İsmail Cüneyt

H. Selim Açan

Gençlik yıllarımda okuduğum devrimci-sosyalist romanlarda karşılaştığım olumsuz tipleri yazarların ‘uydurduklarını’ düşünürdüm. Bunlar gerçek olamazlardı. Sosyalizmi benimseyip partiye katılmış birinin, çıkarcı, kariyerist, sahtekar, hırsız, sabotajcı vb. birine dönüşmesi, o zamanlar bana, yeryüzü ile gökyüzünün birleşmesi kadar imkansız bir durum olarak görünürdü.

Örneğin, Gladkov’un “Çimento (Fabrika)” romanındaki gibi sınıfa ve sosyalizme yabancılaşmış, partili olmanın avantajlarını bireysel çıkarları için kullanan, kadın düşkünü, üçkağıtçı, ruhsuz tiplerin yönetici konumlara gelmek şurada dursun partide hatta sosyalist toplumda dahi yeri olamazdı. ‘Komünist’ ya da ‘sosyalist’ dediğin, sadece ve sadece, aynı romandaki Gleb ya da Gorki’nin “Ana” romanındaki Pavel Vlasov gibi su damlası kadar berrak, kendilerini tümüyle insanlığın kurtuluşu davasına adamış, bireysel amaç ve hedefler peşinde koşmayan, hiçbir güçlükten yılmayacak kadar güçlü irade sahibi, sosyalizmin ve partinin düşmanlarından nefret eden çalışkan ve fedakar devrimciler olabilirdi. ‘Komünist’, en azından ‘devrimci’ olmanın bu anlama geldiğine dair düşüncem hala değişmiş değil!..

Ancak, ilerleyen yıllarda yaşayıp tanık olduklarım, genç bir devrimciyken sahip olduğum yukardaki inancın ne kadar ‘naif’, naiflikten de öte ne kadar ‘çocukça’ olduğunu fazlasıyla gösterdi. ‘İnsan’ denilen canlının nasıl karmaşık ve değişken bir varlık olduğunu, ‘görüntüsü’ ile ‘gerçekliği’ arasında -realite olarak sırıtmadığı durumlarda dahi potansiyel olarak- her zaman bir aralığın bulunduğunu, ‘mükemmel’ bir insan olamayacağı gibi ‘hep aynı’ kalan bir insanın da olamayacağını, onun için kimseyi fetişleştirmemek gerektiğini vd. asıl olarak bu tecrübelerden öğrendim kendi adıma.

Yaşadıklarımdan öğrendiğim diğer bir şey ise, hiç olmazsa insan olarak kalmakla düşkünlükte sınır tanımamak, kahramanlıkla ihanet, başını dik tutabilme hakkını koruyabilmekle işi iyice arsızlığa vurmak arasındaki mesafenin sandığımız kadar büyük ve geniş olmadığını görmekti. Sadece kendi içimizde değil dışımızdaki örgütlerin içinden de belirli dönem ya da eylem kesitlerinde öne çıkıp haklı ya da haksız olarak ‘efsaneleşmiş’ isimlerin daha sonraki serencamları gözüme soktu bu gerçeği.

Hayatın bir bakıma kafama vura vura öğrettiği bu derslerden sonra garip bir huy edindim: Herbiri inandıkları değerler uğruna yiğitçe ölümün üzerine giden yoldaşları düşündüğüm zamanlarda, “yaşasaydı acaba, bugün barikatın hangi tarafında olurdu? Bildiğimiz duruşunu, komünist devrimci özelliklerini korumaya devam mı ederdi yoksa başkalarında tanık olduğumuza benzer bir savruluş ve deformasyon süreci sonunda o da giderek ‘tanınmaz’ hale mi gelirdi?” diye sorar oldum.

Bu, fazlasıyla öznellik içeren spekülatif bir soru elbette. Yanıtı da, her şeyden önce neleri baz aldığına yani konuya nereden baktığına bağlı. Örneğin, militan bir sosyalizm savunusu ve örgütlü devrimcilikte ısrarı merkeze koyan bir yaklaşımla, görüşlerinin çoğuna karşı olduğum Ursula K. Le Guin’in isabetli tanımıyla “siyasal eylem kılığındaki basit sınır ihlalleri” ile kendini tatmin eden liberal zıpçıktılığın bu soruya verecekleri yanıt aynı ol(a)maz elbette. Sonuçta herkes kendi yolunun yolcusu.

“Yaşasaydı bugün nerede, ne halde olurdu acaba” spekülasyonunu yaparken, “hiç değişmezdi, dün ne ise bugün de o olmaya devam ederdi” yanıtını tereddütsüz verdiğim yoldaşlardan biri de İsmail’dir. İsmail Cüneyt. Tarihimizdeki lakabıyla “Stalin Memet”.

İsmail’deki bu ‘maya sağlamlığı’, bugünden geriye bakarak çıkarsadığım ya da sonradan farkına vardığım bir özellik değil aslında. 1975’lerde bizim o zamanki örgütlü yapımızla ilişki kurduğu ilk günlerden itibaren onu böyle tanımış, böyle düşünmüşümdür. Ve bu sanırım sadece benim değil onu tanıyan hemen herkesin edindiği ilk izlenimlerden biridir.

