta üretiminin konusu – dolayısıyla metalara dayalı ilişki ve egemenlik alanı- haline getiren ve bu konuda muazzam bir yaratıcılık sergileyen kapitalizm, içerebileceği bütün üretim güçlerini geliştirme yönünden istihap haddini doldurmaya doğru gitmektedir. Sistemin tarihsel sınırlarına, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceği aşamaya doğru olan, yaklaşmakta olduğunu gösteren gelişimdir bu da.
Üretici güçlerin gelişimiyle, kapitalizmin emperyalist aşamasında da nispi istikrarlı gelişim dönemleri olsa da, bu emperyalizmin, asalak, çürüyen, can çekişen kapitalizm olma özelliklerini ortadan kaldırmaz. Çünkü bu gelişim, mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti altında merkezileşip yoğunlaşan, toplumsal sermaye olarak büyüyen sermayenin, git gide daha az sayıda elde toplanmasıyla, mülk edinmenin özel kapitalist şekliyle üretimin toplumsallaşması arasındaki çelişkinin artarak, had düzeyde keskinleşmesi sürecini karakterize etmektedir. Dolayısıyla üretici güçlerin gelişimine bağlı olarak sermaye birikimindeki artış ve büyüme, her seferinde ve her aşamada daha derin, daha şiddetli ve daha kapsamlı krizlerle birlikte sistemin, asalaklık, çürüme katsayısını artırır, can çekişme özelliğini daha belirginleştirir, sosyalizmin zorunluluğuna ve kaçınılmazlığına işaret eder. Lenin’in, kapitalizmin emperyalist aşamasına geçişiyle birlikte ulaştığı en yüksek aşamanın aynı zamanda onun en son aşaması olduğuna ilişkin saptaması, asalaklık, çürüme ve can çekişmesine ilişkin belirlemeleri, çıkışını, kapitalizmin temel çelişkisinin keskinleşmesinden almaktadır ve asalaklık, çürüme ve can çekişme özellikleri, belirli bir durum ve kesitle sınırlı olmayıp tarihsel bir dönem boyunca giderek daha açık ve belirgin hale de gelecek olan özelliklerdir. Üretici güçlerdeki gelişme ve yeni üretim dallarının ortaya çıkması ve eski üretim dallarında ortaya çıkan değişikliklerle karakterize olan gelişmelerle artı-değer üretimi ve sermaye birikiminin yeni bir artış ve büyüme trendine girmesi, Lenin’in tespitlerinin yanlış olduğu veya bunların artık geçerli olmadığını değil bizzat bu sürecin içerisinde ilerlemeye devam eden, frenleyici bir etkide yapan bu özelliklerin, izleyen evrede çok daha geniş ve boyutlanmış olarak ortaya çıkacaklarını gösterir.
Sistemin istihap haddine -içerebileceği tüm üretim güçlerini içerme- doğru olan gelişimi, her seferinde üretici güçlerin geliştirilmesi ve sermaye birikimine süreklilik kazandırmakta daha büyük zorluklarla karşı karşıya bırakacak, daha derin krizler ve yıkımlar gerçekleşecektir. Üretim dallarının, ülke ekonomilerinin içiçe geçmesi, ülke içerisinde olduğu gibi bölgesel hatta küresel düzeyde girift bir ağın oluşması ve karşılıklı bağımlılığın artmasıyla, krizler, artık tek ülkede ve dar bir alanda değil ’97 Asya krizinde olduğu gibi, pek çok ülkeyi saracak ve sarsacak bir düzey ve biçimde gerçekleşecektir. Emperyalist kapitalist ülkeler, tekeller, tekel grupları, şu veya bu düzeyde kaynaşmış, içiçe geçmiş üst kapitalist birlik oluşumları, yeni devlet yapıları arasında ve kendi içlerinde, eşit olmayan gelişme ve rekabete dayalı mücadeleler, ardışık ve içiçe geçmiş kriz evreleri içerisinde daha şiddetli biçimlere bürüneceği gibi, yıkıcılığın kapsamı ve şiddeti de daha büyük ve boyutlu olacaktır. Büyük bir krizin üstesinden gelebilmenin bedeli, ülkelerin, bölgelerin, kıtaların, dev ekonomilerin çökertilmesi, savaşlar ve sosyal yıkımlardır. Bu Kapitalist emperyalist sistemin asalak, çürüyen, can çekişen kapitalizm olma özelliklerini tümüyle açığa çıkartıp belirgin hale getireceği gibi, sistemin yıkıcı özelliklerinin belirginleşip öne geçmesi onun insanlıkla bağdaşmayan niteliğini de açık bir biçimde gösterecektir.
Devrimci durumların daha sık ve daha geniş ölçeklerde ve daha derin ortaya çıkacağı, sosyalizmin maddi ön koşullarının daha olgunlaşacağı bir tarihsel süreçtir bu aynı zamanda. Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte girilmedik tek bir alan bırakmadan hakim hale gelişi, kapitalist ekonomilerin tek bir dünya kapitalist ekonomisi haline gelmesiyle oluşan girift bağlar, proletaryayı etki ve gücünü büyütecek sayılara ulaştırdığı gibi, dünyanın hemen her bölgesinde temel sınıf karşıtlığı olarak, proletarya-burjuvazi arasındaki çelişkiyi merkeze yerleştirmekte ve belirleyici hale getirmektedir.
Bu tarihsel süreç, proletaryanın sektörel, bölgesel ve küresel düzeylerde enternasyonal örgütlenme ve birleşik eylem zeminlerini de güçlendirmektedir. Birlikte uluslararası grevleri örgütlemekten, devrimci durumlarda birlikte saldırıya geçmeye ve birleşik devrimler gerçekleştirmeye, dünya devrimi için birlikte savaşıp nihai zaferi kazanmaya kadar uzanacaktır bu süreç.
İçerisinde bulunulan durumu iyi çözümleyemeyen, olguları birbirinden ayıramayan biri, varolan durumdan en kötümser sonuçları çıkartarak, kapitalizmin ekonomik, siyasal, kültürel, askeri bütün alanlardan yürüttüğü neo-liberal saldırı ve yeniden yapılanma sürecleri karşısında çaresizliğini ilan edebilir, boyun eğip teslim de olabilir; olguları ayrıştırabilen, bugün için nispeten zayıf hatta ters yönde bir görünüm sergileyenleri doğru değerlendirebilen biri ise, sistemin iç dengelerinin bozulmasının ortaya çıkardığı dev.ci imkanları değerlendirmeyi ve güçlü bir alternatif oluşturmayı düşüneceği gibi, başını kaldırıp ileriye doğru baktığında da, içerisinden devrimlerle çıkılacak bir çağ yangınını ve yeni bir sosyalizm dalgasını görecektir.
DEĞİŞİMİN EKONOMİK-SOSYAL TEMELİ –TÜRKİYE
Birikim Modeli Değişimi; Neo-Liberal Ekonomi Politikalar ve İş Bölümündeki Değişmeler; İşbirlikçi Tekelci Kapitalistlerin Sermaye Yatırım ve Pazar Alanlarının Genişlemesi ve Politika Değişimi
Emperyalist kapitalist sistemin neoliberal iktisadi politikalarının, üretim ve uluslararası işbölümü koşullarındaki değişimin Türkiye’ye yansıması ve uygulanmaya başlanması, 24 Ocak 1980 Kararları ve Özal dönemi iktisadi politikalarıyla oldu.1980’e dek izlenen, gümrük duvarlarının yüksek tutulduğu, dışa daha kapalı “ithal ikameci sanayileşme ve ticaret”e dayalı birikim modelinden “ihracata dayalı sanayileşme ve ticaret” olarak adlandırılan yeni bir birikim modeline geçildi. On yıl kadar öncede AB-Gümrük Birliğine girildi.
“İthal ikameci sanayileşme ve ticaret,” emperyalizme bağımlı, genel olarak montaj sanayii ile karakterize olan, yüksek gümrük duvarlarının oluşturduğu korunakla görece daha geri bir teknoloji ile iç pazara dönük üretimin yapıldığı bir birikim modelidir. “İhracata dayalı sanayileşme ve ticaret” olarak tanımlanan model ise, gümrük duvarlarının aşağı çekildiği, emperyalist tekellerin ürünlerinin dışarıdan daha kolay giriş yapabildiği bir değişimi içermekle birlikte, içteki sınai yapının görece daha ileri bir teknoloji ile kurulmasını emperyalist tekellerle işbirliği ve yatırım ortaklığını, iç pazarın dışına çıkılarak bölge pazarlarına açılma olanağını sağlamaktadır. Ülke ekonomisi emperyalist ülke ve tekellere mali, sınai ve ticari her alanda ve her düzeyde açılırken, uluslararası işbölümünün emperyalistlerce belirlenen yeni koşullarına uygun olarak işbirlikçi tekelci kapitalistler de daha geniş bir alanda ticari ve sınai yatırım olanaklarını elde etmektedirler. Neo-liberal iktisadi politikaların olanaklı kıldığı bu serbesti, görece ileri, orta düzey kapitalist gelişme düzeyindeki Türkiye kapitalizmi ve bunu karşılayan sermaye ve tecrübe birikimlerine sahip olan Türkiye işbirlikçi tekelci kapitalistlerine çok geniş bir coğrafyada (AB, Ortadoğu, Balkanlar, Rusya, Uzak Asya, Afrika, Küba) sınai, ticari her alanda mal ihracı ve sermaye yatırım olanakları kazandırdı. 6 milyar doları Türki Cumhuriyetlere olmak üzere, sadece BDT ülkelerinde 8 milyar doları bulan Türkiye çıkışlı sermaye yatırımı vardır. (Türkiye’ye eroin ticaretinden 40 milyar dolar para girdiği söylenmektedir. İrili ufaklı sermayeler olarak bunun bir bölümününde olsa nerede ve nasıl kullanıldığına ilişkin merakı gidermektedir. Sadece KOÇ gibi işbirlikçi tekelci kapitalistler, sermaye yatırımında bulunmuyor bu ülkelerde. Ellerindeki bond çantalarla bir kaç saatte dünyanın bir ucundan ötekine, bir ülkeden diğerine giden global sermaye yuppilerine özenen Erzurumun faşistleri de, Türki Cumhuriyetleri arşınlamaktadırlar. ) Arçelik, Vestel Avrupa’da fabrika satın alıp yatırım yapmaktadırlar. Oluşum süreci dahil, kriz dönemlerinde daha yoğun olmak üzere devlet üzerinden –devletin birikim aracı olarak doğrudan kullanıldığı- ve devlet destekli, son derece iç içe geçmiş bir gelişim sürecine sahip, sermaye birikimini bu temelde ve iç pazar üzerinde kurduğu tekelci hakimiyetle gerçekleştirmiş olan Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisine, emperyalist ülke ve tekellerle daha dolaysız ve girift bir bağımlılık ilişkisine girerek iç pazar hakimiyeti açısından bazı kayıplarına karşın tarihi, kültürel, etnik, coğrafi, konjonktürel avantajları kullanarak çok daha geniş bir alanda birikim yapabilmenin yolu ve olanakları açıldı.
İşbölümünün yeni koşulları içerisinde, birikim modeli değişimiyle birlikte jeo-stratejik ve konjonktürel avantajları etkin bir şekilde kullanan Türkiye işbirlikçi tekelci kapitalistlerinin politik görüş ve tercihleri de değişti. 1990’ların başlarından itibaren TÜSİAD politikaları açık bir değişim gösterdi. Ekonomik koşullardaki değişime uygun, eşyanın tabiatı gereği olan zorunlu bir değişimdir bu. Oluşumunun başlangıcından itibaren tüm gelişimini içte tekelci, gerici baskıcı bir hakimiyet kurarak sonrasında buna f.st bir biçim kazandırarak siyasal istikrarı sağlayan ve bu temelde sermaye birikimini gerçekleştiren işbirlikçi tekelci burjuvazi, yeni işbölümü ve birikim koşullarına uyum sağlayabilmek için politik tercihlerinde zorunlu bir değişim gerçekleştirmiştir. Bu yeni politika, doğrudan ve ortaklıklar biçimiyle emperyalist yatırımlara, para, mal ve hizmet biçimiyle sermaye hareketlerine güven ve istikrar sağlayacak, yönetememe krizlerine varan siyasi krizlerin ortadan kaldırıldığı bir siyasal istikrar zemini oluşturmanın yanı sıra, emperyalistlerin soğuk savaş stratejisinin sınırdaki uygulayıcısı olmaya dayalı ve komşu ülkelere karşı şoven milliyetçilikle canlı tutulan düşmanlık politikasının değiştirilmesini öngörmektedir. İzleyen süreçte, burjuvazinin gelişim zayıflığından dolayı, yoğun devlet destekli ve devlet üzerinden dolaysız bir sermaye birikim modelinin uygulanmasıyla özgül bir temsil rolü oynamış olan bürokrasinin, bunun içerisinde Cumhuriyetin kurucu bir unsuru olarak yer alan ve gerici ve f.st devletin orta direği olma payesine sahip ordu bürokrasisinin gücü ve etkisi işlev kaybıyla geriletilip sınırlandırılmaktadır.
Türkiye işbirlikçi burjuvazisi, neo-liberal politikalar temelinde emperyalist- kapitalist sisteme entegrasyonunu güçlendirirken, bugünün öne geçen birikim biçiminin avantajlarını kullanmaktadır. Görece büyük bir sermaye birikimine ve sınai üretim potansiyeline sahip Türkiye burjuvazisi, bulunduğu coğrafyanın ekonomik, siyasal, etnik, dinsel, kültürel avantajlarını da kullanarak geniş bir alanda etkinlik göstermektedir. İhracatta büyük artış olduğu gibi, AB ülkeleri dahil pek çok ülkede sınai, ticari, inşaat vd. alanlarda büyüklü küçüklü yatırımlar yapılmaktadır. Bu gelişmelerle birlikte izlenegelen dış politikada bölgesel güç olma yönünde stratejik bir değişim geçirmektedir. İçerde ise, yönetememe krizine yol açan devrimci güçleri yenilgiye uğratıp geriletmiş olmanın nispi rahatlığı ve bunun sağladığı avantajlarla hareket etmektedirler.
Emperyalist Ülke ve Tekellerin Bağımlı Ülke Sanayii ve KOBİ Stratejilerinde Değişim
Yarı-sömürge bağımlı ülke ekonomi ve sanayiin, ülke içi pazarla sınırlandırılmış konumlandırılışından sektörel işbölümü ve kimi sektörlerin üretim hiyerarşisinin yeni iç örgütlenme modeline göre yeniden biçimlendirilmelerine bağlı bir değişim gerçekleşti. Bağımlı ülke sanayilerinde işbirlikçi tekelci kapitalistlerle yatırım ortaklığı veya emperyalist tekellerin doğrudan sınai yatırımda bulunmaları biçiminde gerçekleşen değişikliklerin yanı sıra, KOBİ stratejileri de değişti. Öncesinde, küçük ve orta ölçekli işletmeler, kapitalist tekelci gelişime bağlı olarak kaçınılmaz bir tasfiye yaşarken, emperyalist kapitalist ekonominin yeni yapılanması içerisinde yeniden yapılandırılan, teşviklerle desteklenen yeni bir KOBİ stratejisi oluşturuldu. Bu, izlenen yeni üretim politikasının sonucudur. Üretim ve ürün teknolojilerindeki gelişmelerin sonucu olarak katma değerli üretim olanakları artmıştır. Tek bir ürün cinsinin parçalara ayrılarak ayrı ayrı yerlerde üretilmesi, emperyalist tekellere, nitelikli ve niteliksiz emeğin de değişik düzey ve bileşimlerde bölünmesiyle nispi ve mutlak artıdeğere doğrudan ve dolayımlı olarak daha büyük miktarlarda el koyma olanağı sağlamaktadır. Ürün tasarımı ve marka oluşumu ve pazar hakimiyetiyle sağlanan üstünlük, ‘tedarikçi firma’ olarak kullanılan KOBİ’lerde yoğun emek sömürüsüyle düşük maliyetle üretilen ürünlerin yüksek tekel fiyatlarıyla satışını olanaklı kılmakta, bu şekilde emperyalist tekeller azami kar sağlamaktadırlar. Ülke iç pazarları ve bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisi genişlemiş, pazar, özellikle tüketim malları alanında katmanlı bir yapı kazanmıştır. Bunun sonucu, aynı sektör içerisinde değişik standart ve düzeylerde üretim yapılmakta, bir bütün olarak genişletilmiş yeniden üretim daha da genişlemiş bir temel üzerinde yapılabilmekte, bu da sermaye birikim alanını genişletmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, ‘70’lere gelindiğinde, standart kitlesel ürünlerin üretiminde, pazarlarda nispi bir doygunluğun ortaya çıkmasının oluşturduğu pazar sorunu ve baskısıyla, yeni üretim teknolojilerine geçişin olanaklı kıldığı kategorik bir ürün ve üretim stratejisine de geçilmiştir. Aynı sektör içerisindeki alt ve orta düzey ürünlerin üretim ve satışı bağımlı ülkelere kaydırılırken, üst ve yüksek standartlı, yeni teknolojilere dayalı ürünlerin üretiminin daha çok emperyalist ülkelerde gerçekleştirilmesi biçiminde yeni bir işbölümü ve ayrıma gidilmiştir. Bunun sonucu olarak, Arçelik, Vestel, Beko gibi Türkiye’de üretilen standart kitlesel ürünler Avrupa pazarında da satılır hale geldi. KOBİ’lere varolma olanağı sağlayan bir diğer etken de kapitalist üretimin kazandığı bu katmanlı yapıdır. Alt ve orta düzey standart kitlesel ürünlerin, bağımlı ülkelerde, bu ülkelerin işbirlikçi burjuvaları ile yatırım ortaklığı biçiminde veya emperyalist tekellerin doğrudan yatırımları olarak bölge pazarlarına da açılacak biçimde üretilmesi ve satışı, yeni politika olarak benimsenmektedir. Yeni KOBİ stratejisinin en fazla uygulandığı alanlardan birisi, tekstil ve konfeksiyondur. AR-GE ve ürün teknolojisinin bilgisi ve yüksek pazar hakimiyetiyle emperyalist tekeller, üretimi bütünüyle “tedarikçi firmalar”a yaptırıp ürünün sadece markasını yapıştırma zahmetine katlanmalarının sonucunda artı-değerin çok büyük miktarına el koymaktadırlar.
Sektör içi ürün kategorilendirilmesinin bir diğer sonucu da, alt düzey ürünlerin üretimi ve çeşitlendirilmesiyle, işçi sınıfı ve emekçilerin gereksinimlerinin kapsamı genişlediği koşullarda da sermayenin ve sanayiin genel çıkarlarına uygun olarak işgücü fiyatının olabildiğince düşük tutulmasının sağlanmasıdır. Geleneksel tarımsal ürün fiyatlarının düşük tutulmasında olduğu gibi. Yeni ve çeşitlenmiş olan ihtiyaçların iyi kötü benzer ve taklit ürünler üzerinden karşılanması, sisteme pazar genişlemesi sağladığı gibi, bu biçimiyle de olsa gereksinimleri karşılanan kitleleri sisteme bağlamaktadır. Sadece bir burjuvanın hem de hiç emek harcamadan sahip olabileceği, bir emekçinin ise asla ulaşamayacağı marka değeri olan bir mala ulaşmak için emeğinin ve yaşamının büyük bir bölümünü hasretmek bir emekçinin en büyük ideali haline de gelebilmektedir..
Belirtilenlere bağlı olarak, önceki geleneksel yapı içerisinde kalan bölgesel dar bir iç pazar için üretim yapan orta-küçük işletmelerin tasfiyesi sürerken, emperyalist tekellerin uluslararası yeni işbölümüne göre oluşturulan KOBİ stratejilerine uygun sektörlerde ve sektör altında ihracata dayalı ve bölgesel pazarlara yönelik üretim yapan KOBİ’ler hızlı bir gelişim gösterdiler.
Gelişen ve sayıları çoğalan KOBİ’ler ve küçük-orta büyüklükteki bu işletmelerin yanı sıra, hammadde kaynaklarına, pazara yakınlık ve işgücü fiyatının daha ucuz olması gibi nedenlerle aynı bölgelerde yer alan daha büyük fabrika ve işletmeler ikinci ve üçüncü sanayi bölgelerini oluşturdu. İkinci-üçüncü sanayi bölgelerinin ortaya çıkması, metropol kentlerin dışında ülke içerisinde farklı bölgelerde sınai üretim, bankacılık ve ticareti genişletti ve bölgesel ekonomik merkezler çıktı ortaya. Bir bütün olarak emperyalizme bağımlı Türkiye kapitalizmi, derinlemesine ve genişlemesine bir gelişim gösterdi bu süreçte.
Sosyo-Kültürel ve Siyasal Düzeydeki Yeni gelişmeler; İçsel Değişim
Kapitalist üretim ilişkilerindeki değişim ve gelişime de işaret eden bu süreç, sosyal, kültürel, siyasal düzeyde de yeni gelişmeler, içsel değişim ve farklılaşmalar oluşturmaktadır. Burjuvazinin sınıf tabanı genişledi. Türkiye işbirlikçi tekelci sermayesinin oluşum ve gelişiminden farklı, oluşum süreci itibariyle devletle olan bağları nispeten zayıf, özgül bir sermaye birikim biçimine dayanan, özellikle Türkiye’nin iç bölgelerinde –Kayseri, Konya, Denizli gibi- rejimle siyasal ve sosyo-kültürel düzeyde mesafeli ve çelişik, neo-liberal iktisadi politikalar temelinde, ihracat ağırlıklı örgütlendiklerinden emperyalist tekeller ve ülkelerle doğrudan bağlantılı geniş bir burjuva kesim ortaya çıktı. Neo-liberal kapitalist gelişime uygun hızlı bir iç değişim de geçiren ve hızla palazlanan bu yeni burjuva kesim, sosyo-kültürel ve siyasal geniş bir desteğe de sahip olarak AKP’yi oluşturmuş ve farklı desteklerle birlikte hükümet düzeyine yükselmiştir.
Önceki ve yeni yükselen burjuva kesimler arasında sermaye içi, pazar hakimiyetinde zaman zaman sertleşen bir rekabet yaşanmakla birlikte, neo-liberal ekonomik politikaların uygulanmasında, emperyalist kapitalist sisteme yeni işbölümü esasları temelinde bağlılık ve AB odaklı entegrasyon politikalarında birleşmektedirler.
Bu gelişmelerin bir parçası ve uzantısı olarak, bölgesel ekonomik merkez oluşturan kentler başta olmak üzere, sosyo-kültürel düzeyde de bir yapı değişimi yaşanmaktadır. Feodal-dinci tarikatların etkin, tutucu, gerici, kapalı toplum yapısının egemen olduğu bu kentler, sosyo-kültürel düzeyde, gelişen kapitalist üretim ilişkilerine uygun bir çözülme ve değişim geçirmektedir. Bu değişimin asli ve hızlandırıcı unsuru, geleneksel tarikat yapılarına ekonomik bir temel de kazandırılarak vakıf ve cemiyet biçiminde örgütlendirilmeleridir. Ele geçirilen belediyelerle birlikte cemiyet ve vakıflar, işbirlikçi kapitalizmin gereksinmelerine uygun ve gerekli olduğu ölçüde sınırları da çizerek bir dönüşüm gerçekleştirmektedirler. Şeriat yönelimli, dinsel, totaliter, tutucu, gerici milliyetçi kapalı toplumsal yapı çözülmektedir bu bölgelerde.
Cemiyet ve vakıflar aracılığıyla tedrici bir şekilde gerçekleştirilen değişim, önceki, radikal bir biçimde uygulanmak istenilen, yukarıdan dayatılan laiklikten, Tanzimat-Cumhuriyet çizgisinde yukarıdan aşağıya uygulanan reformlarla Batılılaşmanın gerçekleştirilmesinden farklı bir gelişim göstermektedir. Geleneksel tarikat yapılarından vakıf ve cemiyet oluşumlarına geçiş ve bunlar aracılığıyla gerçekleştirilen dönüşüm, sekülerleşme biçimiyle olmaktadır. Topluluk ve bireyler olarak dinsel-kültürel değerlerin korunması ve yaşatılması, vakıf ve cemiyetler aracılığıyla kurumsal düzeyde örgütlenmekte; yeni bir “sivil toplum” örgütlenmesinin kurumları haline getirilen bu yapılar, siyasal alanın toplumsal düzeydeki destekleyicileri de olmaktadırlar. Vakıf ve cemiyet yapıları, ele geçirilen belediyelerle birlikte yıkılmakta olan sosyal güvenlik sisteminin yerine ustalıkla devreye sokulmuşlardır. Emekçi semtlerinde bu kurumlar üzerinden yiyecek, kömür dağıtılmaktadır. (Ankara Belediyesinin dağıttığı bir broşürde 2004 yılında 320 bin aileye toplam miktarı 60 kilo olan yiyecek dağıtıldığı söylenmektedir. 20’şer kiloluk paketlerle üçe bölünerek gerçekleştirilen yiyecek dağıtımının bu dağıtım şekli dahi, onun sosyo-politik örgütlenmenin ve sistemin yeniden üretiminin aracı haline getirildiğini gösterir.) Öte yandan, dinin siyasete doğrudan müdahalesi, toplumu her düzeyde yönetme ve yaşamını belirleme biçimindeki fundamentalist, şeriata dayalı yorum ve tutumlarından uzaklaşılmaktadır. Din, kapitalist üretim ilişkilerindeki gelişime uygun bir revizyondan geçirilmektedir. Dindeki bu revizyon, İslamiyet ve Sünni mezhebine dayalı tekçi, tekelci hakimiyetin yumuşatılması, diğer din ve mezheplerle gerilimlerin azaltılması gibi konuları da kapsamaktadır. Ayrıca, kapitalist üretim ve yaşam koşulları için bir külfet haline gelen dini vecibelerin azaltılması (beş vakit namazın üç vakit namaza indirilmesi, türban kullanılarak kara çarşafı tümüyle ortadan kaldırma –Konya’daki bir fabrikada kadın işçinin çarşafla çalışabilmesi olanaksızdır, ama türbanla çalışabilir; bu, kadın emekçilerin ucuz işgücü olarak üretime daha çok çekilebilmesini de olanaklı kılar- kimi durumlarda türbandan da vazgeçilebileceği) yönünde yoğun arayışlar, İslam ulemasının önde gelenlerinin yeni tefsirleriyle sürüyor.
