Lale Çolak

Lale: Devrim rüzgarının kızı

Ona dair hayalimizdeki en küçük bir anı, bir anlatı, bir görüntü içimizi burkar. Direngen gözlerinin, sadelik akan halinin her karesi isyanımızı harekete geçirir. Çocukluğunu değil yetişkinliğini hayal ederiz; yıllar sonrasını yani, devrim sonrasını…

 

“Devrimden sonra seni Devlet Planlama Teşkilatı’nda hesap işlerinin başına verelim Lale.” “Yaaa yoldaş, ben bıkmışım hesap kitap işlerinden; zaten sevmem bilirsin. En iyisi beni dış görevlere verin; dünyanın değişik ülkelerini çok merak ediyorum. Farklı yerleri görmek, yeni insanlarla tanışmak… oralarda bizi anlatmak… Ne olur beni hesap-kitap işlerine vermeyin!..”

 

Zaten ne zaman büyüdü ki Lale? Ne zaman çocuktu, ne zaman eylem adamı oldu, nasıl öğrendi yönetmeyi, önderlik etmeyi? Kısacık ömründe hedef bilinci ve sınır tanımazlıkla, netlik ve tevazuyla, öğrenme ve adanmayla… ama hepsinden önemlisi, hem ihtilalci bir örgüt neferi hem yerini bütünüyle hakeden bir önder olabilmek için nerelerden beslendi?

 

Emekçi bir ailenin yüzü daima devrime dönük ayçiçeği… İnsanlaşmanın, zenginleşip zenginleştirmenin küçük ustası. Her eylemin, her öne atılışın bir bedeli vardır ödenmesi gereken; Lale cezaevlerinin de gediklisidir. Tıpkı “Uçurtmayı Vurmasınlar” filmindeki Barış’ın siyasi koğuşun kapısından “Kızlaaarrr!” diye seslenişi gibi o da bize seslenirdi kendisini özlememize bile meydan bırakmadan birkaç ay sonra: “Arkadaşlaaarr, ben geldim!”

Her şeyiyle gelirdi; eksikliklerinin acısını derinden duyarak, öğrendiklerini coşkuyla paylaşmaya hazır olarak gelirdi. “Neler yapmalıyım/neler yapmalıyız?”la dolu olarak gelirdi. Sol elini yitirmiş, geleceği kazanmış olarak gelirdi…

 

Kurşun yaralarıyla delik deşik olmuş kolunun altından usulca sallanan sakat eli, Lale’nin en güçlü yanıydı. Hayata meydan okuyuşunun göstergesiydi. Yüreği ve bilinciydi; pes etmemenin simgesiydi, netlikti belirsizlikler içinde…

 

Tarih 1995, Lale yine mutad ‘yuva’sında, cezaevinde, yoldaşlarının yanında. Gazeteye yazı hazırlıyoruz, dışarıyı beslemeye, yüklerini hafifletmeye çalışıyoruz. Ufak tefek haberler hazırlıyor, bu yetmiyor ama ona; daha fazlasını yapmak istiyor. Yerinde duramayan bir tay misali, her işimizi kolaylaştırmaya kafa yoruyor. Daktilolar başında helak olduğumuz bir kesitte, işe ara verip yatıyoruz. Sabah uyandığımızda Lale daktilonun başında, sağlam eliyle yazıları diziyor, yüzünde o güzelim gülümsemesi, kolektifin, yoldaşlığın sıcaklığı yorgunluğunun içinden ışıldıyor. Örgüt adamı olmayı öğreniyor, özümlüyor; Lale büyüyor…

Tarih 20 Aralık 2000, cezaevlerine saldırının ikinci günü… İlk dalga geçip barikatlar kurulduktan sonra Lale’yi pek görmedim. O daha çok barikatların başındaydı. Aynı zamanda çok yoğun kurşun ve gaz bombardımanı altındaydık, arkada bıraktığımız koğuşlar alev alev yanıyordu. Yaralılar, genel kitlenin çekildiği C-3 koğuşuna taşınıyordu. Bir ara Lale’yi de oraya getirdiler. Gözleri kan çanağı gibiydi; gözlerini, yüzünü saf suyla yıkadılar. Kendine gelir gelmez fırladı gitti. Yukarıdaki yatakhaneden kompresör sesleri geliyordu. Tepemizi delmeye başladıklarını anladığımızda yatakhaneye yöneldik; kompresör etkisiz hale getirildi.