İsmail bizim “Hacettepeliler” grubundandı. 12 Mart sonrası bütün devrimci örgütlerin öğrenci hareketi zemininde yeni yeni toparlanmaya çalıştıkları o kesitte, Ankara genelinde olduğu gibi Hacettepe Üniversitesi’nde de oldukça etkindik. Sayıca da kalabalık bir grubumuz vardı. Hem çeri-çöpü dahi içine çekip sürükleyen dönemin özelliği hem de öğrenci hareketinin doğasından dolayı o parçamız da haliyle heterojen bir yapıya sahipti. Devrimcilikte ciddi ve kararlı oldukları ilk bakışta farkedilenler de vardı o grup içinde, “geçerken uğradıkları” her hallerinden belli yol arkadaşları da; Ankara’nın neresinde bir çatışma varsa oraya koşan gözü kara militanlar da vardı, Hacettepe içindeki kavgalarda bile sıvışmanın bir yolunu bulan korkaklar da; “taş yerinde ağırdır” misali kendilerini göstermekten hoşlanmayanlar da vardı, her yaptıklarını ayrı bir gösteriş ve pazarlama konusu haline getirenler de…

Sonuçta hayat -tıpkı bugün gibi- o kesitte de hükmünü yürüttü. Kimin, kendisi ya da başkaları hakkında ne düşünüp ne dediğinden bağımsız olarak herkesi yerli yerine oturttu. 12 Eylül bile gelmeden, polisin MHP’li faşistlerle ortaklaşa kurdukları bir pusu sonucu 18 Mayıs 1976’da yitirdiğimiz ‘Keko’ (Fevzi Aslansoy) dışında Hacettepeliler’den geriye fazla kimse kalmamıştı. İsmail (ve Sezai) işte o ayakta kalanlardandı.

İsmail’i asıl olarak 12 Eylül sonrası, o zor ve karanlık günlerde tanıdım diyebilirim. Öncesinde de vardı ilişkimiz elbette ama çalışma alanlarımızın farklılığından dolayı yolumuz fazla kesişmemişti. 1979 Şubat’ın da yapılan İMT’ye o Adana İl Komitesi üyesi olarak katılmıştı. TİKB’nin ayağa kalkışını, bir anlamda gerçek doğumunu sağlayan o toplantıya da ‘devrimcilikte ısrar’ görüşü ve iradesine sahip olarak gelmişti. Toplantıdaki az ama öz konuşmalarıyla da bu duruşun öne çıkan temsilcilerinden biri oldu. O toplantıda MK üyeliğine seçildi.

İsmail’in devrimciliğinde beni en etkileyen yön, kendini yenileme ve aşma konusunda sergilediği performanstır. Sonuna kadar gitme kararlılığıyla gözünü budaktan esirgemeyen militanlık başta olmak üzere devrimciliğe başlarken sahip olduğu ‘doğal sermaye’ zaten zengindi. 12 Mart koşullarında memleketi Balıkesir-Sındırgı’da ellerine geçen kimi devrimci broşürleri ve birkaç devrimci kitabı okumakla başlayan devrimcilik yaşamında, çok geçmeden, Marksist Leninist temellerde proleter sınıf devrimciliği doğrultusunda yaptığı bilinçli tercihi de bu özsel zenginliklerden biri olarak anmak gerekir. Fakat İsmail ne sahip olduklarıyla yetindi ne de zaten sahip olduklarını oldukları kadarıyla bıraktı.

“Sınırlarını zorlamak” ve “kendini aşmak” tanımları, devrimci örgütlerin literatürlerinde çok kullanılır. “Bu kavramlarla anlatılmak istenilene TİKB tarihinde ilk ağızda kimler örnek verilebilir” diye bir soru gelecek olsa, şahsen benim yanıtım, İsmail Cüneyt ve -11 Nisan 2001’de, F tiplerine karşı ÖO Direnişinde yitirdiğimiz genç işçi yoldaşımız- Tuncay Günel olur. Bu tabii ki, ölen ya da halen hayattaki başka yoldaşlarımız arasında başka örneklerin olmadığı anlamına gelmez. Ama İsmail ile Tuncay’ı öne çıkaran fark, birinci olarak, “sınırlarını aşma” konusunda sergiledikleri ısrar ve iradenin büyüklüğü ve sürekliliğinden ileri gelir; daha da önemlisi, ikisinin de aslında potansiyel olarak dahi zayıf oldukları konu ve alanlarda oldukça kalın olan sınırlarını zorlamak mecburiyetiyle karşı karşıya bulunmalarına rağmen bu ısrardan vazgeçmemelerinden kaynaklanır. Ne demek istediğimi İsmail örneği üzerinden açıklamaya çalışayım.

İsmail, üniversiteye gelene kadar 1960’ların Sındırgısı gibi küçük bir taşra kazasında bir nev’i köy hayatı yaşamış. Zengin bir sosyal ve kültürel yaşamı olmamış. Arada bir yaptıkları sinema kaçamakları dışında örneğin doğru dürüst futbol dahi oynamamış, bisiklete binmeyi bile öğrenememiş, yorucu ve bezdirici tarla-tapan işleri dışında ne kendine farklı ufuklar açıp farklı beceriler geliştirmesine vesile olacak hobiler edinmiş ne de buna fırsat ve zemin bulabilmiş. Sadece eline ne geçerse okumuş.

Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gelişiyle birlikte atıldığı örgütlü devrimcilik yaşamının ilk yıllarında da -dönemin koşulları sonucu- yoğun bir devrimci pratiğin içinde bulmuş kendini. Günleri, haftaları, ayları değil yılları, mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda örgütün verdiği görevlerin peşinden koşmakla geçmiş.

Ama buna rağmen İsmail -yukarda da işaret ettiğim gibi- ne yaptıklarıyla ne de sahip olduklarıyla yetindi. Komünist mükemmelleşme doğrultusunda kendini geliştirip zenginleştirmek için elinden geleni yaptı. Müthiş bir iradi çaba sergileyerek yetersizlik ve zayıflıklarının üzerine yürüdü. Dar pratikçiliği her şey olarak gören dönemin devrimcilik anlayışı ve yaygın devrimci tipolojisinden kopup farklılaşarak militan bir devrimci pratikle teorik gelişmede ısrarı birleştirmeyi başardı

Zaten, TİKB’nin hem örgütçülerinden hem teorisyenlerinden hem de askeri komutanlarından biri olarak adı ve anısı her zaman yaşayacak olan ölümsüz proletarya kahramanı İSMAİL CÜNEYT, asıl olarak bu ısrarın sonucunda doğdu.

