BÜYÜK DÖNÜŞÜM… BÜYÜK TEHLİKE (12 Haziran 2006)
I. Bölüm
“Son tahlilde geniş, ilkeli politikalar tek gerçek pratik politikalardır… Önce genel sorunları halletmeden kısmi sorunlara girişen herkes, her adımda kendi bile farkında olmadan kaçınılmaz olarak genel sorunlarla ‘karşı karşıya’ kalacaktır. Her bir olayda körce bu sorunlarla karşılaşmak, o insanın siyasetini en kötü biçimde yalpalamaya ve ilkesizliğe mahkum eder..” (Lenin)
“Bir eylem hattı kendisini teoriyi, tarihi, tüm siyasi durumun incelenmesini vb. temel edinebilir ve edinmelidir. Ancak mücadele içindeki bir sınıfın partisi, tüm bu tartışmalarda siyasi tavrımıza ilişkin somut sorulara tamamen berrak -ikili yorumlara izin vermeyen- yanıtlar gerektiğini hiçbir zaman unutmamalıdır: ‘Evet’ mi, ‘Hayır’ mı? Hemen şimdi, şu mevcut anda şu ya da bu yapılmalı mı yoksa yapılmamalı mı?..” (Lenin)
“Leninizm, tarihsel maddecilik kuramının, Marks’ın döneminde mümkün olana oranla proletaryanın günlük kavgalarına daha da yaklaşması, daha pratik olması demektir..” (Lukacs)
Yerleşik toplumsal konum ve ilişkilerin, buna bağlı olarak yerleşik yapıların, mekanizma, organizasyon, biçim, anlayış ve değer yargılarının vd. köklü değişimler geçirdiği “büyük dönüşüm” süreçleri, ezilen sınıflar ve onların temsilcileri için siyasal açıdan yaşamsal bir zorunlulukla birlikte iki büyük tehlikeyi de beraberinde getirir.
Bu zorunluluk, sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullarla yerleşik dengelerdeki sarsıcı değişmeleri, ortaya çıkan yeni durum ve sonuçları, bunun beraberinde getirdiği yeni yükümlülük ve tehlikelerle birlikte durumu proletaryanın tarihsel amaçları doğrultusunda değiştirebilmek için içerdiği fırsat ve imkanları doğru ve bütünlüklü bir tarzda çözümleyerek izlenmesi gereken stratejik hattın esaslarını ortaya koyma yükümlülüğüdür.
Eğer parti bunu zamanında ve doğru bir biçimde yap(a)mayacak olursa, “her adımda kendi bile farkında olmadan kaçınılmaz olarak” o genel sorun ve onun sonuçlarıyla “karşı karşıya kalacaktır”. Nitekim TDH’nin 2000’li yıllara girilirken “dip noktası”na vuruşunun da, onun bir parçası olarak bizim ancak şimdilerde çıkabildiğimiz -ve bütün lekelerinden henüz tam arınamadığımız- fiili tasfiyecilik çukuruna yuvarlanmamızın da belirleyici nedeni işte bu “genel sorunu“ zamanında, bütünlüklü ve doğru bir biçimde çözümleyememiş olmamızdır!
Bunun hiç yapılmaması (hatta TDH örneğinde olduğu gibi farkında dahi olunamaması) kadar eksik yapılması, zamanında değil geç yapılması, gereken bütünlükten uzak bir darlık ve tekyanlılıkla yapılması, nesnel gerçeklikle ve tarihsel gelişme eğilimleri ile tam örtüşmeyen bir üstünkörülükle yapılması da partiyi yalpalamalardan koruyamayacağı gibi gelişiminin sakatlanması tehlikesini de -üstü örtülmüş ve belki de artmış olarak- ortadan kaldırmayacaktır.
Zaten bu “genel sorunu” zamanında ve doğru bir biçimde çöz(e)mediği taktirde partiyi bekleyen tehlikeler buradan kaynaklanır. Kategorik olarak tanımlayacak olursak, bu tehlikelerden birincisi, dogmatik bir tutuculuk ya da dargörüşlülük nedeniyle yaşanan değişimi zamanında göremeyip -en fazla sınırlı bazı yanlarını yakalayıp- onu ıskalamaktır. Genellikle hala burnunun dikine gitmekte ısrar biçiminde “sol” hatalara neden olan bu körlük, büyük hüsran ve yenilgilerle sonuçlanan maceralara kalkışmadığı durumlarda bile mücadelede geriye, giderek hayatın dışına düşmekten kurtulamaz. Diğer büyük tehlike ise, “değişimi görmek, onu yakalamak ve ona uygun bir konumlanışa geçiş yapmak” vb. gerekçesi ve görünümü altında onun manyetik etki alanına girip gönüllü veya farkında olunmayan bir sürüklenişe yuvarlanmaktır. Politikada genellikle “sağ” sapma ve tehlikelere zemin oluşturan bu kayma da, partinin teori ve pratiğinin devrimci özünü hızla veya zaman içinde yitirerek hareketin makas değiştirmesi tehlikesini içinde taşır.
Devrimci sınıfı temsil etme iddiasını taşıyan parti ve güçleri bekleyen tehlike özü itibariyle her iki durumda da değişmez: Devrimci öncü misyonun yerine getirilemeyişi ve konum kaybı!…
Birinci durumda bu, “bilinçsiz süreçlerin bilinçli temsilcisi” olması gereken partinin bizatihi kendisinin sürecin ve ondaki değişimlerin bilincinde olmaktan çıkması şeklinde bir körleşme biçiminde karşımıza çıkar; “sürecin bilincine varmak” ile “sürecin bilincini (teorisini) yapma”nın birbirine karıştığı ikinci durumda ise parti, süreçleri kendi tarihsel hedefleri doğrultusunda etkileyip yönlendirecek bir iradenin sahibi olmaktan çıkarak fiilen süreç tarafından yönlendirilen bir konuma sürüklenir (ya da bu tehlike belirmiştir)!
Dünya komünist hareketinin tarihindeki bütün büyük sapmalara baktığımız zaman bunların hemen hepsinin tam da bu tür “büyük dönüşüm” süreçleri içerisinde doğup filizlendiklerini ve bazı “özel” etkenlerin de devreye girmesiyle az veya çok olgunlaşmış olarak kendilerini yine bu süreçlerde dışa vurduklarını görürüz.
1870’lerin ikinci yarısı ile 1880’lerde zirve yapan Bernsteincılık, Olanakçılık, Chartizm ile 1910 ve sonrası “büyük dönüşüm” yıllarının ürünleri olarak II. Enternasyonal oportünizmi ve Kautskizm, Rusya’da sağ ve “sol” tasfiyecilik ile Ampriokritisizm, 1960’ların Eurokomünizmi, 1980 sonlarının “bilimsel teknolojik devrim” ve “yeni çağ” savunuları bu ilişkinin en ünlü örnekleri olarak sayılabilirler.
Bizler mesela, başını ilk kez 1870’lerin sonlarında gösteren Bernsteincılığı, “Kürsü sosyalizmi”ni veya başını Most’un çektiği “solculuğu”, daha çok o yılların Almanyası’nın özel koşullarının -en başta da Bismarck rejiminin “Sosyalistlere Karşı Yasa”da cisimleşen gerici saldırganlığındaki yoğunlaşmanın- ürünleri olarak görürüz. Ama aslında onlar salt Almanya’ya özgü sapmalar olmakla kalmayıp onları doğuran nedenler de salt Almanya’ya özgü nedenler değildir (Aynı şey 1905 Devrimi’nin yenilgiye uğraması gibi “özel bir etken”in ürünleri olarak görülegelen Rusya’daki tasfiyecilik ve felsefi gericilik gibi sapmaların 1910’lardaki ortaya çıkışları için de geçerlidir). Hatırlanacak olursa aynı yıllar İngiltere’de Chartizmin, Fransa’da Olanakçılığın, vs. vs.; öte taraftan özellikle İspanya ve Latin Amerika’da anarşizmin, Rusya’da da Narodnizmin yükseliş yıllarıdır. Ve bunların herbirinin arkasında da -elbette her ülkenin kendine özgü koşulları ile birlikte ve o koşullar içinde- 1870’li yıllardan itibaren hızlanan bir süreç olarak ‘serbest rekabetçi kapitalizmin artık tekelci kapitalizme evrildiği bir büyük “dönüşüm” süreci‘ yatar.
Bütün bu sapmaların neden daha önceleri değil de o tarihsel kesitte ve daha da önemlisi, neden başka gerekçelerle değil de bildiğimiz malum gerekçeler ve temel tezlerle ortaya çıktıkları sorularının yanıtlarını biz işte bu tarihsel arka planın kendisinde buluruz. İster sağ ister “sol” biçimleriyle bütün bu büyük sapmalar, yaşanan büyük dönüşümün evrensel veya bulundukları ülke ölçeğindeki tezahür ve sonuçlarını “yanlış okuma”nın (değişimi görememek de bir yanlış okumadır) sonuçlarıdır.
