Lenin’in temel eserlerinden biri olan Ne Yapmalı, 1900’lerin başında arayış halindeki Rus devrimci hareketi içinde yasadışı bir yayın (Iskra) ekseninde inşa edilecek bir örgütlenme (parti) planı olarak algılanır.
Bu sınırlar içinde kalan bir algı fazlasıyla yüzeyseldir. O kitabın ruhunu oluşturan esas fikrin anlaşılmadığını gösterir. Çünkü Ne Yapmalı, Çarlık Rusya’sı koşullarında nasıl örgütlenmeliyiz sorusuna yanıt olarak somut bir alternatif önerisinden önce nasıl bir devrim ve nasıl bir devrimcilik sorularını sorarak işe başlar. Kendisini Çarlık sansürünün çizdiği boğucu yasaklarla sınırlamayan yasadışı bir yayının çıkarılması ve dağıtımı temelinde örgütlenme önerisi bu sorulara -daha doğrusu ikisini birlikte içeren “nasıl bir devrimcilik” sorusuna- giriş bölümlerinde verdiği yanıt temelinde şekillenir.
Bu yönüyle o örgütlenme plânı aslında bir sonuçtur. Öncesi (“Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup -Ekonomizm Savunucularıyla Bir Konuşma– ve “Nereden Başlamalı?” makaleleri) ve sonrası itibariyle (kimler parti üyesi olabilir konusunda Bolşevik-Menşevik bölünmesinin yaşandığı 1903 Konferansı) olgunlaşmış yazılı ifadesini Ne Yapmalı‘da -ve 1905’te yayınlanan İki Taktik‘te- bulan bir devrim ve devrimcilik anlayışının dönemin Rusya koşullarına uyarlanmasıdır Iskra temelinde örgütlenme plânı.
Sadece Marksizmin düşmanları değil Marksist geçinen Leninist parti öğretisinin düşmanları da Ne Yapmalı‘yı o dönemin Rusya’sı için önerilmiş bir örgütlenme modeli olarak gösterme konusunda birbirleriyle yarışırlar. Ne Yapmalı‘da dile getirilen devrimcilik ve parti anlayışının geçerliliğini hâlâ koruyan evrensel bir model olamayacağını iddia ederler.
Bu denli açık inkar girişimlerine görünürde şiddetle karşı çıkan fakat iş somuta/pratiğe geldiği zaman merkezi bir işlerlik ve disipline sahip bir parti ve partili devrimcilik anlayışına her fırsatta karşı çıkan, merkezi önderlik düşmanı, teoriyi ve teorik yönlendirmenin önemini değişik biçimlerde küçümseyen, “eleştiri özgürlüğü” savunucusu tutum ve yaklaşımlar da farklı gerekçe ve görünümler altında farklı yollardan gelerek bu cepheye eklemlenirler.
Ne Yapmalı‘da o dönemin Rusya’sına özgü, bu anlamda “yerel” bir yön aranacaksa şayet bu olsa olsa girişte işaret ettiğimiz yüzeysel algının Ne Yapmalı‘yı ondan ibaret gördüğü örgütlenme planı olabilir. Kaldı ki yasadışı bir yayının önemi başta olmak üzere o bile hâlâ geçerli evrensel-tarihsel yönler taşır. Buna karşın Ne Yapmalı‘nın asıl özünü oluşturan devrim ve devrimcilik anlayışıyla onun doğal/mantıki sonucu olarak şekillenen Leninist parti anlayışı, herhangi bir devrimcilik anlayışından farklı olarak sınıfsız komünist topluma ulaşma tarihsel amacına sahip militan sosyalist bir proletarya devrimciliği açısından geçerliliğini hâlâ korumaktadır.
Ayrıca sadece bu temel yaklaşım ve tezler değil, Lenin’in bunları temellendirirken özellikle “eleştiri özgürlüğü” ve ekonomizm yandaşlarına yönelttiği eleştiriler de bugün hâlâ yol gösterici ve günceldir.