“Kendini aşmak” genellikle daha önce sahip olunmayan yeni özellik ve beceriler edinmek şeklinde anlaşılır. Bu kuşkusuz yanlış değil fakat eksik bir kavrayıştır. İşin bir de, daha önce varolan bazı olumsuz anlayış ve alışkanlıkların terkedilmesi boyutu vardır ki, insanın kendisiyle savaşmasını gerektiren kendini aşmanın bu yönü kanımca olmayan özellik ve becerilerin edinilmesinden daha zor ve değerlidir. İsmail, bu yönüyle de “kendini aşmanın” etkileyici bir örneğiydi.

Devrimciliğinin ilk yıllarında özellikle de devrimci değerler ve örgütün çıkarlarıyla çelişen tutumlar karşısında aşırı sert tepki vermesiyle tanınırdı. Kendisi her ne kadar “bıyıklarının altı okka oluşuna” bağlamaya çalışsa da, ona “Stalin” lakabı bu özelliğinden dolayı takılmıştı. Dönemin devrimci militanlık anlayışının sığlığından da beslenen bu darlık ve hoşgörüsüzlük onun adına öyle yapışmıştı ki, tümüyle aşamamış olsa bile bu konuda da kat ettiği mesafenin büyüklüğü şaşırtıcıydı. Öyle ki, 1984 ÖO’unda ölümünden önceki son görüşmemizde Fatih’le konuşurken, onların yakalanmasından sonraki süreçte yaşadığımız kimi olumsuzluklar sırasında İsmail’in nasıl makul ve olgun tutumlar sergilediğini anlattığımda Fatih önce inanamadı, şaşkınlığını -ve tabii ki takdirini- “Bizim Stalin mi?..Yapma ya!..” nidalarıyla dile getirdi.

Osman’ın (Yoldaşcan) erken ölümü, arkasından Fatih (Öktülmüş) ve Sezai (Ekinci)’nin tutsak düşmeleriyle birlikte Müfreze komutansız kalmıştı. İşin kötüsü, “Komando” Tahsin (Tahsin Alpşar) gibi Müfreze’nin deneyimli elemanlarından da tutsak düşenler vardı. Fakat bu boşluğun mutlaka doldurulması gerekiyordu. İsmail, teorik gelişmede yaptığı atılıma benzer ikinci görkemli sıçramayı o kritik kesitte, askeri alanda yaptı. Düşünün ki, öncesinde bisiklete binmeyi dahi bilmeyen bir insan, ahdetti, 4-5 ay içinde iyi bir şoför haline geldi. Asıl önemlisi, kendisini kafaca ve ruhen komutanlığa hazırladı.

Mali yönden sıkışmaya başlamıştık. Acilen para getirecek bir eylem yapmak gerekiyordu. Geriye kalan Müfreze üyesi bir-iki yoldaşla İsmail bazı ön keşifler yaptılar. Sonuçta biri Karagümrük’te diğeri Kartal merkezde iki kuyumcu üzerinde yoğunlaşıldı ve nihayetinde Kartal’dakini yapmaya karar verdik. Yalnız Kartal’ın iki büyük dezavantajı vardı: Birincisi merkezi bir yerdeydi, küçük bir falso dahi olsa eylem dışardan birileri tarafından hemen farkedilirdi. İkinci dezavantaj ise, geri çekilme olanaklarının sınırlılığıydı. Eylem başarılı olsa bile devlet bu yönleri kısa sürede keseceği için arabayla çekilmek çok riskliydi. Birincinin üstesinden, hazırlanan eylem planı soğukkanlılıkla uygulandığı taktirde gelinebilirdi. İkincisini ise, yürüyerek de ulaşılabilecek bir akraba evini ayarlayarak çözdük.

Her şey planladığımız gibi gitti, ekibin tecrübesizliğe rağmen plan profesyonellere özgü bir soğukkanlılıkla uygulandı. Eylemde kullanılan silahların ve el konulan altınların konulduğu çantayı sırtlamış olarak geri çekilme noktası olarak belirlediğimiz eve girer girmez İsmail’le uzun uzun kucaklaştık. Salona geçip sigaraları yaktığımızda ağzından önce derin bir “ohhh!” çıktı, arkasından, “biliyor musun, ne ölüm ne yakalanma korkusu vardı içimde. Ama başarısız olma korkusu yok mu, içeri girerken neredeyse dizlerim çözülecekti bu yüzden…” itirafı döküldü. Zaten “Ya başaramazsak…” kaygısı yok mu, o dönem ‘yeni’ olan her adım ve açılım sırasında hepimizin en büyük korkusu ve gerilim kaynağıydı.

İsmail’le son görüşmemiz, katledilmesinden sanırım 10-11 gün önceydi. Biz o zamanlar Adana’daydık. Düzenli olarak yaptığımız aylık MK toplantısı için İstanbul’a gelmiştim. Toplantı bir gün sürdü. Geri döneceğim günün sabahı İsmail’le birlikte çıktık toplantıyı yaptığımız evden. Kendi elleriyle pişireceği acı biberli kuru fasulye ve turşu ‘ısmarlayacaktı’ bana. Kozyatağı’ndaki kaldığı eve gittik. Gündemdeki sorunlar dışında havadan sudan sohbet ettik 4-5 saat boyunca. Oya ona bir kazak örmek istiyordu. Kazağın rengini ve istediği modeli sıkı sıkıya tembihledi. Çok sıkıntılı ve yalnızdı o sıralar. Yılbaşı vesilesiyle bir süreliğine Adana’ya gelip bizimle kalmasını önerdim. Uzun yıllar çalıştığı bir il olduğu için severdi Adana’yı. Hoşuna gitti bu öneri, gelme sözü verdi. Ama gelemedi…

Muhtemelen 21 Aralık 1983 günü, Galatasaray’daki bir işyerinde düşmüş polisin kurduğu tuzağa. Mahkeme sürecinde dinlenen tanıklar, polisin sağ olarak ele geçirdiğini dile getirdiler. Operasyonla ilgili yapılan resmi açıklamada ise, “Beylerbeyi’ndeki bir evde polise silahla karşı koyduğu için çıkan çatışma sırasında vurulduğu” beylik yalanı söylenmişti.