Örneğin Narodnikler, Rusya özelinde serfliğin ortadan kaldırıldığı 1861 Reformu arkasından gelişen süreci, zaman tünelinde kalmış eski ezberlere dayalı okumaya kalktıkları için (daha doğrusu değişimi göremedikleri ve doğru yorumlayamadıkları için), bütün o yiğitlik ve cesaretlerine karşın hayatın dışına düşmekten kurtulamayan bir “solculuk”un dramatik örneği olarak karşımıza çıkarlar. Buna karşılık bütün sağcılar, en başta da Bernsteincılık ve Olanakçılık, “değişimi görmek ve okumak” adına çıkardıkları sonuçlar nedeniyle, devrimci Marksizmden vazgeçip bildiğimiz malum çizgi ve siyasetlere yönelmişlerdir.
Olanakçılığın ortaya çıkıp güç kazanmasında, Paris Komünü‘nün yenilgisi ile birlikte Fransız devrimci işçi hareketinin yediği ağır darbenin daha özel bir etkisi vardır ; ama Komün yenilgisi aslında sadece Fransız işçi hareketi açısından değil dünya-tarihsel ölçekte hareketin bütünü açısından sonuçları ağır olan özel bir siyasal etkendir ve bu özelliği ile, 1870’li yılların sonlarında patlak veren büyük sapmaların ortaya çıkış ve oluşum süreçlerinin zeminini oluşturan “büyük dönüşüm”ün bileşenlerinden biri olarak görülmelidir (Revizyonist sistemin 1989’daki trajik çöküşü ile 12 Eylül yenilgisini de yakın geçmiş açısından -tabii birincisi dünya genel, ikincisi Türkiye özel olmak üzere- bu tür özel etkenler kapsamında görmek gerekir).
Fakat özellikle Bernsteincılık ve Almanya’daki Katheder sosyalizmi gibi sapmalarda, serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya doğru evrilen kapitalizmin 1870’li yıllar boyunca yaptığı teknolojik atılımlar ve kaydettiği gelişmelerin, Marks’ın kapitalizme dair çözümlemelerini, özellikle de devrevi krizlerin kaçınılmazlığı, devrimci bunalım ve kapitalizmin yıkılışının tarihsel bakımdan olanaklılığına dair tezlerini geçersizleştirdiği sonuçlarırını çıkarmaları belirleyici olmuştur. Bernstein’ın “hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey” temel sloganında ifadesini bulan ünlü “gerçekçiliği”nin çıkış noktası budur.
Hakikaten de kapitalizm, Marks ve Engels’in 1848 Devrimleri’nin yenilgiye uğramasından sonra bile uzunca bir süre hala korudukları “yakın devrim” beklentilerini de boşa çıkaracak şekilde -1860’ların başlarında yaşanan ama çabuk atlatılan krizden sonra- devrevi krizlere sürüklenmek bir yana tempolu ve baş döndürücü bir gelişme trendine girmiştir. Bu gelişim, iç savaş sonrasının Amerika’sı ve birliğini sağlamış Almanya’sında çok daha çarpıcı boyutlar kazanan sıçramalı bir gelişim şeklinde olmuştur. Kapitalizmin bir dünya sistemi olarak konumunu pekiştirdiği, Afrika ve Asya’nın daha önce el atılmadık bölgelerine doğru yayılmanın yanında Alaska ve Kutuplar’ın dahi emperyalizme doğru evrilen kapitalist yağma ve sömürgeciliğin ilgi alanları haline geldiği, yani kapitalizmin dünya ölçeğinde enine yayılmasının da olağanüstü bir ivme kazanıp Lenin’in sözleriyle “dünyanın coğrafi olarak paylaşımının tamamlandığı” bir tarihsel kesittir bu.
Aynı kesit, bunların yanında, teknolojide, özellikle de elektrik enerjisi ile çalışan makina ve tezgahların sanayide kullanılmaya başlanmasının yanında demiryolları ile radyo ve telgraf sayesinde ulaşım ve haberleşmenin dev adımlarla gelişme kaydettiği bir tarihsel kesittir.
Onun sosyalizm tarihsel amacını ve buna bağlı olarak partinin devrimci öncü rolünü ve şiddete dayanan devrimi reddeden meşhur slogan ve tezlerinin yanında genellikle unutulur veya bilinmez ama Bernstein’ın Marks’a ve Marksizme yönelttiği eleştirilerin temelinde, işte tüm bu gelişmelerden hareketle, “krizlerin ve yıkılışının kaçınılmazlığı teorileri ile kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini gözden kaçırmak” suçlaması yatar (Zaten Rosa da Bernstein’a cepheden karşı çıkıp “onun oportünizmini her noktada çürüteceğim” derken bu noktada öbür kutba savrulur ve gerçekte Marks’a ait olmayan bu saçma tezi -“Kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini artık kaybettiği” tezini- kanıtlamaya çalışmak gibi bir başka yanlışa sürüklenir). Bu eleştiri, Bernsteincılığın daha sonraki bilinen evriminin başlangıç noktasını oluşturur.
Bu tarihsel örneklerde esas olan -ve onlara dikkat çekmemizin nedeni- o dönemlerde de dile getirilmiş kimi tezlerle günümüzde karşılaşıyor olmak ve bunlar arasında hemen kaba bir paralellik kurmak değildir. Gerçi daha sonraki tarihsel evrimleri ve sonuçlarıyla ortada olan kimi tezlerle araya hiçbir sınır çekilmeden hala karşılaşıyor olmanın uyarıcı bir anlamı vardır ve olmalıdır. Ve bir Marksist için “tarihten öğrenmek ve ondan ders almak” biraz da bu hassasiyet ve özenin gösterilmesi anlamına gelir. Fakat burada asıl önemli olan, büyük dönüşüm süreçleri ile devrimci marksizmden kopuşlar arasındaki bağlantının ve bunun genellikle nasıl başlayıp nasıl tezahür ettiğinin görülebilmesidir.
Ve buradan çıkarılması gereken asıl ders, o güne kadarki yerleşik kalıplar ve dogmaların sınırları içinde kalınarak asla doğru çözümlenemeyecek olan bu tür tarihsel kesitlerde aklımızın zincirlerini çözerken, öte yandan bunun istemeden de olsa “günah işleme” korkusunu büsbütün bir tarafa bırakmak şeklinde bir “rahatlığa” dönüşmesine de meydan vermemek gerekliliği olmalıdır.
Süreçlerdeki değişimleri doğru okuyamayan, bu değişimin sadece belli yön ve parçalarını görüp hem onları da çevreleyen hem de bizatihi onların içinde yer alan karşıt dinamikleri es geçerek tekyanlı sonuçlar çıkaran, bu yanlış çıkarsamalarında ısrar ettiği ölçüde çizgileşerek olgunlaşmış bir oportünizme dönüşen bütün sapmalar kendilerini öncelikle süreçlerden çıkardıkları sonuçlarda gösterirler.
Bunların hepsi değilse bile çoğunluğu ilk bakışta “haklı” ve “gerçekçi” bir görünüme de sahiplerdir. Örneğin Bernstein vaya Kathederler, “Hani ortalama her 10-15 yılda bir geleceği söylenen devrevi krizler nerede?” diye sorarlarken bir yönüyle “haklıdırlar”. Ortada kriz falan yoktur, tersine “en yüksek” aşamasına doğru yol alan kapitalizmin istikrarlı ve tempolu bir gelişmesi vardır. Narodnikler 1870’lerin Rusyası’nda köylülüğe oynarlarken, Kautsky uluslararası tekel birleşmelerinin uluslararası siyasette “barışçıl” bir rol oynayabilecekleri hayalini görürken, Rosa, “çürüyen kapitalizm” olarak kapitalizmin emperyalizm aşamasında artık hiçbir konuda ilerici bir rol oynayamayacağını, bu bağlamda üretici güçleri de geliştiremeyeceğini ileri sürerken, 1980’lerin ortalarından itibaren ortalığı kaplayan “bilimsel-teknolojik devrim” teorisinin sahipleri “bilim ve teknolojide sanayi devrimine eşdeğer hatta onu da aşan ve yeni bir çağ açan muazzam bir gelişmenin yaşandığı” temel tezini ileri sürerlerken, birinci tasfiyecilik dalgasının olgunlaşma sürecinde TDH içinde yaşanan tartışmalar sırasında özellikle Dev-Yol içinde 12 Eylül öncesinin yakın devrim hayallerinin de muhasebesi adına devrimden ve devrimci olan her şeyden (program, örgüt, mücadele anlayışı, vd) vazgeçmenin temel tezlerinden biri haline getirilen “biz kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini henüz bütünüyle yitirmediği gerçeğini gözardı ettik” tespiti dile getirilirken… vb. vb. ilk bakışta belli bir haklılığa sahiptirler; söylediklerinde belli bir gerçek payı, gerçekçi bir yön vardır.
Ama sorun tam da buradadır! Daha sonraları bildiğimiz doğrultularda gelişen ve haklı olarak “oportünizm” olarak nitelediğimiz strateji ve politikalara temel teşkil eden bu belirleme ve tezlerde gerçeğin bütünü değil sadece bazı yönleri vardır ve bunlar genellikle de onun görünen yüzünde yer alan gerçek parçalarıdır. Ama Marksist bir yaklaşım açısından asıl önemli olan, varlıkları artık tartışılmaz bir hal almış olguların resmedilmesi değil onların içlerinde yatan ve mevcut durumu değiştirmeyi mümkün kılıp kolaylaştıracak dinamiklerin bulunup çıkarılmasıdır. Bu anlamda, oportünizm kendisini ilk başta süreçlerden çıkardığı sonuçlarda gösterir ama asıl problem onun yöntemindedir. Onu yanlışa ve yanılgılara sürükleyen, niyetlerinden bağımsız ve niyetlerinden de önce yöntemi olur.
