Kürt Özgürlük Hareketiyle Türk burjuva devleti arasındaki “süreç”, baştan beri adı konusunda dahi ortaklaşılmamış belirsizliklerle dolu kapalı bir süreç olarak seyrediyor. Ortada bir temas ve demeç trafiği var ama Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı çağrı ve PKK’nin Kuzey’de silahlı mücadeleye son vererek fesih kararı aldığı 12. Kongre dışında net hiçbir bilgi, veri ve gelişme yok. Ki o fesih kararının kapsamı, sınırları, hangi adımlara bağlı olarak nasıl uygulanacağı ve yerine ne konulacağı da halen belirsiz.
Buna karşın, tarafların muradı ve beklentileri konusunda ortaklaşılmış asgari bir çerçevenin varlığından çok yokluğunu düşündüren belirtilere ise neredeyse her gün bir yenisi ekleniyor. Rojava’da HTŞ yönetiminin Halep’te Şeyh Maksut ve Eşrefiye mahallelerinin yönetiminin devri sırasında yapılan anlaşmayı çiğneyerek esir takasını askıya almasıyla Türkiye’de haftalardır sözü edilen İnfaz Yasası konusunda ‘dağın fare dahi doğurmaması’ bunun son örnekleri oldu. Bu arada ABD-Türkiye-HTŞ yönetimi arasındaki temas trafiğinin artması ise mide bulandırıyor.
Yunanistan tarihindeki Varkiza Anlaşması ya da yakın dönemden FARC’la Kolombiya devleti arasındaki anlaşma gibi tarihsel örneklerden alınması gereken derslerin başında böylesi süreçlerde ihtiyatı elden bırakmama zorunluluğu gelir. Dolayısıyla olasılıkları mutlaklaştıran bir yaklaşımla erken beklentilere kapılmak kadar mahkum edici kesin hükümlere varmak da yanıltıcı ve yanlış olur.
Kaldı ki sürecin şu güne kadarki seyri yanında onu tetikleyen dinamik olarak gerek Suriye özgülünde gerekse Ortadoğu genelinde hemen hiçbir taşın hâlâ yerine oturmadığı gerçeğiyle birlikte düşünülecek olursa aceleci sonuç ve yargılara varmaktan kaçınmak gerekliliği daha da belirginleşir. Bu etkenlere bir de Türk devletinin “Osmanlı’da oyun çoktur” sözünde ifadesini bulan tarihsel genetiği eklenirse, bu sürece neden olağandan çok daha fazla ihtiyat kuşku ve güvensizlikle yaklaşmak gerektiği anlaşılır.
Ne var ki gerek Kürt özgürlük hareketi cephesinde gerekse Türkiye devrimci hareketi cephesinde bu zorunluluğu dikkate almayan aceleci yaklaşımlarla giderek daha fazla karşılaşır olduk.
KÖH cephesinde şeylerin adını cesaretle koyarak hareketi buna zorlayan, şayet bir zorlama yoksa o zaman hâlâ karşılıksız kalan bu denli ciddi tavizlere neden ihtiyaç duyulduğunun anlaşılmasını sağlayacak bilgilendirme temelinde kadrolarını ve kitlesini olası olumsuz gelişme ve hayal kırıklıklarına hazırlamak yerine ideolojik ve politik açıdan verilmek zorunda kalınan tavizlere bile abartılı anlamlar yükleyen ajitatif bir tarz ve söylem öne çıkıyor. Abdullah Öcalan’ın, ulusal sorunun çözümünün “kültüralist” olarak tanımladığı kültürel özerklik gibi en geri reformist biçimini bile tarihsel bakımdan geçerliliğini kaybetmiş anlamsız bir hedef olarak tanımlayıp ulusal ve sınıfsal bütün sorun ve çelişkilerin akılcı çözüm yolu olarak soyut bir demokrasi temelinde “toplumla ve devletle bütünleşmeyi” öneren 27 Şubat Çağrısı’nı “asrın manifestosu” olarak tanımlayıp “halkların ve insanlığın kurtuluş reçetesi” olarak tanımlamak bu tutuma verilebilecek örneklerden sadece biridir. Keza Kürt sorunu bağlamında silahlı mücadelenin miadını doldurduğu iddiasıyla Bookchin gibi sonradan liberalleşmiş eski bir anarşistle Laclau-Mouffe ikilisi gibi ‘post Marksist’ geçinen liberallerden alınma tezlerin eklektik bir karışımının “aşkın bir sosyalizm” paradigması olarak Marksizm’in karşısına çıkarılmasını da bu örnekler kapsamında anabiliriz.