İsmail’i her düşündüğümde, “yaşasaydı nerede olurdu acaba” temelinde bir tereddüt aklımın ucundan dahi geçmiyor ama “yaşasaydı ne yapardı” diye düşündüğüm zaman gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Yaşayıp tanık olduğumuz düşkünlükleri, sinsilik ve kalleşlikleri, çürüme ve yozlaşmanın boyutlarını görseydi eğer, kesinlikle öfkeden köpürür, sinirlendiği zamanlarda uçlarını kemirdiği bıyıklarını herhalde köküne kadar yer bitirirdi… (Bu arada bir parantez açarak şunu da ekleyeyim: Sadece İsmail değil, onları doğru dürüst tanımayan kimi istismarcıların ‘pamuk helva’ kıvamında “yumuşakçalar” olarak resmetmeye çalıştıkları Fatih, Sezai, Osman, Ataman, Metin, Tahsin… de yaşıyor olsalardı tepkileri farklı olmazdı. Bundan da adım kadar eminim!).

Fakat şunu da biliyorum ki, İsmail -ve diğer yoldaşlar da- sadece öfkeden çılgına dönmekle, sövüp saymakla, içini böyle boşaltmakla yetinmez; komünist gelişme ve mükemmelleşme yolundaki ısrar ve iddiasını iki katına çıkarır, günün devrimci görevlerini yerine getirebilmek için eskisinden daha büyük bir enerji ve hırsla işlere sarılır, parti bayrağını tekrar yükseklere taşıyıp devrim ve sosyalizm kavgasını büyütmek için elinden geleni yapma konusundaki ısrarını azimle sürdürürdü.

Leninist tarzda devrimciliğin ‘olmazsa olmaz’ özelliklerinden birini oluşturan ‘proletaryanın sınıf kini’ denilen duygu ve bilinç, bu iki yön ve özelliği birlikte içermez mi zaten?..

***

TİKB Merkez Komitesi üyesi İsmail Cüneyt, 21 Aralık 1982‘de askeri faşist rejim tarafından gözaltında kurşuna dizildi. Kalbi hizasında yarım ay biçiminde dört kurşun, ona işkencede boyun eğdirememiş olmanın hırsını taşıyordu.

İsmail Cüneyt, ölümsüzleşen adından başka, komünist bir önder olarak örnek bir yaşam bıraktı bizlere. Komünisti biçimlendiren, savaşımda bilinç ve kararlılık, devrim tutkusu ve inancı, kendini sakınmasızca adama, kesintisiz yenilenme ruhu, örgüt adamı olma ve onu özenle koruma onuru ışıldıyor orada…

Bir yoldaşının anlatımından:

Komünist gelişmede kesintisizliğin adı

İleri Militanlar Toplantısı’ndan sonra taşındığımız Sahrayıcedit’teki evde sürekli kalmaya başlamıştı. İMT’de alınan kararlar üzerinden OÇ (Orak-Çekiç TİKB‘nin merkez yayın organıdır) çıkmaya başlayacaktı. Platformun hazırlanması, temellerin atılmasına yönelik yoğun bir çalışma başlamıştı. Sürekli olarak okuyup yazan, geceleri oturan, geceleri yazan ve çalışan… Sıkıntılıydı ama bunları dışa yansıtmaz, dile getirmezdi. Sadece bir şeyleri çözmeye çalıştığı zaman yüzündeki ifadeden bunu anlardım. Kimi zaman ev içinde şakalaşarak stres atmaya çalışırlardı, o zamanlar yaşadığı stresi farkederdim. Yoğunlaştığı zamanlar bu tür takılmalara pas vermezdi. Bir şeyi, yazıyı hallettikten, belli bir noktaya getirdikten sonra keyiflenir ve ev içindeki şakalaşmalara dahil olurdu.

Belli bir dönem yazıya yoğunlaşmasına karşılık, daha çok dışarıda olurdu. Eve, dışarıdaki işlerin verdiği stresle gelirdi. Tez canlıydı. Bunun getirdiği sıkıntılarla zorlanma, yapıda çıkan sorunlar, işlerin istediği gibi gitmemesi vb. onu strese sokardı ama bunu tümüyle kitaplara saldırarak çözerdi. Çayı çok severdi. Sıkıntılarını aşmak için sürekli kitaplara saldırırdı. Gece çok geç vakitlere kadar -gündüz dışarıda dolaşmış olsa bile- kitaplara yoğunlaşırdı.

Gece çalışmalarının ayrı bir anlamı vardı o dönem. Sıkıyönetim döneminde, 12 Eylül’de ve sonrasında geceleri sokakta askerler devriye gezerdi. Ve ihbarcılık bilinçli bir şekilde teşvik edilir, komşularını ihbar etmek üzerinden propaganda yürütülürdü. İnsanların tek kanallı televizyondan, radyodan sürekli olarak her gün bu propagandanın etkisi altında olduğu düşünülürse… böyle bir ortamda komşularından, bakkalından tut herkes birbirini gözler. Ve her gün yakalanma haberleriyle illegal yaşamın birçok yönü, basında lanse edilirken illegal bir ev yaşamında o çevreye karşı geçmişe oranla çok daha uyanık ve dikkatli olmak gerekiyordu. Geceleri 12′den sonra ışık yanan evlere devriye gezen askerler girip rahatça “Ne yapıyorsunuz?” diye sorabiliyordu. Bu nedenle geceleri çalışacakları zaman, odanın penceresine kalın bir battaniye asılırdı, dışarıya ışık sızmasın diye… bu her gece yapılan bir işlemdi. Özellikle komşuların ses duymaması için çok sessiz, gürültü yapmadan çalışırlardı. O yüzden gece çalışmaları o dönem de normal dışı bir yaşam biçimiydi.