“Bir nesneyi gerçekten tanımak için, onun bütün yanlarını, bütün ilişkilerini ve bağlantılarını kavramak ve araştırmak gerekir. Buna hiçbir zaman tam olarak ulaşamayız, fakat bir şeyin her yanını kucaklama kaygusu, bizi hatalardan ve katılıklardan koruyacaktır…” Lenin’in bir olguya veya süreçlere yaklaşırken izlememiz gereken yöntemin özünü olağanüstü bir yalınlıkta -ve olağanüstü çarpıcılıkta- ortaya koyan bu sözleri, mevcut bir gerçekliği ele alıp irdelerken Marksist devrimci gerçekçiliğin taşıması gereken ayırdedici iki temel özelliğini hatırlatır bizlere:
1) Ne kadar önemli olursa olsunlar onu sadece bazı yönleri ve parçayla sınırlı ele almayan bütünsel bir bakışın zorunluluğu ile 2) Çoğu kez nedenler içinde de değil sonuçlar kategorisinde yer alan ‘görünenlerin’ fotoğrafını çekmekle yetinmeyip olgu ve süreçlerin asıl iç bağlantılarına nüfuz etmeyi, ‘dip akıntılarını yakalama’yı amaçlayan derinlemesine bir bakışın zorunluluğunu.
“Bir şeyin her yanını bütün bağlantıları ve ilişkileri içinde kucaklama kaygusu”, Marksist gerçekçiliği, her türlü öznelci idealizmin yanı sıra diyalektik materyalizmle kolayca karıştırılabilen pozitivist gerçekçilik ve ekonomik determinizmden de ayıran iki özsel özelliktir. Bunlardan birincisi (yani bütünselliğin gözetilmesi) olgu ve süreçlere dair tahlillerimizin gerçeğe uygunluk ve isabet derecesini belirlerken, ikincisi (yani mevcut gerçekliğin fotoğrafını çekmeyi değil onu amaçlı bir biçimde değiştirmeyi hedeflediği için o gerçeklik içinde bunun imkan ve dinamiklerini yakalamanın esas alınması) tahlilimize devrimci bir karakter kazandıracak olan belirleyici unsurdur.
Gerçeklerin gözüne korkusuzca bakmaktan çekinmeyen -ve bu konuda da bir problemi olmayan- Marksist gerçekçiliği, verili bir durumu ortaya çıkaran olguların varlığını göstermeye çalışırken çoğu kez farkına bile varmadan mevcut duruma ve olgulara kaderci bir teslimiyetin teorisine kapıları aralayan basit objektivizmden de mekanik materyalizmden de ayıran nokta işte asıl bu ikincisidir. Lenin’in değişik yazılarında “partililik” ya da “partili bakış açısı” olarak nitelediği ve içeriğini de “her olayı değerlendirirken, açık olarak proletaryanın devrimci bakış açısına dayanmak” şeklinde tanımladığı bu nesnellik anlayışı, Leninist politika ve teori yapma tarzının da ayırdedici özelliğini oluşturur.
Özellikle her şeyin altüst olduğu değişim süreçleri gibi dinamik süreçlerin tahlili sırasında bu iki temel özelliğin aynı ölçüde gözetilmesi, salt epistomolojik bir sorun değil dolaysızca ‘pratik’ bir sorundur. Bunlardan bütünsellik ilkesini ihmal ettiğiniz zaman, ulaştığınız sonuçlar da o ihmalin boyutları ölçüsünde tek yanlı ve çarpık olacak, dolayısıyla bunlara dayalı olarak atacağınız her adım, formüle edeceğiniz bütün strateji ve taktik politikalar bu sakatlığın derinleşen sonuçlarını üretmekten başka sonuç doğurmayacaktır (ya da teoriniz ayrı bir telden çalarken pratiğiniz ayrı bir kanaldan akmak durumunda kalacaktır). Öte yandan bir dönem veya süreç tahlili adına çoğu zaten ortada olan olgu ve sonuçların tasviriyle yetinecek olup asıl önemli olanı, yani mevcut gerçekliği tarihsel amaçlarınız doğrultusunda etkileyip esaslı olarak değiştirebilmek için onun içinde yüklenilecek dinamikleri, bunu yapabilecek güçleri ve bunun yöntem ve araçlarını bulup çıkarmayı boşverecek veya fazlasıyla ihmal edecek olursanız, bu kez mevcut gerçekliği tasviriniz ne kadar başarılı olursa olsun ondan durumu değiştirecek devrimci strateji ve taktikler üremesi olasılığı o kadar zayıf olacaktır (Teori-pratik makasının açılması olasılığı burada da geçerli bir diğer olasılıktır tabii).
Örnek olarak bugün tartışmakta olduğumuz “büyük dönüşüm” olgusunu ele alalım. Proletarya başta olmak üzere emekçi sınıfların dokularını, bunların birbirleriyle ama özellikle egemen burjuvaziyle olan ilişkilerini ve aralarındaki güç dengelerini, bunlara bağlı olarak şekillenmiş olan eski kurumları, yerleşik anlayışları, örgüt ve mücadele biçimlerini, düşünce ve davranış kalıplarını, ölçü ve alışkanlıkları vb. vb. köklü değişikliklere uğratan bu dönüşümün temelinde üretimin örgütlenmesinde ve uluslar arasındaki emperyalist işbölümündeki değişmelerin, onun da gerisinde -bunu mümkün kılan maddi önkoşullardan biri olarak- teknolojideki muazzam ilerleme ve gelişmelerin, bunun özellikle de ulaşım ve iletişimde sağladığı imkanların büyüklüğünün yattığı gerçeğini reddedebilir miyiz? Kuşkusuz hayır! Mali sermayenin hacminde ve etkinliğindeki olağanüstü artışla emperyalist sömürgecilik siyasetinin klasik sömürgeciliği çağrıştıracak biçimler ve derinlik kazanması gibi bu dönemin diğer karakteristikleriyle birlikte bunlar, 1980 sonrası dünya çapında yaşanan “büyük dönüşüm”ün öne çıkan, sadece öne çıkmakla da kalmayıp onu tarihsel bakımdan önceki benzer süreçlerden dahi “farklı” ve “özgün” kılan yönünü/özelliklerini oluştururlar.
Fakat gerçeğin sadece bunlardan ibaret olduğunu ileri sürebilir, “büyük dönüşüm” olarak adlandırdığımız süreci ve onu doğuran nedenleri salt bunlara indirgeyebilir miyiz, bu dönemin tarihsel anlam ve konumunu salt -ya da esas olarak- bunlara dayalı açıklayabilir miyiz? İşte canalıcı nokta burasıdır ve bu konudaki tahlilinizin gerçekçiliğini de karakterini de tayin edecek olan, birincilere dair betimlemelerinizin çarpıcılığı değil ikinci soruda saklı olan bütünselliğin varlığı ya da yokluğudur.
Üretimin dünya çapındaki örgütlenmesinde emperyalist burjuvaziye ve işbirlikçilerine proletarya ve diğer emekçi sınıflar karşısında büyük üstünlük ve avantajlar kazandıran değişimler ile bunların uygulanabilmesini mümkün kılan teknolojik atılımlar, öncelikle “kendilerinden menkul”, yani kapitalist ekonomilerin ‘olağan işleyişinin olağan sonuçları‘ olarak ortaya çıkan olgu ve süreçler değillerdir. Bunlar, kapitalizmin yapısal ve devasız hastalıklarından başta gelenini oluşturan devrevi bunalımlarından birine, burjuvazinin, 1970’li yılların sonlarından başlayarak asıl 1980’li yılların dünya koşulları ve dengeleri içinde hayata geçirebildiği “çözüm” arayışı ve politikalarının ‘sonuçları’dır. Başka bir anlatımla bunlar, “kapitalist üretimin içsel yapısı” ve işleyişi içinde ortaya çıkan olağan, mutlak ve kaçınılmaz sonuçlar olmayıp, sistemin iç dinamiklerinin asıl özsel ürününü oluşturan kriz olgusu karşısında sınıf olarak burjuvazinin belirli bir tarihsel dönemin koşulları içinde üretip yaşama geçirebildiği bir “anti kriz program”ın doğurduğu ‘sonuçlar‘dır ve tabii her sonuç gibi “doğdukları andan itibaren göreli bir bağımsızlık kazanarak sadece kendilerini çevreleyen koşullar ve süreçler üzerinde değil bizzat doğdukları temel üzerinde de etkide bulunmaya başlayan” temel bir dinamik özelliğini kazanmışlardır.