Belirtilen gelişim özellikleriyle cemiyet ve vakıf oluşumları ve onlara bağlı olarak oluşturulan çok sayıdaki kurum, kapitalizmin son dönemdeki iktisadi gelişiminin ve burjuva sınıf oluşumunun özgün çizgilerine uygun bir gelişim gösteren gerçek anlamıyla kapitalizmin “sivil toplum” oluşumunun parçası olan kurumlardır. Bu kurumlar aracılığıyla burjuvazi, daha geniş bir toplumsal dayanak oluşturmaktadır. Kapitalist üretim alanında, kapitalist-emperyalist dünya ekonomisine eklemlenmekte modern ve değişimci olunurken; sosyo-kültürel düzeyde ise gelenekseli koruyan, tutucu, değişimi tedricileştiren bir tutumun din kültürü aracılığıyla topluma geniş ölçüde benimsetilmesiyle bir bütün olarak toplum geri bir düzeyde tutulmakta ve sınıf karşıtlıkları perdelenmektedir. Politik parti yapılanması, post-modern eklektik bir temelde örgütlendiği gibi, sosyal bireysel yaşam ve kültürde bu temelde biçimlendirilmektedir. Giyimden davranışa pek çok çelişik durum, düşünce ve davranıştaki çelişkilerin uyumlulaştırılması ve bunların damgasını vurduğu yeni kişilik yapısı, sadece dini kültürden referans alanlarla sınırlı değildir; günümüzdeki toplumsal tipolojiyi vermektedir bize. Konya, Kayseri, vb. yerlerdeki fabrikalarda çalışan işçilerin nesnel konumları itibariyle üretim içerisinde bulundukları yer, işçi de olsa, kendiliğinden sınıf bilincinin oluşumu yönüyle dahi bilinç gelişimini yavaşlatan önemli bir etken olmaktadır bu. Burjuvazinin etkinliğini artırıp tümüyle egemen hale geldiği siyasi partiler, TÜSİAD, ticaret ve sanayi odaları vb. çok sayıda önceden varolan kurum ve kuruluşlara son dönemde emperyalist kapitalist dünya ekonomisine entegrasyondaki artış ve liberal politikalara bağlı olarak kurulan çok sayıda yeni “sivil toplum” kuruluşlarının eklenmesi ve geniş toplumsal kesimleri yedekleyen vakıf ve cemiyetlerin katılımıyla, Türkiye burjuvazisi, geniş, yaygın ve örgün bir biçimde kendi “sivil toplum”unu örgütlemektedir. Burjuvazinin “sivil toplum” aracılığıyla iktidarını toplumsal düzeyde güçlendirmesi ve “sivil toplum” aracılığıyla burjuva iktidarın daha işlevsel ve etkin kılınması, gerçek bir kapitalist burjuva gelişim olarak çıkmaktadır ortaya. Bir .sel kriz durumundan çıkıyoruz. Bir önceki adım bir sonrakine ekleniyor. Farklı alanlarda yürütülen çalışmalar tek bir bütünün parçaları olarak yeniden ö.leniyor. Çalışmanın farklı alanlarında konulmuş hedeflere ulaşılıyor ve onlara yeni hedefler, yeni görevler ekleniyor. Daha önce gidilemeyen, ulaşılamayan, bağların zayıfladığı ya da kopmuş olduğu bölge ve ilişkilere ulaşılıyor, yeniden ilişki kuruluyor. Atılan her adım varolan kuşku ve güvensizliği beklentisizliği geriye doğru itip sonraki adımların daha güçlü ve dolu atılabilmesinin yolunu açıyor. Güçlerimizin dağınıklığı, belirsizlik, iç çözülme durumu sona erdikçe güvensizlik yerini güvene bırakıyor. Durumda bir değişiklik olmayacağına inanmış en inatçı y.lar dahi yeni bir duruma geçildiğinin farkına varıyorlar. Çalışmalarda ileriye doğru atılan her adım, güçlerimizin yeniden ö.lenmesi ve yeni güçlerin ö.lenmeye başlanması mutluluk veriyor ve yeni bir heyecen yaratıyor. Önceki dönemin yarattığı psikoloji, yıpranma ve tahribat yerini yeni bir ruh haline, güçlerin toparlanmasına, kendilerini yeni bir düzlemde ifade etmelerine, daha ilerden koymaya doğru evriliyor. Ö.sel dağınıklıktan dolayı özveriyle yürüttükleri çalışmaların sonuçlarını alamayan buna karşın inatla, ısrarla onları sürdürmekten geri durmayan y.larımız, çalışmaların hedeflerle birlikte tanımlanıp örülmesinin sonuçlarını görüyor ve sevincini yaşıyorlar. Yıllara yayılmış fiili tasfiyecilik durumunun oluşturduğu sisler dağılıyor ve yeni bir duruma geçiyoruz. Zor bir dönem sona eriyor.
İşçi Sınıfı
Üretimin örgütleniş Parametrelerinde Değişim; Fabrika Koşullarındaki Değişiklikler
Modern sanayinin gelişimiyle birlikte büyük çaplı üretim içerisinde yer alan işçiler, fabrikalarda bir araya geliyorlardı. Sınai üretim, kapitalist üretimin temelini teşkil ediyor, makineli üretime geçişle birlikte de sınai üretim fabrika temelinde gerçekleşiyordu. Büyük ölçekli üretimin gelişimiyle de içinde çok sayıda işçinin çalıştığı dev büyüklükteki fabrikalar, entegre işletmeler ortaya çıktı. Bu dev büyüklükteki fabrikalardaki üretim, fordist sistemin gelişimiyle daha belirgin bir nitelikte kazanarak yukarıdan aşağıya, hiyerarşik ve disipliner, katı ve giderek basitleşen bir iş bölümü temelinde (işçinin rolünü bütünüyle makinenin uzantısı, ona tabi bir parça haline getiren) gerçekleşmekteydi. Üretim sürecinde bölümlemeler, vardiya sisteminin uygulanmasından gelen ayrımlar vb. olmakla birlikte üretim ve üretimin örgütlenişi standart, zincirsel, düz aşamalı bir yapıdaydı. Kapitalist üretimin bu şekli, oldukça homojen, çalışma ve yaşam koşulları, ücret düzeyleri birbirine yakın bir işçi kitlesini, bir sınıf yapısını da ortaya çıkartmaktaydı. İşçilerin büyük fabrikalarda büyük sayılarda bir arada ve aynı koşullar içerisinde bulunmaları, onlarda dayanışma içerisinde olma, birlikte hareket etme yönünde bir itki oluşturuyor, kendiliğinden bir bilinç gelişimini koşulluyordu. İşçi sınıfının içerisinde bulunduğu bu objektif koşullar, ekonomik mücadelesine ve başlangıç halinden itibaren bilincin kendiliğinden gelişimine, sendikaların doğuşuna temel oluşturan koşullardır. 1837-Lyon işçilerinin ayaklanmasından başlayarak Ekim devrimine uzanan büyük işçi eylemleri, 1930’lardaki faşizme karşı grevler, 1970’li yıllardaki genel grevlerin hepsi fabrikalar temelinde gelişen mücadele ve örgütlenmelerin ürünü olarak gerçekleşti. Tüm bu dönemler boyunca kom. parti ve ör.lerde örgütlenmelerini sınıf temeline ve fabrika temeline dayandırdılar. Fabrikaların kalelerimiz olmalıdır, şiarı işçi sınıfını örgütlemenin temel sloganıydı. Fabrika temelinde örgütlenme Leninist parti örgütlenmesinin de temeli olduğu gibi, üretimin fabrika temelindeki örgütlenişi de parti örgütlenmesi için de bir esin ve model oluşturuyordu.
Günümüzde de üretimin büyük ölçekli olarak standart kitlesel üretim biçimiyle gerçekleştirildiği yerlerde geleneksel fabrika düzeni de çok temel değişiklikler olmadan sürmektedir. Örneğin, otomotivde ana üretim zinciri korunur robotik teknolojiler de uygulanırken, yaygın bir yan sanayi desteğiyle koltuklar, farlar vb. just in time-sıfır stok yöntemiyle alınıp zincire dahil edilmektedir. Bunun dışında genel fabrika yapısı korunmakla birlikte üretimin teknik temelindeki değişimin sonucu olarak üretimin örgütleniş biçiminde de, emek gücünün kullanımında da önemli, köklü değişikliklikler olmaktadır. Üretimin fabrika içerisindeki örgütleniş biçimi, öncekinden çok farklıdır. İletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişme ve ortaya çıkan kolaylıklara bağlı olarak ta bu değişim, fabrika sınırlarının içerisinde kalmamakta, bölgesel, ülke içi ve küresel ölçekte yeni birleşimler oluşturarak gerçekleşmektedir. Yeni üretim teknolojileri, kapitaliste, üretimi fabrika içinde ve dışında daha parçalı ve esnek bir şekilde gerçekleştirme imkanını sunmaktadır. Üretimin önceki hiyerarşik yapısını/düzenini de değiştirmeyi olanaklı kılan üretimin teknik yapısındaki bu değişim emek gücünün kullanımını da değiştirmekte, üretim süreci içerisinde emek gücü de birbirinden ayrı farklı bileşimler içerisinde kullanılmaktadır.
Yeni Proleterleşme Dalgası; İşçi Sınıfının Kapsam ve Bileşimindeki Genişleme ve değişim; İşçi sınıfının Değişen Yapısı
Yeni üretim teknolojilerinin üretim sürecine girişiyle birlikte üretimin yeni bir temelde örgütlenişi, emeğin üretim süreci içerisindeki örgütlenişini, işçilerin üretim süreci içerisinde yer alış biçimlerini de değiştirmektedir. Yeni iş ve emek türleri de ortaya çıkartan bu süreç, yeni bir proleterleşme dalgasına yol açarken, işçi sınıfı içerisinde yeni bölünüm ve kategoriler oluşturmakta, sınıf içi ayrımlarında belirginleştiği daha heterojen bir sınıf yapısı ortaya çıkmaktadır. İşçi sınıfı yeni bir oluşum süreci içerisindedir. İşçi sınıfı küresel düzeyde niceliksel olarak büyük bir artış gösterir, kapsam ve bileşimi genişler ve farklılaşırken sınıf yapısını da etkileyen bir değişimde geçirmektedir. AR-GE’nin üretim sürecine dahil olması ve bilgisayarlı üretimin üretimin teknik alt yapısına yerleşmesi, iletişimin de üretim öncesi ve sonrası süreçleri kapsayacak biçimde ağsal bir nitelik kazandırmasıyla birlikte gerçekleşen parametrik değişim, vasıflı yeni emek türleri de ortaya çıkartırken önceki vasıflı, üretim süreci içerisinde kilit rol oynayan vasıflı işçileri kategorik olarak aşağıya, az vasıflı emek düzeyine doğru itmektedir. Neo-liberal politikalarla birlikte üretimin küresel ölçekte pek çok yerde yapılabilir hale getirilişiyle birlikte vasıflılık düzeyi düşmüş emek türleri ve çok daha fazlasıyla da vasıfsız emek her yerde kolaylıkla ve ucuza – işsizkitlelerin de baskısıyla- bulunur durumdadır. Makineli üretime geçilmesiyle başlayan süreç devam etmekte, gelişen makinaların işçinin kol-bedeniyle gördüğü işin her seferinde bir bölümünü daha üstlenmesi biçiminde gerçekleşen değişim bu kez, işin kafa emeğiyle ilgili bazı bölümlerini de üstlenecek biçimde değişikliğe uğramaktadır. Makine ile işçi arasında işin bölünümündeki bu değişiklik daha önce vasıflı olanı, daha vasıfsız olana doğru itmektedir. Aynı süreç, yeni vasıflı emek türleri de ortaya çıkartmaktadır. Kapitalistin her türden emeği vasıfsız emek türünden ifade etmesi yönündeki itki ise devam etmektedir.
Yeni üretim, iletişim, ulaşım teknolojileri üretim süreçlerinde daha karmaşık bir iş bölümünün örgütlenebilmesinin, mekansal ve coğrafik olarak parçalanıp çok daha geniş bir alanda yapılabilmesinin koşul ve olanaklarını da yaratmıştır. Tek bir ürünün üretimi süreci, bir çok sektörün üretime dahil olmasıyla gerçekleştiği gibi, tasarım ve üretim aşamalarının birbirinden ayrılmasına, alt ve yan bağlı sektörlerin oluşumuna da olanak tanımaktadır. Fason\tedarikçi ve taşeron firmalar çok geniş ölçüde üretim sürecine sokuldukları, tek bir üretim zinciriyle birbirine bağlı büyük fabrikalarda dahi(BEKO) üretim daha parçalı hale getirildiği gibi, bu ayrım formel- informel biçiminde çok daha geniş bir sektörel ayrıma ve yeni vasıflılık düzeylerinin, üretim süreci içerisindeki konumlanışların belirleyici olduğu çekirdek-çevre işçi ayrımına da yol açmaktadır.
Üretim sürecinde işin ve emeğin örgütlenmesinde de değişiklikler olmaktadır; taylorist-fordist sistemin işi gitgide daha basit parçalara ayırarak işçiyide üretim zincirinin sıradan bir halkası durumuna getiren emek örütleniş biçimine göre ürünü daha nitelikli kılacak, işçileri takımlar olarak ayıran ‘kalite çemberleri’ gibi halka biçimindeki yeni modeller uygulanmaktadır. İşlevsellikleri birbirinden farklı gruplar ortaya çıkartan bu model, performans ve özel ödüllendirme biçimlerininde devreye sokulmasıyla sınıf içerisindeki bölünme ve rekabeti artıran etkenlerden biridir.
……
Üretimin örgütlenişinde parametrik değişimler ortaya çıkartan bu süreç, üretim sürecindeki konumlanışları, yer alış biçimleri oldukça farklı yeni emek türlerini ortaya çıkartmıştır. Ürün tasarımı, geliştirme, proğramlama, uygulama ve kontrol süreçlerinde yer alan yeni teknolojilere göre eğitilmiş bütünüyle ya da ağırlıklı olarak kafa emeğinin etkin olduğu vasıflı emekçilerle, önceki teknolojiler içerisinde vasıflı olup bugün az vasıflı olan emekçiler ve vasıfsız emekçiler arasında ücret, statü, çalışma yer ve koşulları açısından azımsanamayacak farklılıklar bulunmaktadır. Sınıfın toplumsal bileşimindeki bu vd. Farklılaşmalar, sınıfı içerden ayrıştıran, bölen bir etken olarak sınıfın birleşik eyleminin günümüzdeki en önemli engellerinden birisidir. Bugün sermayenin emek karşısındaki üstünlüğünü artıran ve kapitalistin sınıf içerisindeki rekabetten de yararlanarak iş gücünü daha ucuza elde edebilmesini sağlayan ve işçilere ağır çalışma koşularını dayatmasını kolaylaştıran bu etmen onun için ebedi ya da çok uzun süreli bir avantaj olmayacaktır.
Yeni üretim teknolojileriyle kapitalist, bir ürünün üretimi için gerekli olan süreyi kısaltarak artı süreyi uzatmakta bu şekilde daha çok artı-değer elde etmektedir. Nispi artık değer elde edilmesini olanaklı kılan yeni teknolojiler, üstelik bunun öncekine göre daha az sayıda işçi çalıştırılarak elde edilmesini de olanaklı kılmaktadır. Bir kapitalistin yeni bir teknolojiyi kullanmasıyla bu şekilde sağladığı avantaj bu teknolojinin diğer kapitalistler tarafındanda kullanılmaya başlanıp yaygınlaşmasıyla ortadan kalkmaktadır. Günümüzde yeni üretim dalları dahil olmak üzere yeni teknolojilerin kullanılmakta olduğu bütün üretim dallarında artan ve hızlanan rekabet, bu teknolojilerin hızla yaygınlaşmasına daha fazla nispi artık değer elde etme biçimiyle sağlanan avantajın aynı şekilde sürdürülememesine yol açıyor. Bundan dolayı kapitalistler, sadece gerekli olan sürenin kısaltılması olarak nispi artık değer sömürüsünün yoğunlaştırılması biçimiyle değil iş gününün uzatılması biçimiyle mutlak artı-değer sömürüsünü artırarakta daha fazla artı-değer elde etme yoluna baş vuruyorlar. Sermayenin organik bileşimindeki yükselişe bağlı olarak kar oranlarının düşüş eğilimini frenleyebilmek içinde daha az sayıdaki işçiyi daha uzun süre çalıştırmanın, bu şekilde mutlak artı değeri çoğaltabilmenin ince yolları bulunuyor. (Bkz. Valaue\Fransa-DP) Fabrika ve işletmelerde gerekli sürenin kısaltılmasına dönük ince ince planlanmış, hiç bir ayrıntının kaçırılmadığı yöntemlerle, çalışma saatlerinin uzatılması (günlük çalışmanın 10-12 saate çıkartılması, hafta sonu tatilinin kaldırılması) birlikte uygulanıyor. İşçileri çalişmaktan bezdiren, bütün günlerini ve yaşamlarını kapitaliste hasretmek zorunda bırakan bu uygulamalarla karşı karşıya kalan sadece vasıfsız ya da az vasıflı emekçiler değil; özgün bazı kafa emek türleri dışında yeni makineleri kullanan, en yeni iş örgütlenme modellerinin uygulandığı fabrika ve işletmelerde çalışan vasıflı emekçilerde aynı çalışma koşullarıyla karşı karşıyalar. Yeni teknolojilerin kullanımıyla toplam işçi sayısının azalmasının sonucu olarak, yeni makinenin sağladığı avantaj yitirildikçe artan ölçüde iş gününün uzatılmasıyla daha fazla artı değer elde etme yöntemi uygulanıyor; işçiler, posalarının çıkartıldığı ikili bir kıskacın içerisine sokuluyorlar. Gerek tekeller arasındaki rekabetin şiddetlenmesi, gerekse tedarikçi firma vb. biçimlerle alt üretim ögeleri olarak kullanılan KOBİ’ler arasındaki yıkıcı rekabet bu süreci hızlandırıyor. Üretimin yeni hiyerarşik örgütlenmesinden gelen statü, ücret düzeyleri gibi önemli farklar olmakla birlikte sınıfın bütünü çalişma koşulları itibariyle eşitleniyor. Günümüzdeki neo-liberal saldırı, nispi ve mutlak artı-değer sömürülerin her iki düzeyde de birlikte artırılıp yoğunlaştırılmaları biçimiyle gerçekleşmektedir. Sermayenin içsel gelişme eğiliminden doğan, rekabetteki şiddetlenmeyle de zorunluluk kazanan bu birikim rejimi, emekçilere her düzeyde en ağır koşullarda çalışmayı ve sömürüyü dayatıyor ve çalışma koşulları açısından onları eşitliyor. İşçi sınıfı hareketinin farklı kesimlerini kesen, birlikte örgütlenmesinin ve birleşik eyleminin birleştirici dinamiklerinden birisi budur.
Bununla birleşik üzerinde durulması gereken bir diğer konu, yeni teknolojilerin ortaya çıkarttığı daha vasıflı yeni emek türlerinin gerek onlara duyulan gereksinmenin büyümesinden dolayı daha çok sayıda üretilmeleriyle, gerekse sermayenin en vasıflı emek türleri dahil her türden emeği vasıfsız emek türünden ifade etme yönündeki itkisinden dolayı konum kaybına uğramaları ve bundan doğan ayrıcalıklarını yitirmeleri kaçınılmazdır. Çok daha yeni teknolojilerin devreye sokulması çok kısa sürede olmayacak olsa da -ki rekabetin şiddetiyle birlikte yapay zeka, sibernetik ve nano-teknolojideki gelişmeler mevcut süreci daha üst bir düzeye çıkarmaya adaydır- mikro-elektronik, bilişim, iletişim, biyo-teknoloji gibi alanlardaki işlere dönük nitelikli emek gelişimi için bütün kapitalist ülkelerde seferberlik ilan edilmektedir. Bu yeni iş kollarında istihdam edilebilir vasıflı emekçi sayısı arttıkça gerek sahip oldukları özel statüleri gerekse görece yüksek ücret düzeylerini yitirmeye başlayacaklardır.
Sermayenin iş gücünün fiyatını sistematik olarak aşağıya düşürmesi, bir; bir işçinin, iş gücünün yeniden üretimi için gerekli koşul olan ailesiyle birlikte zorunlu gereksinmelerinin karşılanması biçimiyle ücretin belirlenmesinden uzaklaşıldığı gibi, işçi ve ailesinin gereksinmelerinin sadece zorunlu fiziksel gereksinmelerden ibaret olmadığı iş gücünün yeniden üretiminin sağlık, eğitim, sosyal-kültürel ihtiyaçların bütününün karşılanmasıyla olacağı biçimindeki ücretin ‘sosyal ücret’ olma yönünde gelişen kalemleri ilk elde ve büyük ölçüde tasfiye edilmiştir ve edilmektedir. Her zaman yaşamın asgari düzeyde sürdürülebilmesinin altında kalmış ‘asgari ücret’ dahi fiilen bir çok ülkede yasal olarak ta (ABD, Japonya …) tasfiye edilmiştir. (Türkiye’de de kayıt dışı ekonomi ile fiilen büyük ölçüde tasfiye edilmişti yasal olarak ta tasfiye edilip nokta konuluyor. Orta vasıflılıktaki işçilerin büyük bölümü asgari ücretle çalışmaktadır.) Bununla birlikte bir ailenin diğer bireylerinin çalışması da zorunlu hale gelmektedir. Emekçi bir ailenin gereksinimlerini karşılayabilmesi için iki ya da üç kişinin çalışması zorunludur. İşçi ailesinin diğer bireylerini de üretim alanına çeken bu durum, hizmet sektörünün genişlemesi, kadın ve çocuk emeğinin kulanımına daha uygun iş türlerindeki artışla(tekstil,konfeksiyon, evde iş, bilgisayar kullanımı vb.) birlikte daha çok vasıfsız işler olmak üzere, çok sayılarda üretim alanına çekilmelerini getirmektedir. Kadın ve çocuk işçiler genellikle daha ağır koşullarda ve daha düşük ücretle çalıştırılmaktadır. Bu durumda bütün bir işçi ailesi, sadece yaşamlarını sürdürebilmek için, bütün zamanlarını, bütün yaşamlarını kapitaliste adamaktadır. …
İşçi Sınıfının Mücadele ve Örgüt Biçimlerinin Etkisizleşmesi; Sendikaların Tasfiyesi ve Sendikal Kriz
Kar oranlarındaki düşüş eğiliminin artmasıyla birlikte sermaye birikim süreçlerindeki yavaşlama ve tıkanmalar, kriz aralıklarının sıklaşması ve krizlerin yayılma özelliği göstermesiyle sorunun sistemsel bir nitelik kazanmasıyla birlikte uygulamaya sokulan yeni ekonomik proğram, sadece ekonomik bir çerçeve ile sınırlı bir proğram değildir. Giderek bütün emperyalistlerin ve işbirlikçi iktidarların ortak proğramına dönüşen bu ekonomik proğram siyasi ve sosyal dengeleri sarsıp yeniden biçimlendirmeyi öngörmekteydi ve bu aynı zamanda proğramın uygulanabilmesinin de koşuluydu. Bundan dolayı salt bir ekonomik proğram olarak değil emperyalistler ve işbirlikçi hükümetlerin merkezi ve eşgüdümlü stratejik olarak düzenlenmiş kapsamlı bir siyasal saldırı planıyla birlikte yürütüldü ve sürdürülüyor. Önceki siyasal sosyal dengeleri de çözerek ve dağıtarak uygulanmakta olan neo-liberal ekonomik ve siyasal saldırı proğramı, ‘temsil ve müzakere’yi gerçekleştiren kurumlar olarak sistem içileştirilmiş sendika-toplu sözleşme-grev mekanizmasını da fiilen tasfiye ediyor, yeni daha kısıtlı bir biçime hapsediyor ve bunu yasalaştırıyor. İşçi sınıfının kendiliğinden bilincini ilerleten, birlikte mücadele ederek ortak haklar kazanmasını sağlayan iş yeri ve iş kolu düzeyinde örgütlenmiş, kitleselleşmiş, federasyon ve konfederasyon düzeyinde birlikler oluşturmuş ve bu birleşik yapılarıyla siyasal ve sosyal bir güç ve karşı denge unsuru olan sendikalar, büyük ölçüde sistemin kurumsal bir parçaları haline de getirilmiş olmalarına karşın neo-liberal sermaye birikim rejiminin önünde engel olarak görüldüklerinden tasfiye ediliyorlar. Sendika ağalarının ihanette sınır yoktur dedirten yeni sisteme uyum gösterme gayretkeşlikleri ve salya-sümük akıtarak yalvarışlarına karşın neo-liberal tasfiye ve imha saldırısı kesintisiz bir şekilde sürüyor. ABD’de ‘özel sektör’ de sendikalı işçi sayısı %7-8 dolayında. Türkiye’de ‘özel sektör’de sendikalı işçi sayısı çok az ve varolan sendikalar ise hiç bir işlevsellik göstermiyorlar. Son aşamasına gelinen özelleştirme saldırısıyla birlikte devlet fabrika ve işletmelerinde örgütlü olan sendikal örgütlülüğün ana gövdesini hatta neredeyse bütününü oluşturan sendikalarda hızlı bir etkisizleşme ve çözülme sürecine girdiler. Bir hareket üzerinden gelişen, uzun bir mücadele süreci sonrasında kazanımlarıyla birlikte kendisini ileriye doğru örgütleyemeyerek kapsamlı bir yeni saldırı ile karşı karşıya iken bir duraksama, gerileme ve iç dağınıklık içerisine giren emekçi memur hareketinin bu durumu da göz önüne alındığında çanlar daha kuvvetli çalmaktadır. Küresel düzeyde de son 20-25 yılda toplam işçi sayısında kitlesel artışlar olmasına karşın sendikalı işçilerin toplam kitlesinde azalma ve hızlı bir düşüş yaşanmaktadır. Sendikalı işçilerin sayısal olarak arttığı iki ülke, G.Kore ve G.Afrika’dır. Sendikalar, kapitalist ülkelerde, burjuva demokratik yapılar içerisinde siyasal sosyal dengelerin oluşturulmasındaki eski rollerini de kaybetmişlerdir. Geleneksel sendika yapıları çökmektedir. Nispi ve mutlak artı değer sömürüsünü had düzeyde artırmayı, sermaye birikim ve hızlı artış süreçlerini engelleyen tüm bağlardan kurtulmayı amaçlayan ve bunun için stratejik bir saldırıyı örgütleyen emperyalist burjuvazi sendikaların önceki varoluş koşullarını ortadan kadırmaktadır. Bölüşüm ilişkilerinin de yeniden düzenlenmesini de içeren bu saldırı, işçi sınıfının nispi ücret artışı ve sosyal hakları içeren kazanımlarını da yok etmeyi amaçlamakta bunun için karşısında bir mücadele güç ve potansiyeline sahip sınıf örgütü kimliği taşıyan temsili bir kurum dahi bırakmak istememektedir. Bu amaçla önceki sendikal yapılar tasfiye edilerek iş yeri, grupsal ve bireysel sözleşmeye dayalı yeni bir akit düzenine doğru geçilmektedir. Bu en çıplak haliyle sınai kapitalizmin ilk ortaya çıktığı ve henüz sendikaların olmadığı dönemdekine benzer bireysel akit düzenidir. O dönemde yarı köle durumunda olduğu serflikten kurtulmuş iş gücünü serbestçe kiralayabilme özgürlüğüne sahip işçi, kapitalistle karşılığı sefalet ücreti olan bir akit yapmaktaydı. Bugün bireysel akit, performans kamçısıyla birlikte sözleşmeli çalışma olarak dayatılmaktadır. Günümüzün neo-liberal kapitalisti arkaik bir kazıya girişmiş kendisi için ideal biçimi tarihten, vahşi kapitalizm döneminden bulup çıkartmış, üzerine, bir-iki yerine sınıf içi ayrımı derinleştirecek biraz sos dökmeyide ihmal etmeden uygulamaya sokmuştur. Bu saldırıyla birlikte işçi sınıfı örgütsüzleştirilerek ve mücadele haklarından yoksun bırakılarak en geri ve ağır koşullarda çalışma ve yaşamaya mahkum edilmek istenmektedir.