 

Gazdan zehirlenenlerin koşuşturması, yaralananların revir haline getirilen koğuşa taşınması, açlık grevini bırakanların -bizim dışımızdaki bütün siyasetler, “Bu kesitte güç toplamalıyız” gerekçesiyle (ÖO’cular hariç) bırakma kararı almışlardı- yemek telaşları… Bu karambol içinde saat 20:00’yi bulmuştu.

 

Ben Lale’yi arıyorum; o gün onun yaşgünü, kutlamak için zaman kolluyorum. Bizimki bir o barikatta bir diğerinde… Güvenlik komitesinde görevliydi… Aklımdan, “Bu şimdi yaşgününü filan unutmuştur” diye geçirdim. Buna rağmen, “Ne olursa olsun kutlayacağız bu yaşgününü!” dedim kendi kendime.

 

Direnişçileri yara yara barikata kadar gidip onu yanıma çağırdım: “Gel bir dakika, seninle bir şey konuşacağım”. Şaşırdı; meraklandı. “Tamam” diyebildi sadece. “Ama burada olmaz; gel sakin bir köşe bulalım” dedim. Onu yemekhane ile yatakhane arasındaki merdivenlere çektim. Biz gittiğimizde ortalık ‘sakinleşmiş’ sayılırdı. Tam merdivenlere oturmuştuk ki, yeni bir gaz bulutu kapladı ortalığı. Herkes canhıraş bir şekilde merdivenlere yöneldi; az kalsın bizi ezeceklerdi. Gazdan etkilenmeyen birkaç kişi ise şaşkın şaşkın, bizim olağan zamanlardaymış gibi oturuşumuza bakıyorlardı -zaten sonradan söylediler; “helalleşiyorlar herhalde” diye düşünmüşler.

 

Elimi omuzuna attım, sıkıca sarılıp yanaklarından öptüm: “Doğum günün kutlu olsun Lale!” Çok sevindi; “Sağol yoldaş!” dedi. O kargaşanın içinde bunu hatırlamış olmam, ne olursa olsun bunu onunla paylaşmak için kafa yormam hoşuna gitmişti. Kolumdaki zinciri çıkarıp bileğine taktım: “Bu benim kişisel hediyem”. Daha sonra da kulağına eğilip -saldırı nedeniyle iletemediğim- örgütümüzün hediyesini fısıldadım: “Artık TİKB üyesisin!”

 

Uzun süre -anlarla sınırlıdır aslında o ‘uzun süre’; fakat olağanüstü hızlı ve erişilmez bir yoğunlukta geçer- birbirimize sarılıp öylece kaldık. Başını omuzuma dayadı; o anı ömrü boyunca unutmayacağını anladım.

 

Hayatında devrim hayali ve uğraşından başka bir şey olmayanlar unutmaz bu anları. Sosyalizmin dünyasından ‘başka bir dünya’nın kapıları önünden geçerken, başlarını bile çevirip bakmazlar! Lale’nin de başka bir dünyası; örgütünden, yoldaşlarından, devrimden başka bir özlemi yoktu! Yalın, duru ve sarsılmaz bir tutku ve yönelimdi onda bu. İlk sözünü söyler gibi söyledi dünyamıza ‘son sözünü’; esinledikleriyle “Ölümün anlamı yaşamda gizlidir” diye haykırdı!

 

***

Lale’nin Osmanca yürüyüşü

85′li günler… Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi‘nin gürültüyle açılan demir kapısı… Tesadüfen görüş günü yatıyorum hastaneye, askerlerin tüm engellemelerine rağmen kucaklamaya çalışan dost eller ve Lale‘nin sevinç çığlıkları arasında giriyorum içeriye.