Zaten bu öyle “inatçı”, öyle “yapışkan” bir oportünizm türüdür ki, tarih boyunca değişik biçimlere bürünmüş olarak çıkmıştır devrimci Marksistlerin karşısına. İlk olarak 1870’lerin başında Bernstein’cılık olarak boy gösterir, 1890 sonlarında Fransa’da Millerandizm ya da Çarlık Rusyası’nda legal Marksizm ve ekonomizm biçimine bürünür, sonrasında Kautskizm ve 2. Enternasyonal oportünizmi üzerinden 1920 sonlarında Troçkizm, 1960 sonrasında ise gözü dönmüş bir Stalin düşmanlığı halini alır. Türkiye sol hareketi içinde de 1960’larda Aybarcı “Güleryüzlü sosyalizm” anlayışı olarak boy gösterdikten sonra 12 Eylül sonrası Gorbaçovculuk ve Birikim üzerinden Kuruçeşmecilik ve “sosyalist demokrasi” yandaşlığı olarak karşımıza çıkar. 2000 sonrasının üçüncü tasfiyecilik dalgası sırasında artık açık açık devrimci örgüt ve örgütlü mücadele düşmanlığı (“partisiz devrimcilik” çığırtkanlığı) biçimine bürünmüştür.
Şu kuşbakışı hatırlatmadan da görüleceği gibi bunların hiçbiri “geçmişte kalmış”, “aşılmış” sorun ve tehlikeler olarak görülemez. Zaten şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, “unutulan -ihmal edilen- oportünizm en tehlikeli oportünizm türüdür”. O yüzden Lenin de Ne Yapmalı‘nın önsözünde “Dağınık ve belirsiz ama bu yüzden de daha inatçı ve kendisini çeşitli biçimlerde yeniden dayatmaya daha da yetenekli bu eğilime karşı kesin bir mücadele başlatmanın mutlak bir zorunluluk olduğuna” vurgu yapar (Ne Yapmalı, sf.12,abç).
Lenin’in Ne Yapmalı‘da ortaya koyduğu yaklaşım ve eleştiriler, o günlerden bugüne sadece genel devrimci hareket içinde değil Marksist parti ve örgütler içinde de Marksizm-Leninizm’in devrimci özüne bağlılıkla değişik biçim ve gerekçeler altında kendini gösteren değişik türden oportünist tutum ve yaklaşımlar arasındaki ayrımı belirleyen temel kıstaslar arasındadır.
Zaten Lenin de Ne Yapmalı‘yı kaleme alırken kendisini sadece dönemin Rus devrimci hareketi içinde yaşanan tartışma ve farklılıklarla sınırlamaz. Lenin’in bu tercihi nedensiz değildir. Çünkü Marksizm gibi oportünizm de tarihin her döneminde evrensel bir karakter taşır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin koşulları ve güç dengelerindeki değişmelere bağlı olarak tarihin şu ya da bu kesitinde oportünizmin şu ya da bu türü/biçimi öne çıkıp “moda” haline gelebilir. Özde aynı şu ya da bu oportünizm şu ya da bu ülkede hatta aynı ülke içinde şu ya da bu devrimci örgütte kendisini farklı biçimlerde gösterebilir. Ama aralarındaki özsel ortaklık, proletaryanın ve onun devrimci öncüsünün mücadelesi ve gelişim seyri açısından içerdikleri tehlikeler, harekete verdikleri zarar değişmez.
Bu gerçeği gördüğü içindir ki Lenin, Ne Yapmalı‘yı kaleme alırken daha önce düşündüğü planı değiştirerek çerçeveyi genişletir. “‘Eleştiri özgürlüğü’, hiç kuşkusuz, günümüzün en moda sloganı ve tüm ülkelerde sosyalistler ve demokratlar arasındaki tartışmalarda en sık kullanılan slogandır” cümlesiyle başladığı kitabın ilk bölümünde (Dogmacılık ve “Eleştiri Özgürlüğü” başlığını taşır) önce dönemin uluslar arası sosyalist hareketi içindeki saflaşmaya dikkat çeker:
“Bugünkü uluslararası sosyal-demokrasi içinde iki eğilimin oluşmuş olduğu kimse için bir sır değildir. Bu iki eğilim arasındaki çatışma kimi zaman alev alıp parlamakta kimi zaman da ‘ateşkes kararlarının’ heybetli külleri altında sönmeye yüz tutmakta ve içten içe yanmaktadır. ‘Artık eskimiş (olan -nba) dogmatik’ Marksizme karşı ‘eleştirel’ bir tutum benimseyen bu ‘yeni’ eğilimin özü Bernstein tarafından yeterli açıklıkta sunulmuş ve Millerand tarafından sergilenmiş bulunmaktadır” (age, sf. 13) diye devam eder.
