Son nefesini verişinden bir gün önceydi (25 Temmuz 1996). Sanıyorum Tuncay yoldaş (19 Aralık katliamı sonrası Ölüm orucu direnişi sırasında 11 Nisan 2001 günü ölümsüzlüğe uğurladığımız Tuncay GÜNEL) haber verdi Tahsin’in bilincindeki gelip gitmelerin arttığını.
Bir kaç gün önce başlamıştı bu kaymalar. O hafta sonu ziyaretine gelen kadın yoldaşları kız yeğenleri zannetmiş, onların adıyla seslenmişti mesela. O günden sonra sık sık yanına uğrayıp sohbet açıyor, bu arada bilincinin seyrini anlamaya çalışıyordum.
Tuncay’ın uyarısı üzerine havalandırmada yatan eylemci yoldaşların yanından ayrılıp onun yanına gittim. TİKB tutsakları olarak kaldığımız C-3 koğuşunun üst katında Turan’la (Turan Tarakçı) aynı odada kalıyorlardı. Tahsin’in yattığı yatak aynı eylemde (1996 SAG-ÖO Direnişi) ölümsüzlüğe uğurladığımız yoldaşlarımızdan Osman’ın (Osman Akgün) Ümraniye Cezaevi’ne sevke gitmeden önce yattığı yataktı.
Gittiğimde dalmıştı. Bir-iki seslendim ama tepki vermedi. Nabzına bakıp nefesini dinlemeye çalıştım. İkisi de normal görünüyordu. Başucundaki plastik sandalyeye oturup uyanmasını beklemeye başladım. Çok sürmedi zaten gözlerini açtı. Hâlâ gözümün önünde, derin bir uykudan uyanan çocukların yüzünde gördüğümüze benzer huzurlu ve sevimli bir ifade vardı yüzünde. Odada olduğumu görünce her karşılaşmamızda görmeye alıştığım kocaman bir gülümseme yayıldı yüzüne.
“N’aber amca?” diye sordum (örgüt çevresinde bu lâkapla anılırdı), “İyidir, dalmışım biraz” diye yanıtladı. Arkasından hemen “Çok oldu mu geleli?” diye sordu. Kim olursa olsun hiç kimseyi bekletmek, zamanını çalmak, meşgul etmek istemezdi çünkü. Bunu muhatabına “saygısızlık” olarak görürdü. “Bireyin kendisini keşfi-özsaygı” kılıfı altında neoliberalizmin insan ilişkilerinde de körüklediği bencilliğin devrimci saflarda bile nasıl bir hoyratlık ve pervasızlığa yol açtığını gördükçe eski yoldaşlarla ilişkilerimizdeki sıcaklık ve samimiyetle iç içe geçen o incelik ve karşılıklı saygıyı özlemediğimi söylersem yalan olur.
İçini rahatlatmak için “Yok canım” dedim, “Biraz önce geldim. Havalandırma çok sıcak oldu, hem serinlerim hem de seninle biraz lâflarız diye girdim içeri”. Arkasından hafızasını yoklamak amacıyla önce yakın dönemlere ilişkin konular açıp araya sorular sıkıştırmaya başladım. Bilinci yerindeydi. Konuştuğumuz konulara dair mekan ve kişi isimlerini ya da tarihleri kasten yanlış söylüyordum arada, hiç birini atlamadan hemen düzeltiyordu.
O kesitte örgüt olarak –sonradan ayrılıkla noktalanacak- ağır bir iç kriz yaşıyorduk. Onların yakalandığı operasyondan 9 ay önce başlamıştı tartışmalar. Başlangıçta dönemin merkez organını oluşturan bizlerin örgütsel işlerlik konularında yaptığımız vahim hataları gerekçe göstererek başkaldıran ama gerçekte kafaca da ruh olarak da zaman tünelinde kalmış bazı eski kadrolarla aramızda büyük ve derin bir ideolojik yarık ortaya çıkmıştı.