Diğer yoldaşlarla geçen konu, sohbet ve tartışmalarda daha çok dıştan bir gözlemci olarak yer alırdı; diğer yoldaşlara göre teorik birikim anlamında oldukça geriydi. Ama bunu kendine güvensizliğe dönüştürmezdi. Biliyormuş gibi de davranmazdı. Bu tür durumlarda en çok dinler, anlamaya çalışırdı. Kendi bilgileri üzerinden, tartışmayı soru sorma biçiminde derinleştirmeye çalışırdı. Daha çok Osman, …, Sezai, Fatih’in bir araya geldiği bu tür ortamlarda dinlerdi, sessiz kalırdı ama bu bir eziklik şeklinde olmazdı. Gözlerini açar, düşünceli bir şekilde açar, dinlerdi. Arada sorular sorar, ama çok konuşmayı tercih etmezdi.

Diğer taraftan kendi eksikliğini daha fazla okuyarak tamamlamaya çalışırdı. Okuma biçimi hırslıydı, bu gözlerinden görünürdü. Daha sonra da genelde düşünürken görürdüm. Bazen notlar alırdı, o zaman ertesi gün yapacağı işleri üzerine yoğunlaştığını anlardım. Ev içi yaşamda ona ne kadar takılmaya çalışsalar da gerginlik yaratmazdı. Ama genel olarak ben onun rahatlamış bir halini hiç görmedim. Her an tetikte yaşayan bir insan haliydi. O yüzden de kimi zaman onu gevşetmek için yapılan şakalara tepki verdiği de olurdu.

1979 yılı boyunca evde yoğun bir tempo vardı. O zaman ben de daha çok karşıda kalıyordum evde fazla durmuyordum. Evi çekip çevirme sorumluluğu bende değildi pek. Zaten ev rahattı ve çekip çevrilecek durumu yoktu. 12 Eylül daha gelmemişti. Onlarla paylaşımım sınırlıydı. Akşamdan akşama ya da arada bir gittiğimden günlük paylaşımım azdı. Belli bir süre sonra bildiğim kadarıyla herkes belli bir bölgenin sorumluluğunu almıştı. Herkes başka illere gidip geliyordu. O sirkülasyon içinde kalıcı, sabit bir ev yaşamı yoktu. Sürekli değişirdi. İsmail’in işleri daha çok İstanbul’daydı diye hatırlıyorum ama o da gidip gelirdi, başka bir ile mi giderdi bilmiyordum. Kimin nereye gittiğini zaten bilmiyordum. O ev otel gibiydi. Sabit kalan bir yoldaş vardı. O yüzden İsmail’le ilgili olarak sadece gözlemlerim üzerinden bilgim vardı.

En son o evde 1. Konferans gerçekleştirildi. Bundan önce kendi aralarında çok yoğun tartışma ve konuşmalar oldu. Sonrasında da devam etti bunlar. Bu evden taşınmamız THKO-MK evinin karşı apartmanda olduğunu anlayınca oldu! O dönem ayrılık sürecinden sonra çatışmalar başlamıştı. Zeytinburnu tarafında bir toplantı olmuştu; onda İsmail yoktu o zaman. … ve Ali Algül katılmıştı. Toplantı çıkışında bize hizipçi diye saldırmışlardı. Ali Algül’ün ölümünü de o evde öğrenmiştik. Ben onunla buluşmaya gidecektim. Günaydın gazetesinin arka sayfasında bir fotoğraf. Hayatımın ilk şokunu orada yaşadım. Öldürmeye varacağını bilmiyorduk. Onun ölüm haberini almıştık. Sahrayıcedit’teyken çatışmalar başlamıştı ve karşı apartmandakileri görünce evden hızlı bir şekilde taşındık.

Kozyatağı’ndaki eve geçtiğimizde 1980 başı idi. Cunta haberini orada almıştık. Bu evde İsmail, .., Osman, Fatih, …, … toplantı yaparlardı. O toplantıların olduğu günlerde bir araya gelirlerdi, onun dışında evde kalınmazdı. İsmail de sürekli kalmazdı ama diğer yoldaşlara göre daha çok kalırdı. 1. Konferans sonrası herkesin diğer illerdeki işleri ve pratik işleri öne çıktığından o süreçte eve çok yorgun geldiğini hatırlarım. Buna rağmen, bir şeyler okuyup yazmaya çalışırdı. Sürekli not alır, önce okuyup sonra not almak değil, daha pratik olmaya çalışırdı. Daha çok yazı yazardı. Toplantılarda bazen çok yoğun tartıştıklarını seslerinden anlardım ama konularını bilmezdim.
Her iki evde de Türk Sanat Müziği sever ve dinlerdi. Öyle zamanlarda gevşer ve biraz rahatlardı, gergin havası giderdi. Genelde İsmail’in güldüğünü uyanırken görürdüm sadece. Uyanırken çocuk gibi gülerek uyanırdı, ondan sonra bütün gün güldüğünü görmezdim. Bazen Adana’dan gelen yoldaş olunca boğma getirir ve birer bardak içer, birbirlerine takılırlardı. O zamanlar güldüğünü görürdüm. Onun dışında çok yoğun yaşardı. O dönem elektrikler çok kesilirdi. Elektrikler kesilince herkes iş bırakır, mutlaka biri şarkı söyler, daha çok da Sezai söylerdi, ondan istekte bulunur, birbirleriyle şakalaşırlardı. Herkes için stres olan elektrik kesintisi bizim evde mola zamanı olurdu. O yüzden Kozyatağı’ndaki evde elektrik kesintilerini daha çok hatırlıyorum.

Sefaköy Direnişi
O dönem İran’da devrim olmuştu. Dünya hareketliydi. En çok o konu üzerine tartıştıklarını, İran Devrimi konusunda yorum yaptıklarını hatırlıyorum. Daha çok iç sorunlara ilişkin konuları kendi aralarında konuşur, dolaylı ifade ederlerdi. O yüzden onları yorumlayıp anlatamayacağım. Benim yanımda silahlı eylem vb. konulara ilişkin en ufak bir şey konuşulmazdı. Ama Orak Çekiç gecikince, baskıda sorun çıkınca bunları konuştuklarını biliyorum. Baskının teknik sorunları üzerine konuşurlardı. O yüzden bizim silahlı eylemlerimizi OÇ’den öğrenirdim. Ama bu işin içinde olduklarını biliyorum. Çünkü eve silah vd. girer çıkardı. Zaman zaman bunların kullanılıp geldiğini vb. de bilirdim, ama ne olduğunu bilmezdim.