Ortalama bir bilincin dahi bugüne dek izlenen çizgi ve tarihsel amaçlarla uyuşmazlığını görmekte güçlük çekmeyeceği ideolojik politik tavizlere olduğundan farklı anlamlar yüklemeye çalışmak, inandırıcılık sorunu yaşamakla kalmaz belirsizliklerle dolu bir sürecin içermeye devam ettiği tehlikeler ve riskler konusundaki ihtiyat ve uyanıklığı da zayıflatıp köreltir. Onu yanlış ve tehlikeli kılan da bu uyuşturucu özelliğidir.
Sınıf mücadelesi elbette hiçbir zaman düz bir çizgide ilerlemez, sürekli bir yükseliş eğrisi çizmez. Gücünüzü ve olanaklarınızı aşan koşullar ve dengeler nedeniyle irili ufaklı tavizleri de içeren politik manevralar yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu zorunluluk bazı hallerde umulmadık an ve biçimlerde karşınıza çıkabilir. Bu, mücadelenin doğasında vardır. Önemli olan durumu gerçekçi bir yaklaşımla çözümleyip soğukkanlılığı kaybetmemektedir. Kadrolarınızı da kitlenizi de bu temelde aydınlatıp bu kavrayış düzeyine çekmeye çalışmaktır. Bunun tersi bir yönelime girip olguları eğip bükmeye çalışmak, yeni durumu kavramakta zorlanmanın yaratacağı moral bozukluğu ve tepkileri yatıştırmak anlamında an’ı kurtarmaya yarar belki ama içten içe de kuşkuları besler. Yaratılan beklentilerin tersi yönde gelişmelerle karşılaşılacak olunursa yaşanacak moral bozukluğunun çok daha büyük olmasına zemin hazırlar. Zorunlulukların basıncıyla yönelinen yeni süreci kavramakta zorlanmanın yol açabileceğinden daha tahrip edici düşünsel ve ruhsal kırılmalara bugünden davetiye çıkarır.
Askerlikte olduğu gibi siyasette de kısmi ya da genel geri çekilme süreçleri bu yüzden kritik süreçlerdir. Gerçekçiliği elden bırakmayan soğukkanlı bir yaklaşımla yönetilmesi gerekir. PKK’nin kadın-erkek lider kadrolarında pek fazla değil ama onlar kadar tanınan kimi yönetici kadrolarıyla medyada ve legal alanda ‘kanaat önderi’ konumundaki kimilerinde bu yanlış ve tehlikeli yaklaşımın baskın olduğuna tanıklık ediyoruz. Sanki her şey kontrol altında ve istenen yönde gelişiyormuş, ayrıca hedeflenen sonuçların eli kulağındaymış gibi bir tek yanlılıkla çok iri ve iddialı cümleler kuruluyor; PKK’nin bugüne dek savuna geldiği (üstelik zamanında hemen hepsini bugünkü yeni yönelim gibi mutlaklaştırıp biricikleştirdiği) çizgi ve programatik hedeflerle bariz bir biçimde çelişen ideolojik politik tavizleri rasyonalize edebilmek için başka şeyler yanında bilimsel sosyalizm öğretisi olarak Marksizm’e ve zamanla ona da yabancılaşan sosyalizmin tarihsel pratiğine yönelik ölçüsüz bir eleştirellik arkasına siperleniliyor. Öte yandan, Türk burjuvazisi ve şoven kamuoyunu ‘süreci’ ilerletmeye ikna etmek adına burjuvazinin başı sıkıştığı zaman sarıldığı “1000 yıllık kardeşlik” edebiyatı tekrarlanmakla kalmıyor, Kürtlerle ittifakın tarihte Selçuklu ve Osmanlı yayılmacılığının önünü nasıl açtığı hatırlatılıyor. Türk şovenizminin yayılmacı hırslarına hitap ederek sonuç almaya çalışan en hafif tanımla bu ‘yakışıksız’ çaba sırasında Anadolu’daki Alevi Türkmen kırımının simgesi Yavuz Selim’le İdris-i Bitlisi ittifakını tarihsel bir referans olarak gösterecek kadar ölçü kaçırılabiliyor.
