TİKB tarihinin sembol isimlerinden M.Fatih Öktülmüş’ün adının ve anısının sömürülmesi konusunda mide bulandırıcı bir yarışa tanık oluyoruz.
TİKB’den kopmakla kalmayıp ona düşmanlaşanlar hemen bir ‘Fatih filmi’ yapıp onunla ilgili kitap çıkarmaya soyunuyorlar. Che’nin metalaştırılmasının minyatürünü Fatih örneğinde yaşıyoruz.
TİKB’nin kurucu kadrolarından biri olarak M. Fatih Öktülmüş, ismi TİKB ile özdeşleşmiş bir komünisttir. Onun TİKB’li bir komünist olduğu gerçeğini vurgulamaktan ısrarla kaçınıp sıradan bir halkçı “Fatih anlatımı” kimi anlattığının farkında olmayan amatörlük belirtisi olarak görülemez. Bunun arkasında bilinçli bir TİKB düşmanlığı yanında komünizm ve örgüt düşmanlığı vardır.
Bu bilinçli tutum tıpkı bir zamanlar 12 Eylül faşizminin yapmaya çalıştığı gibi Fatih’i siyasi kimliğinden soyundurup sıradanlaştırmaya yeltenmek anlamına gelir. Bu sadece Fatih’e değil 12 Eylül faşizmine karşı ölümüne direnen bütün devrimcilere yapılabilecek en büyük saygısızlık ve hakarettir!..,
Onu Fatih yapan değerlerin başında gelen TİKB’li bir komünist olma özelliği, Fatih’in ve temsil ettiği devrimci değerlerin sadece TİKB’ye ait olduğu anlamına gelmez kuşkusuz. O TİKB’ye ait olduğu kadar Türkiye devrimci hareketine de ait ortak bir değerdir. Bu nedenle, temsil ettiği değerlere ve anısına sadık kalarak Fatih’i genç kuşaklara ve tarihe anlatma yönündeki samimi ve dürüst her çabayı saygıyla ve sevinçle karşılarız. Ne var ki Fatih’in temsil ettiği değerlere yerle gök arasındaki mesafe kadar uzak ve yabancı olanların Fatih’i metalaştırıp sömürmeye kalkmalarını da aynı ölçüde nefretle karşılarız.
Hem 2010’larda hem de son günlerde piyasaya sürülen Fatih filmleri ve son olarak Ayrıntı yayınları tarafından yayımlanan “Benim adım Dilaver” kitapları bu ikinci türden sömürü örnekleridir.
Bu filmleri yapanlar ve bu kitabı yayınlayanlar, Fatih’in adının arkasına saklanarak geçmişlerindeki utanç sayfalarını ve bugün nerede olduklarını unutturma çabası içindedirler.
Örneğin, bir grev kırıcının bu tutumuna ilişkin hiçbir samimi pişmanlık göstermeden grev üzerine film ve edebiyat yapması ne kadar ahlaki ve dürüst bir tutumsa Bektaş Karakaya’nın 1984 Ölüm Orucu’nda dizleri titremeden sonuna kadar gidip ölümsüzleşen M.Fatih Öktülmüş hakkında film yapıp kitap yayınlaması da o kadar ahlaki ve dürüst bir tutumdur.
Bektaş Karakaya o eylemde TİKB’nin ölüm orucu ekiplerinde yer almak için gönüllü olmuş fakat Fatih’in hayatını kaybetmesinin üzerinden 36 saat geçmeden tedaviyi kabul ederek eylemi bırakmış biridir. Eylem daha başlamadan aralarında Fatih’in de olduğu TİKB Merkez Komitesi’nin eylemin hangi koşullarda nasıl bitirileceğine dair koyduğu temel kuralları neden çiğnediğine dair kendisine yöneltilen sorulara bugüne dek yanıt verebilmiş değildir.
Buna karşın hem Fatih’in ölümünden 3-4 gün önce Sağmalcılar Özel Tip’te yatan dönemin MK üyelerine gönderdiği notta ona dair dile getirdiği kuşkuyu doğrulayacak şekilde (*) hem de hastahanede aynı koğuşta kaldıkları başka eylemcilerin hastahane dönüşü sıcağı sıcağına anlattıkları gözlemlere göre bilinci yerindeyken tedaviyi kabul etmiş, bu eylem kırıcı tutumunu kendi ifadesiyle “bilinci yerine geldikten sonra” da sürdürmüştür.
Hâlâ yanıtlanmamış bu soru ve kanıtlara ek olarak ’84 ÖO Direnişi sırasında sergilediği grev kırıcı tutumuna ilişkin bizzat kendisinin itirafları vardır.