Lale’yle hastanede geçireceğimiz yaklaşık 145 gün böylesine sımsıcak başlamıştı. Onu ben karşılayacaktım, ama Kartal Cezaevi idaresi korkudan erken davranıp tüm direnişçileri henüz 70′li günlerdeyken getirince, beni karşılayan o oldu. Daha ilk günden pazarlığını yapıp kurallarını koydu Lale; “Bak, ben direnişte neler yapılması gerektiğini biliyor ve yapıyorum, özel bir ilgi ve muamele kesinlikle istemiyorum, eğer abartacaksan eşyalarını hiç boşaltmadan cezaevine geri dönebilirsin!” Bu kadar açık ve netti. Ölüm Orucu eylemi de onun için herhangi bir devrimci faaliyet kadar doğaldı. İlerleyen günlerde yaptığımız sohbetlerde sık sık böyle bir eylemdeki duruşu konuşur, tartışırdık ve o, günlük yaşamındaki doğallığı, disiplini ve tavizsizliği ile gösterirdi olması gerekeni. Düzenli olarak okur, mektuplarını yanıtlar, okuduğu kitaplardan notlarını alır, çalışmalarını yapar, arada çok sevdiği scrabble için zaman ayırır ve bu arada sıvı, tuz, şeker alımını aksatmaz, yürüyüşünü ihmal etmezdi. Son günlere kadar bu disiplinini hiç bozmadı, vücudu iyice kötüleştiği zamanlarda ise düşmanın anlamaması için çaba harcıyor, çeşitli yol ve yöntemler geliştiriyordu. Kusmaya çok erken başlamıştı ama ne sayıma gelen askerler, ne bakanlığın görevlendirdiği heyet, ne de hastanenin sağlık ve temizlik çalışanları bu durumu son haftalara kadar farketmemişti. Sadece yüzündeki ve ellerindeki yaraları saklayamıyor, bu da onu oldukça üzüyordu. Yaralar ilk oluşmaya başladığında, kapının her açılışında elini okuduğu kitabın ya da yazdığı defterin arasına saklayarak göstermiyordu ama yüzü için yapacak bir şey yoktu.

 

Hastanenin K Blok’unda kalıyordu kadın direnişçiler ve hastalar. Blok, dörder kişilik üç odadan oluşuyordu ve biz farklı siyasetten bir hasta arkadaş ve adli suçtan yatan bir kadınla birlikte ilk odada kalıyorduk. Genelde cezaevlerinde yaşamı kolaylaştıracak belli kurallar olur; yatakhanede sigara içilmemesi, ışığın belli bir saatte kapatılması, sessizlik saatleri gibi. Lale odamızdaki tek direnişçiydi, yaşamı onun ihtiyaçlarına göre düzenleyip kolaylaştırmak gerekiyordu fakat Lale buna izin vermemişti, “İnsanları sıkıştırıp, üzmenin alemi yok, onlar gerekli düşünceliliği gösterirler herhalde, hem benim de biraz genişlemeye, bazı hassasiyetlerimi gidermeye ihtiyacım var” diyordu. Hassasiyetten kastettiği, gözlerinin ışıktan rahatsız olmasıydı. Guatr hastalığı vardı ve 19 Aralık‘tan kısa bir süre önce ameliyat olmuştu.

 

Lale, direniş boyunca bu genişliğini sürdürdü. Onu tanıyanlar bilirler normalde insanların anlamsız, küçük burjuva alışkanlık ve isteklerine karşı tavizsiz bir duruş sergiler ve değiştirip dönüştürmek için kavga bile ederdi. Direniş süresince bir şeyleri değiştirip dönüştürürken daha dikkatli, sabırlı ve kavga etmeden yapmak için özel bir çaba gösterdi. Odadaki felç geçirmiş, on yıldır tutsak olan ve koğuş ağalığı bile yapmış teyzeyi bile yola getirmiş, hot-zotlarının bize sökmeyeceğini kırmadan, incitmeden kavratmıştı. Kadın herkese kafa tutarken Lale’nin bir dediğini iki etmiyordu.