Dolayısıyla ekonomi politik açısından biz bu süreci, kapitalist ekonominin ‘olağan’ işleyişinin ortaya çıkardığı sonuçlara örnek verebileceğimiz mesela bir Taylorizm-Fordist kitle üretiminin egemen hale gelmesi sürecinden farklı olarak, Keynesciliğin ortaya çıkıp etkin hale gelmesi sürecine benzetebiliriz. Sadece ekonomide değil siyasal ve toplumsal yaşamda doğurdukları sonuçlar ve tetikledikleri süreçler itibarıyla da bunların her biri birer “büyük dönüşüm” örneğidir. Fakat, Fordizmden farklı olarak Keynescilik ve 1980’ler sonrasının neoliberalizmi, kapitalist ekonomilerin “olağan” işleyişinin ortaya çıkardığı sonuçlar olmaktan önce ekonomi dışı etkenlerin, politik tercih ve stratejilerin belirleyici bir rol oynadığı süreçlerdir. Nitekim, bu sürece yön veren strateji ve politikalar, Reagan ve Thatcher gibi iki politik figürün isimleriyle adlandırılıp anılır.
Bu farkın farkında olup olmamak, sadece tarihsel bir gerçeğin bütün yönleri ve bağlantıları ile eksiksiz ve doğru kavranışı açısından değil, çürüme ve asalaklığın olduğu kadar emperyalist barbarlığın da zirveye çıktığı bir tarihsel kesitte emperyalist kapitalizme hak etmediği özellik ve yetenekler atfetme konumuna düşmemenin yanında yakıcı ve güncel bir ihtiyaç olarak devrimin ve sosyalizmin pratik olarak da örgütlenebilir bir zorunluluk haline geldiğinin görülmesi ve gösterilebilmesi açısından hayati önemdedir.
Burada asıl önemli olan nokta, teknolojik yenilikler ve üretimin örgütlenmesindeki değişimlerin krizle olan bağlantılarıdır. Marksizme uygun bir tahlil açısından olduğu kadar süreçlerin gelişimine dair tarihsel gerçekliğe uygunluk açısından da bu her iki gelişme ve bunların ortaya çıkardığı sonuçlar, sistemin asıl yapısal ürününü oluşturan kriz olgusundan ve “kar oranlarında düşme yasası” başta olmak üzere onu doğuran yapısal nedenlerden kopartılarak -bu ilişkilerin talileştirilmesi de bir “koparma” biçimidir- ele alınamazlar! Aksi taktirde pratiğiniz üzerinde de belirleyici etkileri olabilecek çok ciddi teorik sorun ve zaaflarla karşı karşıya kalırsınız.
Bunlardan materyalizmin diyalektik kavranışıyla da bağlantılı sorunlar olarak özellikle, Engels’in yaşamının son yıllarından beri “tartışılan” sorunlar içinde de yer alan toplumsal değişimi sağlayan mekanizmaların işleyişi, bu bağlamda zorunluluk-bilinç, alyapı-üstyapı ilişkilerinin kavranışı, marksist materyalizm ile teknolojik determinizm de dahil her türlü ekonomik indirgemecilik arasındaki farklılık, “üretici güçler” kavramının algılanışı, insan-makina, insan-teknoloji ilişkisinin nasıl ele alınması gerektiği, öte yandan Leninist emperyalizm tahlili ve onun temel karakteristikleri, Lenin’in tahlili ile diğerleri arasındaki farkın kaynağı, Leninist tahlilin ve buna dayalı çağ tespitinin geçerliliğini hala koruyup korumadığı ya da onun “kapitalizmin en son aşaması” olarak tanımladığı emperyalizm aşaması içinde, hatta ondan da farklı yeni bir aşamaya mı geçildiği gibi daha sorulabilecek başka teorik soruları -bazılarına ilerde dönmek üzere- şimdilik bir kenara bırakalım; teknolojide ve üretimin örgütlenmesindeki değişmeler sorununu kriz olgusundan, onu ise kar oranlarında düşme yasası gibi kapitalizmin temel bir yasası ve tetiklediği diğer süreç ve sonuçlardan tamamen veya büyük ölçüde kopuk adeta “kendinden şeyler” olarak yorumlamanın partiye makas değiştirtme tehlikesini de içinde barındıracak şekilde özellikle üç temel ‘pratik’ tehlikesini sayabiliriz:
-
Böyle bir durumda, “bir dengesizlik durumu olarak” krizin proletarya ve onun devrimci öncüsü açısından da içinde taşıdığı fırsat ve olanaklar yeterince görülemez: bizim literatürümüzde de yerleşmiş bir tanımlamayla “kriz-fırsat diyalektiği” burada koparılmış ya da zayıf konulmuş olur; ki kriz aynı zamanda “dönemi yarabilmek için” dikkatle izlenip zamanında yakalanılması gereken önemli bir “dip akıntısı” özelliğine sahiptir; dolayısıyla “kriz-fırsat” diyalektiğini “hiçbir ikili yoruma”, abartı kadar önemsizleştirmeye de meydan vermeyecek şekilde doğru ve net bir biçimde kuramayan her tahlil bu temel dinamiği atlamış olur; TDH’ye egemen olan ve krizin subjektif etkene ve mücadeleye fazla gerek bırakmayacak şekilde burjuvaziyi kendi kendine güçten düşürüp çöküşe sürükleyeceği yanılsamasını doğuran kendiliğindenci “kriz” kavrayışlarına tepki olarak dahi bu kez çubuğun öbür tarafa aşırı bükülmesinden, kapitalist ekonomiler ve burjuvazinin iktidarı için en güçlü göründüğü durumlarda bile beklenmedik gelişmeler doğurabilecek bir zayıflık etkeni olarak krizlerin içerdiği “fırsat” etkeninin altını kalınca çizmeyen ve bunu sürekli akılda bulundurmayan bir tahlilden de devrimci strateji ve taktikler üremez.
-
“Burjuvazi, üretim araçlarında sürekli bir devrim yapmadıkça yaşayamaz!” Marks’ın Grundrisse’den itibaren -Kapital’de de- sürekli altını çizdiği bu durum, kapitalist kar dürtüsü ve rekabetin ortaya çıkarıp zorunlu hale getirdiği bir yönelimdir. Ancak, bu kapitalist ‘yaratıcılık’, kendisini doğuran nedenlerden de görülebileceği üzere sistemin doğası gereği aynı zamanda ‘yıkıcı’ bir yaratıcılıktır. Sermaye, üretim araçlarını ve üretici güçleri ancak bunların çok daha büyük bir kısmını tahrip ederek ve bu tahrip sayesinde gerçekleştirir. Zaten, kapitalizmin krizleri, bir yönüyle de üretim araçları ile üretici güçlerdeki gelişmenin sonuçlarından biri olarak ortaya çıkarlar, öte yandan yarattıkları yıkım sayesinde de bu konuda yeni bir sıçramanın temellerini hazırlarlar. Krizlerin proletaryadan farklı olarak kapitalistler açısından içerdiği ‘risk ve fırsat diyalektiği‘ de burada yatar. Ancak, hepimizin bildiği gibi krizler asıl üretici güçlerin korkunç boyutlarda tahribi ile karakterize olan dönemlerdir ve kapitalist sistemin insanlık dışı özelliği kriz dönemlerinde çarpıcı boyutlar kazanarak kristalize olur. Dolayısıyla sistemin, 1970’lerin ortalarından itibaren gelişini daha bariz hissettirmeye başlayan krize bir ‘tepkime biçimi‘ olarak yöneldiği arayışların sonuçları arasında karşımıza çıkan teknolojide atılım olgusunu, üstelik “kapitalist sistemin içsel yapısı içerisinde üretim alanından başlayıp genişleyen, sanayi devriminden sonraki en büyük dönüşüm” vurguları eşliğinde ele alıp yorumlamak, a) asıl olarak 1973’teki petrol ambargosunun tetiklediği arayışların evrimi sonucunda ortaya çıkan ve sadece Reagan ve Thatcher gibi politik şahsiyetlerin adıyla anılır olmakla kalmayıp, “Yıldız Savaşları Projesi” gibi tamamen askeri-politik stratejilerle de yakından ilişkili bir tarihsel sürecin açıklanmasını, krizden ve onu çevreleyen başta politik diğer etken ve bağlantılardan soyutlayarak başlangıçta ‘sonuç’ niteliğindeki bir etkene indirgeyen bir teknolojik determinizm örneği oluşturur, b) esasında tek başına teknolojideki gelişme ve üretim yöntemlerindeki değişmelere de indirgenemeyecek olan -ki teknolojik yenilenme ve vasıflılık sorununun uluslararası ölçekte ne kadar etkin ve egemen hale geldiği konusu da halen tartışmalı bir konudur- “üretici güçlerdeki gelişme” ve kapitalizmin bu konudaki ‘yaratıcılığı’nın en az onun kadar çarpıcı ve bariz boyutlar kazanan ‘yıkıcı’ karakterinden kopartılarak konulması -buradaki niyet ne olursa olsun- nesnel olarak ‘kapitalizme güzelleme’ özelliği taşır. Bu bütünlüğün eksik bırakılması, yani sermayenin üretici güçleri ancak çok daha büyük kısmını tahrip ederek geliştiren “yıkıcı yaratıcılığı”nın iki yönünün birbirleriyle ilişkisi içinde ortaya konulup tanımlanmaması, asıl olarak, son tahlilde üretici güçlerin gelişimini engelleyen sermaye düzeninin bir an önce yıkılmasının tarihsel zorunluluktan da öte artık artan yakıcılığının görülüp gündemleştirilmesini engeller, en hafif haliyle bile bu zorunluluğun görülüp kavranabilmesini zayıflatır.