Hiçbir şeyin henüz kesinlik kazanmadığı, bağrında çeşitli olasılıklar barındıran süreçleri tanımlamak için kullanılan bir deyim vardır: “Bu pilav daha çok su götürür”. PKK’nin 12. Kongre kararlarının arkasının nasıl geleceği dahil bugünkü ‘sürecin’ olası seyri en kısa yoldan bu şekilde özetlenebilir.
Hal böyleyken, Türkiye devrimci hareketi saflarındaki kimi devrimci parti ve örgütler de tek boyutlu düz bir mantıkla her şeye bitmiş gözüyle bakıyor. Bu koşullarda yapılabilecek tek ya da en mantıklı tercih anlamına gelmemekle birlikte ne KÖH’ü bu tavizkar yönelime zorlayan bölgesel koşulları ve Rojava Devrimi’nin kazanımlarının sıfırlanması başta gelmek üzere beliren ciddi tehlikeleri ne Kürdistan’ın ve KÖH’ün hareket sahasının salt Bakur (Kuzey) parçasından ibaret olmadığı gerçeğini ne bu yiğit halkın ve onun devrimci öncülerinin 40 yıldan beri ödedikleri bedellerin ağırlığını ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak yaşanan savaş yorgunluğundan beslenen barış özlemi ve arayışının insani karakterini dikkate alıyorlar. Devrimciliği salt biçime indirgeyen düz bir mantıktan hareketle PKK’yi “teslimiyet” ve “tasfiyecilik”le suçluyorlar.
Nedenleri başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte gerilla mücadelesinin uzunca bir süredir savaşta inisiyatifi yitirip Güney’de savunma pozisyonuna itildiğini, bu anlamda tıkandığını görmeyen daha doğrusu görmek istemeyen ezberlenmiş kalıplara dayalı bu refleksif tepkileri (teslimiyet, tasfiyecilik değerlendirmelerini) ciddiye alma olanağı yok. Üstelik bu dogmatik tepkiler, kendi yapamadığımızı Kürtlerden beklemek gibi ahlaki bir zaafla da malûl.
Silahlı mücadelenin ve şiddete dayanan devrimlerin çağının artık geçtiği ön kabulünden hareketle silahlı mücadelenin anlayış düzeyinde terk edilip mahkum edilmeye kalkılması devrimci açıdan kuşkusuz ‘tasfiyeci’ bir yaklaşımdır. Biz Marksist Leninistler açısından bunun ‘anlaşılır’ bir gerekçesi yoktur ve olamaz. Fakat yıllardır bu görüşte olduğu bilinen Abdullah Öcalan’ın çağrısı üzerine 12. Kongresi’nde kendisini fesih kararıyla birlikte silahlarını teslim ederek bundan böyle Kuzey Kürdistan’da silahlı mücadele yürütmeyeceğini de ilan etmesi tereddütsüz bu kapsamda değerlendirilebilir mi? Politik açıdan kapıyı buna açan çok ciddi bir taviz, dahası yeni ve ciddi bir ideolojik kırılma belirtisi olarak görmekle birlikte bu konuda da şu aşamada kesin bir hükme varmanın erken olacağı görüşündeyiz. Kaldı ki Öcalan 1990’ların sonunda ve İmralı savunmasında bu görüşleri dile getirdiğinde bu yönelimi ideolojik bir kırılma olarak tanımlayıp eleştirdiğimiz zaman bizi “ulusal hareket gerçeğini kavrayamamak ve bir demokratik devrimin gerçekleşmekte olduğunu görememekle” suçlayanların bugün sanki yepyeni bir durumla karşılaşılıyormuş gibi feveran etmelerini şaşkınlıkla izliyoruz. Bu anlamda ideolojik açıdan ‘beklenmedik yepyeni bir gelişme’ yok karşımızda. Fakat PKK özgülünde bunun pratik bir adıma dönüşebileceğinin ilan edilmesi elbette yeni bir durumdur. Fakat bu henüz hayata geçmiş değildir. Başka bir anlatımla, belirli koşullara bağlanan bir niyet ifadesi olmanın ötesine henüz geçilmemiştir. Kongre’de resmi olarak verilen bu sözün SDG ve PJAK’ı da kapsayıp kapsamadığı tartışması bile indirgemeci düz bir mantıkla aceleci yargılardan kaçınmak gerektiğini hatırlatan bir veridir. Kaldı ki işler o noktaya gelecek olsa bile PKK’nin elindeki silahlardan ne kadarını nerede nasıl teslim edeceği de henüz belirsizdir.