Meselenin özünü “liberalizm ile sosyalizm arasındaki ilke yönünden karşıtlıkların inkârı” oluşturur. “Sosyal-demokrasi bir toplumsal devrim partisi olmaktan çıkıp, toplumsal reformların demokratik bir partisi haline gelmelidir. Bernstein bu siyasal istemi koskoca bir iyi uyum sağlanmış ‘yeni’ kanıtlar ve nedenlemeler dizisiyle kuşatmıştır. Yadsınan sosyalizmi bilimsel bir temel üzerine oturtma ve tarihin materyalist kavrayışı açısından onun gerekliliği ve kaçınılmazlığını sergileme olanağı idi. Yadsınan artan yoksulluk, proleterleşme süreci ve kapitalist çelişkilerin yeğinleşmesiydi; ‘nihai amaç’ kavramı bile geçersiz ilan edildi ve proletarya diktatörlüğü düşüncesi ise tümden reddedildi (…) Yadsınan şey, sınıf mücadelesi teorisi idi” (age, sf.13-14).
Lenin ilerleyen bölümlerde o sıralar Rusya’da boy gösteren ekonomizm eğilimiyle başını Bernstein (ve Kautsky) gibilerin çektiği uluslararası oportünizm arasındaki düşünsel ve ruhsal ortaklığı sergiler. Tabii ki herbirinde öne çıkan yönler farklıdır. Herbiri farklı başka yönler taşımakla birlikte örneğin Berstein’da “Hareket her şey, nihai amaç hiçbir şeydir” sloganında ifadesini bulan devrimci bir program ve tarihsel amaç karşıtlığı, Kautsky önderliğindeki Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde kapitalizmin kendi sonunu kendisinin getireceği şeklinde determinist bir kendiliğindencilik ve onun uzantısı olarak “kendisi devrimci ama görevi devrim yapmak olmayan bir parti” anlayışı şeklinde dışa vurur. Aynı oportünizm Rusya’da boy gösteren ekonomizm yandaşlığında teorinin ve teorik mücadelenin küçümsenmesi yanında “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir karakter kazandırmak” söylemi altında proletaryanın mücadelesini ve bilincini ekonomik haklar için mücadeleyle sınırlamak biçiminde gösterir.
Fakat aralarındaki bütün farklılıklara karşın hepsi “eleştiri özgürlüğü” talebi ve sloganında birleşirler. Bir de hepsi kendilerini “yeni yaklaşım ve fikirlerin temsilcileri” olarak yutturmaya çalışırlar.
Lenin Ne Yapmalı‘ya bu yüzden kendisini “dogmatizme karşı yeninin temsilcisi” olarak pazarlamaya çalışan “eleştiri özgürlüğü”nün eleştirisiyle başlar. Kitabın önsözünde “’eleştiri özgürlüğü’ gibi bunca ‘masum’ ve ‘doğal’ bir slogan niye bizim için gerçek bir savaş çığlığı olsun” sorusunu sorduktan sonra yanıtını biraz aşağıda verir:
“Gözlerini bilerek kapatmayan bir kimse, sosyalizm içindeki bu yeni ‘eleştirel’ eğilimin, oportünizmin yeni bir türünden ne daha fazla ne de daha az bir şey olmadığını görmemezlik edemez. Ve eğer insanları kuşandıkları parlak üniformaları ya da kendilerine verdikleri gösterişli ünvanlarıyla değil de eylemleriyle ve gerçekte savundukları şeylerle değerlendirirsek, ‘eleştiri özgürlüğü’nün sosyal-demokrasi içinde oportünist bir eğilim özgürlüğü, sosyal-demokrasiyi demokratik bir reform partisine dönüştürme özgürlüğü, sosyalizme burjuva düşüncelerini ve burjuva unsurlarını sokma özgürlüğü anlamına geldiği apaçık ortaya çıkacaktır” (age, sf. 15-16 , abç).