Onun bir arabası varmış. Eve arabayla gelirmiş. Ama arabayı başka yere parkettiği ve ben de arabanın olduğunu bilmediğim için bir keresinde tesadüfen evden çok uzakta arabanın içinde onu gördüğümde şaşırmıştım.

Ev yaşamında bende en çok iz bırakan, Sefaköy’den sonra eve gelişidir. Gözlüğünün camı kırılmıştı üstü başı perişandı, yorgun ve üzgündü. Ne olduğunu söylememişti. Ben “biraz dinlen kötü görünüyorsun” dedim. “Ne oldu?” dedim, bir şey söylemedi; “Bir şey yok” dedi sadece. Yatıp uyur diye düşünüyordum. O haliyle gece yarısına kadar bir şeyler yazdı.

Sürekli bir şeyler yazdı geç vakte kadar, ben uyumuşum. Sonra da sabah erkenden çıkıp gitti. Daha sonra da gazetelerden Sefaköy’ü okumuştuk. Ama yine de ikisini birleştirebileceğim hiçbir ipucu vermediği için kafamda soru işaretleri kalmaya devam etti. Daha sonra aranır duruma gelince daha dikkatli davranmış ve tip değiştirmişti. O yüzden ihtimaller biraz daha kuvvetlenmişti ama ipucu verecek en küçük bir davranışı olmamıştı.

Aslında hassas bir insandı. Görüntüsünün nedeni kişilik özelliğinden kaynaklı değildi. Ama illegalite konusunda oldukça katıydı. Çocukluğunu anlatırdı, zaman zaman anılarını anlatırdı. Konuşmayı sevmeyen bir insan değildi. Sohbet açılınca bunlardan sözeder ama çalışmalarına ilişkin hiç ipucu vermezdi. Donuk bir insan değildi. Ev yaşantısında işleri paylaşmaya özen gösterirdi. Hiçbir şey söylenmeden, şu niye olmadı vb. demeden yapılması gerekiyorsa kendisi çözerdi. O zamanlar çamaşırları bulduğumda ben yıkardım, buna izin vermez, kendi çamaşırını yıkardı. Kendi işini yaptırmamak için özen gösterirdi.

Ortak sohbetler daha çok genel sorunlar üzerine olurdu. İran Devrimi, Dev-Yol’un durumu vb. üzerine konuşulurdu. O süreçte THKO ile olan sürtüşmeler konuşulurdu. Özel ve iç sorunlara ilişkin o sohbetlere ben hiç tanık olmadım. Günlük yaşamda doğal ve kendi yaşamında şu yemeğin iyi olup olmadığı vb. sözederlerdi. “Robot gibi” değillerdi. Evin sorunları, komşuluk ilişkileri vb. konuşulurdu…

1982 Anayasa oylamasında ikametgâh bildirimi zorunluydu. O dönem seçim için İsmail bizim evden akrabamız olarak yazılmıştı. Sonra onu seçim sandığının başında durması için yazdıklarını öğrendik. Nasıl çözeceğimizi düşünüyorduk. Sandık başında duramazdı, ama gitmese de ev basılırdı. O şu çözümü buldu; hiç gitmemek de olmaz, gitmek de olmaz. Geç gidip özür dileyeyim, sakal traşı vb. de olmadan 1 saat geç gidip “geç yattım uyanamadım” vb. derim, dedi. Böyle yaptı. Onlar da başka birini zaten bulmuşlardı. Çözümü böyle bulduk.

Daha sonraki dönemlerde arabasını gördüm. Ben de bazı şeyler için arabayla onunla birlikte gittim. Araba kullanırken arabanın içinde kaybolurdu. Araba Renault Station’dı. Ama o ufak tefek olduğu için arabanın içinde görünmezdi. Arama noktalarında dikkat çekici bir görünümü olmazdı. Aranan tiplere uymazdı görüntüsü, tipten kurtarırdı. Birkaç kez arama noktasından geçtiğimizde çok soğukkanlı, işinde gücünde tipik esnaf izlenimi verir, işinden kalıyor havasında olurdu. Gayet doğal davranırdı.

Aynı dilden konuşmak
Çocukluk anılarına ilişkin olarak yoksul bir köyde yaşadığını, arabaları ilk kez köylerine yakın karayolundan geçerken gördüğünü, vb. anlatırdı. Arabaları kendilerine çok yabancı, bambaşka bir şey olarak gördüklerini anlatırdı. Onun içindeki insanları kendi dünyalarından olmayan, başka dünyanın insanları olarak düşünürlerdi. Aklı başına gelmeye başladığı dönemlerde, arabaları köylerinin yakınından geçen yabancı bir şey olarak görüp taşladıklarını daha sonra bundan vazgeçtiklerini anlatırdı. Hareketli bir çocukluk geçirmişti. Çok yoksul olduklarından memleketinin Doğu illerinden olduğunu sanıyordum. Kürtçe bilmediğini, Kürt olmadığını da biliyordum. Ama Balıkesirliolduğunu öğrenince, Ege’nin tüm köyleri zenginmiş gibi bir yanılsama içinde olduğumu anladım.

Hacettepe’de okuyormuş. Hangi bölüm olduğunu bilmiyorum. Sezai’yle ilişkileri çok iyiydi. Onunla Hacettepe üzerine dolaylı sohbetleri olurdu. Geçmişte ortak paylaşımları olduğunu anlardım.

Kendi yaşamında giyim kuşam konusunda çok titiz değildi ama özellikle bazı günlerde pantolonunun ütülü, ayakkabısının temiz olmasına çok özen gösterirdi. Bu kendi çalışmalarına göre düzenlediği bir şeydi. Çok titiz olmasından değildi. Ama günlük yaşamında temiz bir insandı.