 

Odanın duvarlarını çeşitli resimlerle süslemişti Lale. İstanbul sevdası kendini burada da göstermişti. Gelen kartlar, resimler arasında İstanbul resimleri göze çarpıyordu hemen. Bizim hayallerimizi de süslüyordu İstanbul. Ben hiç bilmediğim için birlikte turlayacaktık emekçi semtlerin tozlu sokaklarını. 1 Mayıs, Gazi ilk uğrak yerlerimiz olacaktı. “Her yerde yapışma eteğime” demeyi de ihmal etmeden süslüyor, genişletiyordu hayallerimizi; Eminönü’nde balık ekmek , Piyer Loti’ de çay. Tabii paramız olunca… Ben de Çukurova’nın sıcaklığına davet ediyordum onu. Tatlıyı çok sevdiğini bildiğimden halka tatlı ve künefeyi ekliyordum gezi menüsüne.

 

Odamızdaki süslü duvar herkesin ilgi odağıydı. Tutsakların ve tutsak yakınlarının yanı sıra, hemşireler ve doktorlar da geldiklerinde bu duvarın önünde birkaç dakika geçirmeden duramıyorlardı. Çok sevimli bir bebek resmi vardı duvarımızda. Japon mu, Moğol mu olduğuna karar veremediğimiz bu bebek, gülümseyen yüzüyle herkeste mutluluk hissi uyandırıyor, kimse “Ayy ne sevimli” demeden geçemiyordu. Adalet Bakanlığı‘nın müdahale heyetinin içerisinde her haliyle “Ben faşistim” diyen bir psikolog vardı, o bile bu resimden çok etkilenmiş fakat bu beğenisini ‘kendince’ dile getirmişti; “Yaşamı çok sevdiğin anlaşılıyor, duvarını çok güzel süslemişsin, yaşamı bu kadar severken ölüm orucu yapmak anlamsız değil mi, yaşarken daha çok şey yapabilirsin öyle değil mi?” Kendince Lale’yi sıkıştırdığını düşünüyordu ki, pis pis sırıtmaya başlamıştı. Lale hemen cevabı yapıştırdı. “Asıl bu yüzden ölüme yatıyoruz, yaşamı çok sevdiğimiz ve insanca yaşamak istediğimiz için ama sizin insanca yaşamayı anlayacağınızı hiç sanmıyorum, sırf yaşamak için onurunuzu bile satarsınız siz.” Bu doktor, Lale tarafından sık sık bozulmasına rağmen gelip sohbet etmeye çalışır dururdu Bir gün Lale, istenmediklerini bilmelerine rağmen neden ısrarla gelmeye devam ettiklerini sormuştu heyete ve bu psikologa da dönüp “Özellikle siz” diye vurgulamıştı. Psikolog, görev, zorunluluk gibi bildik gerekçeleri sıralamış; sonra da Lale’ye “Kızıp dursan da en azından açık yüreklilkle her şeyi söylüyorsun, ben de her defasında bu defa ne diyecek diye merak ediyorum” demişti. Bu bizim için epey bir espri konusu olmuş, “Biz adamdan kurtulalım diyoruz, meğer bizimki daha çok çekiyormuş” diye Lale’ye takılıp durmuştuk. Aynı heyet içerisinde daha insancıl duran bir kadın doktor dikkatimizi çekiyordu. Bu konuşmadan sonra heyet dışarıya çıkmış, kadın doktor tek başına tekrar odaya dönerek Lale’ye “Çok güzel bir soru sordun, aslında onurlu davranıp karşı çıkmalıyız bize bu görevi verenlere, bazı arkadaşlarımız bunu yaptı da… Fakat ben kendi adıma hem cesaret edemedim. Hem de az çok duyarlı olan bizler de gelmezsek tamamen onların eline kalacaksınız diye düşünüyordum” deyince Lale çok duygulanmıştı. Tavrının kişilere yönelik olmadığını, aralarında iyi kişiler olduğunu bildiğini, ama zorla müdahalenin tıp etiğine bile uygun olmadığı halde bunun kabul edilmesinin çok da anlaşılır gelmediğini anlattı. Daha sonrasında bu doktorla hoş bir ilişki tutturdu Lale.