Lenin’in -ve Leninist parti anlayışının- “eleştiri özgürlüğü” eleştirisinin doğru anlaşılabilmesi için “eylemleri (yani yaptıkları-nba) ve gerçekte savundukları şeyler” vurgusuna bağlı olarak dile getirdiği “oportünist bir eğilim özgürlüğü”, “sosyalizme burjuva düşüncelerini ve burjuva unsurlarını sokma özgürlüğü” alt çizmelerine dikkat edilmelidir. Karşı çıkılan ve mahkum edilen tutum ve eğilimler proletaryanın devrimci partisini programına, çizgisine ve mücadele anlayışına yabancılaştıracak, onun kimliğini ve karakterini bozacak bu tür görüş ve girişimlere “özgürlük” talebidir. Bu tavır partide her türlü tartışma ve eleştirinin “suç” olarak görülüp bastırılması anlamına gelmez. Konunun böyle anlaşılması partiyi bu kez başka yönlerden bozar. Onu düşünce hayatı donmuş despotik-bürokratik bir mekanizma haline getirerek yozlaştırır.
Oportünist “eleştiri özgürlüğü” ile partiye canlılık kazandıracak mekanizmaların başında gelen tartışma ve eleştiri hakkı arasındaki farkı Lenin’in Ne Yapmalı‘nın girişine koyduğu aşağıdaki alıntıdan da görebiliriz:
“… Parti mücadeleleri, bir partiye güç ve canlılık kazandırır; bir partinin zayıflığının en iyi kanıtı (ise-nba) dağınıklık ve açık-seçik sınırların bulanıklaşmasıdır; bir parti kendisini arındırarak güçlenir..” (Lassale’in Marx’a 24 Haziran 1852 tarihli mektubundan)
“Eleştiri özgürlüğü”nün Rusya’daki bayraktarları ekonomistlerdi. Bunlar sadece devrimci bir program ve politikalar temelinde bir araya gelmiş, merkezi bir işlerlik ve disipline sahip parti fikrine değil işçi sınıfının ekonomik mücadelesini örgütlemenin ötesine geçerek sınıfa devrimci sosyalist bir bilinç kazandırmaya çalışmanın da karşısındadırlar. Bunların her ikisinin de yani merkezi bir otorite ve disiplin temelinde örgütlenmenin de sınıfı sosyalist temelde eğitip bilinçlendirmeye çalışmanın da hareketi geniş kitlelerden koparıp darlaştıracağı iddiasındadırlar.
Bunların yerine parti üyeliğinin koşulları konusunda bölünmenin yaşandığı 1903 Konferansı’nda Menşevikler tarafından savunulan ve kendisini ‘parti üyesi’ olarak görüp onun faaliyet ve eylemlerine istedikleri zaman, kendilerinin belirlediği sınırlar içinde katılan herkesin “parti üyesi” olarak tanındığı gevşek bir örgütlenme anlayışına sahiptirler. İşçi sınıfı partisinin faaliyetinin, siyasal propaganda ve ajitasyonunun içeriğinin ise ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, disiplin cezaları ve fabrika yönetimleriyle ilişkiler vb. gibi asıl olarak -hatta sadece- işçi sınıfını ilgilendiren ekonomik sorunlar ve hak talepleriyle sınırlı tutulmasından yanadırlar. “Ekonomistler” olarak adlandırılmalarının nedeni de budur zaten.