Yoldaşların ilişkilerinde, o doğal ortamlarda bazen varolan samimiyeti garipsediğim olurdu. Çünkü çok farklı kültürlerden ve yaşam biçimlerinden gelmişlerdi. Bu anlaşılıyordu. Kültür ve yaşam alışkanlıklarının çok farklı olmasına rağmen hepsi de aynı dilden konuşabilirlerdi. Günlük yaşam ve her türlü alışkanlıklarıyla çok farklı özelliklere sahip olmalarına rağmen siyasi konular konuşulurken aynı eksende buluşurlardı. En hoşuma giden, herkes bu tartışma içinde çok değişik örnekler verirdi. Bu örnekler yaşam alışkanlıkları ve kültürlerinden gelirdi, atasözleri, vecizeler, fıkralara kadar çeşitlilik vardı. Bazen birbirlerinin esprilerini farklı kültürden olduğu için açıklamasını istedikleri bile olurdu. O yanıyla oldukça renkli bir tablo ortaya çıkardı. Çoğu zaman birbirlerinin yaşam biçimlerine takılıp gülerlerdi. Çünkü hepsi farklıydı. En çok espri yapılan konuların başında o farklı kültürlerin getirdiği ayrıksılıklar gelirdi. Ama siyasi konular üzerine konuşurken, HK (Halkın Kurtuluşu) üzerine ayrışma noktaları vb. konuşurken, o kadar renkli bir tablo ortaya çıkmazdı. Ama herkes kendi cephesinden o noktaya varırdı. Böyle bir benzemezliğin benzerliği ortaya çıkardı.

Hiç kitle ortamında görmedim.

Her şeyi yeniden kuracak bir enerji
Genelde kişi değerlendirmelerinde, herhangi bir kişi, örgütlü olması gerekmezdi, o dönemin devrimcilerinin özellikleriyle de birleşen ama daha çok devrimci değerlerde ölçüyü…

O dönemin özellikleri derken hem dönemin hem de kuruluş döneminin özelliklerinden söz ediyorum. Kuruluş döneminde ölçü şuydu: Herkes bulunduğu alanın ilki oluyordu. İlki olmasının getirdiği özellikler vardı. Her şeyi yeniden kuracak, sıfırdan başlayacak bir enerjiye sahip olması. Bu sıfır; tüm yapıları eleştirerek çıkış yapıyorsun, kendini onların dışında bir yere koyuyorsun, o yerin daha önce yaşanmış bir geleneği yok -devrimci yaşam anlamında var-, ama onlar üzerinden sen eleştirel bir yaklaşımla ortaya çıkıyorsun. Sıfır noktası dediğim bu. Yeni bir adım atıyorsun… burada ölçü o enerjiye, yeniden başlama-inşa etme enerjisine, güce, yaratıcılığa, inisiyatif ve kendine güvene sahip, bu konuda girişimci, üretken olmak. Genel çerçeve üzerinden kendisi de buna bir şeyler katma gücünü kendinde bulabilenler. Ölçü bu noktada bunun mükemmel olması üzerinden değil, bu potansiyeli taşıyıp taşımadığı üzerindendi. Bu yüzden de en çok sevinilen şeyler, hep yaratıcılık örneği gösteren, katkı sağlayan, o ana kadar yapılmamış şeylerin ortaya çıkarılmasıydı kişiler üzerindeki değerlendirmede. En önemli şey yaratıcılıktı.

Bu yüzden de bir kişide en çok eleştirdikleri, sohbet arasında konuşmalardan hatırladığım, köylülük özellikleri taşıyan kişilerin üzerine çok espri yaparlardı. O dönem köyden şehre göçün çok yoğun yaşandığı ve semtlerin özelliklerinin şimdikinden daha farklı ve köy kültürünün hakim olduğu bir dönemdi. Her bölgenin ayrı bir köy olduğu, kapitalizmle çelişkilerin yoğun olduğu, bu çelişkinin köylü kültüründe imece vb. ile çözmeyi yoldaşlık ve dayanışma olarak gören, aslında köylü imecesi anlayışından oluşan bir anlayış o dönemki devrimci kültürü belirlerdi. En çok eleştirdikleri bu olurdu. Bunu kendi içimizde eleştirirlerdi. Özellikle semtlerdeki devrimcilerin köylü kültürü özelliklerini en çok eleştirirlerdi. Kendi içlerindeki tartışmalarda bile köylü kültürüne epey atıfta bulunulurdu.

İsmail’in de köylü olduğunu anlatması, bir yanıyla o kültürden uzaklaşma noktasında ciddi bir çaba harcadığının göstergesiydi. Bu noktada en önemli çabalardan biri, özellikle kendi başına ayakta durma, yoldaşlık ilişkisini imece olarak görmeme ve her işini kendi yapma, paylaşarak ama birilerine güvenerek ya da birilerinden destek bularak değil kendine güvenerek yapmaktı. Yeniliklere açık olmak, bu konuda tutucu değildi. Ciddi bir çabası olurdu. Öğrenme çabası daha fazlaydı.

Yaşamın içinde zaten birçok noktada problem çözücü durumundaydı. Bu sırada yoldaşlardan öğrenmeye çalışırdı. Onları dinler, ama kendisi de anında öneri getirirdi. Günlük yaşamda böyleydi. Tipik bir uygulayıcı değildi, inisiyatif koyma noktasında gelişkindi. Geri olduğu konularda inisiyatifsiz kalmak yerine daha çok çaba harcardı. Öğrenmeye, bir ucundan yapmaya başlayarak çözmeye çalışırdı.