 

Süreç içerisinde eylemi doğru bulup bulmamalarından bağımsız olarak genel bir saygı havası oluşmuştu tüm hastane personelinde. Askerinden doktoruna, temizlik personelinden hemşiresine kadar herkes daha dikkatli ve özenli davranıyordu. Özellikle Lale’nin herkese karşı gösterdiği saygılı ve dürüst yaklaşım, karşılığını fazlasıyla veriyordu. Askerler ilerleyen günlerde sayım için geldiklerinde pencerelere vurarak kontrol yapmıyor; sessizce sayımlarını alıp gidiyorlardı ya da hemşireler benim rutin kontrollerimi yapmak için geldiklerinde Lale dinleniyorsa içeriye girmiyor, dışarda ölçüyorlardı ateş ve nabzımı. İlk günlerde Lale’nin sohbetini sevdikleri için boş vakitlerinde onu ziyarete gelen hemşireler, ilerleyen günlerde içeriye girmeyip nasıl olduğunu bana soruyor, onu o halde görmeye dayanamadıklarını ifade ediyorlardı. Çok duygusal olan bazıları da gözyaşlarını tutamıyordu.

İki kez blok değişikliği yapmıştık hastanede. İlk taşındığımız yerde, bloklar karşı karşıya olduğu için tel örgü kapılar arasından da olsa birbirimizi görüp konuşabiliyorduk. Kısa bir süre sonra F Tipi uygulama kendini gösterdi, araya tahta paravana yaparak iki bloğun ilişkisini kesmeye çalıştılar. Biz birbirimizi göremesek de seslerimizi ulaştırmaya devam ettik tıpkı diğer F’lerde olduğu gibi. İkinci taşınmamız ise askerin isteği üzerine oldu. Üst kattaki A Blok‘ta hepimizi yeniden bir araya getirdiler. Bu blok daha önceki direnişçileri de misafir etmişti. Hatta tek tek tutmaya çalıştıkları bir dönemde hem bu bloğun hem aşağının tüm odalarını kullanmışlardı. Bu taşınmalar Lale’nin vücudunu iyice yıpratmıştı. A Blok oldukça soğuktu ve tüm uğraşlarımıza rağmen kaloriferlerin yeterince yanmasını sağlayamamıştık. Bu da tüm direnişçileri kötü etkiliyordu. İçeriye şal, battaniye gibi şeylerin girmesi yasaktı, Nazımızın geçtiği ve devrimcileri seven başhemşire, deprem yardımı olarak Rusya‘dan gelen ince, hafif fakat oldukça iyi ısıtan örtülerden daha önceki direnişçilere dağıtmıştı. Kendisine bunu hatırlattığımızda depoda hiç kalmadığını, sağdan soldan bulmaya çalışacağını ama yeterli olmayabileceğini söyleyerek gitti Sahiden de bazılarının kirli, yıpranmış ve yer yer yırtılmış olmasından toplama olduğu belli olan birkaç örtüyü getirdiğinde ençok ihtiyacı olanlara pay ettik. Lale’ye de bir tane düşmüştü ama çok üşümeye başladığından yeterli gelmiyordu. Bu sorunu refakatçilerimizin yaratıcılığı sayesinde çözmüştük daha sonraki günlerde.

 