-
Zaten gerek 1980 sonrası dünya çapında yaşanan ekonomik, politik, sosyal ve kültürel değişimleri sistemin yapısal hastalıklarının başlarında gelen krizden ve krize sermaye adına “çözüm” arayışlarından kopartan, gerekse bu arayışların ortaya çıkardığı bir ‘sonuç’ olarak sonradan temel bir dinamik özelliğini kazanan teknolojideki değişim ve gelişmeleri kapitalist yaratıcılığın yıkıcı karakterinden kopartarak ele alan ya da bunları andığı durumlarda bile merkeze sürekli “üretici güçlerdeki muazzam gelişme” ile “burjuvazinin bu sayede sağladığı ezici stratejik üstünlük” vb. vb. vurgularını koyan bir dönem tahlilinin en büyük tehlikesi, içerdiği -ve bazılarına işaret ettiğimiz- teorik zaaf ve zayıflıklarından da önce döneme dair çıkardığı ‘pratik’ sonuçlarla da birleşik olarak esinleyeceği ruh halinde yatar. Burjuvazi ve sistem açısından ‘denge içinde dengesizlik’, ‘istikrar içinde bile istikrarsızlık’, ‘en güçlü olunan noktada bile aynı zamanda bir zayıflık’ etkeni olarak işgören bir etkeni (kriz) silikleştirip talileştirirken vurguyu sürekli olarak “kapitalizmin üretici güçlerde sağladığı devrimsel nitelikteki tarihsel gelişmeye, bunun sisteme kazandırdığı avantajlara, buna dayalı olarak burjuvazinin sağladığı stratejik üstünlüğe” yapan vd. bir dönem tahlili, buradaki niyet ne olursa olsun herşeyden önce “kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerinin bütün derinliğiyle” görülmesini engeller; aslolarak bu temeller üzerinde yükselen bir dönem tahlilinden, en iyimser durumda bile en fazla “istikrar” öngörüsü çıkar; partiyi “beklenmedik” durumlar karşısında dahi “hazırlıksız yakalanma” tehlikesinden de uzak tutacak şekilde mevcut durumu ve dengeleri sistematik bir biçimde kendi lehine etkilemeye çalışan öncü misyonunun Leninist kavranışına da uygun bir perspektifle yer yer cüretkar çıkışlarda bulunmayı da ihmal etmeyen devrimci bir dönemsel taktik yerine kendi içinde tutarlı kaldığı sürece bu tahlilden özü itibarıyla yine en fazla “bekle gör” veya “oyalanma” taktikleri çıkar; “çürüyen ve asalak kapitalizm” olarak kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişle birlikte dayandığı tarihsel sınırlarını dahi ötelemeyi beraberinde getiren bu teknolojik determinist tek yanlılık, üstelik çürüme ve asalaklığın en yetkin temsilcisi olan mali sermayenin gücünün ve etkinliğinin zirve yaptığı ve sistemin insanlık dışı karakterinin orta sınıflar içinde dahi sorgulanır hale geldiği bir tarihsel kesitte sosyalizmin zorunluluğunun güncel ve acil bir pratik mesele olarak kavranışını güçleştirir, onu hala bir propaganda sloganı düzeyinde tutmaya elverişli bir zemin sunar. Çünkü, siz bu bütünlük ilişkisini doğru kuramadığınız sürece hasmınızın gücünün ve üstünlüğünün yapısal ve güncel sınırlılıklarını göremezsiniz, mevcut duruma bakarken sırf veya daha çok onun güçlü ve üstün yanlarını görür ama bunların içinde bile saklı olan zayıflıklarını gözden kaçırırsınız, bu tek yanlılığı mantıki sonuçlarına götürdüğünüz zaman ve götürdüğünüz ölçüde politika ve taktiklerinizde hemen olmasa bile süreç içinde, sizden kaynaklanmasa bile bu tahlilleri temel alacak başkaları tarafından sağ yönde bir deformasyon tehlikesi kaçınılmazdır.
Yukarıda, herşeyin değişime uğradığı “büyük dönüşüm” süreçleri ile böylesi süreçlerde çok daha fazla artan oportünizme doğru kayma tehlikesi arasındaki bağlantıya işaret ederken, “bu tehlike kendisini başlangıçta sürecin çözümlenmesinden çıkarılan ve genellikle de yöntemden kaynaklanan tek yanlı, yüzeysel veya mekanik sonuçlarda gösterir” demiştik. Bu konuda Lenin’in, hem de biri Rusya’ya özgü ‘özel’, diğeri emperyalizm olgusunun ele alınışına ilişkin olarak Kautsky şahsında ‘genel’ bir sapmanın neden ve nasıl ortaya çıktıklarını iç içe işlediği bir örneği hatırlamak herhalde yararlı olur:
“Teorik ve soyut olarak uslamlandığında Kautsky’nin ulaştığı sonuca ulaşılabilir… Yani sermaye ağalarının, ulusal olarak sınırlanmış finans kapitalin rekabet ve mücadelelerinin yerine uluslararası düzeyde bütünleşmiş bir finans kapitali koyan tek bir dünya tröstünde birleşeceği günler uzak değildir. Bununla beraber böyle bir sonuca varmak, geçen yüzyılın sonunda bizim ‘Struveistler’ ve ‘Ekonomistlerin’ ulaştığı sonuç kadar soyut, basitleştirilmiş ve yanlıştır. Bunlar kapitalizmin gelişmeye açık doğasından, kaçınılmazlığından ve Rusya’daki kaçınılmaz nihai zaferinden hareketle, zaman zaman özür dileyen (sermayeye taparak, barışçıl anlaşmalar yaparak, savaşmak yerine övgüler yağdırarak) zaman zaman politikadan vazgeçen (politikayı veya politikanın önemini ve genel politik sarsıntı ihtimalini reddederek vs. Bu, ‘Ekonomistlerin’ en büyük hatalarıydı) zaman zaman pür ve basit bir ‘grev’ teorisi ortaya koyan (onlar için ‘genel grev’, grev hareketinin ilahlaştırılması demekti. Bu da diğer eylem biçimlerinin unutulduğu ve önemsenmediği bir duruma indirgendi…) sonuçlara ulaştı. Bazı göstergeler şunu göstermektedir: Kapitalizmin serbest rekabet ‘cennetiyle’ kıyaslanmayacak ölçüdeki ilerleyişi ve emperyalizmin kaçınılmazlığının dünyanın gelişmiş ülkelerinde ‘barışçıl’ sermaye üzerinde yaratacağı nihai zaferi, sayısız ve değişken politik veya politik olmayan hatalara neden olduğunu ortaya koymaktadır.
Kautsky’nin Marksizm’le arasının açılması, politikayı inkar etme ya da unutma, özellikle emperyalizm çağını karakterize eden sayısız ve çok çeşitli politik çelişkileri, alt üst oluşları ve dönüşümleri üstünkörü ele alma ve emperyalizmin övgücüsü olmak şeklinde değil ama ‘barışçıl bir kapitalizm’ rüyasına dalmak biçiminde ortaya çıkmıştır…” (Lenin, Buharin’in “Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi”ne yazdığı önsözden, abç)
Lenin’in burada andığı örneklerden birincisi (Legal marksizm ve ekonomizm), varlıkları açık olgulardan ve bunların işleyişinin doğuracağı tarihsel sonuçların kaçınılmazlığından hareketle bunlardan tek yanlı, basitleştirilmiş ve doğrusal sonuçlar çıkarmanın politikada nelere yol açabileceğinin örneklerini oluştururken; Kautsky örneği, teorik açıdan öyle çok üstünkörü de olmayan bir çözümlemenin başlangıçta “küçük” gibi görünen bir zaafının dahi (emperyalizmin siyasetini ekonomisinden ayırma; ki günümüzde bu noktada bu kez de “ekonomiyi siyasetten ayırma” gibi tersten aynı yanlışa düşmemek çok önemlidir) süreç içinde -tabii başka etkenlerle de birleşmiş olarak- nelere yol açabileceğini hatırlatması yönüyle önemlidir. Bu konuyu biraz daha açmak yararlı olacaktır.