Hepsinde olan bir özellik: Bir yerlerden bir şey beklentisiyle iş yapmazlardı, her şeyden önce kendilerine güvenerek iş yaparlardı. Çünkü onlar ilkti, ama bu ilk olmak onlar için yük değildi. Bunu kendilerinde taşıyabilecek güvene sahiplerdi. Zaten ayrılık sürecinde her yönüyle çok ciddi sıkıntılar yaşanmasına rağmen ayakta kalabilenler kurucu oldu. Diğerlerinin çoğu, yükü kaldıramayanlar HK’ya geri döndü. Muhalefet başlangıçta çok genişken daha sonra çok az kalmıştı. “Bu yükü taşıyabiliriz” diyenler kalmıştı. Ortak özellikleri olarak kurucu olmanın getirdiği doğal önderlik, yapıcılık, üretkenlik vardı. Bir yanıyla da dönemin avantajı, AEP ve Enver Hoca’nın değerlendirmeleri, diğer şeyleri değerlendirmede ön açıcılık sağlıyordu. Bu inkar edilemez. Sovyet revizyonizmiyle sınırların çizilmesi, Çin‘le sınırların çizilmesi, ML’nin ve Stalin’in esas alınması, ortaklaşılan asıl çizgide yol açıcılık sağlayan temellerdi.

Bu kişisel kahramanlık özellikleriyle açıklanacak bir durum değil. Bir dizi ayrışmanın yaşandığı, teorinin karmaşası içerisinde ML’nin her yönüyle yaşamda savunucusu olabilmek, böylesi kişilik özellikleriyle donanmayı zorunlu kılıyordu. O dönem kolay olan, hala SSCB’nin, Çin’in sosyalist bir ülke olarak göründüğü bir dönemde onlara dayanarak devrimcilik yapmakken, tüm dünyada prestij ve gücü olan ülkelere dayanarak devrimcilik yapmak daha kolayken, ya da genel olarak halkçılığın kabul gördüğü bir dönemde senin doğrudan işçi sınıfı çalışması üzerinden şekillenmeye çalışman, bunu TKP revizyonizminin geleneksel işçi çalışmasının dışında yürütmeye çalışmak, bunun üzerinden şekillenme iddiasıyla ortaya çıkmak oldukça güçlü bir yapılanmayı ve güçlü önderlikleri zorunlu olarak gerektiren bir durumdu.

Sonuçta THKO’dan ayrılırken bunlar yazılıp çiziliyordu. Bunlar THKO içinde dalgalanma yaratmıştı. Ben de daha çok “Bunları yazanlar kim…” diye merak ediyordum. Hareket içinde yer almadan önce yazılarından tanıdığım insanlardı. “Bunları yazıyorlar ama yapabilecekler mı” diye düşünüyordum. Sonra yoldaşları tanıdıkça onların kişilikleriyle bütünleşen o kararlılıkları sonuçta bu iddianın boş bir iddia olmadığını anlayıp daha çok güvenmeme sebep oldu. Cezaevi süreçlerinde diğer yapılardan birçok insanın örgütlerden kopuş nedeni olarak önderliklerinin hatalarını göstermeleri, bu yanıyla ‘80 döneminde önderliğimizin bu noktadaki farkını ve güçlülüğünü benim açımdan gösteren, daha netleştiren bir gösterge oldu. Çünkü 24 saatini gözlemleyebildiğim bir insanın devrime olan bağlılığını ve de görevlerine olan sarılışını çok daha net görebilirsin, ben bu şansa da sahiptim.

Stalin Mehmet
Herkes ona ‘Stalin’ derdi. Bunun nedeni genelde burjuvazinin dilinde Stalin kötü anlamda kullanılan bir tanım olurken, bizim içimizde ona Stalin denmesi, özellikle onun kişilik özelliklerindeki iş bitiriciliği ve kendi başına iş yapma, işin üstesinden gelebilme ve hatalarla uzlaşmama, özellikle örgütsel konularda hiçbir esnemeye fırsat vermemesi nedeniyleydi. Çoğu zaman kendi istemleriyle, yani kendi yaşamından fedakarlığın tek kıstası vardı: Örgüte ilişkin konularda bu fedakarlığı sonuna kadar yapmak ama bunun dışında kendi kişiliğine dönük şeylerde taviz vermemek, kendi kişiliğinden taviz vermemek. Çünkü bu konuda yapılan kimi şakalara da çok sert cevaplar verdiği olurdu. Fedakarlığı birilerinin hoşuna gitsin diye değil, örgütsel amaçlarıyla uyumlu olarak yapardı. Diğer taraftan da eleştirel yaklaşımda da o, örgütsel sorunlara ilişkin yaklaşımdaki eleştirelliğinde uzlaşmazdı. Kişilere dönük yaklaşımında ise bazı konularda oldukça esnek ve uzlaşmacı hale gelebilirdi. İnsanların yediği, içtiği, giydiği, hoşlandığı şeylere aldırış etmezdi. Ev işlerinde çok titiz ve temiz olmamama rağmen bu konularda hiç sorun çıkardığını görmedim.

Ben yakalandığım zaman, ‘83’te İsmail evde çok kalmıyor, arada bir uğruyordu. O yüzden yakalanma dönemimde çok fazla hatırladığım bir şey yok. Ona ilişkin, “Son gördüğümde şöyleydi” diye bir şey yok. Yanlış hatırlamıyorsam; Metris’teyken yılbaşı için hazırlık yapıyorduk. Program yapıyor, birbirimiz için hediyeler hazırlıyorduk. 1984 yılbaşıydı. Operasyon haberini aldık. O güne kadar ismini bilmediğim sadece Mehmet olarak bildiğim İsmail Cüneyt’in benim tanıdığım Stalin Mehmet olduğunu öğrendim. Bizim için cezaevi sürecinde yaşadığımız en acı gün oldu. Çünkü o dönem içerde bulunan yoldaşların hepsi onu çok yakından tanıyorlardı ve birçok paylaşımları olmuştu. Diğer taraftan şehit haberinden daha sonra İsmail Cüneyt’in Stalin Mehmet olduğunu öğrenmemiz de çok daha ağır oldu.

İsmail Cüneyt” için 2 yorum

Yorumlar kapatıldı.