Bunlardan biri, ÖO sonrası sevk edildiği Adana Köprüköy Cezaevi’ndeki direniş sürecinde sergilediği yalpalamalara ilişkin olarak o dönem kadınlar koğuşunda kalan Nevin Berktaş’a yazdığı fakat idarenin eline geçen Eylül 1985 tarihli notunda yazdıklarıdır. Köprüköy Cezaevi Jandarma Bölük Komutanı jandarma üsteğmen Hulusi Sezginer’in 1 Ekim 1985 tarihini taşıyan bir üst yazıyla “örgütsel içerikli döküman” kaydıyla cumhuriyet savcılığına gönderdiği iki sayfalık bu notunda Bektaş Karakaya, “TİKB’nin ilkelerini geçici de olsa ayaklar altına almak, bayrağı yere düşürmek” vb. olarak nitelediği bu yalpalamalarını bir yönüyle “TİKB’nin M-L ideolojisiyle tam manasıyla donanmamış olmasına” bağlarken diğer bir neden olarak da “ÖO sürecinde gelişen ölüm korkusunun, yaşama isteğinin yol açtığı gevşekliğe, ruh halindeki tavsamaya” bağlamaktadır.
Bektaş Karakaya sonradan lâfta kalan bu özeleştiriyi yapmadan önce de TİKB onun elini bırakmamış, kendisini toparlayıp TİKB’nin anlayış ve değerlerine uygun bir devrimci olarak yeniden ayağa kalkması için ona tekrar tekrar şans tanımıştır.
Bektaş Karakaya’nın ikinci itirafı ise, 2012 yılında yayınladığı yalan ve tahrifatlarla dolu -adını da utanmadan “Bize Ölüm Yok” koyduğu- kişisel resmi tarih anlatımının propagandası kapsamında o dönem Yol tv’de kitap tanıtımı yapan Atilla Keskin’in programında dile getirdiği görüştür. O programda TİKB’yi kastederek “Örgütünün kendisini yıllarca ‘o eylemde neden ölmedin’ diye suçlayıp bu gerekçeyle dışlandığı” iftirasını dile getirdikten sonra sözlerini, “Bu tutum ve eleştiriler karşısında yıllarca üzüntü ve eziklik duydum. Ama artık öyle düşünmüyorum. Tam tersine ‘İyi ki ölmemişim’ diyorum. Çünkü bana göre hiçbir ideoloji uğrunda ölmeye değmez” diyebilen biri bugün kalkmış Fatih’in isminin arkasına saklanmaya çalışmaktadır.
TİKB’nin işleyişine de, kültürüne de, geleneklerine de sığmayan bir tutumla kendisini “Fatih’in gözdesi”, “Fatih’in örgütü ona emanet ettiği veliaht”, “Osman ve Fatih’in en güvendiği kadro” vb. olarak pazarlamaya çalışan bu tükenmiş kişiliğin gerçekte nasıl bir ‘hayal dünyasında’ yaşayıp başkalarını ve tarihi nasıl aldatmaya kalktığını görmek için birkaç soru sormak yeterlidir:
Bektaş Karakaya madem bu kadar “gözde” ve “değerli” militandır, TİKB’nin elde avuçta kalan bütün kadrolarının çağrılı olduğu kuruluş kongresi niteliğindeki 1979’daki İMT’ye (İleri Militanlar Toplantısı) neden çağrılmamıştır?
Bundan 14 ay sonra (1980 Nisan) yapılan 1. Konferans’ta neden yoktur?
Dönemin işkencedeki tutumu pürüzsüz olan bütün temel kadrolarının anlatımlarına yer verilen Adressiz Sorgular kitabında niye onun anlatımı bulunmamaktadır?
Yıllardan beri sağda-solda kendisini “Fatih’in veliahtı” olarak göstermeye çalışacak kadar TİKB’ye yabancılaşmış Bektaş Karakaya, örgütün 1986 sonrası sürüklendiği tasfiyecilik batağından çıkabilmek için atacak taşı olan herkese büyük ihtiyaç duyduğu bir dönemde -onu bu bireysel kararından vazgeçirme yönündeki bütün ısrar ve uyarılara karşın- neden yurtdışına çıkmıştır? Eğer iddiası doğruysa o zaman “Fatih’e verdiği sözü” neden unutmuş, “Fatih’in emanetine” neden ihanet etmiştir?
ÖO sürecinde olduğu gibi yakalandığı zaman İskenderun polisinde sonrasında Adana-Köprüköy cezaevinde sergilediği yalpalamaların ezikliğiyle yaşayan Bektaş Karakaya’yı örgütün insan ihtiyacının zirvede olduğu bir kesitte yurtdışına da bu eziklik sürüklemiştir. O geçmişindeki bu leke ve tökezlemelerle devrimci bir hesaplaşmaya yöneleceği yerde bir taraftan kendisine resmi bir tarih uydurma çabasına yönelmiş, bir taraftan da örgütün prestijini kullanarak yaptığı her işi örgütün başına kakmaya yeltenecek ölçüde kibir ve böbürlenme konusu haline getirmiştir. Fatih’i metalaştırıp yıllardan beri sömürüp durması da herkesten önce kendisiyle barışabilmek için seçtiği bu ‘varoluş tarzı’nın sonucudur.