Abdullah Öcalan’ın asıl olarak devleti ve şoven kamuoyunu rahatlatmaya yönelik 27 Şubat Çağrısı’nın arkasından PKK’nin mevcut örgütsel yapısını feshederek Kuzey’de silahlı mücadele yerine açık faaliyet yürüteceğini açıklamasını “tasfiyecilik” olarak görüp bu temelde eleştiren yaklaşımları aceleci ve indirgemeci bulmakla birlikte bir yere kadar anlarız. Fakat bu eleştirinin KÖH’ü şimdiden tasfiyecilik, teslimiyet ve reformizmle damgalayıp bu arada o sanki bütünüyle sırtını dönmüş gibi onun yarattığı değerleri sürdürme iddiası biçimine bürünmesini ise siyaseten olduğu kadar ahlaken de sorunlu bir yaklaşım olarak görürüz.
TDH saflarında kendini gösteren ikinci bir eğilim ise ortadaki bariz olgu ve belirtileri dahi ya görmezden gelerek ya da Pollyannacı bir yaklaşımla yorumlayarak gidişi rasyonalize etme çabası şeklinde karşımıza çıkıyor. KÖH’ün ciddi ideolojik siyasi tavizler içeren son yönelimini rasyonalize etme çabasına giren KÖH kadro ve taraftarları gibi bunların sarıldıkları argümanlardan biri de “Yeni olan bir şey yok ki, Öcalan bu görüşleri ’93 Ateşkesi’nden beri dile getiriyordu zaten” gerekçesi. Bu görüş ilk bakışta doğru olmasına doğru. Bu konuda bir süreklilik ve ısrar var ortada. Ama böylesi bir süreklilik ve ısrarın varlığı ne bunun çizgide bir kırılma anlamına geldiği gerçeğini ortadan kaldırır ne de bu kırılmanın kendi içinde geçirdiği evrimi önemsizleştirip arkasından gelen yeni kırılmaları umursamama gerekçesi olarak kullanılabilir. Bu anlamda bu ısrar, devrimci yaklaşım açısından olumlanacak bir tutarlılık anlamına gelmez. Öncelikle bu içeriksel gerçeğin altı çizilmelidir. İkinci olarak, bu ısrarlı yönelimin söylem düzeyinde kalmaktan çıkıp hareketin pratiğine de yön veren bir düzeye taşınması başlı başına önem taşıyan ciddi bir yeni kırılma özelliği taşır. Sorunun bu yönünün de üzerinden atlanamaz.
Bu hatırlatmaları yaptıktan sonra kaldığımız noktaya dönecek olursak, yukarda işaret ettiğimiz erken hüküm kesmelere yönelik “Daha önceleri neredeydiniz? Bu gidişe yön veren temel tez ve yaklaşıma bugüne kadar neden bu ölçüde net ve keskin bir tavır almadınız? Neden bunun tam tersi bir sahiplenme ve destek profili çizdiniz?” sorusu yerinde, meşru bir soru özelliği kazanır.
Gerek KÖH sözcüleri gerekse onları anlamak adına gidişi bu kez tersten bir tek yanlılıkla rasyonalize etmeye çalışan Türkiyeli devrimci örgüt ve çevrelerin altını ısrarla çizdikleri gerekçelerden biri de “KÖH’ün tarihsel tecrübesine ve politik ustalığına güvenmek gerektiği” vurgusudur. Anlamakta güçlük çektiğimiz ya da düpedüz karşı olduğumuz durumlarda bile birbirimizin aklına, deneyimine, samimiyetine güvenmekten kolaylıkla vazgeçmeme özenini göstermek devrimci bir siper yoldaşlığının temel gereklerinden biridir kuşkusuz. Yalnız bunun tek taraflı bir beklenti değil karşılıklı bir güven olması gerektiğini de unutmamak koşuluyla. Daha da önemlisi bu güvenin, eleştiriyi ve birbirimize eleştirel yaklaşmayı dışlayan gözü kapalı bir kuyruğa takılma biçiminde yozlaşmasına da meydan vermemek gerekiyor.