“… Yaklaşan emperyalist dünya savaşı tehlikesi ve buna karşı proletaryanın devrimci mücadele yürütmesinin gerekliliği (konusunda) Lenin görünürde asla yalnız kalmadı. Emperyalizmi ekonomik açıdan kapitalizmin yeni bir aşaması olarak kabul ederken de yalnız değildi. Bütün sol kanat, hatta II. Enternasyonal’in merkez ve sağ kanatları bile emperyalizmin temelinde yatan ekonomik olguların varlığını kabul ediyordu. Hilderfing bu yeni olgu üzerine yeni bir ekonomik teori geliştirmeye çalıştı ve Rosa Luxemburg ise, emperyalizmin ekonomik karmaşık bütünü, kapitalizmdeki yeniden üretim sürecinin zorunlu bir sonucu olarak göstermeyi başardı. Emperyalizmi tarihsel maddecilik teorisiyle organik olarak bütünleştirmeyi ve böylece ‘çöküş teorisine’ somut bir ekonomik temel sağlamayı becerdi. Buna rağmen, Lenin’in 1914 Ağustos’unda (ve ondan sonra uzun bir süre) savaş karşısındaki tavrında tamamen yalnız kalması asla bir tesadüf değildi. Ama bu, daha önce emperyalizm üzerine benzer biçimde ‘doğru’ yargılarda bulunan birçok kimsenin, şimdi ‘korkudan’ bocaladıkları, vb. şeklinde, psikolojik ya da ahlaki bir açıdan da açıklanamaz. Hayır. 1914 Ağustos’unda çeşitli sosyalist akımların aldığı tavırlar, onların daha önceki teorik, taktik vb., tutumlarının doğrusal, nesnel sonuçlarıydı.” (abç)
Lukacs’tan yaptığımız bu uzun alıntı, büyük dönüşüm süreçleri gibi süreçlerde teorik olarak yetkin çözümlemeler geliştirmenin bile pratikte siyaseten doğru bir çizgi tutturmaya yetmeyeceğini hatırlatması yönüyle önemlidir. Hele bu çözümlemeler teorik olarak da ciddi zayıflıklar, tehlikeli bir tek yanlılık ve çok vahim ideolojik yanlışlar içeriyorsa, o zaman tehlike de daha büyük, daha somut ve daha yakın demektir.
Esasında tarihteki bir başka “büyük dönüşüm” süreci olarak emperyalizm aşamasının tahlili sorunu, bu konunun kimler tarafından nasıl ele alınıp, nasıl irdelendiği konusu -tabii süreç içinde doğurduğu siyasal pratik sonuçlarla birlikte- bugün tartıştığımız konu açısından birçok yönüyle uyarıcı dersler içerir.
Emperyalizm olgusunun tahlili konusunda Marksist çevrelerce en fazla bilinen ve önemli bulunan 5 büyük çalışma vardır. Yapılış sırasıyla da bunlar İngiliz liberali Hobson’un (“Emperyalizm”), Avusturyalı “marksist” Rudolf Hilferding’in (“Kapitalist Gelişmenin En Son Aşaması Üzerine Bir Çalışma: Finans Kapital”), Rosa Luxemburg’un (“Sermaye Birikimi- Emperyalizmin Ekonomik Açıklamasına Bir Katkı”), Buharin’in (“Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi”) ve nihayet Lenin’in (“Empeyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”) başlıklarını taşıyan çözümlemeleridir.
Bunlardan Hobson ve Hilderfing’in çalışmaları, emperyalizm olgusunun özellikle de tekelleşmenin, mali sermaye asalaklığının ve sömürgecilik siyasetinin ulaştığı boyutları sergileyen somut veri ve istatistikler sunmalarının yanında olgunun tanımlanması dahil çarpıcı tespit ve gözlemler içermeleri yönüyle de ünlü ve öne çıkan çalışmalardır. O kadar ki, başta Lenin olmak üzere diğerleri onlardan bu yönleriyle fazlasıyla yararlanmışlardır. Rosa’nın “Sermaye Birikimi” adını verdiği çalışması, emperyalizm tahlilleri içinde teorik düzey ve derinlik bakımından tereddütsüz en gelişkin olanıdır. Rosa bu çalışmasında Marks’ın “sermayenin yeniden üretim” şemasını bu yeni aşamaya uygulayarak adeta “emperyalizm aşamasının Das Kapital’ini yazmak gibi devasa bir işe” soyunmuştur. Buharin’in önsözü Lenin tarafından yazılan çalışması, ona yine Lenin tarafından “partinin umut veren teorisyeni” sıfatını kazandıracak ölçüde dikkate değer derinlikte bir çalışmadır. Ama her biri kendine özgü gelişkin yanlar taşımalarına rağmen, gerek siyasal etki ve sonuçları bakımından gerekse tarihsel geçerlilik ve eskimeyen güncellik bakımından Lenin’inki hepsi içinde çok farklı ve devrimci açıdan biriciktir.
Bu fark nereden kaynaklanır? Onu yaratan etken nedir? Bu soru, bir başka büyük dönüşüm sürecinin çözümlenmesi sırasında kendimize sormamız ve sürekli akılda bulundurmamız gereken temel önemde bir sorudur.
Bu farkın nereden kaynaklandığını, yine uzunca bir alıntı yapma pahasına da olsa önce Tony Cliff’ten dinleyelim. Bu arada aşağıdaki satırları okurken Cliff’in, Lenin’in “Emperyalizm” kitabının “adeta kutsal bir kitap haline getirilmesine” şiddetle muhalefet etmekle kalmayıp onu, “teorik düzey bakımından diğerlerininkinin yanına bile yaklaşamayan, hatta büyük ölçüde onların yazdıklarından yararlanıp pek çok şeyi onlardan ödünç alan sadece popüler bir broşür” olarak nitelediğini de akılda bulunduralım:
“…Lenin bu kitabında tamamlanmış bir emperyalizm teorisi geliştirmiş olduğunu ileri sürmemiştir. Kitabın Luxemburg ya da Hilderfing’in eserleri kadar geniş kapsamlı olmayışı -örneğin, Rosa Luxemburg’un üzerinde çok fazla durduğu kar oranının azalması ve artık değerin gerçekleşmesi sorunlarına hiç değinilmemiştir- bir rastlantı değildir. Lenin, bu çalışmasında ekonomiye değinirken esas olarak modern kapitalizmin etkileri ile işçi hareketinin onun geçirdiği değişimlerden çıkarmak zorunda olduğu pratik derslerle ilgiliydi.
Lenin’in Emperyalizm adlı söz konusu çalışmasının kendisinden kısa süre önce modern kapitalizm üzerine araştırmalar yapmış insanlara -başta Hobson ve Hilderfing’e- ne çok şey borçlu olduğunu anlamak için bu insanların yazılarını okumak yeter. Hatta Lenin’in, Bolşevik Parti liderliği içindeki genç arkadaşı Buharin’e bu iki yazardan daha çok şey borçlu olduğu bile söylenebilir… Buharin, 1915’te, önsözü Aralık’ta Lenin tarafından kaleme alınmış Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi adlı bir kitap yazdı. Dolayısıyla Lenin, Emperyalizm adlı kitabına başlamadan önce Buharin’in kitabının el yazmalarına sahip durumdaydı. Bu iki kitap arasında yapılan bir karşılaştırma şunları gösterir: (1) Modern kapitalizmin halihazırdaki tanımlaması konusunda Lenin’in çalışması kesinlikle orijinal bir niteliğe sahip değildir ve Lenin pek çok şeyi Buharin’den ödünç alır; (2) İki kitap arasındaki fark ise çok derindir -bu, emperyalizm üzerine kuramsal, akademik bir inceleme ile aynı konu üzerine kaleme alınmış siyasi bir broşür arasındaki farktır.
Lenin’in kitabı, esas olarak, siyasi savaşımda önemli bir siyasi broşür olmayı amaçlamıştı… Broşür, işçilere, içinde yaşadıkları dönemin niteliğini ve onların karşı karşıya bulundukları görevleri göstermeyi hedefliyordu. Lenin, ekonomiyi somut eylem için bir rehber haline getirerek, emperyalizm üzerine geliştirilmiş ekonomik teorileri dönemin temel siyasi sorunları ile ilişkilendirdi…” (abc)
Burada “Lenin farkı”nı doğuran belirleyici etken, büyük tekeller ve mali sermayenin ortaya çıkışı gibi yeni olguları beraberinde getiren kapitalizmin bu yeni aşamasını tahlil ederken Lenin’in de diğerleri gibi ekonomideki değişimleri temel almakla birlikte (ki materyalist yöntemin emrettiği bir zorunluluktur bu zaten) diğerlerinden farklı olarak kendisini bu sınırlar içine hapsetmeyip, ekonomik yapıdaki değişimlerle dönemin tüm temel siyasi sorunları arasındaki ilişkileri kurmaya yönelmesi (bunlar arasında emperyalizm ile işçi aristokrasisinin ortaya çıkışı, emperyalizm ile sosyalizmdeki bölünme, sosyal reformizm ve sosyal şovenizm eğilimlerinin güç kazanması arasındaki ilişkiler de vardır) ve dikkatini asıl bu bağlantıların kuruluşuna yoğunlaştırmasıdır.
Leninist teori yapma tarzının her konuda görebileceğimiz bu ayırdedici özelliği, Lenin’in teorik çözümlemelerine -tam da Marksizmin devrimci ruhuna uygun bir biçimde- somut pratik eylem için bir rehber özelliğini kazandırmakla kalmaz; ona teorik olarak da “gerçeği bütün yönleriyle ve bütün bağlantıları içinde” kavramasını kolaylaştıran bir üstünlük kazandırır. Lenin’in, Troçki, Rosa veya Gramsci hayranları ile Althusserciler gibi “akademisyen marksistler” tarafından vd. entelektüel düzey bakımından dudak bükülüp “zayıf” bulunan teorik tez ve çözümlemelerinin dahi diğerlerinin hepsinden daha isabetli çıkıp, daha güncel kalabilmesinin sırrı da zaten buradadır.