Lale’yi en çok zorlayan son bir haftası olmuştu. Artık vücudunu denetleyemiyor, iyice kötüleştiği herkes tarafından anlaşılıyordu. Buna rağmen zorla müdahalelerin yapıldığı ve birçok devrimcinin sakat kalmasına, ölümüne sebep olan Kartal Devlet Hastanesi’ne gönderilmemek için doktorun veya heyetin geliş zamanlarında masa başında, olmadı, yatakta uyanık ve elinde kitapla gelenleri karşılamaya çalışıyordu. 20 Aralık günü, her ikimiz de hazırlıksız yakalandık… Bir önceki gece ateşi yükselmişti; sabaha kadar düşürmek için uğraşmış ve uykusuz kalmıştık. Durumunun çok da iyi olmadığını bildikleri için sık sık kontrol eder olmuşlardı. Demir kapının açıldığını duymayınca doktorun odaya dalışını fark edemedik ve hiç istemediğimiz o durum yaşandı. Lale’nin Kartal’a sevk kararı çıktı ve gitmesi için ikna turları başladı. Lale o gün beni ve refakatçısı olan kız kardeşini tanımıyor, konuşmalarımıza tepki vermiyordu. Fakat demir kapı açılır açılmaz yatakta doğrulup gelenlere iyi olduğunu, Kartal’a gitmeyeceğini gösterip, anlatmaya çalışıyordu. Doktor, cezaevi müdürü, rütbeli asker ve hastane başhekiminden oluşan grup akşam saatlerine kadar birçok defa gelip gitti. Zorla götürmeye çalışmaları oldukça riskliydi, bilinci de açıktı (ne yazık ki sadece eyleme, zorla müdahaleye kilitlenmiş bir bilinç açıklığıydı ama onlar bunu fark edemiyorlardı; çünkü Lale bizi tanımasa da kendisi ve eylemiyle ilgili tüm soruları algılayıp mantıklı cevaplar veriyordu) bu yüzden de ikna etmeye çalışıyorlardı. Akşam saatlerindeyse (tam da gücü tamamen tükendiği, konuşacak hali kalmadığı sıralarda) tahliye haberi geldi. Lale artık hiçbir şeyin farkında değildi.

 

Onunla yaşadığım günler devrimci sadeliğin, yoldaş sıcaklığının, kendi ve başkalarının hatalarına karşı tavizsizliğin ve bunu düzeltme çabasının, netliğin ve kararlılığın yoğun olarak yaşandığı günler oldu. O bir sıra neferiydi ve öylece yalın ve sade ölümsüzleşti.

***

Lale’nin seçimi

Çok tartışılan bir konudur ‘hayatın anlamı’… Herkes kendince verir bu felsefi sorunun yanıtını Yaşadıklarının ortaya çıkardığı sonuçlar olarak, bilgi ve bilincinin izin verdiği ölçüde, amaç ve hedeflerinin sınırları çerçevesinde şekillenir bu tanım.

 

Yaşamı anlamlı kılan şeylerin belki de en başında geleni, kendi kararlarımız doğrultusunda yaptığımız seçimler ve tabii onların sonuçlarını göğüsleyebilmekte gösterdiğimiz kafa açıklığı ve irade gücüdür. Bunun yaratacağı ruhsal ve bilinçsel özgürlüğü hiç kimse sizden alamaz!

 

İnsanın kendi yolunu belirlemesi, koşulların bütün elverişsizliğine rağmen hedeflerinin ardından gitmesi, ufkunu gündelik olanla, basit ve kolay ulaşılabilir olanla sınırlamaması ne büyük bir meziyettir. Hayata boyun eğme değil hayatı değiştirmenin peşinde olanların yoludur bu yol; Lale’nin yolu…

 

Bu sistemle ölümüne kavgalı, baş eğdiremedikleri bütün kadın yoldaşlar gibiydi, ne fazla ne eksik… Sadece biraz daha gençti, tez büyümüş, erken devrimcileşmişti. Çok çabuk buluşmuştu devrim ve komünizm ideali ve örgütüyle.

15’inde bir afişleme eyleminden dönerken polis çevirir yollarını, çatışma çıkar. Sol koluna gelen bir kurşun bütün sinirleri parçalar. Polislerin, el kadar ‘çocuğun’ militan duruşuna duydukları öfke yüzünden, zamanında müdahaleyi edilmez o kola, Lale bir onur nişanı gibi ölümüne kadar taşımıştı ‘söz dinleyen’ o sol elini: “Kurşun yaralarıyla delik deşik olmuş kolunun altından usulca sallanan sakat eli, Lale’nin en güçlü yanıydı. Hayata meydan okuyuşunun göstergesiydi. Yüreği ve bilinciydi; pes etmemenin simgesiydi, netlikti belirsizlikler içinde…”