İşçilerin birbirleriyle ilişki kurmalarını önleyen, aralarındaki bağları kopartan, üretimin mekansal ve coğrafi parçalanması (fason üretim, işin bazı bölümlerinin taşeron firmalara yaptırılması, bir ürünün üretiminin ayrı parçalara ayrılarak mekansal, coğrafik ve yönetim olarak birbirinden ayrı, farklı kapitalistlere ait fabrika ve iş yerlerinde gerçekleştirilmesi), bir ürünün üretimi süreci içerisinde farklı üretim kollarının iç içe geçmesi, işçileri bir değil bir çok kapitalistle karşı karşıya bırakan bu durum ve sınıf içerisindeki heterojenliğin çalışma koşulları ve ücret düzeylerinde, beklenti ve istemlerde ortaya çıkardığı farklılıklar, bir bütün olarak üretimin örgütleniş parametrelerindeki değişim, iş yeri ve iş kolu temelinde örgütlenmiş geleneksel sendikal yapıları etkisizleştirmekte ve çözmektedir. Üretimin önceki örgütlenişi iş yeri ve iş kolu düzeyinde daha standart bir yapıdaydı, fordist üretim düz aşamalı ve tek biçimli, zincirseldi. İşçiler, büyük fabrikalarda büyük sayılarda benzer koşulların içerisinde çalışmaktaydılar. Statüsel farklar daha önce de olmakla birlikte daha azdı. İşçi sınıfının birleşik eylemi ve sınıf bilincinin gelişimi bu farkları daha da azaltıyordu. Bir bütün olarak işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadelesini geliştirici daha homojen ve standart bir fabrika üretim örgütlenme modeli vardı. İş kolları arasındaki ayrımlar da daha netti. Sendikalarda buna uygun bir şekilde iş kolu düzeyinde, iş yeri, şube\bölge, genel merkez biçiminde dikey bir yapıda örgütleniyorlardı. Günümüzde üretimin örgütleniş biçiminde önemli, parametrik değişiklikler oldu. Üretim, fabrika içinde ve dışında daha parçalı hale gelip, mekansal ve coğrafik bir dağılım gösterdiği gibi, alt ve yan bağlı sektör oluşumlarının yanı sıra bir ürünün nihai üretimi en az bir kaç sektörün daha katkı ve katılımlarıyla gerçekleşir hale geldi. Ürün tasarım ve bilgisinin daha fazla önem kazanması, kol-beden işçiliğinin ağırlıkta olduğu üretimle ilgili safhaların alternatif çözümlere imkan sağlayan bir kolaylıkta yapılabilir hale gelişi, bir bütün olarak sermayenin karar ve kontrol süreçlerindeki hakimiyetinin artması, yeni proleterleştirme dalgasının sınıf içerisindeki ayrım ve farkları -çalışma koşulları, ücretler, yeni oluşan statüler- derinleştirmesi, üretimin örgütlenmesindeki parametrik değişimin belirtilen etki ve sonuçları, sendikaları ve sınıf hareketini çözen başlıca faktörlerdir. Önceki mücadele ve örgütlenme biçimlerini etkisiz kılan bu durum, işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların yeni bir temelde örgütlenmesinin zorunluluğunu da göstermektedir.Bu bir; işçi sınıfının farklı iş kollarında olmakla birlikte çalışma ve yaşam koşulları, ücret düzeyleri açılarından benzer koşullarda olan kesimlerinin ortak talepler etrafında örgütlenmelerini ve birlikte eylemlerini(taşeron işçileri, organize sanayi bölgeleri gibi.), iki; sendikaların üretimi durdurma tehdit ve gücünü ellerinde tutabilmeleri, toplu pazarlık ve grevlerin başarısı için, bir ürünün üretiminin bütün safhalarını üretim öncesinden başlayarak ve her bir parçasının üretim yerini içerecek tarzda ve ürünün nihai gerçekleşmesinin pazarda satılması olduğu bilinciyle katı iş kolu ayrımlarını ve dikey örgütlenişi aşan bir mücadele ve örgütlenme yaklaşımını (Farklı sektörleri kapsayan, ülke ve uluslararası düzeylerde birlikte grev ve direnişleri örgütleyebilecek işlevselliğe sahip yeni örgütlenme model ve stratejilerinin geliştirilmesi gerekiyor. En son IBM’in işçi çıkartma kararına karşı 5-6 Avrupa ülkesinde işçilerin birlikte protesto eylemleri yapması gibi, vd.); üç; büyük çoğunluğu düzensiz işlerde, iş güvencesinden yoksun, daha düşük ücretle ve daha kötü ve daha ağır koşullarda, sigortasız-sendikasız çalışmak zorunda bırakılan kadın, çocuk(çocukların çalıştırma yaşı 6’ya düşmüştür….) ve ezilen ulustan emekçilerin-büyük fabrikalara kürt işçilerin alınmaması bir kural haline gelmiştir.- özgül taleplerini ifade eden ve sınıf eyleminin organik bir parçası haline getiren bir yaklaşım- işsizlerin örgütlenmesi herkese iş ve çalışma hakkı ve işsizlik sigortası için mücadelenin de- ; dört; işçi sınıfının ücret düzeyleri, statü vb. açılardan aralarında farklılıklar olan bölüklerinin ortak kesenler üzerinden birleşik eyleminin örgütlenmesi. Çalışma sürelerinin uzunluğu(günlük çalışmanın uzaması, hafta sonu tatilinin kalkması, düğün ve cenazelerde dahi izin alamamak, izinlerin düzensiz iş koşullarına tabi olması emekçinin sosyal yaşamını da alt-üst eden bir anomaliye yol açıyor ve sınıfın küçük bir kesimi dışında çoğunluğunu eşitleyen başlıca faktör), ağırlığı(işçinin hiç bir söz hakkının ve gücünün kalmaması, aşağılanma dahil her türlü saldırıya maruz kalmasına ve boyun eğmesine de yol açıyor.), yeni işçi aristokrasisini oluşturan bir kesim dışında her düzeyde ücretlerin sistematik olarak aşağıya çekiliyor olması- çok büyük sayılarda işsiz kitlelerin varlığı, az vasıflı ve orta vasıflılıktaki emek türlerinin ülke düzeyinde ve küresel ölçeklerde kolaylıkla bulunabiliyor oluşu ve vasıflı yeni emek türlerinin de vasıfsızlaştırılması yönünde sürecin işlemesi, ücretlerin sistematik olarak düşürülmesini sınıfın bütün kesimlerini etkileyen ve ilgilendiren ortak bir sorun haline getiriyor -; beş; ekonomik ve sendikal mücadele ve örgütlenmenin siyasal bir perspektif ve stratejiyi de içerimine alarak yürütülmesi. Karşı karşıya olunan saldırı sadece üretimin yeniden örgütlenmesi ve üretimin örgütleniş parametrelerinde gerçekleşen değişikliklerden ibaret değildir, Artı-değer sömürüsünün artırılması ve yoğunlaştırılması izerine kurulu olan neo-liberal saldırı, emperyalist ülke ve tekellerin hakimiyetindeki uluslararası kurumlar ve devletler tarafından yönlendirilen ve yönetilen stratejik bir ekonomik ve politik proğramın uygulanması temelinde kapsamlı bir saldırı olarak yürütülmektedir. Bir çok yarı-sömürge ve bağımlı ülkede buna ön gelen askeri faşist darbeler gerçekleştirilmiştir ve günümüzde de sınıfın mücadelesini kısıtlayan ve yasadışılaştıran faşizan yasalar çıkartılmaktadır. Bu kapsamlı ekenomik ve politik saldırıya ideo-politik, kültürel bir saldırı eşlik etmektedir. Medyanın tetikçileştirildiği bu saldırılarla da orta sınıfların desteği alınıp sınıf mücadelesinin, grevlerin ve direnişlerin etkisiz kılınmasıyla işçilerin üretim sürecine yeniden yapılanmaya uygun olarak üretimi kesintisiz kılacak ve artıracak bir performansla katılmaları hedeflenmekte ve sağlanmaktadır. Sistemin saldırısını politik ve ekonomik düzeylerde merkezileştirerek ve şiddetini artırarak gerçekleştirdiği koşullarda işçi sınıfının bu düzeydeki saldırı karşısında neredeyse tümüyle savunmasız ve etkisiz kalmasının başta gelen nedeni, ekonomik ve siyasal mücadelenin ayrılması, siyasal mücadelenin sınırlı reform talepleri düzeyine indirilmesi ve kurumsal olarak düzenin bir parçaları haline gelmeleridir. Siyasal bir perspektif ve stratejiye sahip olmayan bir ekonomik-sendikal mücadele anlayışının günümüzde hiç bir başarı şansı olmadığı gibi, grev ve direniş stratejisini bu topyekun saldırının karşı etkenlerinin bütününü yok edecek bir idelojik-politik, kültürel bir karşı saldırı ve sınıfsal-toplumsal destekler oluşturacak biçimde örgünleştirmeyen bir sendikal örgütlenme ve hareketinde başarı kazanabilme koşulu bulunmamaktadır. Altı; Sınıf içerisindeki çalışmanın ve sınıf örgütlenmesinin bütün biçim ve düzeyleri arasındaki korealasyon çok daha güçlü ve birbirini güçlendirecek şekilde kurulmalıdır. Alan ve işlevleri farklı olmakla birlikte bugünün örgütlenmeleri daha heterojen ve esnek ve muhtevalarında -ekonomik-sendikal, ideolojik-politik, kültürel- daha içiçe ve bütünsel olması gerekmektedir.
İşçi Sınıfı Mücadelesinin Kapsam ve Biçimleri,Grev ve Direnişler üzerine
Neo-liberal saldırıyla birlikte sermayenin eline geçen en büyük kozlardan birisi grev ve direnişlerin etki ve öneminini yitirmesi, bununla birlikte sınıfın en önemli mücadele silahlarından birini etkin kullanma olanaklarını yitirmiş olarak sermayenin karşısında savunmasız kalışıdır. İşçi sınıfı ardı ardına alınan çok sayıda yenilgiden sonra adeta grev yapamaz hale gelmiş bu sınıfın hak kayıplarını hızlandırdığı, her dönemde daha fazla hak kaybına uğramamak için haklarından bir bölümünü kaybetmeye rıza göstermesine yol açtığı gibi, işçi sınıfına ait bir silah olarak grevin kullanılmayışı sınıfın iç çözülümünü hızlandırmıştır. İşçi sınıfı mücadelelerinde sınıfın birlik dayanışma ve mücadele örgüsünün en önemli ve etkin aracı olarak grev ve direnişlerin devre dışı kalışı, sınıfsal bilinç gelişiminin en önemli ögelerinin başlangıç halkalarından itibaren kaybı, kendiliğinden sınıf olmanın kazandırdığı tohum halinde bilincin ve kendini sınıf olarak tanımlamanın dahi dümura uğramasına yol açmaktadır.(Büyük çaplı üretimin olduğu Türkiyenin en önemli sanayi bölgelerinden ikisini kapsayan ankette kendisini sınıf kimliğiyle tanımlayan işçi sayısı çok azdır. Kendilerini işçi olarak tanımlayanların çoğu da bunu sınıf vurgusuyla değil ‘çalışan kişi’ oluşunu belirtmek için kullanmaktadır.) Grev silahından yoksun hale gelmiş, en küçük hak alma mücadelelerinde dahi başarı kazanamayan, ardı ardına yenilgiye uğrayan, mecalsizleşen bir sınıfın özne rolünü oynaması, tarihsel bir inisiyatif göstererek kendisiyle birlikte bütün toplumu kurtuluşa götürecek toplumsal bir devrime öncülük etmesi beklenebilir mi? Dönem paradoksu olarak ortaya çıkan bu soruyu doğuran koşullar, sınıftan kaçışa ivme kazandırıp derinleştirmekte, yeni toplumsal özne arayışlarının ve proletaryanın tarihsel rolünün reddiyle birlikte sınıf dışı Marksizm yorumlarının, ML den uzaklaşmanın gübreliği olmaktadır. Üstelik otonom, parçalı, dağınık, heterojen ve sınırlı potansiyelleriyle verili durumun ürünü ve parçaları olan ‘yeni toplumsal hareketler’ -çokluk gibi ucube kavramlaştırmalarla da ifade olunan- merkezli yeni özne keşifleri ve halkçılık-dünün köylü bugünün varoş dev.ciliği- üzerinden gerçekleştirilen teorilerinde -sınıf dışı marjinal ögelere yaslanan Marcüscü ve halkçılığa yaslanan önceki teoriler kadar dahi- ömrü uzun olmamış, bu güçlerin soluk ışıklı ve kısa soluklu nitelikleriyle düzen içi muhalefet olmanın ötesine geçemedikleri ve geçemeyecekleri görülmeye başlanmıştır. Yeni ‘umut’un da sönmeye başlamasıyla durum daha vahimleşmektedir. Devrimci radikalizm temelinde son derece zayıflamış, stratejik perspektif geliştiremeyen ve dar bir gündeme hatta kendi içine hapsolan etkisiz karşı çıkışlar kısmen hariç tutulsa bile, derinleşen umutsuzlukla birlikte sisteme teslimiyet artmakta, etkisini genişleten ve derinleştiren kapitalist üretim-toplumsal ilişkilerin girdabında erinip kaybolunmaktadır. Dev.ci temelli karşı çıkışların etkisizliği ve sonuç alıcı olmaktan uzaklığıyla birlikte onlar da bu eriyip kaybolma sürecinin bir parçası haline gelmektedirler.
İşçi sınıfının parçalı ve dağınık yapısıyla birlikte, grev ve direnişlerin etkisini yitirmesinin bir eylemin başarısızlığı ve hak kayıplarının ötesinde, kendiliğinden sınıf bilincinin gelişiminden proletaryanın tarihsel rolünü yerine getirmesinden uzaklaşmaya ve bunun teorik olarak yadsınmasına uzanan sonuçları olduğunu görmekteyiz. Bu noktaya gelişte sosyal demokrasi ve ardından modern revizyonizmin tarihsel ihanetleri gözardı edilemez. Ekim devriminden sonra sosyal demokrasi, ’57 sonrası modern revizyonist ihanet içiçe de geçerek işçi sınıfını büyük ölçüde bölmeyi ve etkisizleştirmeyi, ekonomik-sendikal bir mücadelenin içerisine hapsetmeyi başardılar. İşçi sınıfının tarihsel yenilgisinin siyasal ideolojik, toplumsal koşullarını hazırlayan, sendikalara hakim olup izledikleri sendikalist politikalarla da neo-liberal saldırı için zemini elverişli hale getiren onlardır. Sosyal demokrasi ve modern revizyonizm, İkinci emp. Paylaşım savaşı sonrasında, kapitalist üretimin büyük ölçekli üretim temelinde ve standard kitlesel üretim biçimiyle görece istikrarlı gelişimi ve genişlemesindende yararlanarak işçi sınıfını konformist bir temelde örgütlediler, emp. ülkeler başta olmak üzere ‘burjuva proletarya’, katman olarak genişledi. Bu süreç, modern revizyonist ve sosyal demokrat partilere sosyal taban oluşturan işçi sınıfı aristokrasisi ve sendika bürokratları tabakasını genişletmekle kalmadı, sosyalizmin sıcak baskısı altında yeni Keynesgil politikalarla içiçe geçmiş olarak standard kitlesel üretimin ihtiyaçları nispeten daha çok karşılayabilir oluşuyla da işçi sınıfının orta tabakalarına doğru da genişleyen bir kapsayıcılık kazandı. Dev.ci bir politik stratejiden-ücretli kölelik düzenini yıkma- uzak ekonomik-sendikal, hatta sosyal ve siyasal mücadelelerin sonucunda kazanılan her hak ta işçileri varolana bağlı kılmanın, sisteme daha bağlı ve bağımlı hale getirmenin aracı haline getirildi.Bunun sonucu emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı, İkinci emp. Paylaşım savaşının ardından hız kazanan Vietnam savaşıyla doruğa çıkan anti- emperyalist mücadelelere etkin bir destek vermediği gibi kapitalist sistemin kimi düzen ve kurallarına karşı çıkıp sosyalizmden esinlenen bir öğrenci-aydın hareketi olarak başlayıp toplumsal boyutlar kazanan ’68 Hareketine de etkin ve yaygın bir katılım göstermedi. Modern revizyonist ve sosyal demokrat parti ve sendikalar, sınıfa açık bir blokaj uyguladılar.
1980’lerden itibaren de, sermayenin neo-liberal saldırısı devlet politikalarıyla iç içe ve bilfiil, kapsamlı bir ekonomik ve siyasal saldırı biçiminde yürütülür ve bu durumda onu püskürtmenin tek yol ve biçimi militan siyasal direniş ve genel grev çizgisiyken onlar ricacı muhalefet çizgisinin ötesine geçmedikleri gibi deregülasyon poltikalarına uyum gösterip yeniden yapılanma içerisinde yer bulma arayışına girdiler. ‘Ücret sendikacılığı’ yapmama, kapitalist üretime istikrar kazandırma ve üretimi artırma sözü verdiler. Sendikal hareketin tedrici giderekte hızlı çözülmesi ve çöküşüne yol açan ihanetin şekilleniş süreci budur. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere ekonomik sendikal, siyasal sosyal mücadelelerde büyük tecrübe birikimine, ekonomik, sosyal, siyasal pek çok kazanıma sahip olan işçi sınıfının giderek artan hak kayıplarına uğramasına yol açan, sendikal hareketi gerileten, tasfiyeye doğru götüren süreç te budur. Sistem cephesinden sendikaları gereksizleştiren bu süreç, işçi aristokrasisinin önceki temelini de büyük ölçüde daralttığı gibi, yeni durum içerisinde de varlıklarını sağlama almaya çalışan sendika ağalarını da yalakalıklarına karşın kenara atmaktadır. Dayandıkları, üzerine basarak yükseldikleri sınıf zemini altlarından kayınca güç ve konum kaybına uğramışlar, havaları sönnmüştür. İşçi sınıfı hareketi, sosyal demokrasi ve modern revizyonizmin tarihsel ihanet ve blokajıyla bu derece karşı karşıya olmasaydı ya da bu blokaj tarihsel olarak yarılıp geçilebilseydi sermaye, deregülasyonla krizini aşmak için kuşkusuz yine saldırıya geçecek olsa da sınıftan alacağı yanıtta farklı olacaktı. Sonrasında işçi sınıfına ve halka karşı ya çok daha kanlı bir saldırıyı örgütleyerek direnişi bastıracak ya da direnişlerin bir devrim hareketine dönüşmesine meydan vermemek için gerileyecekti. 1984’deki İngiliz madencilerinin zorlu ve güçlü direnişinin yenilgiyle sonuçlanması, bizzat Hükümet politikalarıyla bastırılan grev yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Batmakta ve çökmekte olan bir ekonomiyi sıkı bir mali politika ve onu tamamlayan ekonomi politikalarla ayağa kaldırmak için başa geçen ‘Iron’ lakaplı M. Thacther, devletin bütün gücünü kullanarak saldırmıştır madenci grevine. Maden işçilerinin özveriyle ve yiğitçe sürdürdükleri uzun grev, geniş bir halk desteği de almasına karşın saldırının çap ve boyutuna denk bir sınıfa karşı sınıf eylemi düzeyine çıkamadığı için yenilgiye uğradı.
Sadece ekonomik düzeyde değil merkezi olarak yürütülen devlet politikalarıyla kapsamlı ve sistematik bir siyasal saldırı olarakta uygulanan neo-liberal politikalar karşısında direniş, işçi sınıfının diğer emekçi sınıfları da peşine taktığı bir siyasal eylem düzeyine çıkamadığı, mevzi ve sınırlı kaldığı, direnişler ayrı ayrı ve birbirinden kopuk gerçekleştiği için yenilgiye uğradı, uğruyor. Bu süreç, devam etmektedir. İşçi sınıfının sendikal, siyasal önderlik düzey ve durumunu, bunun yenilgideki rolünü belirttikten sonra bundan sonraki süreç açısından da belirleyici olacak kapitalist üretimdeki deregülasyon üzerinde durmamız gerekiyor. Mücadelenin önceki biçimlerini etkisiz ve yetersiz kılan, kapsam ve içerik değişiklikleriyle birlikte yeni biçimleri gerektirecek, sınıfın örgütlenmesinde yeni perspektifler geliştirmeyi zorunlu kılan, bunlar üzerine düşünmemizi ve yeni sonuçlara ulaşmamızı sağlayacak olan çıkış noktası bu olacaktır.
Yeni bilimsel buluşların teknolojiye endekslenmiş bir biçimde üretim süreçlerine içsel kılınarak ve süreklileştirilmiş bir biçimde sokulması, bilgisayarlı-robotsal teknolojilerin- önümüzdeki süreçte sibernetik ve nano-teknolojik uygulamaların- gelişimi ile bilgi yoğun üretimin etkin hale gelmesi, üretimin örgütlenişini ve üretimle ilgili bütün parametreleri değiştirmektedir. Üretim öncesini ve pazar süreçlerini de kapsayan bu değişim, enformasyonunda eklenmesiyle toplumsal yaşam ve ilişkiler alanına doğru da genişleyen ve geride eskisi gibi kalabilen hiç bir şey bırakmayan köklü bir değişimi ortaya çıkartmaktadır. Sanayi devriminden sonra, kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen en büyük dönüşümdür bu. Yepyeni üretim dalları ortaya çıkmakta, üretim dalları arasındaki önem ve öncelik sıralaması değişmekte, üretim bütünüyle yeni bir temelde ve yeni bir biçimlenişle örgütlenmektedir. Bilgisayarların üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, makinelerin rolünü artıran, kol-beden emeğinin rolünü azaltan gelişimi hızlandırmakla birlikte; asıl köklü değişim, donanım ve yazılım programları aracılığıyla AR-GE, tasarım, üretim, kontrol ve denetim süreçlerinin her bir aşaması ve bütününde, kapitaliste, belirleyici ve stratejik bir üstünlük kurma ve üretimi bütünüyle buna uygun yeniden biçimlendirme olanağını da kazandıran üretimin yeni bir temelde örgütlenmesiyle gerçekleşmektedir. Bu, üretimi-işi parçalara ayırıp üretim süreçlerinin de bölünmesi ve birbirinden ayrılmasıyla (fabrika içi-dışı, bir ülkede veya ülkeler arasında) gerçekleştirmenin koşullarını sağladığı gibi, üretim sürecinin üretim öncesi ve sonrasına, pazar süreçlerine bağlanmasının koşul ve olanaklarını da yaratmakta, bunların toplamı kapitaliste daha üst bir stratejik hakimiyet kurma olanağını kazandırmaktadır. Bununla birlikte, bütünüyle kafa emeğine dayalı veya kafa emeğinin ağırlıkta olduğu yeni bazı emek türlerine dayalı işçileri de (Ar-ge, CAD-CAM) üretim sürecinde ayrı ve ayrıcalıklı konumlandırılmasıyla üretimin önceki örgütleniş hiyerarşisinde orta vasıflılıkta hatta daha vasıflı emek türleri daha alta doğru itilmekte, vasıfsız emekle birlikte bu emek türleri de hemen her yerde bulunabilir hale gelmektedir. Kol-beden emeğine dayalı emek türlerinin, geleneksel makina işçiliğine dayalı vasıflı emek türlerinin konum kaybı -ayrıca sektörel hiyerarşideki değişiklikler- üretim süreçlerinde oynadıkları roldeki değişim mücadeleye yansımakta sadece onların katıldığı grev ve direnişler yetersiz kalmakta, etkin darbeyi indirememektedir. Grev ve direnişlerin günümüzde ve gelecekteki başarısı, tasarım, üretim, kontrol, denetim ve dağıtım süreçlerinin bütününün kilitlenmesine bağlıdır. Sadece şalterlerin indirildiği grevler başarıya ulaşamaz, bilgisayarlarda durmalıdır. Entegre devreler işlememeli, ağsal iletişim kesilmelidir. Ürün tasarım ve bilgisinin oluştuğu ve toplandığı merkezler, süreç yapılandırma, bağlantı ve kontrol noktaları stratejik halkalardır, grev ve direnişlerin başarısı büyük ölçüde bunların durdurulmasına bağlıdır. Üretimin yeni örgütlenişinde süreç planlama yönetim, kontrol ve denetiminde nöronik bir işleve sahip ve ilişkisel bir bütünlük oluşturan bu tepe noktaların durdurulması, sistemin kilitlenmesi için zorunludur. Bunların bir kaçının kilitlenmesi dahi etkili olabilir. Bunların gerçekleşebilmesi, çoğunluğunu ve ağırlığını kafa emeğinin oluşturduğu yeni işçilerin (AR-GE alanında çalışan mühendis ve uzmanlar, proğram yapıcılar, sistem mühendis ve uzmanları, süreç kontrol elemanları…) grev ve direnişlere katılımıyla mümkündür. Etkin bir grev ve direniş örgütleyebilmenin koşuludur bu. Bunun başarılması, grev ve direnişlerin yeni bir temelde örgütlenmesi, sınıftaki yeni oluşumların ortaya çıkarttığı sorun ve çelişkilerin çözümüyle olacaktır.