Lukacs, “hakiki teorinin doruk noktası” olarak tanımladığı bu “farklılığın” emperyalizm olgusunun tahlili konusunda Lenin ile Rosa arasında kendisini nasıl gösterdiğini şöyle anlatır:
“Lenin’in emperyalizm anlayışı, -görünürde- paradoksal bir biçimde bir yandan önemli bir teorik başarı olmakla birlikte, öte yandan, salt ekonomik bir teori olarak bakıldığında gerçekten yeni olan çok az şeyi içermektedir. Ekonomik teori olarak, kısmen Hilderfing’e dayanmaktadır ve salt ekonomik olarak bakıldığında ise, derinlik ve mükemmellik açısından, Marx’ın yeniden üretim teorisini harikulade bir biçimde geliştiren Rosa Luxemburg’un katkısıyla oranlanamaz. Lenin’in üstünlüğü, -ve bu eşi benzeri olmayan bir teorik başarıdır- emperyalizm ekonomik teorisini çağımızın bütün siyasal sorunlarıyla birbirine somut olarak bağlamayı başarmasında; dolayısıyla yeni aşamanın ekonomisini, bu biçimde belirlenmiş bir çevre (dünya) içindeki tüm somut davranışlar için, bir ölçüt (Richtschmur) haline getirmeyi başarmasında yatmaktadır…
…
… Emperyalist ekonominin zorunlu olarak politikaya dönüştüğü momentleri (Rosa’da) tam olarak vurgulamaktadır. Ama bu bağlantı yine de somut olarak kurulmamaktadır. (Sonradan kurmaya yöneldiği durumların çoğunda da yalış kurmuştur- nba)… Rosa Luxemburg, bütün bir dönemin teorisini, modern emperyalizmin genel teorisini kurmuş ama bu teoriden günün somut taleplerine geçiş yapmanın yolunu bulamamıştır…
Bütün dönemin yargılanmasındaki teorik doğruluk, Luxemburg’da, hareket eden somut güçlerin (bunları değerlendirmek ve bunlardan devrimci biçimde yararlanmak Marksist teorinin pratik görevidir) açık olarak kavranması yönünde somutlaşmamaktadır…”
Lenin’in bu tavrı, diyalektik materyalist yöntemi ekonomiye, bilime, tarihe, dine, hukuka vd. uygulamakla kalmayıp, bilimsel bir yöntem olarak onun yasalarını formüle etmesiyle de ünlü Anti-Dühring’i kaleme alırken teorinin görevini, “yeni ortaya çıkan toplumsal olumsuzlukları mevcut üretim biçiminin zorunlu sonuçları, fakat aynı zamanda onun yaklaşmakta olan tasfiyesinin işareti olarak kanıtlamak” şeklinde tanımlayan ve “işçi sınıfının mücadelesi için stratejik ve taktik görevlerin tespiti(nin) ancak buradan çıkarılabileceğini” ekleyen Engels’in tutumuna ve uyarılarına uygundur.
Emperyalizm gibi yeni bir olguyu ele alıp tahlil ederken Lenin’i diğerlerinden farklı kılan yöntemin özelliğini, aslında kitabın bölüm başlıklarından dahi çıkarabiliriz. Lenin bu olguyu nasıl ele alıp incelemiştir? Toplam 10 bölümden oluşan kitabın ilk 6 bölümünde, kapitalizmin bu yeni aşamasını karakterize eden bütün temel ekonomik özellikler teker teker ortaya konulup açımlanır. (Bunlar sırasıyla: I- Üretimin Yoğunlaşması ve Tekeller, II- Bankalar ve Yeni Rolleri, III- Mali Sermaye ve Mali Oligarşi, IV- Sermaye İhracı, V- Dünyanın Kapitalist Birlikler Arasında Paylaşılması ve VI- Dünyanın Büyük Güçler Arasında Paylaşılması başlıklarını taşırlar).
Dönemin ekonomik açıdan ayırdedici özelliklerini böylelikle eksiksiz bir bütün halinde ortaya koyduktan sonra, “Kapitalizmin Özel Bir Aşaması Olarak Emperyalizm” başlığını taşıyan 7. bölümünde, hiçbir muğlaklığa yer bırakmayacak bir kesinlikte Lenin bu dönemi “emperyalizmin yeni bir aşaması” olarak niteler ve yine onun çok açık ve net bir tanımını ortaya koyar. Burada Lenin’in hem “yeni bir aşama” tespitini hem de kendi emperyalizm tanımını “kendinde şeyler” olarak değil, kitabının daha önceki -ve daha sonraki- bölümlerinde ortaya koyduğu olgu ve çözümlemelerle diyalektik bağlantılarını döne döne kurarak yapmasının yanında (böylelikle tahlil ve tanım, temel unsurları ve kurduğu bağlantılar itibarıyla zeytinyağı-su ilişkisine benzer bir ayrıksılıktan ve iç çelişkilerden kurtulup önce kendi içinde tutarlı bir bütünlük kazanmış olmaktadır) altı çizilmesi gereken çok önemli bir nokta daha vardır: Lenin, emperyalizme dair o ünlü tanımının, kapitalizmin bu yeni aşamasının “en ayırdedici”, “en temel” ve “en önemli” öğelerini eksiksiz bir biçimde içerdiğini büyük bir güvenle -sonraki yıllarda tarih bu güveni haklı çıkarmıştır- ifade ettiği her noktada, “bunun şimdilik salt ekonomik özeliklerle sınırlı bir tanım olduğunun asla unutulmaması gerektiği” uyarısında bulunmayı da hiç ihmal etmez.
Lenin bunu neden yapar? Çünkü emperyalizm, ne kadar öne çıkan, ne kadar önemli, ne kadar ayırdedici olursa olsun -tabii Marksist sosyal devrimci bir bakış açısından- salt ekonomik özelliklerden oluşan, salt ekonomik bir olgu değildir de ondan!
Bundan ötürü de zaten onu -ve irili ufaklı diğer bütün “büyük dönüşüm” süreçlerini- tarihteki yeri ve işçi sınıfı hareketi açısından anlamı yönlerinden “başka türlü tanımlamak”da mümkündür ve bu “daha başka tanımlamaların yapılması da -zorunluluk anlamında- gereklidir”. “Yukarıdaki tanımda olduğu gibi (Lenin’in sözünü ettiği, o ünlü emperyalizm tanımıdır-nba) sadece salt ekonomik temel kavramları değil, aynı zamanda genel olarak kapitalizm karşısında kapitalizmin bugünkü aşamasının aldığı yeri, ya da emperyalizm ile işçi hareketi içindeki iki temel eğilimin ilişkisini gözönünde tuttuğumzda emperyalizmin daha başka nasıl tanımlanabileceğini ve tanımlanması gerektiğini ilerde göreceğiz…” (abç)
Lenin’in “Emperyalizm” kitabının 8. bölümü “Emperyalizmin Asalıklığı ve Çürümesi” başlığını taşır. Bu bölümde Lenin, “modern kapitalist ekonominin iyice yerleşmiş (ve) artık tartışılmaz duruma gelmiş olguları” olarak varlıklarını daha önce sergilediği tekel olgusu ile mali sermaye ve emperyalist sömürgecilik politikasının ‘fotoğraflarını çekmenin’ bir adım daha ötesine geçer; bunların, devletin yapılanmasından üretici güçlerin gelişimi üzerindeki etkilerine, dünyanın yağmalanmasından işçi hareketi içindeki oportünizme varana kadar ekonomik olanın yanında siyasal ve toplumsal süreçler üzerindeki sonuçlarıyla da nasıl bir çürüme yarattığını sergiler. Daha önce varlığı gösterilen olguların bu kadarla yetinilmeyip yeni bağlantılarıyla birlikte sergilenilmesine devam edilen bu bölüm, daha önce işlenen tezleri bir üst düzeye sıçratarak yetkinleştirmenin yanında daha sonraki bölümlerin konularını oluşturan “emperyalizmin tarihteki yeri” (“kapitalizmin son aşaması, can çekişen kapitalizm, sosyalizmin arifesi”) ile “emperyalizmin eleştirisi” bölümlerine de güçlü bir temel hazırlayan ana bağlantı halkası özelliğine sahiptir.
9. bölüm “Emperyalizmin Eleştirisi” başlığını taşır. Bu bölümün temel teması da, Lenin’in sadece emperyalizm tahlili ve bu konudaki kitabının planıyla sınırlı olmayan bir anlam ve öneme sahiptir. Daha bölümün başında Lenin öyle bir “eleştiri” tanımı yapar ki, bu, hangi konu, olgu veya süreç söz konusu olursa olsun Marksist bir inceleme ve değerlendirmeyi, bir ve aynı olgudan yanlış sonuçlar çıkaran oportünizmin yanı sıra iyi niyetli, üstelik entelektüel bir düzey ve değer de taşıyabilen akademik çalışmalardan da ayıran en temel özelliği bize hatırlatır: “Emperyalizmin eleştirisini, sözcüğün geniş anlamıyla anlıyoruz, toplumun çeşitli sınıflarının, kendi genel ideolojileri ile bağıntı içinde emperyalizmin politikasına karşı aldıkları tavır olarak anlıyoruz”.