 

Yıllar içinde eğitmişti sol kolunu, doğuştan engelliymişcesine doğallaştırıp güçlendirmişti onu hızla büyümesini istediği evladı gibi. Yardım tekliflerine kızar, diş geçirebildiklerine efelenirdi bu yüzden. Sonra gelsin cezaevi günleri…

 

Bayrampaşa, dışarısı; Eskişehir, dışarısı, Ümraniye, Kartal, Bayrampaşa… Duvarların ardında tutsaklık günleri, duvarlara sıkışıp kalmayan, hücrelere hapsedilemeyen militan komünist coşku ve gelecek bilinci…

 

Lale, ‘96 Süresiz Açlık Grevi-Ölüm Orucu Direnişi’ne destek eylemlerinden birinde gözaltına alınır. Gözaltı süresi boyunca ağır işkencelerden geçer. Ama işkenceci katillere istedikleri hiçbir bilgiyi vermez.

“Askı noktasında beni sınadıklarını biliyorum. Kolum üzerinde çok duruyorlar. Benim zayıf noktam olabileceğini düşünüyor olmalılar. Oysa şubede hiçbir zaman ‘askıya alınmam’ rahatlığını duymadım. Tersine bunu kullanacaklarını bildiğim için hep hazırlıklıydım. Hem askıya alınmadan da ağır işkencelerden geçebilirdim. Asıl mesele, devrim ve sosyalizm yüce idealiyle yürüdüğümüz bu yolda düşmanla karşı karşıya kaldığımız bu psikolojik savaş alanında da bayrağı yere düşürmemekti. Ben bunu yapacaktım.

O ana kadar duymadığım bir ses gelip omuzlarımdan aşağıya bastırıyor: ‘Sapasağlam bu, hem kırılırsa Baltalimanı’na götürür baktırırız, asalım…’ diyor. Yukarıya çıkarıyorlar, bir kez düz askıya alınıyorum. Hiçbir tepki vermiyorum. Askıya alınmayı hep istiyorum ama zevkine varamadan birilerinin ‘ne yapıyorsunuz kırılacak’ sözlerinden sonra indiriliyorum.

Bu kez ‘saçlarından asalım’ diyorlar. Saçlarımı tepeden toplayıp bir bezle birlikte düğümlüyorlar. Havaya kaldırıyorlar. Saçlarımın vücudumu taşıyacağını düşünmüyorum ama ayaklarım yerden kesildi. Saçlarım derimle birlikte kopuyordu sanki. Bazen uzun bazen kısa olmak üzere defalarca indirip kaldırıyorlar. Bu arada düğümü sağlamlaştırmayı da unutmuyorlar.

İndirip yere yatırıyorlar, ayaklarımı havaya kaldırıp patlayana kadar falakaya çekiyorlar. Tüm güçleriyle vurduklarından vücudum geriye kayıyor. ‘Ne o konuşacak mısın…’ diyorlar. Tüm bacaklarım uyuşuk, var gücümle vücudumu ileriye doğru itip ‘devam edin’ diyorum. Sonra bırakıyorlar. Ayaklarımı ıslattıktan sonra tekrar devam ediyorlar.”

 

Basitti ona göre bu durumun ve direnme bilincinin yanıtı: “Ne küçük burjuva gurur ne de kör bir inat. İnanç ve ideallerimi koruma uğruna alabildiğine inat, alabildiğine gurur.”

 

‘yığınlar uğulduyor hummalı gençliğinde

adı bile çıkmamış dudaklarından
doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde…’

Bütün zorlu ve gerilimli süreçlerden açık ve ikirciksiz bilinci, kendini yenileyip geliştirmeye karşı doyumsuz tutkusu sayesinde geçti Lale. Ne başka bir dünya vardı kafasının bir yerinde ne de ‘sakin ve huzurlu’ günler özlemi… Onun ihtiyaç duyduğu, geleneğin şimdiki zamanı kuşatan taştan sınırını aşmak, özgürce seçilen bir amaç doğrultusunda sınırsız bir geleceğe yürümekti.