1990’lı yılların başlarında TİKB’yle topu topu 3-4 yıl ilişkisi olan fakat görevlendirildiği her alanı bir süre sonra bırakıp kaçarak soluğu yurtdışında alan Oktay Duman hakkında ise konuşmak bile abestir. Yurtdışında da ahlaki rezaletleriyle tanınan bu çürümüş unsurun adının Fatih’in adıyla yan yana gelmesi -buna olanak yaratıp çanak tutmak- bile M. Fatih Öktülmüş gibi komünizm idealine, örgütüne ve ilkelerine bağlılığıyla tanınan bir komüniste yapılabilecek en büyük hakaretlerden biridir.
Aynı şekilde Fatih’i “anlatanlar” içinde Erhan Erel ile 12 Eylül dönemindeki avukatlarından Hüsnü Öndül dışında onu yakından tanıyan eski yoldaşlarından BİRİNİN BİLE bu projede yer almamış olması, buna karşılık Çankırı’da girdikleri bir çatışma sırasında önce teslim olmayı önerip Fatih ve Sezai’nin (Sezai Ekinci) kararlı tutumu sonucu girilen çatışmanın devamında korkusundan Fatih’i kolundan vuracak kadar panikleyen, 1985 operasyonu sırasında ise bu kez itirafçılaşmanın eşiğine kadar gelecek ölçüde çözülen biriyle sadece TİKB’yi değil örgütlü mücadeleyi ve devrimciliği yıllar öncesinde bırakıp eleğine duvara asmış insanlara “Fatih’i anlattırmak” Fatih’e küfür etmekten farksızdır.
8 Mart 1980 tarihli sayısının manşetinde Fatih ve Osman’ın büyük boy fotoğraflarını basıp “Aktancılar kendilerini ispat için adam öldürüyorlar” manşetiyle TİKB’lileri devlete ihbar eden Aydınlık adındaki paçavranın o dönem Ankara büro sorumlularından biri olup devletle her zaman şaibeli ilişkiler içindeki bu karanlık çevrenin hâlâ sorumlu kadrolarından biri olan Hikmet Çiçek adındaki Aydınlıkçı süprüntüye o filmde yer vermek ise Fatih’in anısına saygısız omurgasızlıkta sözün bittiği noktadır!..
Fatih’i sömürü nesnesi haline getirerek onun ismi ve anısının arkasına saklanmaya çalışanların girişimlerinden haberdar olduğumuz andan itibaren ‘bizi istemediğimiz yöntemlere başvurmak zorunda bırakmamaları için’ özellikle Oktay Duman’ı ve ona yardakçılık edenleri değişik kanallardan uyarmaya çalıştık. Bu Fatih simsarlarının isimlerini anmadan kamuoyu önünde yaptığımız açık uyarılarımız da oldu. Onlar ise kendilerine ulaşmaya çalışan yoldaşlarımızdan köşe bucak kaçtılar. Eski yoldaşlarımız ve taraftarlarımızla ilişki kurarken sinsice davrandılar. Çoğuna düpedüz yalan söylediler, bazılarına bizlerin bu projeyi onayladığımız izlenimi vermeye çalıştılar.
Onlar yüzsüzlüğü madem bu noktaya getirdiler, madem ok yaydan çıktı, öfkemizin bundan sonra alacağı biçimler konusunda kimse TİKB’ye söz söylemeye kalkmasın!.. TİKB’nin uğradığı güç kaybından cesaret alarak ‘fırsat bu fırsattır’ kafasıyla bu ortamdan farklı biçimlerde nemalanmaya kalkanlara tahammülümüzün kalmadığını herkes görecek!.. 24 Ocak 2020
TİKB Merkez Komitesi
(*) Fatih, ölümünden bir kaç gün önce Sağmalcılar Özel Tip’te yatan dönemin TİKB MK üyelerine DS davası tutuklularından Aslan Tayfun Özkök aracılığıyla gönderdiği kısa bir notta, ‘Eylem sırasındaki kimi tutumlarından dolayı DS ile aralarındaki komün ortaklığına son verdiğini; öte yandan, Aysel Zehir yoldaşa zorla müdahalenin ardından yan tarafındaki yatakta yatan DS’li M. Göleli’nin de tedaviyi kabul etmesinin Bektaş Karakaya’da moral bir sarsıntıya yol açtığını, eylemin geleceğine güvenini kaybettiğini, gücünün elverdiği ölçüde sohbet ederek onu ayakta tutmaya çalıştığını fakat kendisine bir şey olursa Bektaş’ın eylemi bırakma ihtimalinin yüksek olduğunu’ yazmıştır. Ortadaki somut kanıtların da gösterdiği gibi süreç daha sonra aynen Fatih’in öngördüğü gibi gelişmiştir.