İşte bu! Marksist bir sosyal devrim örgütünde teorinin işlevi budur! Dönem tahlili ve benzeri stratejik perspektifler ortaya koymanın amacı, bu açıklığı sağlamaktır! Teorinin pratikle buluşma noktası burasıdır!
“Emperyalizmin Tarihteki Yeri” başlığını taşıyan 10. bölüm, bir önceki bölümde işlenen “Eleştiri”nin devamı ve tamamlayıcı parçası olarak, belirli bir olgu veya sürece ilişkin tahlillerinize tarihsel açıdan da devrimci karakter kazandıracak asıl özelliği içerir. Lenin bu bölümde, ele aldığı emperyalizm olgusunun ‘geçmiş‘ ve ‘gelecek‘ bağlantılarını kurar. “Daha yüksek” bir aşama olarak onun içinden çıktığı serbest rekabetçi kapitalizm ile olduğu kadar “çürüyen ve can çekişen kapitalizm” olarak neden ve nasıl “sosyalizmin arifesi” haline geldiğini gösterir. Ne bu ‘geçmiş‘ ne de bu ‘gelecek‘ bağlantısı, zeytinyağı ile su gibi ayrık veya yama gibi dururlar. Hele hele, eskisine kıyasla “daha yüksek bir toplumsal-ekonomik düzen” anlamına gelen bu yeni aşamanın salt içinden çıktığı aşamaya göre gelişkin yönleri ve üstünlüklerinin vurgusu ile asla yetinilmez. Asıl vurgu, onun gelecekle -sosyalizmle- olan bağları üzerinedir.
Lenin’in emperyalizm olgusunu ele alıp tahlil etme biçimi, örneğin günümüzdeki neoliberalizm olgusunun (veya benzeri bir başka “büyük dönüşüm” etkeninin) ele alınışı sırasında da bütünlüklü devrimci bir tahlilin içermesi gereken temel unsurlara dair bir ölçü olarak görülmelidir. Yetkinlikten de önce devrimci proletaryanın ihtiyaçlarına yanıt oluşturacak asgari bir devrimci işlevsellik taşıyabilmesi için böyle bir tahlil;
-
Öncelikle ortaya çıkan yeni olguyu net bir biçimde tanımlamalıdır. Bu olgu nedir; onu farklı kılan karakteristik yön ve özellikleri nelerdir; bunlar nereden ve nasıl doğmuşlardır; nasıl işlemekte, kendilerini çevreleyen diğer olgu ve süreçler üzerinde nasıl bir etkide bulunmaktadırlar, vb. vb. -bunların bütünlüklü bir tablosu ortaya konulmalıdır,
-
İkincisi ve asıl önemlisi, onun tarihteki yeri “hiçbir bulanıklığa ve ikili yoruma meydan bırakmayacak şekilde” net olarak ortaya koyulmalıdır. Özellikle de herşeyin dipten doruğa değiştiği bir büyük dönüşüm süreci ele alınıyorsa işin canalıcı noktası burasıdır ve böyle bir durumda bu mutlak bir zorunluluktur. Yaşanan bu büyük dönüşüm, tarihsel sürecin akışı içinde “yeni bir aşama” mıdır yoksa eskinin bazı yönlerden farklılaşmış -tabii ki doğrusal olmayan- bir devamı mıdır? Eğer açıkça veya örtük olarak “yeni bir aşama” iddiasında bulunuluyorsa bu nasıl bir aşamadır, nasıl bir evrimin (veya örneğin “bilimsel teknolojik devrim” tezinde olduğu gibi bir “devrim”in) sonucunda ortaya çıkıp bundan sonrası için nereye doğru nasıl bir seyir izleme ihtimali vardır? vb. vb. Kısacası her iki halde de, savunulan görüşün/ileri sürülen tezin, a) içinden çıkılan ‘geçmişle’ olan bağları ve ilişkisi ve asıl önemlisi b) gelecekle (sosyalizmle) olan bağları ve ilişkisi tutarlı bir bütünlük taşıyacak şekilde ve ikna edici bir açıklıkla kurulmak zorundadır,
-
Üçüncü temel bileşen olarak, onu doğuran nedenler ve yolaçtığı tüm sonuçlarla birlikte ele alınan olgunun sosyalist proletaryanın devrimci sınıf bakışından köklü bir eleştirisini sunmalıdır. Bu sadece parti güçlerinin, proletaryanın ve proletaryanın çizgisine kazanılması gereken emekçi kitlelerin bu çizgi temelinde eğitilebilmeleri açısından değil, yeni olgunun tarihteki yerinin doğru belirlenebilmesi, özellikle de gelecekle bağlantısının doğru kurulabilmesi için yerine getirilmesi şart olan bir zorunluluktur,
-
Üçüncünün içinde olmakla birlikte öneminden dolayı ayrı bir başlık altında altı çizilmesi gereken dördüncü bileşen olarak, aynı konuda, özellikle de ilk bakışta benzer tez ve görüşlere sahipmiş gibi görünen ama gerçekte konuyu ele alış ve temellendiriş biçimleriyle olduğu kadar çıkardıkları sonuçlarla da aradaki sınırların hiçbir bulanıklığa meydan bırakmayacak açıklık, kesinlik ve kalınlıkla çizilmesi gereken oportünist görüşlerle ayrımlarını çok net bir biçimde ortaya koymalıdır. Örneğin bugün bizim gündemimizde olan “neoliberal büyük dönüşüm” dönemine ilişkin olarak, bunu “tarihin sonu”, “proletaryanın sonu”, “sınıflar ve sınıf mücadelelerinin sonu”, “Marksizmin ve Leninizmin sonu”, “sosyalizmin sonu” vb. vb. olarak niteleyen gerici tez ve görüşlerle olduğu kadar, bunu “yeni bir çağın başlangıcı” olarak niteleyen “bilimsel teknolojik devrim” savunuları, “kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğini hala kaybetmediğinden” hareketle onun tarihsel sınırlarını, dolayısıyla devrimi öteleyen, bunun temel araç ve yöntemlerini reddeden vs. vs. görüş ve tezlerle de sınırlar çok net olmalıdır,
-
Ve nihayet, partinin ve proletaryanın devrimci eylemine yol göstermesi gereken bir tahlil -Marksistler teoriye bunun için ihtiyaç duyar, teoriyi bunun için yaparlar zaten-, hele bu bir de tarihsel bir dönem tahlili ise, partinin ve proletaryanın mevcut durumu kendi tarihsel amaçları doğrultusunda değiştirebilmesi için o tarihsel koşullarda yürütmesi gereken devrimci pratik faaliyete, strateji ve taktiklerine yol gösterecek hiç olmazsa ana esasları somut ve bütünlüklü olarak içermek zorundadır. “… mücadele içindeki bir sınıfın partisi (ve onun güçleri) tüm bu tartışmalarda siyasi tavrımıza ilişkin somut sorulara tamamen berrak –ikili yorumlara izin vermeyen– yanıtları”, en azından bunun temel esaslarını bulabilmelidirler.
Leninizmin ruhuna da, yöntemine de, tarzına da uygun stratejik bir kılavuz özelliğini kazanabilmesi için bir dönem tahlilinin taşıması/içermesi gereken bu beş temel unsur konusunda mutlak ve genel bir ‘derinlik‘ ölçütü belki ileri sürülemez; bu en nihayetinde somut ihtiyaç ve beklentilerin yanı sıra bireylerin teorik birikim düzeyleri, konunun öneminin ve boyutlarının nasıl ve ne kadar algılandığı ile de vd. bağlantılı, bu anlamda subjektif yönleri ağır basan bir konudur.
Öte yandan, yeni bir olgunun tahlili -ya da aslında ‘eskimiş‘ bir olgunun ‘yeni‘ ele alınışı- sırasında bu temel unsurların hepsi konusunda aynı yetkinlik ve derinliğin hemen yakalanması da beklenemez. Bu hem insafsızlık olur hem de bilgi ve bilgilenme süreçlerinin de basitten karmaşığa, ham ve ilkel olandan olgunlaşmış olana doğru diyalektik bir seyir izlediği gerçeğinin inkarı olur.
Ancak, partiye ufuk kazandırıp onun bundan sonraki pratik faaliyetlerine yol gösterici bir temel sunma iddiasını taşıyan bir çözümlemenin, yukarıdaki beş temel özelliği, asgari olgunluk düzeyinde de olsa diyalektik bir bütünlük oluşturacak şekilde ve tutarlı bir biçimde içermesi şarttır. Aksi taktirde, kimi ileri ve olgunlaşmış yön ve özellikler taşıyor olsa bile o tahlil devrimci bir dönem tahlili olarak henüz olgunlaşmamış, ham ve eksik demektir. Henüz olgunlaşmamış ve daha kendi içinde bile tutarlı bir bütünlüğe ulaşmamış ham ve eksik bilgi ise, çoğu kez içerdiği çok vahim hatalardan da görülebileceği üzere, politik mücadelede doğurabileceği sonuçlar bakımından en az ‘bilgisizlik’ kadar tehlikelidir! “ ”
(12 Haziran 2006-Terzi/Yusuf)