Gerek ömrünün uzun yıllarını geçirdiği ‘içerde’, gerek fasılalar halinde ziyaret ettiği ‘dışarda’ ulaşabildiği herkesi bu kavgaya örgütleme çabası onu karakterize eden yanların en başta geleniydi. Bu anlamda o sadece bizim yoldaşımız değildi, herkesin yoldaşıydı.

 

Giriverirdi dünyanıza davetsiz, her insanı ayrı ayrı yaşayabilesin diye zorluklarında, dertlerine deva olabilmek için kafa patlatırdı, yüzeysel bir dinleyici değil sorun çözücüydü. Uzun süredir onu beklemişsiniz gibi hissederdiniz. Herkeste temas edilebilecek bir nokta, yakalanabilecek bir ilmek olduğunu bilirdi. Herkesin içinde, hayatında olur, onların yoldaşına dönüşürdü.

 

“Bu insanlar için mi mücadele ediyorsunuz?!.”, “Bu insanlar için mi ölüyorsunuz?!.”, “Bunlar mı devrim yapacak!!!” diyen her türden düzen içi itiraza, sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak sabırla yanıt verirdi. İnsanın her şeyin üstünde zihin ve bilinç olduğunu, doğanın değil, tarihin ürünü olduğunu özellikle de kendi yaşamından çok iyi biliyordu çünkü. “Tamamen bu insanlar başaracak. Bir gün kanatlanacaklar, dağlar kalkıp doğrulacak…”

 

Çalışkanlığı, işten gocunmaması, gözü kapalı girilen meydan okumaların gediklilerinden biri oluşu, elinden gelen neyse sakınmasız ortaya koyuşu onu herkesin yoldaşı yapardı. Herkes gibi olmaz ama onları bulundukları yerden bir adım öne çekebilmek için, ruhundaki mücadele ateşini taşırdı en ücra köşelere, en kayıtsız görünen bireylere…

 

Gülümsemesi kadar kaşlarını çatıp hesap soruşu da aynı dostça kabulle karşılanırdı. Tercihlerinde, kararlarında, tutumunda samimi ve yürekten gelen bir inanmışlıkla davrandığını bilirdi herkes. Bazen görmüş geçirmiş bir bilge, bazen daha dünkü çocuktu.

 

Ölüm Orucu’nun ilerleyen günlerinde elinden kitap, kalem kağıt düşmemişti. Durmadan mektuplar yazar, hayallerini, özlemlerini anlatır; her hücreye selam gönderir, uçarı bir yelkenliyle hiç bilmediği sulara açılırdı. Zamanının az kalmış olabileceğini düşünenlerin sabırlı telaşı vardı onda.

 

Öncekilere hiç girmiyorum, 19 Aralık cezaevleri saldırısı sırasında gözlerinden öfke, bedeninden sabırsızlık, bilincinden militanlık fışkırırken hep en öndeydi. Barikatta, nöbette, sağlıkçıların yanında, durgunlaşanların omuz başında… Ondaki coşku da, direniş azmi de bulaşıcıydı.

 

Gazdan göz gözü görmezken ayağa fırlayıp “İstanbul” şiirini belki de en güzel, en duygulu, en inanmış okuyan, aynı kavgadakilere coşku ve cesaret alevleri saçan Lale’ydi. Çın çın öten sesiyle koğuşun havalandırmasındaydı sanki.

İşte bu yüzden kimse unutamaz Lale’yi, geleceğin çizgilerini taşıyanlardan birini. Herkes kendince sever bu gencecik ama ‘doğru yaşadığının sımsıkı bilincinde’ olan kadını. LALE adını her duyduklarında, Vedat Türkali’nin İstanbul şiiri, çok sevdiği sarı güller, mezarının başında çalınmasını istediği Rodrigo’nun Gitar Konçertosu gelir. Ve şu dizeler dökülür yoldaşlarının dudaklarından:

 

“Seni ‘BİZ’den ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak, ne bu kara kara gelen ölüm!”