Bu eğilimin yandaşları “şakül bir kere kaymaya görsün” sözünü kanıtlarcasına ilerleyen yıllarda bu kez Rus devriminin kendisini sadece Çarlığın yıkılmasıyla sınırlayan demokratik bir devrimin ötesine geçmemesi gerektiğini ve bunun öncülüğünün de liberal burjuvaziye bırakılmasını savunan, 1905 Devrimi’nin karşısında yer alıp sonrasında da “silaha sarılmamalıydılar” diye mahkum etmeye yeltenen iflah olmaz oportünistler olarak boy göstermişlerdir.
Tıpkı Lenin’in devrim ve devrimcilik anlayışıyla parti anlayışı arasındaki dolaysız bağ ve karşılıklı ilişki gibi “eleştiri özgürlüğü” yandaşı ekonomizmin (ve benzeri diğerlerinin) devrim ve örgütlenme anlayışları arasında da benzer bir ilişki vardır.
Bu ilişkiye Ne Yapmalı’nın dördüncü bölümünde (“Ekonomistlerin İlkelliği ve Devrimciler Örgütü” başlığını taşır) Lenin de dikkat çeker:
“Raboçeye Dyelo‘nun (ekonomistlerin yayın organı-nba) yukarda incelediğimiz iktisadi mücadelenin, siyasal ajitasyonun en geniş uygulanabilir araç olduğu ve bizim görevimizin artık iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma vb. olduğu yolundaki iddiaları, sadece siyasal bakımdan değil örgütsel görevlerimiz bakımından da dar bir görüşü ifade etmektedir.
‘İşverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele’ bütün Rusya’yı kucaklayan merkezi bir örgütü hiç de gerektirmez ve bu yüzden de bu mücadeleden, siyasal muhalefetin, protestoların ve öfkenin bütün belirtilerini tek bir genel saldırı içersinde birleştirecek bir örgüt, profesyonel devrimcilerden meydana gelen ve bütün halkın gerçek siyasal liderlerinin yönetiminde bulunan bir örgüt hiç bir zaman doğamaz. Bu, anlaşılır bir şey. Herhangi bir örgütün niteliğini doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir. Onun için Raboçeye Dyelo, yukarda tahlil edilen görüşleri ile sadece siyasal eylemin değil aynı zamanda örgütsel çalışmanın da darlığını savunmakta ve meşrulaştırmaktadır.
Burada da Raboçeye Dyelo, her zaman olduğu gibi kendiliğindenliğe boyun eğen bir bilince sahip organ olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa kendiliğinden gelişen örgüt biçimlerine kölece boyun eğmenin, örgütsel çalışmamızın dar sınırlılığını ve ilkelliğini anlayamamanın, bu en önemli alanda ne kadar ‘geri’ olduğumuzu anlayamamanın, bütün bunları kavrayamamanın, hareketimizin tutulmuş olduğu gerçek bir hastalık olduğunu söylüyorum ben.
Bu öyle bir hastalıktır ki, çöküşle gelmez; bu besbelli ki bir büyüme hastalığıdır. Bu konuda her türlü geriliğin savunusuna karşı, darlığın hoşgörülmesine karşı ödünsüz mücadeleye girişmenin zamanı, kendiliğinden öfke dalgasının (günümüzde yığınlardaki sistem karşıtı tepki birikimi ve öfkenin- nba) bizim hareketin liderlerinin ve örgütçülerinin üzerinden de aştığı şu sıradır. Pratik çalışmaya katılanların ya da böyle bir çalışmaya girmek için hazırlanmakta olanların hepsinde aramızda yaygın bulunan amatörlüğe karşı hoşnutsuzluk ve bundan kurtulmamız için sarsılmaz bir kararlılık yaratmak özellikle gereklidir.” (age, sf.124-125, abç)
Lenin’in sözünü ettiği “hoşnutsuzluk ve bundan kurtulmamız için sarsılmaz bir kararlılığa”, insanlığın çok kritik bir tarihsel kavşakta bulunduğu bugün de aynı şiddette ihtiyacımız olmadığını düşünen bir devrimcilik olabilir mi?