TİKB’li komünistler olarak Özgürlük Hareketi’nin 12 Eylül’ün yenilgi ve tasfiyecilik ortamında yaptığı 1984 devrimci çıkışını büyük bir heyecanla karşılamakla kalmadık PKK’nin hevallerin aklına ve politik yeteneklerine de samimi bir güven duyduk. Sonradan tam zıt kutba savrulan başkalarının PKK’yi “karşı devrimci” olarak görmeye devam ettikleri ‘90’ların ilk yıllarına kadar özellikle cezaevlerinde sosyal şovenizmin iliklerine işlediği yapılar tarafından bu yüzden “PKK kuyrukçusu”’ olarak nitelenip Konsey’lerden dışlanmaya çalışıldık. Fakat bu yoldaşlık ve güven ilişkisi, yanlış gördüğümüz tutum ve politikaların eleştirisini dışlayan gözü kapalı bir ahbap çavuşluk, dahası tabiyet ilişkisi biçiminde yozlaşmadı. Bu ilkesel duruşumuzun yazılı belgeleri ortadadır. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de yoldaşlık hukuku ve güven adına “PKK ne yaparsa bir bildiği vardır ve doğrudur” şeklinde gözü kapalı bir güven anlayışını doğru bulmuyor ve paylaşmıyoruz.
Bu sürecin başından beri kuşku ve kaygılarımız ön planda. Bunun temelinde de her şeyden önce dünyanın bugünkü durumu ve gidişin olağanüstü olarak tanımlanmayı hak edecek ölçüde aleyhimize olması geliyor. Bu durum ve gidişin bölgemize yansımalarının da farkındayız. Bu konulardaki görüşlerimizi 6. Konferans belgelerimizde de dile getirdik. Zaten bu koşulların basıncıyla ortaya çıkan bir süreçte Varkiza ve FARC deneyimlerinin yanı sıra silahlı mücadelenin terk edilmesiyle noktalanan IRA ve BASK hareketlerinin ‘pasif karşı devrim’ yöntemleriyle sisteme adapte edilme deneyimlerini unutmak/gözardı etmek felaket olur. Öte yandan ‘ömrünü doldurduğu’ gerekçesiyle terk edilen eski çizgi ve politikaların yerini alacağı söylenen yeni stratejik hattın çerçevesi ve içeriği konusunda da hiçbir bilgiye sahip değiliz. Dolayısıyla gidişin hangi yönde, nasıl bir gidiş olduğuna dair olumlu ya da olumsuz kesin belirlemelerde bulunamıyoruz. Bu yeni sürecin yürütülüşü sırasında güya ders alınan önceki süreçten bile daha kapalı bir yöntem izlenmesi gözü kapalı bir güven duyma imkanını büsbütün ortadan kaldırıyor.
Sadece “bize ve deneyimlerimize güvenin” demek yetmiyor. Kaldı ki deneyimler konusunda da ‘93 ten beri boşa düşen çok sayıda öngörü ve beklentiye tanık olduk. Bunların hepsini bir kenara bıraksak bile Öcalan’ın uluslararası bir komplo sonucu Suriye’yi terk etmek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıldığı koşullarda PKK’nin diğer önder kadrolarının hâlâ barınmaya devam ettiği gerilla alanlarına değil de Avrupa’ya çıkmayı tercih etmesi de o zamanlar “olağanüstü sonuçlar elde etmeyi sağlayacak en akılcı yol” olarak lanse edilip savunulmuştu. Bu tercihin sonucunu hep beraber yaşayarak gördük. Şimdi de PKK’yi bariz bazı tavizler vermeye zorlayan gelişme ve etkenleri görmekle birlikte seçilen yol dışında başka nasıl bir hat izlenebilirdi sorusunu kendimize soruyor ama sürecin arka planında neler konuşulduğuna dair hiçbir veri ve bilgi sahibi olmadığımız için herhangi bir yargıya varamıyoruz. Kuşkuyu ve ihtiyatı elden bırakmamayı bu yüzden doğru görüyoruz.