Üretimde ölçek değişimleri, üretimi parçalara ayırarak gerçekleştirme, üretimi farklı bölgelere ve ülkelere kaydırarak gerçekleştirme, genel bir trend olarak üretimin işgücü fiyatının en düşük olduğu ülkelere doğru kaydırılması, işçi sınıfının yeni oluşum süreci gibi, kapitaliste dönemsel-tarihsel stratejik bir üstünlük ve esneklik kazandıran, her biri kapitalist sınıf için başlı başına bir avantaj olan işçi sınıfının aleyhine bir çok faktör de bulunmaktadır bu süreçte. Grev ve mücadelelerin yeni örgüsü bunların her birini ve bütününü göz önünde tutarak kurulmalıdır. Üretim öncesini, dağıtım ve pazarlama süreçlerini (grevdeki işyerlerinin ürünlerini satın almama-boykot gibi eylemleri de kapsayan) birlikte kilitlemeyi hedefleyen grev ve direnişler, parçalı üretim yapılan iş yerlerinin hepsinde birlikte örgütlenen grev ve direnişler,sektörel grev ve direnişler, iş yerleri ve sektörel farklılıklar olsa dahi ücretler ve çalışma koşullarının, pek çok sınıfsal sorunun ortak paydalar oluşturduğu havza grev ve direnişleri, uluslararası tekellerin örgütlendikleri her ülkeyi ve sektörlerin bütününü kapsayan grev, direniş ve dayanışma eylemleri, sınıfın bütününü kesen paydalar üzerinden gerçekleştirilecek grev ve direnişler, … .Önümüzdeki süreçte grev ve direnişlerin başarı kıstası, üretim ve bağlantılı süreçlerin bütününü durdurabilme, mevziliği ve yerelliği aşma, sınıfsal ve toplumsal destekler oluşturabilme, politikleşebilme, uzun soluklu bir direngenlik ve sınıf militanlığı olacaktır. Bir mücadele silahı olarak önceki biçimiyle etkisini yitiren grevin tekrar etkin bir sınıf silahı haline gelebilmesi, onun yeni bir temelde ve geniş bir perspektif içerisinde örgütlenmesine bağlıdır. Bu sınıf örgütlenmesinde geleneksel sendika örgütlenmesindeki iş yeri düzlemini, sektörel ve ulusal sınırlılıkların aşılmasını içeren, grev ve direnişleri iş yeri düzlemi ile sınırlı görmeyen bir yaklaşımı da gerektirdiği gibi, dar ve sınırlı bir ekonomik mücadele çizgisini kesinkes aşmış, eylemin kaçınılmaz ve zorunlu politikleşmesini önden kucaklayabilecek bir örgütsel perspektifi de gerekli kılar. Ekonomik mücadelelerin ekonomik mücadeleyle sınırlı kalan bir bakış açısıyla kazanılabilmesinin koşulları kalmamıştır. Sınıfa yeni katılan kafa emeğine dayalı emek türlerinin boyutlandırdığı sınıf içerisinde bölünüme yol açan ücret, statü, çalışma yer ve koşullarındaki büyük farklılıklar ve bunlardan kaynaklı ayrımlar gözardı edilemez. Görece homojen ve birleşik bir sınıf yapısından iç ayrım ve farklılıkları artmış bir sınıf yapısına geçilmiş olması, işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin yeni ve kritik sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Sınıf içi kademelenmelerden doğan farklılıklar, günümüzde, kapitalistin elindeki en etkin silahlardan biridir ve sınıf hareketinin başarısı bu yeni duruma uygun, sınıf içerisindeki boyutlanan bölünmeyi aşacak örgütlenme ve mücadele biçimlerinin geliştirilmesine bağlıdır. İşçi sınıfının bir bölümü de henüz sınıf oluşum süreçlerinin başlarında olan farklı özellikler gösteren bölüklerinin, kesimsel nitelikte ve özellik farklılıkları içeren birbirinden ayrı istemleri temelinde örgütlenmeleri ve mücadele etmeleri yeni bir örgütsel perspektif olarak düşünülmelidir. (Taşeron işçileri, CAD-CAM işçileri, sözleşmeli işçiler vb.) Bu sendikaların önceki sektörel ve iş yeri temelinde örgütlenmesinden farklı, onu dıştalamayan yatay ve dikey olanın birleştirileceği yeni bir örgütlenme perspektifidir. Sınıf içerisindeki objektif nitelikteki bu ayrımları gözardı etmeden, mesleksel daralmaya da düşülmeden ve ona karşı da sürekli mücadele edilerek geliştirilmesi gereken örgütlülükler olmalıdır bunlar. İşçi sınıfının birbirinden ayrı kesimlerini büyük sayılarda içine çekecek bütününü kesen talepler, bu temelde gerçekleştirilecek birleşik eylemler sınıf birliğini geliştirirken, sendikal üst örgütlenmeler ve sınıfın politik örgütü sınıf birliğini daha üst ve ileri düzeyden kuracaklardır. Öte yandan sermayenin en vasıflı emek türleri dahil her türden emeği vasıfsız emek türüne doğru dönüştürme yönündeki dürtüsü, bu süreçte artmış olan sınıf içi kademelenme ve ayrımlara yeni bir homojenlik kazandırma yönünde ilerleyecektir. Dünün üst vasıflılıktaki bazı emek türleri – makine, inşaat gibi geleneksel sektörlerdeki mühendis ve mimarların emekleri gibi- orta vasıflılıktaki emek olmaya doğru gerilemişlerdir. Bugünün üst vasıflı yeni ve az bulunur bazı emek türlerini de (sistem mühendis ve uzmanları gibi) gelişkin yapay zeka ve sibernetiğin üretim süreçlerine dahil olması, nano teknolojiye geçiş gibi olası uygulamaların sonucu benzer bir gelişim beklemektedir.
Proletaryanın Tarihsel Rolü Üzerine
Kapitalist üretim ilişkilerinin girilmedik hiç bir alan bırakmadan küresel ölçekte etki ve egemenlik alanını genişletmesi, değer ve artı-değer yasalarının etki ve egemenlik alanlarını genişletmelerini gösterir ve bunlar dolayımıyla toplumsal ilişkilerin bütününe, hiç bir alanı boş bırakmakmaksızın girerek hakimiyet kurmuş olmasıdır.Toplam toplumsal sermayenin artışıyla birlikte büyüyen sermayenin değerlenme sorunu da büyümüş, sermaye, krizler ve yeni sıçramalar içerisinde, sermayenin üretimi alanlarını fabrika dışına -geleneksel sınai üretim alanının- çıkarak/taşırarak bir çok alanda artı değer ve her türlü değer üretimiyle artı-değer ve değer yasalarının etkime alanını büyüterek ve genişleterek bu sorunun çözümü yolunu tutmuştur. Bu süreçte, sermayenin büyüme ve genişleme hareketi, artı-değer üretim alanlarının genişletilmesiyle sınırlı kalmamakta üretim öncesini, dolaşım süreci ve bölüşüm ilişkilerini de yeniden düzenlenmektedir. Üretim öncesinin yeniden düzenlenmesi üretimle ilgili kaynakların başta ‘insan kaynakları’ olmak üzere etkin kullanımı, dolaşım alanının yeniden düzenlenmesiyle mal ve para dolaşımındaki akışkanlığı artırıp olabildiğince kesintisizleştirerek çevrimleri düzenlileştirme ve hızlandırmayı amaçlar ve belli düzeyde gerçekleştirirken, bölüşüm ilişkilerinde de toplumsal-sınıfsal durumları sarsan ve çözen yeni bir düzenlemeye gitmektedir. İç içe geçmiş neo-liberal ekonomik ve politik saldırıyla işçilerin ve diğer emekçi sınıfların toplam toplumsal üretimden aldıkları pay artan ölçüde azaltılmaktadır. İşçilerin birim ücret olarak saat ücretleri düşürülürken ilk budanan sınıfın büyük bedeller ödediği, gerisinde büyük işçi ayaklanmaları ve devrimlerolan, burjuvazinin hunharca katlettiği binlerce işçinn kanının aktığı zorlu mücadeleler sonrasında, yeni bir toplumsal denge oluşturarak kabul ettirdiği işçi ücretinin ailesiyle birlikte ve asgari düzeyde de olsa sosyal gereksinimlerini de karşılayacak düzeyde olmasını sağlayan sosyal ücret ve sosyal haklar kalemleri ve 8 saatlik iş günü olmaktadır. Küçük üretici köylülerin, küçük esnafın, emekçi halkın bütünün yararlandığı kimi fon ve desteklerde benzer bir saldırının hedefleri durumundadırlar. Tarımsal sübvansiyonlar, esnaf kredi desteklemeleri, istihdam, eğitim, sağlık vb. İçin kullanılan kamu fonları budanmakta, kaldırılmaktadır.( Önceki birikim modeli içerisinde devlet aracılığıyla genellikle parti yandaşı kapitalistlere aktarılan ve büyükçe bir bölümü sermayenin değerlenme süreçlerine sokulmayıp çar çur edilen, arpalığa çevrilen kamu kuruluş ve ihale vb. Fonların bir bölümü de kaldırılmakta veya yeniden düzenlenmektedir.)
Değer ve artı-değer yasalarının etkime alanının genişlemesi ve artmasının sonuçları sadece üretim alanları ve ekonomik ilişkiler alanıyla sınırlı kalmamakta toplumsal ilişkiler alanının bütününü etkileyip tümüyle belirler hale gelmektedir.Sermayenin değerlenme alanını genişletmesi ve bunun büyüyen – krizlerle birlikte yıkıcı sonuçlar da üreten – sorunları, ekonomik alanın yanısıra sosyal, siyasal, kültürel, ahlaki sorun ve depremlere yol açan sonuçlar da üretmektedir. Ekolojik dengelerin bozulmasından kültürel hegemonyaya, günlük yaşamın dışardan içeriden kuşatılmasına, toplumsal ilişkiler alanının bütününü belirler hale gelmeye…Hemen her alanı kapsayarak oluşturduğu yabancılaştırıcı ve yıkıcı sistemik değerlerle sadece proletaryanın değil farklı sınıfların, değişik toplum kesimlerinin de giderek büyüyen hoşnutsuzluk ve tepkisini çekmektedir. Neo-liberal politikaların yıkıma uğrattığı köylülük, küçük esnaf vb.nin tepkilerinin dışında, son dönemde ortaya çıkan genellikle ara sınıflara ait toplumsal tabakalardan oluşan ‘yeni toplumsal hareketler’i doğuran nesnel zemin, hoşnutsuzluk ve tepki zemini budur. Kapitalizmin içsel gelişiminin doğal sonucu ve bütünüyle ona ait olan bu koşul ve ürünler, nihai sonuçlarını da gösterir niteliktedir ve onun insanlıkla bağdaşmaz niteliğini daha açık hale getirmektedir. Sorun bu haliyle de ne salt siyasal bir devrim , ne salt kapitalist sömürünün sona erdirilmesidir; artı-değer ve değer yasalarının etkime alanlarının genişlemesi, toplumsal ilişkiler alanının bütününe yayılmış, hiç bir organ ve dokunun dışında kalmadığı bir metastas durumunu gösterir. Kanserin sirayet etmediği hiç bir organ, bozunuma uğramayan bir doku kalmamıştır. Bu da, ekonomik kurtuluşun önünü açacak siyasal sınıfsal bir devrimle birlikte ve sonrasında ideolojik ve kültürel alanları, önceki düşünce ve değer yargılarını, ilişki biçimlerini de kapsayan köklü dev.ci dönüşümlerin, insanın toplum ve doğayla ilişkilerinin yeniden kurulmasının gerekliliğini de ortaya koyar. Kapitalizmin kendisinden doğan, has ürünü olan bu yöndeki gelişimi sürdükçe bütün insanlığa karşı olma niteliği de belirginleşecek ona karşı olan toplumsal-sınıfsal kesimlerde çok daha büyük sayılara ulaşacaktır. ‘Yeni toplumsal hareketler’in ortaya çıkış zemini de budur. Emperyalist kapitalizmin baskı ve sörüsünün çeşitli biçimlerine karşı ona maruz kalan toplumsal kesimlerin, sonuçlardan başlayan bir karşı çıkışı olarak biçimlenmekte, hetorejen bir toplam oluşturmaktadırlar.
Genellikle üretim alanının dışından toplumsal ilişkiler alanından bir muhalefet oluşturan ya da ‘genel bir tahakküm ve sömürü’ kavramı etrafında toplanarak ifade edilen her biri diğerinden ayrı, otonom ve sınırlı bir dinamiği ifade eden, heterojen bir yapı oluşturan ‘yeni toplumsal hareketler’ in sistem içi sınırlı muhalefet olmanın ötesine geçmeleri ve toplumsal bir özne rolü oynamaları mümkün ve olanaklı değildir. Neo-liberalizmle boyutlanan kapitalizmin saldırısının yıkıcı sonuçları karşısında, bunlar açığa çıktıkça, bütün ilişkilerin meta ilişkileri haline gelmesinin kendi yaşam alanlarındaki yansımaları belirginleştikçe orta sınıf ara katmanların tepkileri artmış, işçi sınıfı hareketinin büyük bir gerileme gösterdiği koşullarda bu ara sınıf refleksi daha göze çarpan bir görünüm kazanmıştır. Değer yasasının etkime alanının genişleyip boyutlanmasının dolayımdaki sonuçları üzerinden geliştirilen ve sınıflar mücadelesini eksen olarak alıp yürütülmeyen bu tepkiler, sivil toplumcu argümanlara yaslanan reformist, liberter anarşist bir kapitalizm eleştirisi olmanın ötesine geçememektedirler.(Neo-liberal kapitalizme karşıdırlar fakat bireysel-grupsal örgütlenmelerine şekil veren aynı liberter felsefedir ve sistemin yeniden yapılanmasının bileşenlerinden birisi olan ‘sivil toplum’un muhalif versiyonudurlar.) İşçi sınıfının sınıf ve öncü kimliğiyle değil ‘işçiler’ olarak toplumsal bir tabaka olarak dahil edildiği halk sınıf ve tabakaları ile içiçe geçirilmiş Latin Amerika temelli versiyonlarını da kapsayacak şekilde söylersek küçük burjuva gürültücülüğü ile lanse edilen ‘yeni toplumsal hareketler’-sendikal hareketin halkçılık yönünde bir kırılması, sulandırılması olan ‘toplumsal hareket sendikacılığı’ gibi türev versiyonlar- toplumsal özne rolü oynayamazlar.
Proletaryanın kendisiyle birlikte tüm toplumuda kurtuluşa götürecek sınıf olması, diğer deyişle proletaryanın tarihsel toplumsal özne oluşu, felsefi çıkışlı bir argüman olmadığı gibi proletarya hareketinin konjonktürel yükselişine bağlı olgusal bir argüman da değildir. Proletarya kapitalist üretimin merkezinde yer alır. Büyük çaplı üretimin gelişimiyle niceliksel olarakta büyük bir artış gösteren bu sınıf, toplumsal konumu itibariyle modern kapitalist üretim ilişkileri içerisinde burjuvazinin tam karşısında yer almaktadır. Kapitalist üretim içerisinde bulunduğu yer, modern gelişmekte olan bir sınıf oluşu ve bir bütün olarak toplumsal konumu-sadece burjuvazinin karşısında yer alması değil diğer sınıflar karşısındaki durumu ve onlarla olan ilişkileri de- ona sınıfsal kurtuluşun olduğu gibi toplusal kurtuluşun da öznesi rolünü yükler. Proletaryanın öncü sınıfsal konumu bizzat kapitalizmin ekonomik ilişkilerinden, kapitalist üretimin örgütlenişinden doğmaktadır. Kapitalist üretim artı-değer üretimidir. Kapitalist üretimin temel ekonomik yasası artı-değer yasasıdır. Proletarya artı-değeri üreten, sermayeyi çoğaltan sınıftır. Sermaye birikiminin, sermayenin çoğaltılabilmesinin koşulu meta değişimine dayalı genel bir sömürü değil artı-değer üretimi, işçinin ürettiği artı değere el konulmasıdır. Bütün ilişkilerin metalar arası ilişkiler haline gelmiş ve onun dolayımıyla ifade edilir oluşu, değer yasasının etkime alanını genişletmesi ve boyutlandırmasının ifadesi olan bu gelişme, büyüyen sermayenin değerlenme, daha çok büyüme sorununu, artı-değer üretimini artırarak çözmesinden, dolayısıyla artı-değer yasasının etkime alanını genişletip derinleştirmesinden ayrı, bütünüyle kendi başına bir gelişme değildir. Değer yasasının etkime alanının genişlemesi, artı-değer yasasının etkime alanının genişlemesi ve derinleşmesiyle bağıntılı bir gelişmedir. Modern kapitalist üretimin maddi ürün meta ile sınırlı bir üretim olmaktan çıkması, sınai üretim alanının ötesine geçişiyle kapitalist üretim, artı-değer üretimi alanları çok genişlemiş, artı-değer yasasının etkime alanı büyümüştür. Değer yasasının etkime alanını genişletip büyüten başlıca ve belirleyici etken/neden de budur. Anlaşılır kılmak için tersten söylersek, emek-sermaye çelişkisinin dev.ci çözümüyle burjuvazinin sınıf iktidarına son verilerek artı-değer sömürüsünün sona erdirilmesi, değer yasasının etkime alanını da daraltacak, çözülümünü kolaylaştıracaktır.
Artı-değer yasasının etkime alanının genişlemesi, emek-sermaye çelişkisinin kapsama alanının toplumsal ilişkilerin bütününe doğru genişlediğini gösterir; bütün toplumsal ilişkiler, doğrudan ve dolaylı (dolaşım süreçlerini ve bölüşüm ilişkilerini de içererek/kapsamına almış olarak) bu temel çelişkinin çözümüne bağlı hale gelir. Gerek halkçı teorilerde ifadesini bulan köylülük, küçük esnaf vb. kapsayan çelişkiler, gerekse ekonomik etkenlerin doğrudan bir sonucu olmamakla birlikte kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler içerisindeki biçimlenişinden doğan çelişkilerin ürünü olan ‘yeni toplumsal hareketler’ de bu temel çelişkiye göre biçimlenmektedirler, çözümleri de ona bağlıdır. Kendi başına hiç biri ya da toplu olarak hepsi birlikte toplumsal özne olamaz. Artı-değer sömürüsünü sona erdirecek olan emek-sermaye çelişkisinin çözümü olacaktır. Sınıfsal karşılığı burjuvazi-proletarya çelişkisi olan bu temel çelişkiyi çözecek olan sınıf ise çelişkinin karşı kutbunda yer alan proletaryadır. Bundan dolayı proletarya toplumsal-tarihsel öznedir; kendisiyle birlikte en yakınındaki sınıflardan başlayarak bütün toplumu/insanlığı kurtuluşa götürecek olan yegane sınıftır. Proletaryayı toplumun öncüsü yapan emeğin sermaye karşısındaki konumu ve bundan doğan kapitalizmi yıkacak uzlaşmaz karşıtlık eksenidir. Proletarya dışında hiç bir sınıf, kapitalizmi nihai olarak sonlandıracak, kendisiyle birlikte bütün toplumu kurtuluşa götürecek olan bir devrime öncülük edemez. Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olan proletarya ile köylülük gibi küçük üretime bağlı küçük burjuva sınıf ve tabakalar arasında önemli bir ayrım vardır. Proletaryadan farklı olarak onların ellerinde kendilerine ait üretim aletleri, toprak gibi üretim araçları bulunmaktadır, az da olsa mülk sahibi sınıflardır. Bu çok temel bir ayrım oluşturur. Küçük üretim, meta üretimiyle birlikte kapitalist üretim ilişkilerini de üretir, genişleterek üretir. Değer yasası etkimesini sürdürür ve giderekte artırır. Sermayenin emek üzerinde tekrar hakimiyet kuracağı ve artı-değer sömürüsünün de tekrar canlanacağı koşullar yeniden ortaya çıkar. Proletaryayı en devrimci kılan üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bir sınıf olarak kapitalist mülk edinmenin ve kapitalist temelde üretimi gerçekleştirme ve geliştirmenin her şekline karşı oluşudur. Proletarya devrimi, kapitalist sömürünün en özsel ve temel biçimini, artı-değer sömürüsünü ve artı-değer yasasının etkimesini sona erdirmekle kalmaz, değer yasasının etkime alanını da daraltır ve giderek de sonlandırır. Üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bütünüyle yeni bir temelde örgütleneceği, bütün toplumsal ilişkilerin de bu yeni temele göre yeniden biçimleneceği yeni ve daha üst bir toplumsal düzleme -komünizme- geçilir. Proletaryanın üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun oluşu durumu, proletaryayı diğer sınıflardan ayıran, ayrı bir sınıf yapan, üretim süreci içerisindeki yer alış durumunu belirleyen, maddi koşullarından gelen bir özellik ve niteliksel farktır. Ve bu fark, proletaryanın sonuna kadar gitme kararlılığını engelleyecek, onu bağlayacak hiçbir nedenin bulunmadığını, kendisiyle birlikte tüm toplumu nihai kurtuluşa götürecek tek sınıf oluşunu açıklar. İşçilerin büyük çaplı üretim içerisinde büyük sayılar halinde bir arada bulunmaları gibi etkenler, başlangıçta sınıf bilincinin gelişimi ve etkili eylemler yapabilmelerini kolaylaştırıcı olmakla birlikte proletaryanın toplumsal özne/öncü sınıf olma niteliğini belirleyen etmenler değildirler. Proletarya küresel ölçekte sayısal olarak büyük artış göstermekte eskisine göre çok daha büyük sayılara ulaşmaktadır. Üretimin parçalı ve esnek bir yapı kazanması, üretimin fordist örgütlenmesinin emeği standardize ediciliğinin ortadan kalkması ve bu süreçte sınıfın çok daha heterojen bir bileşim ve yapı kazanmış olması, işçi sınıfının toplumsal özne olma konumunu değiştirmez, sınıf bilincinin ve eyleminin gelişimi ve etkinlik kazanabilmesinin yeni sorunlarını koyar önümüze. Büyük çaplı makineli sanayinin gelişimi geçmişte işçileri aynı zamanda büyük fabrika ve işyerlerinde topluyor bu da sınıfın birlikte hareket ve dayanışmasını kolaylaştıran, kendiliğinden gelişiminin önünü açan maddi bir temel oluşturuyordu. Bugün üretim süreçlerinin mekansal ve coğrafik parçalanması, eski biçimiyle büyük fabrika temelinin kalkması, sınıf hareketinin önceki biraraya geliş ve birlikte eylem koşullarını da zayıflatıyor, diğer etkenlerle birlikte bu temelde gerçekleştirilen kazanmak için yeterli olamıyor. Büyük çaplı üretimin ortaya çıkması, üretimin ve emeğin toplumsallaşma ve sermayenin toplumsal sermaye haline geliş süreçleridir aynı zamanda. Bu süreçte -süreç ilerledikçe- bütün emekler, kolektif emeğin bir parçası haline gelirler ve bütün üretim ve bütün ürünler, bileşik toplumsal emeğin üretimi ve ürünleridir. Proletaryanın nicel ve nitel yeni durumu ve tarihsel rolünü belirleyen ve açıklayacak olan da bu ilişkilerin gelişimi olacaktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte girilmedik bir alan bırakmaması, artı-değer ve değer yasalarının etkimelerini yoğunlaştırıp artırmaları, kapitalizmin gitgide bütün toplumu karşısına alan nitelik ve özellikleriyle açığa çıkması bütün toplumu kendisiyle birlikte kurtuluşa götürecek sınıf olarak proletaryanın öncü rol ve konumunu ve bunu yerine getirme görevini büyütmekte, tarihsel olarak daha kaçınılmaz ve zorunlu kılmaktadır. Günümüzün konjonktürel olguculuğu bu gelişimi görebilmekten uzaktır. Yeni belirimler netleştikçe bu da kesinlik kazanacaktır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte daha etkin ve egemen hale gelişini sınıfsal toplumsal sonuçlarıyla değerlendirirsek; toplam sermayedeki büyümeyle birlikte sermayenin yeni yatırım ve değerlenme alanları oluışturmasının ifadesi olarak yeni üretim dallarının ortaya çıkması, alt sektör oluşumları ve üretimin katmanlı hale gelişiyle birlikte küresel ölçekte işçi sınıfı saflarına katılım artmış, toplam işçi sayısında büyük bir artış gerçekleşmektedir. Küçük üretime bağlı sınıfların kırlardaki ve kentlerdeki çözülmesi sürerken bu kesimlerden proletarya saflarına büyük sayılarda katılım olmaktadır. Daha düne kadar dünyanın kırları olan bölgelerde bugün, sayıları yüz milyonları bulan işçi orduları oluşmuştur. İşçi sınıfının saflarına katılım sadece kırlardaki köylülüğün ve kentlerdeki küçük burjuvazinin alt kesimlerinin çözülümü biçimiyle sınırlı kalmamakta, kafa emeğinin üretim süreçlerinde daha geniş ve yaygın kullanılmaya başlanmasıyla birlikte küçük burjuvazinin üst kesimlerinden de proletarya saflarına katılım artan sayılarda olmaktadır. Proletarya, küresel ölçekte sayısal olarak büyük bir artış göstermektedir. Toplumun bütünü içerisinde niceliksel olarak artan sayısıyla daha büyük bir yer tutmaktadır. Bu niceliksel gelişim, niteliksel bir gelişimin ögelerini de içerisinde barındırıyor. Yeni proleterleştirme dalgası işçi sınıfı saflarında bir çözülme ve dağılma, bölünmeler yaratırken bileşimi daha güçlü, bilinç gelişimine daha açık yeni bir işçi sınıfı yapı ve hareketinin tohumlarını atıyor.
Kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte daha etkin ve egemen hale gelişinin bir diğer sonucu, emek-sermaye, burjuvazi-proletarya çelişkisini merkeze taşıması, bu çelişkinin temel çelişki haline gelmesidir. Diğer deyişle diğer bütün çelişkiler bu çelişkinin çözümü temelinde, ona bağlı olarak çözülebilirler. Bu proletaryanın tüm toplumun öncüsü olma, diğer bütün sınıflara öncülük edecek sınıf olma konumunu güçlendiren bir durumdur. Bugünkü maddi-toplumsal koşullar, öznenin yer değiştirmesi veya özne dağılımını (çoklu özne vs.) değil proletaryanın tarihsel toplumsal özne oluşunu güçlendiren bir gelişim göstermektedir. Dünya tarihinin, maddi-ekonomik ve toplumsal koşulların akış ve gelişme yönü de budur ve bu çok daha belirgin biçimde çıkacaktır ortaya. Emek-sermaye çelişkisinin çözümünü merkeze koymayıp bu çelişkinin kutbunda yer alan proletaryanın öncü rolünü kabul etmeyen, “genel tahakküm ve sömürü”ye son vermek için özerk ve çoğul özneler oluşturma gayret ve iddiası içerisinde olan, kendilerini kapitalizm karşıtı ilan eden hareketlerin hiç birisinin ve bütününün, bu görüş ve eylemleriyle, sisteme karşıt ve onu yıkacak bir konumda olmaları, olabilmeleri mümkün değildir.
Üretim ve Emeğin Toplumsallaşması; Bileşik Toplumsal Emek; Kolektif İşçi Bilinci
…..
Proletarya ve Proletarya Hareketinin Geleceği
Çözülen ve dağılan bir sınıf yapısı içerisinden doğmakta olan nicel ve nitel olarak çok daha güçlü ve gelişkin bir sınıf. … Sürecek.
Köylülük
Kırlarda kapitalist üretim ilişkileri, 1950’lerden sonra hızlı bir gelişim gösterdi. Bugün T.Kürdistan’ı dahil kapitalist üretim ilişkileri egemen durumundadır. Kalıntı düzeyinde, çok sınırlı ve çözülmüş haldeki feodal ilişkiler, daha çok üstyapı alanındadır. Kırsal alanda büyük kapitalist tarım işletmeleri ve zengin köylülüğe dayalı işletmeler artarken, feodal toprak ağalığı ekonomisi artan bir hızla çözülmüş, dönüşüm geçirmektedir. Çoğunlukla kapitalist tarım işletmelerine dönüşen bir çözülme ve dönüşüm olurken, bir bölümünde de toprakların büyük kısmını atıl bırakıp farklı işlere yönelme olmaktadır. Kapitalizmin gelişimiyle birlikte kırlarda kapsamlı, kitleler halinde ve giderek artan ve artacak olan bir hızla çözülüp tasfiyeye uğrayan yoksul köylülük ve orta köylülüktür. Son dönemde emperyalist ülkelerin tarım stratejilerindeki değişme ve neo-liberal tarım politikalarına uyum göstermekte zorlanan zengin köylüler de krize girmektedirler.
Kırsal alandaki hızlı ve kitlesel çözülme, kapitalist meta ekonomisinin genişlemesine ve derinlemesine bütünüyle hakim hale gelmesinin sonucudur. Bütün üretim pazar için üretim haline geldikçe köylülüğün gereksinimlerini artan ölçüde pazardan karşılama zorunluluğu doğduğu gibi, üretimini pazar için yapması da zorunludur. Kapitalist pazarın genişlemesine ve derinlemesine gelişimiyle birlikte küçük orta köylüler, gerek tarımsal üretimle ilgili, gerekse yaşamsal gereksinimlerini giderek artan ölçüde pazardan karşılamakta, ürünlerini de pazar üzerinden satmaktadırlar. Kırsal bölgelerde de üretimin bütünüyle pazar için üretim haline gelmesi, küçük üreticilerin de üretmiş oldukları bir-iki çeşit ürünü pazarda satarak gereksinimlerinin tümüne yakınını pazardan karşılamaya yöneltmektedir. Doğal ve zorunlu gereksinimlerin karşılanmasıyla sınırlı, bu düzeyde kendi kendine yeterli kapalı ekonomi koşullarının dışına çıkmakla başlayan kapitalist entegrasyon süreci, pazara uygun üretim yapma (ürün niteliğinin pazara uygun hale getirilmesi) ve ihtiyaçların kapsamının genişlemesiyle birlikte hızlanmaktadır. Kapitalist pazarla olan bağın iki yönden de artması, köylü ekonomisini bütünüyle ona bağlı ve bağımlı hale getirmektedir. Tarımsal üretimle ilgili girdi fiyatlarının ve yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için pazardan aldığı diğer malların fiyatlarının yüksekliği, diğer yandan pazara götürdüğü ürünlerin fiyatlarının düşük oluşu ve her fırsatta daha düşük hale getirilmesi, yoksul ve orta köylülüğü tarımsal üretim yapamaz hale getirmekte ve ellerindeki sınırlı toprakları da kaybetmektedirler. Sanayi, geleneksel tarımı, kent kırı çözmektedir. Tekelci kapitalistler, kırsal alanda üretilen artı-değerin büyük bölümünü dolaylı bir biçimde, bu yolla ele geçirmektedirler. Bu gelişmeler, tarımı sanayie bağlı ve bir bütün olarak kapitalist ekonominin – banka-kredi ilişkilerinin gelişimiyle de- bağımlı bir parçası haline getirdiği gibi, tekelci kapitalizm koşullarında bu , tekellerin sömürü ve hakimiyeti altına girmekle de sonuçlanmaktadır. Pazar üzerinden ilişkiler hızla genişler ve derinleşirken küçük orta köylüler, öncelikle ticaret dolayımıyla tekeller tarafından sömürülmektedir.Tarımsal üretim girdileri başta olmak üzere gereksinimlerini yüksek tekel fiyatları üzerinden karşılarken, kendi üretmiş olduğu ürünlerin satışı, değer= fiyat denklemine dahi uymamakta, fiyattaki dalgalanma ileriye doğru bir artış yönünde değil geriye düşüş yönünde olmakta, ürünün maliyet değerinin dahi altında bir satışı gerçekleşmektedir. Tekeller karşısında savunmasız olan ve kendi ürününü doğrudan pazara sürememesiyle tüccara bağlanan küçük orta köylüler, kaçınılmaz olarak bankaların kredi-faiz ağına takılmaktadırlar. Salt üretimi sürdürebilmek için alınan kredi borçları, bir-iki dönem sonra ödenemez duruma gelmektedir.
Kapitalist tarımsal üretimde modernizasyon geliştikçe, küçük üretimin tasfiyesi de hız kazanır. Kullanılan yeni makineler (traktör, biçer-döver vd.), kimyasal gübre, ilaç, sulama, ürünün korunması gibi modern tarım gereksinimleri sermayenin organik bileşiminde de bir değişime yol açar. Bu sermayenin değişmeyen bölümünün giderek artması biçiminde gerçekleşir. Yanı sıra sermayenin değişen bölümünde de bir artışı zorunlu kıldığı gibi, tarımsal üretimin rantabl olabilmesi için üretimin daha geniş topraklarda yapılmasını da zorunlu hale getirir. Sınırlı bir toprak üzerinde, basit üretim araçlarıyla ve emek yoğun –aile emeğinin kullanılmasıyla – üretim yapan yoksul ve orta köylülüğün bu süreçte ayakta kalabilmesi güçleşir ve giderek tasfiyeye uğrar. Kırın kendi içindeki ekonomik ve sınıfsal farklılaşmayı ortaya çıkartan, büyüten ve derinleştiren de budur. Büyük kapitalist tarım işletmeleri ve zengin köylü tarımı gelişir ve güç kazanırken yoksul ve orta köylülük tarımsal üretim yapamaz hale gelir. Toprak işlenmez atıl kalır, sonrasında da elinden çıkarmak, satmak zorunluluğu çıkar ortaya. Fakat bu da her durumda mümkün değildir. Toprağın verimlilik farkı yaratıcı bir özelliği bulunmuyorsa elde ve çoraklaşarak kalma olasılığı yüksektir. Son dönemde işlenmeyen toprakların miktarı hızla artmaktadır. Türkiye kırlarında 1950’lerden sonra kırın kendi içerisindeki farklılaşması hız kazanmış, tarımsal alanda kapitalist üretim ilişkileri her yönden egemen hale gelmiştir.
Kapitalist ekonominin genişlemesine ve derinlemesine olan gelişimiyle birlikte sanayinin geleneksel tarımı çözmesi ve kırın kendi içerisinde farklılaşması biçimindeki gelişmeler, son süreçte yeni bir boyut ve görülmemiş bir hız kazanmaktadır.
Son dönemde tarımsal üretimde bilinen modernizasyon süreçlerinin ilerisine sıçrayan sınaide olanın izdüşümü, kimi yönlerden ise orada olanın ilerisine geçen devrimsel değişiklikler oldu, oluyor. Tarımsal üretim araçları bilgisayar destekli hale getirildi. Modern bilimin en yeni dalları biyogenetik, moleküler kimya, iklim bilim tarımın hizmetindedir. AR-GE laboratuarları tarımsal üretimin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.Tarımsal üretim süreklilileştirilmiş bir ar-ge desteğiyle yürütülmekte, ürün geliştirmek için büyük harcamalar yapılmaktadır. Tarımsal üretimin kapitalist niteliğini güçlendiren bu gelişmeler, sermayenin organik bileşimini de çok farklılaştırmaktadır. Gelişim, hem tarımsal üretimle ilgili teknolojilerde hem de ürün teknolojilerindedir. Üretim çok sayıda ve çeşitli makinelerin kullanılmasıyla gerçekleştirilmektedir. Hava durumu, toprak yapısı bilgisayarlı makinelerle analiz edilmekte, bilgisayar destekli traktörler, arazinin topoğrafyasını çıkartarak toprağın sürümünü yapmaktadırlar. Ekilecek ürünün seçimi, gübre ve ilaç kullanımı gerçekleştirilen analizlere göre belirlenmektedir. Ürün türlerinin şecereleri çıkartılarak özel aşılama teknikleriyle ürün gelişimi sağlandığı gibi, gen değişimleriyle yeni tohum ve türler ortaya çıkartılmakta, hibrid tohum üretimi gerçekleştirilmektedir. Bilgisayarlı üretim teknolojilerinin tarımsal üretim alanına her düzeyde girişi, moleküler kimya ve gen teknolojisinin uygulanması bu alandaki üretim yapısını hızla değiştirmektedir. Sebze-meyve, endüstriyel bitki üretimi, hayvancılıkla gıda ve tekstil sanayileri arasında önceden de bir bağ vardı; bu bağ entegre bir biçim kazandığı gibi, tarımsal ve hayvansal üretimin bu sanayilere olan bağımlılığı ve tabiyeti arttı. Bizzat kendi üretimlerini yapmalarının yanında mallarını satın aldıkları köylülerin üretimlerini de kontrol ve denetim altına aldılar. Bazı bölgelerde, pek çok koşula bağlı, küçük üreticileri gıda tekellerine bağımlı ale getiren sözleşmeli çiftçilik uygulamasına geçildi.
Sınai ve tarımın kompleks bir yapı kazanması bununla sınırlı değildir. Üretim ve ürün teknolojilerinde ortaya çıkan gelişmeler, sanayi-tarım ilişkisini çok daha içiçe kılmakta, bu alanda dev uluslar arası tekeller ortaya çıktığı gibi, kimya, ilaç, petrol tekelleri dahi bu alana giriş yapmaktadırlar. Tarımsal üretimin kazandığı yeni nitelik, bu alandaki sermayenin değer bileşimini ve teknik bileşimini değiştirmiş, girdi çeşitliliği ve çokluğuyla da katma değerli ürün üretimini olanaklı hale getirerek yüksek kar sağlamaktadır. Emperyalist ülkeler ve büyük tekellerin, tarımsal üretim alanına olan ilgi ve yönelimleri bundan dolayı artmıştır. Önceden yanına dahi uğramadıkları tarım sektörüne sinek gibi üşüşmeleri bundandır. Yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerdeki düşük sermayeli, emek yoğun, büyük ölçüde küçük üretime dayanan geleneksel tarımsal yapı ise bu gelişmeler karşısında tutunamayarak çökmektedir. Tarımsal üretim, emperyalist-kapitalist ülkeler ve tekeller tarafından yeni bir iş bölümü temelinde yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırılmaktadır. Önceki işbölümü koşullarından farklı yeni bir iş bölümüdür devreye sokulan. Kapitalist emperyalist sistemin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkan iş bölümü, sınai ürünlerin üretim ve satışı gelişmiş kapitalist ülkelerce yapılır, buna karşılık hammadde ve tarımsal ürünlerin üretim ve satışları da sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler tarafından gerçekleştirilirdi. Ticaret dolayımıyla sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ilkelerin sömürülmesinin adeta bir doğa yasasıymışçasına kabul ettirilen biçimi buydu. Neredeyse cetvelle çizilmiş gibi net olan bu ayrım, sınai üretim alanında kategorik farklılaşmalar ve sermaye birikim biçimindeki değişmelerle ‘70’lerden sonra bir değişim gösterdiği gibi, tarımsal üretim alanındaki işbölümü de tedricen ve hızlanarak değişti, değişiyor. Bu ilk olarak, tarımsal üretimin büyük makinelerle ve artan sayıda makine, kimyasal gübre ve ilaç kullanımı ile üretkenliğin artmasıyla büyük miktarlarda ürünün düşük maliyetle elde edilmesiyle başladı. Emperyalist ülkeler, ellerindeki tarım ürünü ve hayvansal ürün fazlasını zorlayıcı yöntemlerde kullanarak, çeşitli biçimlerle satmaya yöneldiler. Geleneksel iş bölümü koşullarında da değişikliğe yol açan köklü değişiklikler ise, tarımsal üretim ve ürün teknolojilerindeki değişmelere bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu değişmelere bağlı olarak tarımsal alanda yüksek karlar elde etme olanağı doğmuş, emperyalist ülke ve tekeller bu alana öncekinden de farklı bir biçimde girmişlerdir. Tarımda kapitalist gelişime ivme kazandıran gelişmeler, onları destekleyip önünü açan emperyalist neo-liberal tarım politikalarının uygulanmasıyla birlikte kırsal alanlardaki çözülmeyi hızlandırmaktadır. Tarımın yeniden yapılandırılmasını öngören emperyalist dayatmalar, kırsal alanda hızlı bir yapı değişimiyle birlikte köylülüğün hızlı, yaygın ve yığınsal bir tasfiyesini de öngörmektedir. IMF, DTÖ, GATT tarafından uygulanan neo-liberal politikaların kabulüyle yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde temel ürünlere sağlanan taban fiyatı, kredi destekleri kaldırılmakta, geleneksel bazı ürünleri üretiminden vaz geçilmesi ve ürün değişimi dayatılmakta, gümrük duvarları indirilmekte ve kapı emperyalist tarım tekellerine ardına kadar açılmaktadır. Köylüler, emperyalist tarım tekellerinin yıkıcı rekabeti karşısında savunmasız bırakılmaktadır. Cargill’in, Türkiye’deki pancar ve şeker üretimini darbeleyecek mısır nişastasını politik dayatmalarla satması gibi örnekler, saldırının nasıl biçimlendiğini göstermektedir. Köylülüğün yoksul, orta ve zengin köylüler dahil geniş kesimlerini hedefleyen bu saldırılar, AB tarım politikalarının uygulanmasıyla tedrici bir çöküşten toplu bir çöküşe, demografik değişikliklere yol açacaktır. Sürecek…
Göç; Kent Yoksulları
Bu süreçte demografik değişim, sosyal yapı değişimleri hız kazandı. Kırın kente, tarımın sanayie bağımlılığı arttığı gibi, kırlardan kentlere hızlı ve büyük nüfus kaymaları oldu. Kırsal nüfus %35,5’a geriledi. Göç, ekonomik ve siyasal göç, iç ve dış göç olarak gerçekleşti. Bütün bölgelerden olmakla birlikte, 80’li yıllardan itibaren göçte ağırlık Karadeniz-İç Karadeniz , 90’lara doğru ve 90’larda zorla boşaltılan köyler başta olmak üzere ezilen Kürt ulusuna karşı kirli savaşın yürütüldüğü T. Kürdistanından gerçekleşti. Dış göç, önceki gibi yaygın olarak AB. ülkelerine yasadışı biçimlerle gerçekleşirken, iç göç, öncekinden farklı bir dağılım gösterdi. önceki göç merkezleri İstanbul, Çukurova, Ankara ve İzmir’di. 80’li yıllardaki Karadeniz göçlerinin ağırlığı yine İstanbul oldu. Bunun dışında, her bölgenin kendi içindeki ve yan bölgedeki 2. ve 3. sanayi bölgeleri göç alan merkezler oldular. Urfa-GAP bölgesi, Antalya başta olmak üzere turizm bölgeleri yeni göç çekim merkezleriydi.
Kırsaldan dışlanan kır yoksullarının kentlerde sanayie istihdamı eskiye göre azdı. Yoksul köylüler, kırlarda barınamaz hale getirilmiş, büyük kitleler halinde kent merkezlerinde toplanmışlardı. Fakat büyük çoğunluğu için iş yoktu, varolanlar için ise ücretler düşüktü. İşsiz sayısının çokluğu, kaçak işçiler, iş gücünün fiyatını daha da düşürmekteydi. Vasıfsız iş gücünün kendi içerisinde rekabete sokulmasıyla asgari ücretinde altına çekilen ücretlerle sigortasız-sendikasız çalışma, kayıt dışı ekonomiye temel oluyordu. Kente göç eden kır yoksullarının bulabildikleri işler, eğer bulabilmişlerse, bu tür işlerdi. Bundan dolayı sefalet içerisinde yoksul bir yaşam sürdürmekteydiler; ancak, ailenin en az iki ferdi çalışıyorsa zorunlu gereksinimlerini asgari ölçüde karşılayabiliyorlardı.
Dünün kır, bugünün kent yoksularının, kırdayken küçük üretici olup yakın zaman öncesine kadar zorunlu gereksinimlerini karşılayabilen köylülerin kentteki durumları, yeni yaşam koşulları buydu. Sosyal-sınıfsal açıdan ise, ortaya şöyle bir tablo çıkmaktaydı. Kırsalda toprağını kaybederek ya da bütünüyle kaybetmeden, hayvancılık yapma imkanları elinden alındığından ya da zorla göç ettirildiğinden kentlere akın eden kır emekçilerinin büyük bölümü proleterleşemeyen emekçilerdi. Ancak düzensiz işlerde çalışabiliyorlardı. Onları bekleyen yeni bir iş ise çeteler, mafya tetikçisi olmaktı. Artık kentin köylüleri olmaktan çok, kentin varoşlularıydılar. Önceki, kentten nispeten yalıtık , kendi içinde bir yaşam sürdürebilen gecekondu bölgelerinden farklı olarak kentin çekici ve kışkırtıcı, vahşi ve yozlaştırıcı özelliklerinin kama gibi içerisine girerek deştiği, kemirdiği bir yapıdadır varoşlar. Üstelik, artık sadece kentin dışında, çevresinde değil kentin çürüyen eski merkezlerinde, ana caddelerin hemen arkasındaki sokaklardadır. Eski gecekondu bölgelerinden bazıları kentin ana geçiş yollarına yakın yerlerde, kavşaklarda yer aldığı gibi kent içi ulaşımın metro, hızlı tranvay, otobüs vd. genişleyip yaygınlaşmasıyla da merkezlere kısa sürede ulaşılabilmektedir. Eski gecekonduluk bölgelerde ve artık gecekonduluk biçiminde olmayan yeni yerleşim bölgelerinde büyük değişiklikler olmaktadır. Arsa rantları değer kazanmış, bu bölgeler rant bölgeleri haline gelmiştir. 60-70’li yılların gecekondu bölgeleri, günümüzde kentin coğrafik olarak sınırında değil içerisinde, bazıları merkezin çok yakınındadır. Kent yapılanması içerisinde değer kazanan eski gecekonduluk bölgelerde arsa rantları çok yükselmiştir; devletçe-belediyeler tarafından- yıkılmakta veya zorla istimlak edilmek istenmektedir.
Bu bölgelerde eski gecekondu tarzı yapılaşmalar ortadan kalkmış, küçük, orta büyüklükteki apartman yapılar çoğalmıştır. Sosyal dokusu da, yine 80’lerin ortalarından itibaren değişime uğrayarak daha heterojen bir yapı kazanmıştır. 60-70’li yıllarda kırlardan kente göç edenlerin fabrikalarda iş bulma olanakları bugüne göre fazlaydı. Bu bölgelerin işçi ağırlıklı yapısı, işsizler ve düzensiz işlerde çalışanların sayısal fazlalaşması yönünde bir değişim gösterirken, emekçi memurların, çeşitli nedenlerle kente göç etmiş orta sınıfların büyük bölümünün de yaşadığı yerler olarak daha karmaşık bir dokusal yapı ortaya çıkmıştır. Kayıtdışılığın üretimde ve ekonominin diğer alanlarında hızlı büyümesi, sektörel değişimler, organize sanayi bölgelerinin ortaya çıkışı, bu bölgelerin sosyal yapısına olduğu gibi yansımış ve belirlemektedir. Üretim düzeyindeki yansımaları KOBİ işçiliği, yaygın olarak konfeksiyon, evde iş ve düzensiz hizmet işleridir. İşçilerin asgari ücret ve daha düşük ücretlerle çalıştırılmalarının yanı sıra, kadın ve çocuk emeği, sigortasız-sendikasız olarak üretim alanına yoğun ve düzensiz olarak çekilmektedir. Emekçi bir ailede iki-üç kişinin çalışması, bulunabildiğinde ikinci bir işte çalışma asgari geçim düzeyine ulaşabilmenin koşulu olduğu gibi, aile bireylerinden işsiz kalan olduğunda yoksulluğun derin bir sefalete dönüşmesini frenleyen bir mekanizma da oluşturmaktadır. Konfeksiyon, hizmet sektörünün genişliği ve düzensiz işler, çok düşük bir ücretle olmasına karşın yaygın bir istihdam sağlamasıyla sisteme alt düzeyde bir sigorta oluşturmaktadırlar. Daha alt düzeydeki başka bir sigorta sistemi, yıkılmakta olan sosyal sigorta sisteminin yerine geçirilen, belediyeler-vakıf ve cemiyetler üzerinden uygulanan yiyecek-kömür dağıtımları ve yeşil kart uygulamalarıdır.
Kapitalist birikimin mutlak genel yasası gereğince zenginlik ve yoksulluk iki uçta birikirken, krizlerin yol açtığı ekonomik ve sosyal çöküşlerin ardından göreli yoksullaşmayı mutlak yoksullaşma izlemektedir. Sefalet içerisinde sefaletin yaşandığı, her türlü düşkünlük ve yozlaşmanın emekçilerin yaşamına bulaştığı, emeğiyle yaşama, namus, onur ve dayanışma gibi sınıfsal hasletlerin eridiği, düşkün yaşama biçimlerinin arttığı, lumpen-proletaryanın tabanının genişlediği ve sistemin en yoz değer ölçülerinin hakim hale geldiği bir dönemdir bu. Kapitalist sermaye birikim rejiminin ve onun krizlerinin sonucu olan bu durum, yine ona bağlı ve bir parçası olarak gelişen ekonominin ‘kayıtdışı’ olan bölümünün büyümesiyle büyük bir artış göstermektedir. 80’li yıllardan başlayan paradan para kazanma ve spekülasyona dayalı karlardaki büyüme, eroin ticareti, insan kaçırma, fuhuş ve kumarın sektörel olarak genişletilerek doğrudan veya dolaylı sermaye birikimi sürecine dahil edilmeleri, ‘sıcak para’ ihtiyacının bir bölümünün bu yolla – ‘kara para’ aklamalarıyla – karşılanması buna uygun bir sosyal, politik ve kültürel şekillenmeyi de ortaya çıkarmıştır. En üstte, ‘kaynağı belli olmayan’ bir sermayeyle mafyadan bürokrasiye, satın alma ve her kirli yöntemi kullanarak hızla yükselişe geçen yeni burjuvalar – ki bunların çoğunun sermayesi, daha büyük ve en eski kapitalistlerce tümüyle yasal yöntemler kullanılarak, yıkanmış ve aklanmış olarak ele geçirildi- diğer uçta ise, lumpen proletarya bulunmaktadır. Emekçi semtlerindeki yoksulluktaki artış ve toplumsal çöküşle birlikte bu bölgeler, irili ufaklı yüzlerce çete oluşumunun, fuhuşun fideliği haline gelmiştir. Mafyanın ‘insan kaynakları’ bu bataklıktan çıkmaktadır.