“Dogmacılık”, “doktrincilik”, “partinin kemikleşmesi”, “düşüncenin zincire vurulması” vb. Bunlar merkezi bir yapı, işlerlik ve disipline sahip devrimci bir örgüt düşüncesine karşı “eleştiri özgürlüğü”nün şövalyece savunucularının dilinden düşmeyen iddia ve suçlamalardır. Çünkü öyle bir örgütlenme, öyle bir işlerlik ve öyle bir disiplin zora ve sıkıntıya gelemeyen küçük burjuvaya boğucu bir cendere olarak görünür. Ayağı sıkan bir ayakkabıdır. Aşılması gereken dogmatik bir anlayışın dışa vurumudur, bürokratizmdir, vb. Halbuki insanlar serbest bırakılmalıdır, isterse partinin programına, çizgi ve politikalarına ve merkezi kararlara açıkça aykırı olsun akıllarına ve ağızlarına gelen her şeyi özgürce dile getirebilmelidir, her şeyi ve herkesi pervasızca eleştirebilmelidir, kimse aynı kalıba girmeye zorlanmamalıdır, vb. vb. Leninist bir örgütün “olmazsa olmaz”ları arasında yer alan tartışma ve eleştiri özgürlüğünün istismar edilerek bu boyutlara vardırılması kabul edilemez.
Leninist bir parti parti faaliyetini zenginleştirecek her türlü eleştiri ve öneriye açık olmalıdır. Teknolojinin sunduğu imkanlardan da yararlanarak bunun mekanizma ve araçlarını yaratmalı, örgüt içi demokrasi ve katılımın sınırlarını olabildiğince geniş tutup koşulların elvermesi ölçüsünde daha da genişletme perspektifiyle hareket etmelidir. 21. yüzyılın partisi açısından bu bir zorunluluktur. Partinin daha doğrusu parti kadroları ve taraftarlarının düşünsel ve ruhsal canlılıklarını koruyup parti ve onun faaliyetleriyle daha ileri düzeylerde bütünleşip kaynaşmalarının temel koşullarından biridir. TİKB’nin bu konudaki yaklaşımı ve yaşama geçirmeye çalıştığı pratik çok açık ve ortadadır.
Fakat bu düşünce ve tartışma özgürlüğünün de bir çerçevesi, temel bazı kuralları, gözetilmesi gereken amaç ve hedefleri olmalıdır. Ortada bu tür kırmızı çizgiler yoksa ya da pervasızca çiğnenebiliyorsa o zaman ortak bir parti (örgüt) çatısı altında birlikteliğin zemini ve anlamı da kalmamış demektir. Bir örgüt sürekli kendini tartışarak, sürekli düne bakıp geçmişi tartışarak, atılmaya çalışılan her adımı, ortaya konulan her politikayı -üstelik devrimci içerikte herhangi bir aşkın alternatif önerisi de getirmeden- sürekli orasından burasından çekiştirip didikleyerek ilerlemek şurada dursun olduğu yerde durmayı bile sürdüremez. Kendisiyle uğraşmaktan kafasını kaldırıp burjuvazi ve kapitalizmle savaşmaya fırsat, zaman ve enerji bulamaz. Örgüt içi demokrasinin buralara çekilmesi örgütü felç etmenin ötesinde örgütlü birlikteliğin altını oymak anlamına gelir. Burjuvazi ve kapitalizme karşı proletarya ve devrimi örgütlemek gibi bir iddia ve amaca sahip bir devrimcilik bunu kabul edemez.
Bunun nedenini Ne Yapmalı‘da Lenin şöyle açıklar:
“Kaynaşmış bir grup halinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Düşman tarafından her yandan sarılmış durumdayız ve bunların ateşi altında hemen hemen hiç durmadan ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla, düşmanla savaşmak amacıyla, daha başında kendimizi tek başına bir grup olarak ayırdığımız için ve uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için bizi suçlayan kimselerin bulunduğu yakınımızdaki bataklığa çekilmemek amacıyla birleşmiş bulunuyoruz.
Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: Gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da karşılıkları şu oluyor: Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?
Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz.!” (age, sf. 16-17, abç)
Lenin’in bu eleştiri ve uyarısı da hâlâ güncel ve yol göstericidir!