Kürtlerin talep ve özlemleri konusunda devlet tek bir adım atmamışken PKK’nin Bakûre Kürdistan’da silahlı mücadeleye son verip kendisini feshedeceğini açıklaması sadece kitlelerde değil hareketin kadroları içinde de şaşkınlık ve hüzün yarattı. “Süreç” öncekinden daha kapalı bir yöntemle yürütüldüğü için ortada koyu bir belirsizlik var. Mücadelenin bundan böyle farklı biçim ve araçlarla sürdürüleceği vurgusu zihinlerdeki soru işaretlerini ve kaygıları yatıştırmaya yetmiyor bu yüzden. Mevcut tablo bu haliyle sürdüğü sürece kaygılı bekleyişin sağlıksız tepki ve sorgulamalara, dahası ruhsal bir çöküşe dönüşmesi olasılığı hiç de az değil. “Çöktürme Planı”nın güncellenmiş uzantısı olarak devletin buna oynadığını bile söyleyebiliriz. Bu nedenle kendi adımıza bu değirmene su taşımaktan özenle kaçınacağız. Yanlış ve tehlikeli bulduğumuz tutum ve yaklaşımlara ilişkin uyarı ve eleştirilerimizi dile getirirken KÖH safları ve tabanında moral bozukluğunu körükleyip sağlıksız tepki ve sorgulamalara güç ve cesaret verecek tutumlardan uzak duracağız.
Öte yandan “süreç” hangi yönde nasıl gelişirse gelişsin gerek Şubat başında ilan ettiğimiz 6. Konferans kararlarımızda gerekse 3 Mart 2025 tarihinde yaptığımız TİKB MK açıklamasında vurguladığımız üzere:
“Sürecin bundan sonraki seyrine dair kaygılarımız ve faşist rejimin olası tutumuna dair güvensizliğimiz ne kadar büyük olursa olsun sonuçta emekçi Kürt halkı ve onun öncülerinin verecekleri kararı ezilen bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı kapsamında görerek her şeyden önce saygıyla karşılayacağız. İzlenen politikalar ve gidişe dair uyarı ve eleştirilerimizi de bu saygı çerçevesinde dile getireceğiz. Yanlış bulduğumuz politika ve yönelimlere karşı çıkarken Kürt halkının kendi kaderini dilediği şekilde kullanma hakkı arasındaki ilkesel sınırı çiğnememeye azami özen göstereceğiz. Ezen ulus şovenizmine özgü kibir ve küstahlıktan uzak durmakla kalmayıp bunun bütün belirtileriyle uzlaşmaz bir savaşım yürüteceğiz. Kürt ulusal sorununun devrimci proletaryanın sınıf bakış açısı ekseninde eksiksiz çözümü doğrultusundaki çabalarımızı gevşetmek şurada dursun daha ısrarlı biçimde yoğunlaşmış olarak sürdüreceğiz.
Fakat içine girilen süreçte asıl olarak işçi sınıfı ve emekçi halk hareketini emek-sermaye çelişkisi temelinde daha geniş ölçeklerde örgütleyip yükseltmeyi daha fazla yakıcılaşmış tarihsel bir sorumluluk olarak görüyoruz. Ezilen Kürt ulusuna/halkına verilecek en büyük desteğin bu cephede sınıf ve kitle hareketini örgütlü bir şekilde yükseltmekten geçtiğini dün olduğu gibi bugün de biliyoruz. Süreci sadece Kürt halkının talepleri ve kazanımları ekseninde değil Türkiye ve bölge işçi sınıfının devrimci örgütlenmesini de gözeterek ele alıyoruz. Emperyalist güçlerin, bölgesel gerici iktidarların ve işbirlikçi burjuvazinin süreç üzerindeki etkileri onu yalnızca dar ulusal bir perspektifle değerlendirmenin tehlikelerini de gözler önüne sermektedir. İçinden geçtiğimiz tarihsel kesitte işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirmeden ulusal sorunun kalıcı, adil ve gerçekten özgürleştirici bir çözüme kavuşmasının mümkün olmadığını görüyoruz. Bu bilinçle, her türlü milliyetçi ve şovenist sapmadan arınmış sınıfsal perspektifi esas alan bir mücadele hattını örmekte ısrarcı olacağız.”
02. Haziran. 2025
TİKB Merkez Komitesi