80’lerin ortalarına kadar, kentin kırı durumundaki gecekonduluk bölgelerde belirtilenlere bağlı olarak, derin değişiklikler olmuştur. Köyün otantik yapısını, adet ve geleneklerini, aile ve hemşerilik dayanışmasını, çözülüm halindeki feodal kültürü çok uzun yıllar koruyan, bunların son derece yavaş değiştiği kentteki kır durumundaki gecekonduluk bölgeler, artık kentin varoş yapısına uygun hızlı bir sosyo-kültürel çözülme sürecine girmişlerdir. Baskın ve gelişmekte olan, proleterleşme süreciyle birlikte üretim sürecinde kendiliğinden de olsa gelişmeye başlayacak işçi yaşamının, sınıf dayanışmasının davranış ve kültürü değildir; proleterleşemeyen işsiz kitleler büyük bir sayı oluşturdukları gibi, işsizlerin baskısı, grevlerin azalması ve sendikal örgütlülüğün gerilemesi, sınıfın kendi içerisinde rekabete düşürülmesi işçi kültürünün değerli özelliklerinin kaybını getirmiştir. Bir sendikal geleneğe sahip olan, ekonomik ve kısmi demokratik bazı istemler için birlikte hareket etme ve dayanışma kültürü olan Türkiye işçi sınıfının bu bilinci gerilemiş, alt düzeylere inmiştir.
Sosyo-kültürel değişim, işçi kültürünün dayanışmacı ve geleceğe umutla bakan, emeğiyle kazanma ve onuruyla yaşama gibi sınıfsal etik değerleri yönünde olmadığı gibi, tarihi ve sosyo-kültürel birikimleri taşıyan ve sosyal dokusuyla çok zengin ilişkilere olanak sağlayan modern kentin gelişime açık değerlerinin eleştirel özümsenmesi biçimiyle de olmamaktadır. Emekçiler, cehaletin yeni araçlarına mahkum edildikleri ve bunlara ulaşabilmenin maddi koşullarından da yoksun bırakıldıklarından bunları yapacak hatta düşünecek bir durumda değillerdir zaten. Ekonomik koşullardaki gerileyiş ve çöküşe uygun, sosyo-kültürel bir çöküş ve çürümenin içiçe geçtiği bir değişim yaşanmaktadır. Erozyona uğrayan değerlerle birlikte değişim, modern kentin ileri normatif değerleri yönünde değil yine modern kentin ayrılmaz bir parçası olan lumpen proletaryaya özgü değerlerin etkin hale gelmesi yönünde olmaktadır. Dekadans bir durumdur bu. Umutsuzluk, öfke, vahşet, her yolu mübah görme, derin boyutlu bir ahlaki bozulma vardır. Örneğin, paranın hangi yolla ve nasıl kazanıldığının hiçbir önemi kalmamıştır. Çalışarak, emeğiyle kazanma ahlaki bir ilke olmaktan çıktığı gibi enayilik olarak görülmektedir. Daimi bir iş güvencesi dahi olmadan asgari ücretle -hatta daha aşağı- , sigortasız-sendikasız 10 saat çalışmak yerine günde veya haftada birkaç saat riskli işle kolay yoldan çok daha fazlasını kazanmak, tercih edilir olmaktadır. İstenilen yaşamı en alt düzeyde dahi kurabilmenin umudu emek gücüyle çalışarak kazanmak değil bahis, borsa, piyango, kapkaç, fuhuş, mafya tetikçiliği, uyuşturucu satmak vb. dir.Ve bu şekilde çok daha fazlasını kazanmanın hayallerini kurmak da mümkündür. Çoğunun sonu hapishane ya da bir şekilde ölüm olacak da olsa.. Sistem içerisinde ezilme ve birey olarak hiç olduğunu görme duygusu semt gençliğini grupsal aidiyet arayışına yöneltmektedir. Grup aidiyeti arayışının en güçlü adresi ise küçüklü büyüklü çeteleşmedir. Tüketim, marka vb. ne dayandırılan kimlik ve değerler sistemiyle oluşturulan çekim, semt gençliğini kapitalist kentin ışıltılı yüzüne Galleria, Ak Merkez, Taksim’e – olmuyorsa varoştaki taklitleri- yöneltmektedir. Kent mimarisindeki değişim, merkezlere ulaşmanın kolaylaşması, televizyon, cep telefonu, chat vb. iletişimin artmasıyla her gün, her an kentin bu parıldayan yüzü ile karşı karşıya gelmektedirler. Onların hayallerini besleyen buralarda olanlara sahip olma isteğidir. Bu istek ve özlemlerin emeğe dayalı ücretle karşılanabilmesinin olanağı ise yoktur. Gelecek beklentisinin dahi olmadığı gerçek yaşamlarıyla bunun çok ötesindeki istek ve özlemlerin arasında gidip gelen bir düşünce ve duygu sıkışması içerisindedirler. İstek, özlem ve davranışlarıyla neo-liberal, post-modern özgürlük ve aidiyetin semt gençliğinde teşekkül ediş biçimi bu olmaktadır. Yaratıcısı da tetikleyicisi de kapitalizmdir bunun. Neo-liberalizm, emekçilere bir ölüm dansı armağan etmiştir.
Ülkede varolan etnik, milliyetçi, dinsel-mezhepsel çelişkiler, göçün yarattığı tahribat semtin yeni dokusu içerisinde de sürekli gerilim ve potansiyel çatışma etkenleri olarak varlığını sürdürmektedir. Semt ve bölgelerin bölünümü, yerleşim tercihleri öteden beri buna göre olmaktadır. Burjuva gerici, dinci ve faşist partilerin yereldeki toplumsal örgütlenmeleri bu temelde olduğu ve buna göre biçimlendiğinden , merkezi düzeyde farklı bir jargon kullanılmaya başlansa da, özellikle sürdürülmektedir. Emekçileri bölen ve birbirine düşmanlaştıran bugüne dek bilinçlice korunup derinleştirilmiş olan çelişkilerdir bunlar. Bir sınıf partisi, hiçbir nedenle bu çelişkileri derinleştirici bir taraf olmayacağı gibi, emekçi halkın sınıfsal ve toplumsal birliğini koruyup geliştirecek bir politik perspektife sahip olmalıdır.
Semtlerde enformel sektörlerde çalışanlar ve işsizlerin sayısı artmıştır ve önceki nispi homojenitesini kaybetmektedir. Gerek sosyal yapı değişimiyle gerekse kültürel farklılaşmanın sonucu olarak çok daha heterojen bir yapıdadır. İç ayrım ve çelişkileri de daha boyutlanmıştır. Kapitalist kentin içerisine daha çok giren, kentin de içerisine daha çok girdiği, istek,özlem ve beklentilerin de buna göre oluşup tetiklendiği varoşlar, bırakalım bunlara sahip olabilmeyi nispi ve mutlak yoksullaşmadaki artışla birlikte en zorunlu ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanmanın sıkıntısı ve baskısı altında yaşamakta, öfke biriktirmektedirler. Kent yoksulları, sistemin sistem dışına ittiği kent yoksulları, süreklileşen işsizlik ve kriz dönemlerinde tümüyle çözümsüz bir hal alan yoksulluklarıyla, çıldırtan ve her yolu meşru gören bir çaresizlik içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Yaratıcısı oldukları varoşları bataklık gibi gören egemen sınıflar, biriken toplumsal öfkenin farklı kanallara akarak sistemi istikrarsızlaştırabileceği endişesini daha fazla duymaya başladılar. Sistem dışına ittikleri kent yoksullarını nasıl, tekrar sistemin içerisine çekerek kontrol edebileceklerinin yeni arayışları içerisindeler. Yoksulluğu yeniden yapılandırma programları DB koridorlarında hazırlanıyor. AB emperyalistleri Afrika’dan gelen göç dalgalarını önlemek için Kuzey Afrika’ya kamplar kurmanın planlarını yapıyorlar. Son dönemdeki MGK toplantılarının en önemli gündem maddelerinden birisi de bu. Sermaye birikiminin zorunlu sonucu olan, bir uçta zenginlik birikirken, diğer uçta yoksulluğun birikmesi, birikmiş artı değere el koyma ve artı değer sömürüsünü şiddetlendirme üzerine kurulu neo-liberal ekonomi politikalarla görülmemiş düzeylere ulaştı. Ekonomik bir teröre dönüşen bu saldırıya karşı artan yoksulluğun doğuracağı toplumsal öfke ve tepkinin yüzeysel birkaç ekonomik önlemle söndürülemeyeceği bilinerek yasal ve polisiye yöntemlerle bastırılmak isteniyor. Ulusal ve küresel güvenlik için tehdit olarak görülüp yeni askeri operasyonlara bahane hazırlanıyor.
Öte yandan kimse, semt yoksullarının büyüyen öfkesinin kendiliğinden ve kolaylıkla devrimci kanallara akacağını beklememelidir. Semtin heterojen yapısı, sosyo-kültürel yapı çarpıklığı ve çürümedeki artış bunun çok farklı, hatta istenilenin tersi yönünde sonuçlar yaratabileceğini, bir bölümünün gerici ve faşizan partilere toplumsal temel olabileceğini gösteriyor.
Semtlerde ekonomik ve toplumsal çöküşle birlikte gelişen değer erozyonu ve sınıf dışılaşmaya karşı mücadele, fiziksel ve moral çürümeye karşı emeğin korunması, semtteki emekçileri kendi içerisinde bölen şoven milliyetçi, dinsel ve mezhepsel, bölgeci ve aşiretçi ayrımlara karşı mücadele, yoksulluğa karşı dayanışma, açlık ve işsizliği kat kat büyüten, yaşam koşullarını ağırlaştıran neo-liberal vahşet politikalarına karşı semt yoksullarını birleştiren bir mücadele çizgisi. Sadece düzenli işlerde çalışan işçilerin yaşadıkları yerler olarak değil kayıt dışı işlerde çalışanların sayısındaki artışla ve işsizler ordusuyla birlikte semtlerde baskın olan emekçi niteliktir. Ev içi ve dışı düzensiz işlerde çalışan kadın, genç kız ve çocuk sayısının artması, liselileri bekleyen işsizlik, eğitim ve sağlığın paralı hale gelmesi , bu alandaki çalışmaya yeni dinamikler katıyor. Semtin, sınıfsal bir perspektifle ve proleter sınıf hareketinin yedek gücü olarak örgütlenmesi ve varoşlarda biriken hoşnutsuzluk ve öfkenin dev.ci bir öfke ve eyleme çevrilmesi, önümüzdeki sürecin özgül önem de taşıyan görevlerinden birisidir. Kent yoksullarının biriken öfkesine, dev.ci bir biçim kazandırıldığında hareketin sıçrama dinamiklerinden biri olacaktır.
Rejim ve Yönetememe Krizleri
Türkiye’nin toplumsal siyasal tarihini karakterize eden rejim krizi ve yönetememe krizleridir.
Türkiye’de burjuvazinin sınıf iktidarını kurma süreci, özgül bir biçimleniş gösterir. Zayıf bir sınıfsal gelişime sahip olan Türkiye burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir kapitalist yapı ortaya çıkardığı gibi, kendi sınıf iktidarını doğrudan kuramayıp iktidarını uzun bir dönem Cumhuriyet rejiminde kurucu bir rol oynayan bürokrasiye dayalı bir temsil üzerinden sürdürmüştür. Burjuva sınıf ideolojisinin taşıyıcısı bürokrasinin Türkiye kapitalizminin gelişiminde özgül bir rol oynamasının yanı sıra, burjuva egemenliği ve devlet oluşum süreci içerisinde feodallerin sınıfsal çıkarlarına büyük ölçüde dokunulamadığı gibi, iktidar onlarla paylaşılmıştır. Aşağıdan, halk kitlelerini peşinden sürükleyen bir burjuva demokratik devrim biçimiyle veya ekonomik, sınıfsal gücünün artmasıyla paralel, kendi “sivil toplum”unu oluşturarak tedrici yüklenmelerle iktidarını her düzeyde sağlam bir şekilde kuramayan burjuvazi, kendi sınıf ideolojisini benimseyen bürokrasi aracılığıyla bazı konularda yukarıdan aşağıya siyasi, idari, kültürel reformlara girişti. Yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmek istenen sosyo-kültürel ve siyasal düzeydeki bu reformlar, bir direnme ile karşılaşmış ve baskıcı biçimlerle yürütülüp uygulanmak istenmiştir. Burjuva-feodal iktidar kombinasyonları içerisinde, birbirine karşı parti yapılarında, hatta her partinin iç yapısında, halk kitlelerini de peşinden sürükleyen gerilim, çatışma ve uzlaşmalarla süren, Türkiye’nin siyasal toplumsal tarihi içerisinde belirleyici olan bir çelişkidir bu. Egemen sınıfların iktidar ilişkilerinin karmaşık yapılanışı içerisinde şekillenen bu çelişki ve onun sürece yayılımı, saf bir ayrımla burjuvalarla feodaller arasındaki bir ayrım ve iktidar savaşımı olarak ayrışıp biçimlenmiş değildir. Hiçbir zaman böyle bir ayrım ve saflaşma biçimini de almadı. Bizzat burjuvazinin kendi sınıfsal koşullarından kaynaklanan bir durumdur öncelikle. Kısa sürede işbirlikçi bir karakter kazanan Türkiye burjuvazisinin zayıf yapısı, sınıf egemenliğini sürdürebilmek için uzun zaman feodallere gereksinim duyduğu gibi, Türkiye kapitalizminin cılız ve gelişmemiş olması nedeniyle her krizde ciddi sarsıntılar yaşamaya aday olduğundan, sınıf temelli bir muhalefetin şekillenmesini olabildiğince önlemek ve ortaya çıktığında da bastırabilmek için siyasal, sosyo-kültürel yapının geri bir temelde muhafaza edilmesi ve korunması sınıfsal politik bir tercih olmuştur.
Rejimi karakterize eden Kemalizm, pozitivist pragmatist, burjuva ulusalcı, modernist bir içeriğe sahiptir; doktriner bir bütünsellik taşımayıp eklektik bir yapıdadır. Kemalizm, siyasal tarihsel süreçteki gelişmelere göre değişime uğrayıp farklı biçimler de kazanmış, birbirinden ayrı, farklılaşan yorumları da çıkmıştır ortaya. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında cılız bir anti-emperyalist nitelik kazanmışken, iç ve dış gelişmelere bağlı olarak gericileşerek, ulusal milliyetçilikten şoven ve f.st bir niteliğe bürünme yönünde evrilmiştir. Yıkılan bir imparatorluk ve daralan toprakların oluşturduğu miras, şekillendirmiştir Türk milliyetçiliğini. Lozan sonrasında tek ulus egemenliğine yönelen ulusalcı politika, Kürt isyanlarının bastırıldığı dönemde gerici şoven milliyetçi bir karakter kazanmış, Avrupa’da faşizmin yükselişi ile ‘40’lı yıllarda f.st milliyetçilik biçimine bürünmüştür. Komşu ülke ve uluslara düşman gerici milliyetçilik, emperyalistlerin güdümündeki soğuk savaş politikalarıyla boyutlandırılarak dış ve iç politikanın merkezine yerleştirilmiştir. Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal yapısının, tarihsel gelişiminin belirtilen biçimi, kriz öğelerini ve potansiyelini içerisinde daima barındırdığından, siyasal toplumsal istikrarın ancak kitlelerin bastırılması yoluyla sağlandığı, monolitik bir iktidar yapısını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin siyasal tarihi sıkıyönetimler ve “olağanüstü haller”tarihidir. Sonrasında f.st bir biçim kazanan burjuva sınıf iktidarı, halk muhalefetinin yükseldiği dönemlerde f.st dik.lüğü pekiştirerek daha saldırgan bir yapıya bürünüp toplumsal sınıfsal sorun ve çelişkileri, kitle muhalefetini bastırarak çözme yolunu izlemiştir.
Rejim krizini oluşturan unsurlar tarihseldir. Cumh.in kuruluşuna dayandığı gibi, Cumhuriyet öncesi sürecin kimi öğelerini de içerisinde barındırır. Yönetememe krizlerinin ise belirleyici unsuru halk muhalefetinin yükselişidir. DP hükümeti ve 27 Mayıs 1960 darbesi, iç ve dış etmenlerle beslenmiş olarak rejimin egemen sınıf yapısı içerisindeki çelişkilerin, ‘70’li yıllarda ve ‘90’ların başlarında ortaya çıkan yönetememe krizleri ise antif.t halk hareketinin ve Kürt ulusal d.ci mücadelesinin sonucudur. Bununla birlikte, rejim krizinin kimi öğelerinin de dahil olması ve egemen sınıfların iç çelişkilerinin artmasıyla yönetememe krizleri daha şiddetli bir biçimde çıkmıştır ortaya. Buna karşın kitlelerin giderek artan bir kesiminin toplumsal muhalefete katılmasına karşın, bu, halkın çoğunluğu düzeyine çıkamadığı gibi, toplumsal muhalefete katılan kesimler açısından eskisi gibi yönetilmeme isteği, önderlik zafiyeti ve hareketin kendiliğindenci karakterinin aşılamayışından dolayı devrimci bir krize çevrilerek derinleştirilememiş, nihayetinde yenilgiyle sonuçlanmışlardır.
Bu süreçlerde, ekonomik krizlerle bütünüyle bundan kaynaklanmayan siyasal toplumsal krizlerin içiçe geçmesi, kapitalist ekonominin istikrarsızlığını büyütmüş; sermaye akış ve birikiminde istenilen ivme ve düzeyin yakalanmasını engellemiştir. Siyasal toplumsal nitelikteki sorunların sistem içileştirilerek çözülmediğinde tekrar büyüyerek d.ci tehdit biçimiyle ortaya çıkabilecek olmasının yanı sıra, sistemi iktisaden de zayıflatması, Türkiye burjuvazisini, bu hareketler aynı zamanda yenilgiye de uğratılmış ve geriletilmiş olduklarından, olabilecek en alt düzeydeki reformlarla adım atmaya yöneltmektedir. Türkiye’deki ör.lü d.ci yapılar, yenilgiye dahi uğrasalar, hiçbir zaman siyasal ve ö.sel olarak bütünüyle yok edilerek tasfiye edilemedikleri gibi, her zaman, koşul ve etkenlerdeki bazı değişikliklerle birlikte müc.nin halkçı, ulusalcı, sınıfsal temellerde tekrar gelişip yükselebilmesinin nesnel ekonomik, toplumsal, siyasal koşulları vardır. Türkiye’nin siyasal toplumsal tarihi de bunu göstermektedir. Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarınca da bilinen bir gerçektir bu. Bu tarihsel deneyimlerin de sonucu olarak, Türkiye burjuvazisi, kendisi için en elverişli olan bir dönem ve koşullarda olabilecek en alt düzeydeki bazı reformları da içeren düzenlemeler de yaparak sistemini pekiştirmeye yönelmekte; bununla birlikte, d.ci muhalefet güçlerinin çoğunluğunu sistem içerisine çekerek eritmeyi, geriye kalanını marjinal ve etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Her iki d.ci dalga sonrasındaki gelişmeler halihazırdaki durum açısından bakıldığında, istediği yönde bir sonuca ulaştığı da görülür. Tarihte halk kitlelerinin de içerisinde yer aldığı d.ci isyan ve ayaklanmalar sonrasında, bunlar karşı d.imce bastırılmış dahi olsa tekrarlama, hatta büyüyerek tekrarlama olasılığına karşı egemen sınıflar, onların öncüsü olabilecek ö.lere karşı amansız bir takip ve yok etme politikası izlerken, halk kitlelerinin işin içerisine karışmasını, tekrar büyük isyan ve ayaklanmaların ortaya çıkmasını önleyici küçük bazı reform adımları da atar. Büyük isyan ve d.ci ayaklanmalar gerçekleşmemiş olsaydı, kuşkusuz bu sınırlı ve güdük reformlar gerçekleştirilmeyecekti. Bununla birlikte, d.imin bastırılmasından sonra gerçekleştirilen bu reform kırıntıları, d.mi bütünüyle çözmenin ve d.imin güçlerini sistem içileştirmenin, d.ci mevzilerde kalmakta ayak direyenleri ise alabildiğine zayıflatıp imha etmenin adım ve politikalarıdır.
‘80’li yılların sonlarından itibaren başlayan işçi sınıfının Bahar Eylemleri ve onu izleyen emekçi memur eylemleri ile ‘95’teki Gazi Antif. Halk Direnişi ile birleşen, ‘80’li yılların ortalarında gerilla savaşımı biçimiyle başlayıp ‘90’lı yılların başında serhıldanlarla yeni bir boyut kazanan Kürt ulusal d.ci müc.sinin başını çektiği mücadelelerin oluşturduğu egemen sınıfları zora sokan yönetememe krizi, bu müc.lerin yenilgiye uğraması ve gerilemesiyle burjuva egemen sınıf lehine çözülmektedir. Rejim krizinin tarihsel çözülümü süreciyle içiçe geçmiştir bu. Temelinde burjuvazinin oluşum, burjuva-feodal sınıf ilişkilerinin tarihsel şekillenişi, Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyi ve biçiminin, bu temel üzerinde biçimlenen Tür. Cum.nin kuruluş ilkelerinin bulunduğu, bunların siyasal, sosyal ve kültürel düzeydeki uygulamalarından doğan çelişki ve çatışmalarla karakterize olan rejim krizi, rejimin f.st bir niteliğe bürünmesinden sonra yeni bir biçim ve boyut da kazanarak yönetememe krizleriyle içiçe geçmiştir. Böylesi dönemlerde rejim ve yönetememe krizleri birbirini boyutlandıran ve şiddetlendiren bir nitelik de kazanmışlardır. Egemen sınıfların ikinci kez içerisine düştükleri yönetememe krizi, d.ci direnişi bastırarak, reformize ederek, komünist ve devrimci çizgide kalmakta ısrarlı olanları zayıflatıp marjinalleştirerek bir kez daha kendi lehlerine çözmeyi başarmalarının yanı sıra, uzun bir tarihsel dönem boyunca süren rejim içi gerilim ve çatışmaların konusu olan rejim krizi de tarihsel olarak çözülme sürecine girmiştir. Rejim krizi, burjuvazinin ve Türkiye kapitalizminin bugünkü gelişimine, dünya emperyalist kapitalist ekonomisiyle entegrasyona bağlı olarak neo-liberal iktisadi politikaların uygulanması ve siyasetin de bu temelde yeniden yapılandırılmasıyla işbirlikçi tekelci burjuva sınıf egemenliğinin, iktidarının –devletin- yeniden yapılandırılıp biçimlenmesiyle çözülmektedir. Son AB süreci, siyasal kararlar yönünden hızlandırıcı olmakla birlikte, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve kapitalizmin tarihsel gelişim süreci, 24 Ocak 1980 ve 1983 sonrası neo-liberal iktisadi politikalara geçiş ve emperyalist kapitalizmin bu temelde zorunlu kıldığı entegrasyon süreci, bu gelişimin ekonomik temelini oluşturur. Bu doğrultuda siyasal, idari , hukuki düzeylerde yeniden yapılanma adımları atıldığı gibi, sosyo-kültürel düzeyde de buna uygun bir değişim, toplumun da bu sürece sokulduğu bir dönüşüm gerçekleştirilmektedir.
Faşist Rejim Yıkılmıyor, Çözülüyor; Onun Yerine Geçmekte Olan İse, Liberal Gerici Bir Burjuva Demokrasisi. Gerilimli, Çatışmalı, Çalkantılı Bir Süreç
Türkiye siyasal yapısında da bir değişim, bir rejim değişikliği gerçekleşmektedir bu süreçte. Faşist rejim çözülmektedir; gelişim ise, demokratik içeriği zayıf ve sınırlı, gerici liberal bir burjuva demokrasisinin oluşumu yönündedir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin neo-liberal iktisadi politikalara geçişiyle birlikte faşist diktatörlük, içteki temel sınıf dayanağını kaybetmiştir. TUSİAD ’90’ların başlarından itibaren açık şekilde liberal bir siyasal proğram savunmaktadır. MÜSİAD, Kobi burjuvazisinin politik yönelimlerinin genel doğrultusuda farklı değildir. Faşizme doğrudan destek veren sınırlı bir burjuva kesim vardır , yeni kombinasyonlar oluşturarak, fasist hareketin çeper partileriyle, toplumsal gericilik birikimini kullanarak saldırmakta ve güçlerini artırmaya çalişmaktadırlar. Faşist tipte örgütlenmiş devlet yapısı, kurumsal örgütlenişiyle hali hazırda faşizmin sürdürülmesinin ana dayanağıdır. Devlet içerisindeki ve dışındaki faşist güçlerin güç ve etkilerini koruyucu ve yeniden atağa geçmeye dönük girişim ve arayışları da sürmektedir. Her türlü provokasyon ve saldırıyı da bunun için kullanmaya hazırdırlar. Derin devlet yapısı hazır bir güç ve mekanizma da vermektedir onlara. Bununla birlikte, faşist tipte örgütlenmiş olan devletin eski yapısı aynen korunamamaktadır; parlamento ve hükümet bölünümüyle siyasal düzeyden başlayarak, MGK, YÖK gibi kurumlarda yapılan değişiklikler, yerel yönetimler reformu, iller idaresi yasası, vb. ile bir çözülme sürecindedir.
Bu süreci karakterize eden temel özellik, faşist rejimin yıkılması değil çözülüyor olmasıdır. Süreci içerden zorlayan, halk sınıflarının güçlü bir şekilde katıldığı veya dolaysız bir saldırı içerisinde oldukları aşağıdan gelen demokratik bir baskılama yoktur. İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların mücadeleleri bu dönemde ileriye doğru bir gelişim göstermemektedir ve geriye doğru çözülüm halindedir. Süreç, gerek hareketin nesnel gelişimiyle, gerekse süreçteki değişikliklerin bilince çıkartılarak, teorik, siyasal, örgütsel perspektiflerinin geliştirilmesi biçimiyle subjektif yönden yarılabilmiş değildir. (Teorik-proğramatik, politik-taktiksel açılım ve yoğunlaşmalarımız, yeni bir ö. sel düzleme çıkma çabamız, hedef ve odaklanmalar bunun üzerine.) En örgütlü durumdaki Kürt ulusal hareketinin oluşturduğu muhalefet, tekrar si. mücadeleye geçmiş olmakla birlikte, ona yön veren politika, burjuva liberalizmine ve AB’ye endekslenmiş ulusal reformizmdir. Halihazırdaki ‘en etkin’ muhalefet, faşistlerin her höykürmesinde birkaç adım geriye kaçan, devlet mevzisinden düşünüp uzlaşma arayan korkak burjuva liberalleridir. Bütün tarih gösteriyor ki, burjuva liberaller, sadece, aşağıdan bir dalga geliştiğinde bir yandan onun üzerine binerken bir yandan da frenlemeye çalıştıklarında cesurdurlar. Muhalefetlerini bir kısım aydın, ‘sivil toplum’ örgütleri ve medya üzerinden ve AB desteğiyle sürdürmektedirler. Çeşitli denemelere karşın toplumsal politik bir hareket yaratmayı ve partileşmeyi başaramadılar.
Bir bütün olarak siyasal, toplumsal iç dinamiklerin süreçteki etkisi ve baskılama gücü zayıftır. Tarihsel ve dolayımlı bir basınç etkenidirler ve bir istikrarsızlık ögesi olarak yer almaktadırlar. Türkiye burjuvazisinin büyük bölümünün çıkarlarıyla da örtüşen, neo-liberal ekonomik politikaların yön verdiği, çerçevesi AB kriterlerine göre -neo-liberal Kopenhag-Maastricht kriterleri- çizilmiş, kendisine ‘muhafazakar demokrat’ diyen konservatif bir parti öncülüğünde bir geçiş olmaktadır. Dolayısıyla sözü edilen değişim, düz doğrusal denilebilecek bir çizgide, radikal bir burjuva demokratik kopuş biçimiyle ya da emekçi sınıfların güçlü burjuva demokratik haklar elde etmesi biçimiyle olmamaktadır. Bir bütün olarak sistemin içsel dönüşümü doğrultusunda, emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçi tekelci kapitalistlerin ekonomik ihtiyaçlarına uygun olarak siyasi, hukuksal ve idari sistemin yeniden yapılandırılması temelinde gerçekleşmekte olan bir dönüşümdür. Bu özelliğiyle faşist rejimin kurumlarını söküp atmak bir yana sınırlı bazı değişiklikler yaparak onları sürdürmekte, ülkede varolan siyasal ve sosyal gericilik birikimine de yaslanmaktadır. Liberal özgürlükler ise, burjuva birey ve özel mülkiyetin gelişimini sağlayacak, grup aidiyet ve özerk gelişim ilişkileri sayesinde artı-değer üretim kanallarını genişletip, sistemin toplumsal temellerini güçlendirecek bir yapıda ve sınırlılıktadır.
Türkiye, rejim ve son yönetememe krizlerinin çözülümünün ve rejimdeki değişikliklerin yol açtığı çalkantılı, gerilim ve çatışmaların yer aldığı bir sürecin içerisinden geçmektedir. Rejim ve yönetememe krizlerine yol açan sorunların köklü niteliği ve uzun bir tarihsel dönem boyunca var oluşları, faşist idari kurumlar ve yönetim anlayışının etki kaybına uğrasa da sürmesi, bu sürecin bir anda ve kısa sürede sonuçlanmayacağını, rejimin kendi güçleri arasında da çelişki ve çatışmalarla, yeni mevzilenmeler ve güç değişimleriyle, iç ve dış politikanın hemen her konusuna da yayılmış olarak inme ve çıkmalarla, geriye kırılmalarla uzunca bir dönem süreceğini göstermektedir. Yerel yönetimler reformundan AB’ye, Kürt sorunundan Kıbrıs sorununa, türban konusundan cumhurbaşkanı seçimine, hemen her konuya bu sorun ve bundan kaynaklı çelişkiler damgasını vurmaktadır.
Bölge jeo-stratejisinin çevre bölgelerle de iç içe geçmesiyle oluşan fay hattı, ABD’nin Irak işgali ve bölgeye yayılmasıyla yeni kırılmalara kapıyı açmaktadır. Dış politikada bölgesel güç olmayı da içeren yeni bir stratejik konsept oluşturma arayışındaki Türkiye egemen sınıfları, sert dalgalı denizde rota belirlemekte zorlanmakta ve bu da gerisinde rejim krizinden kaynaklanan çelişkilerin yer aldığı iç gerilimleri tetiklemektedir. İlk, Özal tarafından açık olarak telaffuz edilen, işbirlikçi tekelci sermayenin bölgesel ekonomik gelişim ve geniş coğrafyadaki yayılmasına uygun yeni dış politika yönelimi, siyasal-ekonomik; siyasal-askeri-ekonomik yer yer içiçe de geçen, ayrı versiyonlara sahiptir. Misak-ı Milli çerçevesinde çizilmiş, ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ belgisiyle ifade edilen ulusal orijinli dış politikanın tümden terki anlamına da gelen yeni dış politika (Genelkurmay Başkanının dış politika stratejisini de temellendirdiği konuşmada, olasılıklara göre belirlenen üç ayrı varyasyonun üçüde bu yönde) ve benimsenecek olan varyasyonun ne olacağı iç politikada da bir gerilim etkeni, hatta onu tümden belirleyebilecek bir etkendir.
Süreçte değişimi sağlayıcı dinamiklerin içerisinde ekonomik etkenlerin baskın oluşu, siyasi, sosyal dinamiklerin ise daha geri ve zayıf oluşu, özellikle devrimci demokratik nitelikte aşağıdan gelen güçlü bir dalgasal hareket ve basıncın olmaması, değişimin siyasal öncüsünün AKP gibi konservatif bir parti oluşu, yön veren ve zorlayıcı dış etken olarak AB sürecindeki belirsizlik ve yavaşlama gibi faktörler, etki ve güç kaybına uğrasalar da köklü bir geçmişe sahip faşist rejimin pek çok kurumunun ve uygulamasının sürdüğü ve süreceğini gösterir; tedrici ve uzun sürecek, duraksama ve kırılmalara, geri dönüşlere açık bir geçiş dönemidir bu.
SONUÇ;
Türkiye’deki rejim krizinin tarihsel çözülümü de bu çerçevede, emperyalist kapitalizmin neo-liberal ekonomik ve siyasi politikaları doğrultusunda, klasik yarı-sömürge yapısının ilerisine geçen bir sermaye birikim düzeyine ulaşmış, orta düzey kapitalist gelişmişlik düzeyine sahip ve sınıf temeli genişlemiş olan Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin neo-liberal politikalara uyumlu ve kendisini AB sürecine endekslediği gelişim dinamiklerine bağlı olarak gerçekleşmektedir. Türkiye burjuvazisi, neo-liberal politikalar temelinde emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonunu güçlendirir, yeni birikim modelinin avantajlarını bölgedeki etkinliğini artırmanın fırsat ve olanağı olarak değerlendirirken, iç politikada, yönetememe krizini oluşturan devrimci güçleri yenilgiye uğratıp geriletmiş olmanın nispi rahatlığıyla hareket etmektedir.
Türkiye, kimi özellikleriyle liberal gerici bir burjuva demokrasisinin biçimlenmekte olduğu bir geçiş sürecindedir. Bu doğrultuda alınan karar ve uygulamalar, yasal düzenlemeler, faşist rejimin kurumlarıyla, gerici toplumsal birikimle çelişen, sürtüşmeli, çatışmalı biçimlenişler gösterdiği gibi, gelişim özelliklerine ve liberalizmin karakterine de uygun olarak yeni kurum ve düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, uzlaşmalarla, önceki biçimler korunup sınırlı bazı değişikliklerin yapılması biçiminde darlaştırılarak da olmaktadır. Farklı alt saflaşmaları ve gruplaşmaları da içeren rejim krizinin çözülümü, yönetememe krizinin temel etkeni olan kürt sorununun, ulusal devrimci hareketin yenilgiye uğratılmasına ve reformize edilmiş olmasına karşın bütünüyle çözülmemesinden dolayı, içiçe de geçmiş olarak, sert ve gerilimli bir şekilde sürecektir.
Ayrıca, burjuva demokrasisinin sınıf mücadelesiyle oluşmuş dengelere dayanan bilinen klasik biçimlenişinden uzak, tarihsel gelişimini ve karakteristiklerini özetlediğimiz burjuva liberal çizgide bir geçiş ve biçimlenme olmaktadır. Sınıfsal toplumsal hak ve özgürlükleri yadsıyan, haklar ve özgürlükleri, burjuva bireyin mülkiyet güvenliği ve gelişim özerkliği temelinde tanımlayan liberal demokrasinin emekçi düşmanı karakteri, yasalarında vahşi sömürü koşullarına uygun düzenlenmesini öngörmektedir. Kapitalist sermaye birikimi için zorunlu iki ön koşuldan birisi olarak serbest işgücünün ortaya çıktığı ilk dönemdekine benzer biçimde işçiye tanınan tek hak, işgücünü kiralayabilme özgürlüğü ve bunun kapitalistle işçi arasında bireysel düzeyde bir akte bağlanmasıdır. Toplu pazarlık ve toplu sözleşme, daha iyi ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için grev hakkı ve sendikalaşma hakkı gibi sonraki dönemlerde olağanlaşan ve burjuva demokrasilerinin olmazsa olmazı gibi görünen, bugün hızlı bir şekilde etkisizleştirilerek tasfiye edilmek istenen hakların hiçbirisi burjuvazi tarafından verilmiş değildir. Bugün de varılmak istenilen yer birey/grup sözleşmesinin canlandırılması ve işçileri daha fazla artık değer üretmeye zorlayacak ve birbirleriyle rekabete sokacak performansa dayalı ücrettir. Liberal özgürlüklerin emekçilere dönük yüzünde bunlar yer almaktadır. Mutlak ve nispi artık değeri en büyük miktarlarda ele geçirmek ve artı değerin toplam kitlesini büyütmek için her türlü ekonomik baskıyı uygulayan, yasaları buna göre düzenleyen burjuva demokrasisinin liberal biçimi ile, üretimi rasyonel kılmak için siyasal ve ekonomik terör uygulayan faşizm arasındaki ayrım bu noktada oldukça siliktir. Bir özgürlük felsefesine dayandığı söylenen yeni TCK’da yasadışı grev örgütleyen emekçilere üç yıl hapis cezası öngörülürken, bireysel özgürlüklerden komünist ve devrimcilerin payına düşen F tipi tek kişilik hücrelerdir.
Belirttiğimiz tarihi gelişim ve biçimleniş özellikleriyle liberal burjuva demokrasisi, burjuva demokrasisinin diğer biçimlerinden daha gerici bir yapıda, emek-sermaye çelişkisinin daha keskinleştiği bir biçimlenişidir. Sendikasız-sigortasız, asgari ücretle, günde 10 saat çalışma, işsizlik, aşağılanma ve sınıf kardeşleriyle rekabet, burjuva liberal demokrasinin emekçilere dayattığı budur. İşçi sınıfı ve bütün emekçiler, sert sınıf mücadelelerine hazırlanmalıdırlar.Artık Türkiye’de demokrasi sorunu, tamamlanmamış burjuva demokratik görevlerin yerine getirilmesi değil burjuva sınıf egemenliğine karşı sınıfsal hak ve özgürlüklerin kazanılması, emeğin korunması mücadeleleriyle birlikte sosyalist demokrasinin kazanılması sorunudur. En açık biçimiyle burjuvalar için özgürlük, halka karşı diktatörlük olan burjuva demokrasisinin liberal şekli, işçi sınıfına ve bütün emekçilere karşı açık bir saldırı temelinde örgütlenmektedir.
Burjuva demokratik haklar hiç bir zaman işçi sınıfına altın bir tepsi içinde sunulmadı. Emekçiler, her zaman en küçük demokratik haklar için büyük bir mücadele yürüttüler. Şimdi yürütecekleri savaşım sadece demokratik bazı kazanımların elde edilmesi ve burjuva demokrasisi için mücadele olmayacak, gerçek bir demokrasi için savaşım olacaktır. Gerçek demokrasi, proleter demokrasidir.
Türkiye kapitalizminin ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasal tarihsel gelişimi açısından son derece sancılı, rejim krizleriyle geçen, sürekli gerilim ve çatışmaların yaşandığı bir dönemi de tarihsel olarak sonlanmaya doğru gitmektedir. Kuşkusuz, yer yer sertleşen, gerilimlerle süren ve daha sürecek olan çalkantılı bir süreç olarak yaşanmaktadır bu . Kapitalist burjuva toplum, yukarıdan ve aşağıdan bir gelişimle her düzeyde kendi kurum ve kuruluşları, zihniyeti ve kültürüyle daha belirgin ve homojen bir yapıda ortaya çıkmaktadır. Kapitalist sömürü ilişkilerinin ve sınıfsal karşıtlıkların da daha açık ve belirgin olarak ortaya çıktığı bir süreçtir bu. İşçi sınıfı ve diğer emekçileri yanıltan, yanlış bölünme ve saflaşmalara sokan dinsel, mezhepsel, milliyete dayalı ayrım ve çatışmalar bütünüyle ortadan kalkmayacak hatta bunlarda konjonktürel yükselişler olacak olsa da, ayrım ve ayrışmaların daha açık sınıf eksenli olacağı, çelişki ve karşıtlıkların daha da belirginleşerek sınıfsal temellerde ortaya çıkacağı bir döneme geçilmektedir. Burjuvazinin, nedeni kapitalist sistemin kendisi olan, nihai bir çözüme götürme yeteneğinin olmadığı ve her seferinde yeniden ürettiği sorun ve pislikleri dışsallaştırması da eskisi kadar kolay olmayacaktır artık.
Türkiye Dev.inin İçerisinde Bulunduğu Aşama, Sosyalist Dev. Aşamasıdır
Sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel yapıda gerçekleşen gelişme ve değişmelerin sonucu olarak d.mimizin içerisinde bulunduğu aşama, görevlerin kapsam ve niteliği, sınıf ittifaklarının yapı ve bileşimi değişmektedir. Türkiye dev.inin içerisinde bulunduğu bugünkü aşama, sosyalist devrim aşamasıdır. Anti-emperyalist demokratik nitelikteki görevlerin çözümü, proletarya devrimi sürecine ve onun kazanılmasına bağlıdır. Demokratik, anti-emperyalist görevler, proletarya devrimi sürecinin bir parçası ve bileşeni haline gelmişlerdir.
Kapitalizmin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel gelişiminin bugünkü düzeyi, emek-sermaye, burjuvazi-proletarya arasındaki sınıfsal çelişkiyi merkeze yerleştirmektedir. İçerisinde bulunduğumuz dev. aşamasının belirleyici çelişkisi, proletarya-burjuvazi arasındaki çelişkidir. Mevcut ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yapı içerisindeki diğer çelişkiler, ancak bu eksene bağlı olarak ve burjuvazi-proletarya arasındaki çelişkinin çözülmesiyle birlikte çözülebilirler. Onların gerçek ve nihai çözüme götürülebilmesinin koşuludur bu. Kırsal alanlarda kapitalist üretim ilişkilerinin büyük ölçüde hakim hale gelmesi ve iç sınıfsal ayrışmasının derinleşmesiyle birlikte köylü sorununun kazandığı nitelik, aynı zamanda köylü sorununun da bir parçası olan kürt ulusal sorununun gelmiş olduğu noktada yeni bir biçim kazanması, kent yoksullarının durumu, emekçi memurlar ve küçük burjuva katmanlardaki çözülme, toplam işçi sayısının artması ve proleterleşme yönündeki genel eğilim, iktidarın burjuva sınıf temelinin genişlemesi ve tüm tarihi süreç boyunca iktidarın bir ortağı durumunda olan feodal toprak ağalarının güç, etki kaybı ve tedrici dönüşümleri sonucu iktidara bütünüyle işbirlikçi tekelci kapitalistlerin egemen hale gelmesi, Türkiye kapitalizminin ulaştığı yeni ve daha ileri gelişim düzeyini gösteren bu gelişmeler, bu çelişkilerin herbirinin, sosyalist devrimin bir parçası ve bileşeni olarak çözüleceklerini sosyalist devrim stratejisi içerisinde ele alınmaları gerektiğini göstermektedir.
Türkiye proletaryası, 100 yılı aşan bir geçmişe sahiptir. 1960’lar sonrasında gelişimi hız kazanan Türkiye proletaryası, 1980’lerden sonra kapitalizmin derinlemesine ve genişlemesine gelişimiyle nicel ve nitel olarak büyüdü, toplam işçi sayısında büyük bir artış oldu. Heterojen bir bileşime sahip ve sınıfsallık düzeyi düşük olmakla birlikte 22 milyon işçi bulunmaktadır. ………. 2., 3., 4., 5. sanayi bölgelerinin ortaya çıkması, organize sanayi bölgeleri biçimiyle sınai üretimin ülke düzeyindeki dağılımı, işçi sınıfının toplumsal etkisini büyütecek bir dağılım tablosunu göstermektedir. Sosyo-ekonomik düzeyin geriliğinin yanı sıra, tarihsel toplumsal gericiliğin en yoğun olduğu bölgelerde KOBİ sanayi bölgelerinin oluşumu, bu bölgelerin durağan sosyo-kültürel yapısında bir değişim ortaya çıkartmaya başladığı gibi, emek- sermaye çelişkisini de merkeze taşımaktadır. Sınıf oluşumunun yeni oluşu, kırsal, paternalist ve dinsel kültürün halihazırda etkin ve egemen olması perdelese de, proletarya-burjuvazi çelişkisi, uzlaşmaz karşıtlığıyla çıkacaktır ortaya. Yaşam koşullarının daha ağır olduğu ve tarih olarak daha eski olan büyük kentlerin çevresindeki KOBİ bölgelerindeki huzursuzluk sinyal niteliğindedir. Bu bölgelerde yaşanacak her kriz, sadece sanayideki kriz olarak kalmayacak ve sadece işçilerin yaşamını sarsıp alt üst etmeyecek, ekonominin iç içe geçmesiyle bölgesel bir kriz niteliği de kazanabilecektir.
Türkiye kırlarında hakim duruma gelen kapitalist üretim ilişkileri, emperyalist ve işbirlikçi tarım tekellerinin yeni tarım politikalarıyla artan ve şiddetlenmekte olan saldırılarıyla birlikte yaygın ve kitlesel olan küçük üretici köylülüğün tasfiyesi yönünde derinleşmektedir. Yaygın ve egemen durumdaki küçük üretim, büyük ölçüde tekel hakimiyeti ve pazar dolayımıyla tedrici, artan bir hızla çözülürken, emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci kapitalistlerin tarımsal alana doğrudan el atmaları sonucu, hızlı ve toplu bir çöküşle karşı karşıyadırlar. Neo-liberal tarım politikaları, kırsal alandaki yıkımı hızlandırmaktadır. Kırın kendi içerisindeki farklılaşmayı da hızlandıran ve daha da hızlandıracak olan bir gelişime de yol açmaktadır bu. Küçük orta köylülüğün nispeten küçük bir bölümü, zengin köylülüğe doğru sıçrarken büyük çoğunluğu proleterleşmeye doğru itileceklerdir. Büyük kapitalist tarım işletmelerinin, daha çokta zengin köylü işletmelerinin sayısında nispi bir artış olurken, tarım proletaryasının sayısında-daimi ve geçici işçilik- da nispi bir artış olacaktır. Kırlarda yaygın olarak var olan kitlesel düzeydeki gizli işsizlik, daha büyük sayılarda açık bir işsizlik biçimine bürünecektir. Tarım proletaryası ve yoksul köylülerle, tekelci tarım kapitalistleri ve zengin köylüler (köy burjuvaları) arasındaki emek-sermaye çelişkisini büyüten ve derinleştiren, daha açık bir nitelik kazandıran bir sürece girilmektedir.
Kırsal alanda nüfusun çoğunluğunu oluşturan küçük üreticilerin talepleri, üretim koşulları ve ürün fiyatlarının iyileştirilmesine yönelik ekonomik ve demokratik istemlerdir. Keza, emperyalist tarım politikalarının, bir bütün olarak neo-liberal politikaların yıkıcı dayatılması, emekçi köylü mücadelelerine anti-emperyalist bir yön ve içerikte kazandırmaktadır. Bunlar, küçük üretici köylülerin istem ve mücadelelerinin demokratik karakterini gösterir; fakat bu, feodallere karşı burjuva demokratik bir mücadele olarak değil tekellere karşı, onları proletaryaya yaklaştıran, sosyalizme doğru iten, anti-kapitalist bir yön içeren bir niteliktedir. Küçük üretici köylülerin durumlarını hızla kötüleştiren ve daha da kötüleştirecek olan tekelci kapitalist piyasa ilişkileri, neo-liberal politikalar, tekellerin tarımsal alana doğrudan girmeleri ve hakimiyetlerini genişletmeleridir. Emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci kapitalistlerin tarım politikaları, Türkiye kırlarında geniş bir tasfiyeyi dayatıyor. AB tarım politikaları da ona hız kazandırmaktadır. Üretici köylü örgütlerinin sayılarındaki artış ve bir çok yerde ortaya çıkmakta oluşları ve yaptıkları eylemler bir direnme tavrını göstermekle birlikte, Ziraat Odaları üzerinden bir çoğunda etkin olan, tarımsal sübvansiyonların kaldırılması, emperyalist tarım tekellerinin kendi ürünlerinin satışını dayatmaları, ürün değişimine zorlama vb. nedenlerle durumları sarsılan bir bölüm zengin köylüler ve tarım kapitalistleridir. Yoksul ve küçük üretici köylü mücadelesinin onlardan ayrışması ve kendi örgütlerini-üretici birlikleri, kooperatifler oluşturarak ve onlara dayanarak mücadele etmeleri gerekmektedir.
Kürt ulusal hareketinin reformistleşmesi ve yenilgiyle birlikte daha geri istemlere doğru kayması, TC, AB, ABD ile güç yalpalamaları arasında çözüm arayışları, Güney’den gelen gerici basınç, ulusal sorunun tam hak eşitliğine dayalı ve kendi kaderini tayin hakkını içeren, devrimci çözümünden uzaklaştırmaktadır. Sınırlı bazı kültürel haklar, AB temelli azınlık ve birey hakları temelinde çözüm, anarşist liberterlikle sulandırılmış yeni bir proğram arayışı, Bölge konjonktürünü lehine kullanmaya çalışan kontrollü bir askeri baskı ve Anayasal bir reform isteği, kürt ulusal hareketinin üzerinde gezindiği, ulusal sorunun dev.ci çözümünden uzak ve giderek daha da uzaklaşan zemini budur.
Türkiye K. da da kapitalist üretim ilişkileri hakimdir. Savaşın duraksamasıyla kapitalist gelişim hız kazanmıştır. Neo-liberal politikalar doğrultusunda, yeni iş bölümü koşullarına uygun olarak, emperyalistler, Kürt ve Türk işbirlikçi burjuvaları, Kürt yerel burjuvaları çeşitli proje ve yatırımları gerçekleştirmektedirler. İşgücü fiyatının daha ucuz olması nedeniyle bazı fabrikalar Bölge’de kurulurken, KOBİ’sel üretimde de bir kayış olmaktadır. Bölge düzeyinde ve Güney’le ticarette ve inşaat sektöründe de bir genişleme söz konusudur. Emperyalistlerle, Türkiye işbirlikçi kapitalizmiyle entegrasyonu güçlendiren, ulusal devrimci harekete destek veren orta ve üst kesimleri ulusal reformizm çerçevesinde sisteme daha fazla bağlayan gelişmelerdir bunlar. (Emperyalizme karşı bir nitelik taşımadığından içlerinden bir bölümünün açık ya da örtük ayrı devlet istemi, bu noktada önem taşımıyor.)
Kapitalist gelişimin yeni bir ivme kazanmasıyla birlikte, iç sınıfsal ayrışma, ulusal harekette de etkisini artırarak, derinleşmektedir. P..’nin ideolojik-siyasal, örgütsel düzeylerde oluşturmuş olduğu hegemonik etkinin de zayıflamasıyla, Kürt ulusal hareketi bu yöndende önceki homojenliğini kaybetmiştir, içte dağılma ve bölünmeler yaşamaktadır. Siyasal düzeylerde ortaya çıkan görüş farklılıkları ve ayrışmalar, başlangıçtan itibaren veya giderek sınıf zeminlerine de dayanmaktadır. Bugün Türkiye K.ında ‘iki ayrı ulus’ vardır. Yeni konjonktür içerisinde hızla palazlanan, yeni yatırımlar ve ticaretle, emperyalistlerden ve Hükümetten aldıkları desteklerle sermayelerini büyütmek, çaresiz durumdaki Kürt emekçileri sigortasız, sendikasız 12 saat çalıştırarak daha fazla sömürmek isteyen, Güney K./Amerikancı Irak ile ticaret üzerinden semirme peşindeki Kürt burjuvaları ile, diğer tarafta, köyleri yakılan, yurtlarından edilen, kirli savaşın en ağır saldırılarıyla karşı karşıya kalıp büyük kent varoşlarında yığılmış ve işsiz olarak yaşayan Kürt yoksulları…Ve onların bu çaresiz halinden yararlanarak çok düşük ücretle ve en ağır koşullarda çalıştırıp sömürerek, üzerlerine basarak hızla büyümek isteyen Kürt burjuvaları.
Ezilen bir ulusa mensup olmanın bedelini ödeyen, en ağır yükünü taşıyanlar Kürt emekçileridir. Kürt emekçileri için ezilen ulus sorunu, ezilen sınıf sorunuyla içiçe bir nitelik kazanmaktadır. Kürt ulusal sorununun tam hak eşitliğine dayalı, demokratik kurtuluşçu, anti-emperyalist çözümü, gerek emperyalizm çağının karakteristikleri ve onu da doğrulayan Türkiye K.ı ve Kürt ulusal hareketinin bugünkü durumu ve düzeyinin gösterdikleriyle ancak proletarya devrimine bağlı çözümüyle mümkündür. Ulusal özgürlük taleplerinin taşıyıcısı, Kürt emekçileri, yoksul Kürt köylüleri, küçük burjuva katmanlar ve işçilerdir. Ezilen sınıfların istemleri olarak, ezilen ulus sorunlarının çözümü, proletarya devriminin bir bileşeni olarak ona bağlı çözüm olanağını objektif olarak güçlendirmektedir. Bu niteliğiyle ezilen ulus hareketi, proleter sosyalist devrimin güçlü bir bileşenidir. Siyasal ve askeri savaşımda deneyim kazanmış Kürt emekçiler, sosyalist devrim sürecinde işçi sınıfının güçlü bir müttefiki olacaktır.
Emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin temel ekonomik yasası, azami kar yasasıdır. Emperyalist ülke ve tekellerin, işbirlikçi tekelci kapitalistlerin siyasal gericilik ve şiddet eğilimini besleyen ve temel oluşturan bu sömürüyü azami kılma yasasıdır. Sınai ve tarımsal işletmelerde artı-değere doğrudan el koymanın, ‘borç’ dağları oluşturarak birikmiş artı-değeri çekmenin ve ülkenin diğer zenginlik kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra yüksek tekel fiyatlarıyla azami kar sağlanmaktadır. Tekelci fiyat uygulaması, emekçi halkın bütün kesimlerinin, işçilerin, köylülerin, emekçi memurların, kent orta sınıflarının işbirlikçi tekelci kapitalistler ve emperyalist tekeller tarafından daha fazla sömürülmesini ve bu sömürünün sürdürülebilmesi içinde daha çok baskı altında tutulmalarını gerektirir. İşçilerin, köylülerin. emekçi memurların, kent orta sınıf ve tabakalarının bütün kesimlerinin işgüçlerinin fiyatı, ürünlerinin bedeli her zaman daha düşük, satın aldıklarının fiyatları(yaşamsal ihtiyaçlar, ürün girdi fiyatları) ise, her zaman daha yüksek olacaktır. İktisadi alandaki tekelci hakimiyet, pekiştirilmiş bir siyasal hakimiyetle birlikte yürütülür. Azami sömürü, azami egemenlikle gerçekleştirilir. Tekel sömürüsüne ve işbirlikçi tekelci kapitalistlerin sınıf egemenliğine karşı, onların sömürüsüne ve baskısına maruz kalan sınıfların mücadelesi, demokratik, anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir mücadeledir.
Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya ekonomisi içerisinde bağımlı bir ülke olarak yer almaktadır. Orta düzey bir kapitalist gelişime sahip olan Türkiye işbirlikçi kapitalizmi ile, emperyalist kapitalist sistem arasındaki bağlar, emperyalist-kapitalist sistemdeki içsel dönüşüme, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle derinlemesine hakimiyet kurmasına bağlı olarak eskisine göre daha yoğundur ve daha gelişmiştir. Emperyalist-kapitalist dünya ekonomisiyle entegrasyon çok yönlü ve ileri düzeydedir. İşbirlikçi kapitalizmin, AB ve ABD başta olmak üzere, emperyalizmle olan bağları, ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri düzeylerdedir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, iktisadi hakimiyetini ve bir bütün olarak sınıf egemenliğini emperyalist ülkelerin ve emperyalist burjuvazinin desteğiyle sürdürmektedir. Sermaye birikim süreçlerinin kazandığı yeni biçim, üretim ve dolaşım süreçlerindeki farklılaşmalar, uluslarası iş bölümü koşullarında ortaya çıkan değişikliklere bağlı olarak, emperyalist ülke ve tekellerle, Türkiye işbirlikçi tekelci kapitalistleri ve ekonomisi arasındaki bağlar çok daha girift ve kompleks bir yapı ve biçimleniş kazanmıştır. IMF, DB, GATT, AB ile yapılan anlaşmalarla ekonomik süreçler proğramlanıp denetlendiği gibi, emperyalist tekeller, işbirlikçi tekelci kapitalistlerle ortaklık biçiminde veya doğrudan yatırımlarda bulunmaktadırlar. Türkiye AB-Gümrük Birliğinin üyesidir. Projeye bağlı kredilendirmeler, KOBİ’lerden belediyelere, üniversitelere çok geniş bir alanda uygulanmaktadır. Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisi, emperyalist-kapitalist dünya ekonomisiyle içerde ve dışarda yoğun bağlara ve ileri bir kaynaşma düzeyine sahip olduğu gibi, iç pazarla sınırlı olup rekabet gücünün zayıflığıyla bugünkü birikim modeline karşı çıkan (ATO-ASO) sınırlı bir burjuva kesim dışında burjuvazinin diğer (KOBİ…) kesimleri de, fason üretim, ticaret, proje, kredi vb. biçimlerle emperyalist tekel ve kurumlarla doğrudan ilişkilidirler. Emperyalizmle olan bağlar, sınırlı bir alandan ve sınırlı biçimlerle kurulan ve bunlar sona erdirildiğinde kurtulunacak bağlar değildir. Türkiye ekonomisini emperyalist-kapitalist dünya ekonomisine eklemleyen çok sayıda bağ bulunmaktadır, ilişkiler, içselleşmiştir ve derindir; ancak, kapitalist dünya ekonomik zinciri parçalanarak onun dışına çıkıldığında bu bağlardan kurtulunulabilinir. Ulusal bağımsızlık ve egemenliğin koşulu, kapitalist-burjuva sınıf egemenliğine son vererek, emperyalist-kapitalist dünya ekonomik sisteminin dışına çıkarak bağımsız sosyalist bir ekonominin örgütlenmesidir. Günümüzde neo-liberal emperyalist küreselleşmenin ekonomik, siyasal, kültürel düzeylerde kendi sınıf durumlarını sarsması karşısında konjonktürel düzeyde tavır alan burjuva- feodal akımlar vardır. Bu akımları karakterize eden gerici faşist ve dini ögelere yaslanan milliyetçilik, dar milliyetçiliktir. İlk ikisi tarih boyunca hiç bir zaman anti-emperyalist bir nitelik taşımadıkları gibi, komünizm karşıtlığıyla emperyalistlerin tetikçiliğini yapmışlardır. Neo-liberalizmin önceki ekonomik ve siyasal yapı üzerinde yarattığı çözücü etkiyle merkezi ve yerel iktidarlar içerisinde durumları sarsılan burjuva-feodal ögeleri temsil etmektedirler. Ne siyasal düzeyde anti-emperyalisttirler, ne de bağımsız bir ulusal ekonomi istemleri vardır. Emperyalistlerle pazarlık yapabilecekleri bir marjı ellerinde tutmak, önceki ithal ikameci modele dönmek istemekte, siyasetin burjuva liberal temeldeki dönüşümüne karşı faşist rejimi savunmaktadırlar. Kemalizmden beslenen ve kozmopolit özellikler taşıyan dar milliyetçilik, nispeten bağımsızlıkçı bir yöne de sahip olmakla birlikte rejim ve sistem savunuculuğunda diğerleriyle aynı zemindedir. Özellikle faşistlerle aralarındaki sınır siliktir. Türkiye’nin siyasal yapısında ayrım, saflaşma ve ittifak politikaları açısından önemli bir yer tutan bu konuda doğru tavır almak için konjoktürel bir emperyalizm karşıtlığı, ABD veya AB veya ABD-AB karşıtlığı, emperyalistlerin şu ya da bu uygulamasına karşı çıkmakla sınırlı bir emperyalizm karşıtlığı değil emperyalist-kapitalist sistemin bütününe karşı olmak, ekonomik, siyasal, kültürel bütün bağların kesilmesini istemek, emperyalizmin içteki sınıf desteklerinin yıkılması için mücadele etmek gerekir. İşbirlkçi tekelci burjuva egemenliğine karşı mücadele edilmeden, emperyalistlerle çok sayıda askeri anlaşma ile ve NATO üzerinden sıkı bağlara sahip olan, zaman zaman Kürt sorunundan dolayı güvensizlik beyan edip gürültü kopartmalarına karşın bu bağları koruyan faşizmin dayanağı ve bir numaralı uygulayıcısı olmuş bir orduya karşı mücadele edilmeden emperyalizme karşı mücadele edilemez. Anti- emperyalist mücadele, siyasal düşmanlarını da stratejik olarak tanımlayarak, faşizme ve liberal burjuva siyasete karşı ve sadece siyasal sınırlar içerisinde kalınmadan anti-kapitalist ve sınıfsal bir temelde yürütülmelidir.
Bugünün çok daha yoğunlaşmış ve yakıcılaşmış olan gerçeği, bağımlı kapitalizme son verilmeden emperyalizmle olan bağlar kopartılamaz. Bağımsızlığın koşulu sosyalizmdir. Türkiye ancak sosyalist bir ülke olarak bağımsız olabilir. Ekonomik bağımsızlık, siyasal olarak bağımsız olabilmenin ve bağımsız kalabilmenin koşuludur. Günümüzde ekonomik olarak bağımsız olabilmek ise ancak sosyalist bir ekonomiyle mümkündür. Emperyalist-kapitalist dünya ekonomik sisteminin bugünkü örgütleniş düzeyi, kapitalist üretim ilişkilerinin derinlemesine gelişimi küresel düzeyde ve tek tek ülkelerde kurduğu hakimiyet, eşitsiz gelişim hiyerarşisi, bugünkü koşullarda nispi ve geçici haller dışında burjuva/küçük burjuva bağımsız bir ulusal devlet ve bağımsız ulusal bir ekonomi olarak var olabilme hatta ortaya çıkma olanağını tanımaz. Bağımsız olabilmek ve onu kalıcı kılabilmek, ulusal kurtuluşla birlikte sosyal kurtuluş içinde mücadele edilerek, ekonomik bağımsızlığı da hedefleyen devrimci sosyalist bir kopuşla mümkündür. Türkiye dev.nin içerisinde bulunduğu sosyalist aşamada anti-emperyalist demokratik nitelikteki görevler, sosyalist dev. sürecinin bir parçası ve bileşeni olarak çözülecektir.
IMF, DB, GATT karar ve anlaşmaları, AB süreci, NATO’ya bağımlılık, Amerikan üsleri, Stratejik İşbirliği anlaşması ve ABD emperyalizminin askeri olarak Orta Doğu’ya yerleşerek geniş bir siyasal planı uygulamaya geçmesiyle anti-emperyalist demokratik mücadele özgül bir önem kazanmıştır. Bunlar, içteki siyasal süreci belirleyebilecek gelişmelere gebe konular olduğu gibi, halkın yaşamını ve Ülkemizin geleceğini doğrudan ve derinden ilgilendiren niteliktedirler de. Yaşamı zindan eden ekonomik paketler, ücretlerin belirlenmesi, köylülüğün tasfiyesini öngören kararlar, bütünüyle halkın iradesi dışında emperyalist kurumlarca alınıyor. Ordu, en büyük ihraç gücü olarak pazarlanıp, gençler, işgal gücü olarak Amerikan emperyalistlerinin stratejik planlarına oyuncak yapılmak isteniyor. Ülkeyi her yönden felakete sürükleyecek, emekçilerin, gençlerin yaşamını zindana çevirecek, bağımlılığı daha da artıracak olan bu gelişmelere karşı sessiz kalınamaz. Emperyalist hegemonya ve saldırının bütün biçimlerine karşı özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi yürütülmelidir. Bir halkın egemen(kendi kaderinin efendisi) olabilmesi, ulus olarak özgür olmasıyla mümkündür. Siyasal bağımsızlık olmadan ulusal özgürlük olamaz. Ulusal kurtuluş olmadan da sosyal kurtuluş olamaz. Emperyalizmle olan bütün bağlar kopartılmalıdır.
Türkiye’de faşist yasa, kurum ve uygulamalar güçlüdür, tarihsel bir sürekliliğe sahiptirler, kökleşmiş bir yapı oluşmuştur ve toplumdaki gericilik birikimine de yaslanmaktadırlar. Ekonomik koşullarda ortaya çıkan değişiklikler, sosyo-kültürel değişimler, siyasal, idari, hukuksal sistemin liberizasyonu yönünde atılan adımlara karşın aşağıdan gelen güçlü bir dalga olmadıkça bu değişimler, tedrici, emperyalistlerin ve işbirlikçi burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçlarıyla sınırlı, içteki dengelere göre kimi zaman daha geriye çekilen bir çizgide olacaktır. Bundan dolayı, faşist yasalara, kurum ve uygulamalara karşı kesintisiz bir mücadele yürütülmelidir. Kürt ulusal sorununun gelişimine bağlı olarak şovenist histerinin kaşınıp saldırganlaştırılması, faşistlerle burjuva liberalleri arasındaki güç mücadelelerinde ‘derin’ ve yan güçlerin devreye sokulmasıyla gelişebilecek provakasyon ve olaylar, Bölgesel komplolar …, süreci etkileyebilecek, hızlı ve farklı akışlara yol açabilecek militan bir duruş ve üst bir hazırlıkla karşılanması gereken, rehaveti kaldırmayacak durumlardır.
Siyasal, idari, hukuksal sistemde liberal gerici bir burjuva demokrasisi yönünde gerçekleşmekte olan dönüşümün faşist yasa, kurum ve uygulamalarla çelişerek, bununla birlikte uzlaşmalarla gerçekleşmesi süreç dinamiklerinin ve sürecin özelliklerinin toplamından kaynaklandığı gibi, burjuva liberalizminin özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasal liberalizm, ekonomik liberalizmden doğmaktadır. Etkin ve belirleyici olan siyasal ve sosyal mücadeleler değil piyasa ilişkileridir. Siyasal, sınıfsal çatışmalar yönünden ise, halkın dışta tutulduğu bir tarihsel temel üzerinde biçimlenmiştir. Küresel ölçekte, sermaye birikim ve dolaşım süreçlerinin önünün hiç bir sınır ve engele takılmayacak ve artı-değer üretim alanlarını genişletip el koymayı kolaylaştıracak biçimde açılmasını hedefleyen, mali sermaye ve tekeller için sınırsız özgürlük demek olan neo-liberalizmin birey hak ve özgürlüklerinin kapsamı ise, burjuva birey ve toplulukların girişim ve gelişim özgürlüklerinin önünün açılması ve korumasını sağlayacak bir çerçevededir. Birey hak ve özgürlüklerinin siyasal, hukuksal çerçevesi bu olunca, buna karşı olan, engelleyebilecek her türden tehdit ve tehlikelere karşı da en başta, siyasal, hukuksal yollardan kapılar kapatılır. Yasalar bu temelde düzenlenir. Dolayısıyla liberal burjuva demokrasilerinin kapıları, ezilen emekçi sınıflara, onların siyasal, ekonomik, sosyal haklarına, istem ve özgürlük mücadelelerine alabildiğine kapalı, sistemin asli ögesi durumundaki birey ve gruplara ise, alabildiğine açıktır. (M. Thatcher, toplum diye bir şey yoktur, bireyler ve aile vardır, der. Üçüncü Yol’ cular ise, bu yeni toplum ve demokrasi tanımını sınıfı dıştalayan grup katılımlarıyla, sivil toplumcu argümanlar yükleyerek, zenginleştirir!) Günümüzde neo-liberal saldırı, vahşi kapitalizm dönemindekine benzeyen bir saldırganlıkla mutlak ve nispi artık değeri en fazla miktarda, çoğaltarak ele geçirmek için örgütlenmiştir; mevcut siyasal yapıları da sermayenin girişim ve gelişim özgürlüklerinin önündeki engelleri (gümrükleri, siyasi-idari yapıları, bürokratik işlemleri…) kaldıracak, artı-değere de her iki biçimiyle en çok miktarda el koyabilecek biçimde yeniden düzenlemektedir. Bunun için, sınıfsal hak ve özgürlüklerin daha ileri düzeylerde olduğu, burjuva demokrasilerinin sınıf mücadelelerine göre yeni bir dengeye oturmuş olduğu AB ülkelerindeki demokrasi tasfiye edilip Amerikan biçimine doğru – en saf liberal, pragmatizmle beslenmiş burjuva demokratik biçim- götürülmek istenmektedir. Bu saldırı, işçi sınıfının tarihsel kazanımlarını yok etmeye çalıştığı gibi, mali sermaye ve tekellerin hakimiyetinin gelişimine, siyasal gericilik eğilimindeki derinleşmeye bağlı olarak burjuva demokrasilerinin temel temsili kurumlarını dahi etkisizleştirmekte, yetkilerini kağıt üzerinde bırakarak iktidarını daha çok sayıları günden güne çoğalan oligarşik kurumlar üzerinden sürdürmektedir.
Siyasal liberalizmin, birey hak ve özgürlüklerinin, siyasal, hukuksal burjuva liberal çerçevede tanınmasının emekçi sınıflara sınırlı bir çerçevede görüşlerini belirtmek dışında getirdiği ve getireceği bir hak bulunmadığı gibi, dev.ci temelde ve dev.ci biçimlerle sürdürülecek siyasal mücadelenin, üretimin sekteye uğramaması için fiili grevlerin önü yasalarla kapatılmıştır. Burjuva siyaset çerçevesinde dahi temsililiği olmayan kurumlar (MGK, Merkez Bankası, Bankacılık Devlet Düzenleme Kurulu, Enerji piyasası Üst Kurulu, Tütün Üst Kurulu, Rekabet Kurulu, Kamu İhale Kurulu, Endüstri Bölgeleri Kurulu, Sigorta Kurulu,, Şeker Üst Kurulu…) emekçilerin yaşamını ilgilendiren en önemli kararları siyasal hiç bir sorumluluk taşımadan almaktadırlar. Dolayısıyla, işçi sınıfının ve bütün emekçilerin, emperyalist burjuvalarla, işbirlikçi tekelci kapitalistlerin ekonomik sınıfsal gereksinimlerine uygun olarak, siyasetin liberal bir çizgide yapılandırılmasından bir beklentileri olamayacağı gibi, siyasal zeminde açık bir sınıf saldırısı biçimiyle ortaya çıkan proletarya/burjuvazi çelişkisine uygun bir duruş ve mücadele içerisinde olmalıdırlar. Feodal üretim ilişkilerinin önceki etkilerinden de kurtulmuş olarak kapitalist ekonomik temel üzerinde şekillenen burjuva demokrasisi, burjuvazinin sınıf iktidarını doğrudan ifade eden burjuva sınıf egemenliğinin biçimlerinden biridir. Emek/ sermaye karşıtlığını açık bir şekilde ortaya çıkartan iktisadi zemini ve buna bağlı olarak şekillenen sınıfsal karşıtlık zeminini, proletarya/burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıfsal karşıtlığın üzerinde yükseldiği siyasal zemini gösterir. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin burjuva demokratik biçimlenişi de burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğüdür. Burjuvalar için özgürlük, emekçilere karşı ise, diktatörlüktür. işçi sınıfının mücadelelerine bağlı olarak iç dengelerde değişiklikler olsa da, bunlar görecelidir, temel nitelik ve biçimleniş -bir dev. olmadıkça- değişmez.
İşçi sınıfının hangi biçimiyle olursa olsun, burjuva sınıf egemenliğinin burjuva demokrasisi olarak biçimlenişine karşı yürüteceği mücadele, uzlaşmaz sınıf karşıtlığına göre şekillenmelidir. Bunun somut ifadesi, burjuva demokrasisine karşı proleter demokrasidir. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması için sürdürülen mücadeleler de sosyalist demokrasi perspektifiyle, demokratik görevlerin sosyalist devrim stratejisi içerisinde, sosyalist dev. sürecine bağlı ve bu sürecin bir parçası olarak çözümlenmesi perspektifiyle yürütülmelidir. Bir geçiş sürecini içeren bugünkü durumda, işçi sınıfının siyasal özgürlük mücadeleleri, sürmekte olan faşist yasa, kurum ve uygulamalara ve özgürlükleri, burjuva bireyin girişim ve gelişim özgürlüğü olarak, birey ve grup haklarıyla sınırlandıran, emekçilere karşı ise sınıf diktatörlüğü uygulayan burjuvazinin sahte demokrasisine karşı ‘Emekçilere özgürlük/ Sosyalist demokrasi’ istemini merkeze koyarak yürütülmelidir. Özgürlüklerin bireysel/grupsal özgürlükler olarak liberal bir çerçeveye hapsedilmesinin karşısına siyasal, sınıfsal-toplumsal hak ve özgürlükleri içeren taleplerle ve bunların bir bütünlük içerisinde ifade edilmesiyle çıkılmalıdır. Dev.ci proletaryanın demokratik hak ve özgürlükler ve demokrasi için savaşımı, sadece siyasal hak ve özgürlükler için mücadeleyle sınırlandırmadan iktisadi-toplumsal içeriğiyle birlikte yürütmesi, burjuva liberal özgürlük ve demokrasinin sınırlarını ve burjuva sınıf karakterini gösterecektir. Neo-liberal saldırı, emekçilerin ekonomik-sosyal yaşamlarını birçok kazanımlarını da yokederek alt üst etmektedir. Emeğin korunması, eğitim, sağlık, konut, sosyal yaşam, kültürel haklar son derece yakıcılaşmış sorunlar olarak mücadelenin konusudurlar. Demokrasi savaşımına ekonomik-toplumsal bir içerik kazandırılması, neo-liberalizme güncel bir meydan okuma olup sahte demokratik karakterini açığa çıkartarak gerçek demokrasi istemini kışkırtacaktır.
Proleter demokrasi/Burjuva demokrasisi, sınıfsal-siyasal karşıtlık zemini somut ve açık olarak belirtilmeden demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin anti-faşist bir çerçevede veya muğlak bir siyasal özgürlük istemi olarak tanımlanıp yürütülmesi, burjuva liberalleri ile farkı silikleştireceği gibi, mücadelenin biçimi ne olursa olsun -ister en militan ve askeri biçimler olsun- yürütülen mücadele reformist demokratik bir karakter taşır. Sosyo-ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel yapı dönüşümlerine bağlı olarak görevlerin kapsam ve niteliğindeki değişimin sonucu, anti-emperyalist demokratik nitelikteki görevlerin çözümünü sosyalist devrim stratejisine bağlı olarak ele almayan her görüş ve tutum, demokratik görevlerin tamamlanması veya demokrasinin geliştirilmesi ile kendisini sınırlandırmış olarak burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde, siyasal reformist bir akım olarak kalır.
Türkiye kapitalizminin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yapı değişimine bağlı olarak siyaset zemininde gerçekleşmekte olan değişim, küçük burjuva demokratizmi ile sınırlı bir devrimciliğin siyaset zeminini de daraltıp sınırlandırmaktadır. Küçük burjuva demokratizmi, dayandığı siyaset zemininin kaydığını düşünüp -ya da aklına dahi getirmeyerek- bu değişimleri görmezden gelmekte ayak direyebilir. Onlarca yıldır faşist baskı ve terör dışında bir şey görmemiş, burjuva demokrasilerine karşı gerçekçi bir bakıştan yoksun, onları daha çok AB ülkelerindeki ’70-80’li yıllardaki görece ileri şekillenişi içerisinde idealize ederek modelleştiren, söylemde keskin de olunsa gerçekte miyop bir bakışa sahip olan Türkiye dev.cilerinin siyasetteki neo-liberal dönüşümü, bir geçiş sürecinin yaşanmakta olduğunu görmeleri, anlamaları ve kabul etmeleri pek kolay olmayacaktır. Olgucu bir yaklaşımla kolaylıkla bulunabilecek ve hiç de az olmayan karşı örnekleri sıralamaya girişecektir. Bir parça kafası karışsa da alışılagelen çizgide, güvenli siyaset yapmayı tercih edecektir. Fakat niyeti ve düşüncesi ne olursa olsun bu onu burjuva liberallerinin yanına taşınmış olmaktan, reformlar için mücadele eden eski bir dev.ci olmaktan kurtaramaz. Dünyada ve Türkiye’de pek çok değişiklik olurken bunları görüp anlamaktan, çözümleyip alternatif bir dev.ci duruş ve yapılanma içerisine girmekten uzak olan bir dev.cinin siyasal körlüğü ve subjektivizmi kadar aptalca, kendini kandıran ve ciddi yanlışlara götürebilecek başka bir şey yoktur. Bundan dolayı, giderek artan bir biçimde, siyasal toplumsal düzeyde bir soyutlanma, daralan kapalı bir gündemin içerisine hapsolma, teslimiyetçi bir sürükleniş ve bir marjinalleşmeyi yaşamaktadır dev.ci hareket. Kafalar kuma gömülüdür. Varolan proğramlar, yürütülen siyasal faaliyet, örg. biçimleri, mücadele yöntemleri gerçeklikle çoğu yerde çelişmekte, emekçi kitleler için dev.ci bir çekim oluşturmamakta, buna karşın alışılagelen biçimde, körlemesine ve kendinden menkul bir anlayışla aynı biçimde yürütülmektedir. Bu durumun, sürecin nesnel özelliklerinden, koşullardan kaynaklanan bir yönü olmakla birlikte bizi daha çok ilgilendirecek olan faaliyetin subjektif yönüyle ilgili sorunlardır. Süreci dev.ci bir temelde bilince çıkarmış ve alternatif olacak kom. dev.ci bir proğram ve bütün güçlerimizi sarsacak ve saracak bir yapı sıçraması ve dönüşümüyle faaliyeti bütünsel ve niteliksel olarak geliştireceğimiz bir düzeye çıkmadıkça da bu durum sürecektir. Her şeyden önce bakış açısında bir farklılaşma, ufuk genişlemesi şarttır. Resmin bütününü, her bir ögesiyle de birlikte görmek, görebilmek önemlidir ve sürece, bir çok yönden, sonuç alacak ve farklılaşma yaratacak biçimde yüklenmek gerekmektedir.
Biz kom.ler, ekonomik, toplumsal, sınıfsal, siyasal, kültürel düzeylerde gerçekleşen değişimlerden endişe duymak bir yana, açık ve dolaysız bir sınıf savaşımı adına hoşnutluk duyarız. Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıfsal karşıtlık ve mücadelenin, ekonomik, toplumsal ve siyasal düzeylerde daha açık ve belirgin olacağı bir döneme geçilmektedir. Birçok etkene bağlı olan bir geçiş sürecindeyiz, siyasal planda tamamlanmamış, sert çatışmalara bürünebilecek demokratik görevler vardır fakat izlenecek olan yol, kapsamı daralan ve farklılaşan bu görevleri stratejik değişime uygun olarak ele almak ve çözmek olmalıdır. İçerisine girilen bu süreç, sınıf savaşımına dayalı program ve sloganlarımızın daha dolaysız ve açık ifade edilebileceği ve daha anlaşılır olacağı bir dönemdir: Burjuvaziye karşı proletarya, kapitalizme karşı sosyalizm!
(Nisan 2006-Yazar/Fuat)