Ne tarihsel koşullardaki kapsamlı ve büyük farklılıkların farkında olan ne de en fazla devrimci kamuoyunda tanınan etkisi sınırlı “devrimci bir muhalefet örgütü” olarak kalmakla sınıfı ve devrimi örgütleme perspektifi ve iddiasına sahip Leninist bir parti arasındaki farkın farkında olan bu yorgun devrimciliğin temel derdi kariyerdi. Örgüt konferansının neden zamanında yapılmadığı gibi haklı bir eleştiriyi bayraklaştırarak ortaya çıktıklarında bile sorunu getirip “Bizler neden Merkez Komitesi’nde değiliz” sorusuna bağlamışlardı. Zaten çok geçmeden 12 Eylül sonrasının bütün temel politika ve yönelimleri yanında kendileriyle birlikte olmayacağını düşündükleri herkesi lekeleyip değersizleştirmek için ölçü-sınır tanımadıkları kirli bir savaş yürütmeye başladılar. Bu kirli faaliyetlere dair çok sayıda olay geliyordu kulağımıza.
Tahsin o zaman örgütün dışardaki yönetiminden sorumlu MÖK (Merkezi Örgütlenme Komitesi) üyesiydi. MÖK temsilcisi olarak aynı zamanda İstanbul İl Komitesi sekreteriydi. İstanbul İK’nin diğer iki üyesi ise tartışma sürecinin başından itibaren el altından gizli ilişkiler kurmaya başlamış hizip yandaşıydılar. Bunlardan biri Tahsin’lerin yakalandığı operasyondan önceki operasyonlardan birinde Tuncay ve Cafer (İrfan Gürbüz) yoldaşlarla birlikte yakalanıp Bayrampaşa’ya gelmişti. O iç tartışma sürecinde örgüte nasıl yabancılaşıp düşmanlaştıysa açlık grevini sürdürmekte zorlanan iki taraftarla sohbet görünümü altında eylem aleyhtarı konuşmalar yaparak onları eylemi bırakmaya teşvik ettiğinin açığa çıkması üzerine başka bir örgüte geçmiş ve onların kaldığı koğuşa gitmişti.
Lâf nereden nasıl bu konuya geldi şimdi hatırlamıyorum, sırtını ranzasının yaslandığı duvara vermiş olan Tahsin kendisinde görmeye alışık olmadığım bir kızgınlıkla yatakta biraz daha doğrularak “Bunlar var ya bunlar” diye girdi söze, İstanbul İK’nin hizipçi iki üyesini kastederek “canımdan bezdirdiler beni. Arkamdan iş çevirdikleri yetmezmiş gibi her toplantıda bunalttılar. Bunlar yüzünden bir ara PKK’ye katılıp dağa çıkmayı düşünür hale geldim. Sonra tarihimizi, ortak geçmişimizi, sizleri düşündüm. İçerde zaten eliniz kolunuz bağlıyken bir de ben bırakıp gidersem neler hissedeceğinizi aklımdan geçirdim. Bu bağ tuttu beni burada”.
Örnekler vererek anlattıklarına fazla şaşırmadım açıkçası fakat hizip yandaşı çapsızların Tahsin gibi neler yaşamış, neler görüp geçirmiş bir yoldaşı bile nasıl yıpratıp yaraladıklarını görmek çok sarsıcıydı. O sahne ve söyledikleri bu yüzden hâlâ çok canlı belleğimde.
Zaten küçük bir azınlık olarak ayrılıp gittiklerinden beri Fatih ve Osman başta olmak üzere TİKB’nin değerlerini sömürmenin dışında bugüne kadar anlamlı bir slogan dahi üretememiş bu tarih talancıları, devrimle ve örgütle onlardan yıllar önce bağ kurmuş yılların işçisi, TARİŞ Direnişçisi bu komünist önder işçinin adını ancak mecbur kaldıklarında dil ucuyla anarlar.
Konu sonra eskilere kaydı. 12 Eylül öncesi İZYÖD’te nasıl tanıştığımızdan tutalım eski tanıdıklara, İzmir’in eski semtleri ve fabrikalarından tutalım 12 Eylül sonrası yaşadıklarımıza kadar daldan dala sıçrayan bir sohbet tutturduk. Kâh güldük kâh hayıflanıp hüzünlendik. Bir taraftan onu fazla yormaktan korkuyordum öte yandan belleğini yoklayıp diri tutmak istiyordum. Konu konuyu açtıkça üzerine gelen canlılık beni de sarıp sarmalamıştı. Ertesi gece cansız vücudu başında nasıl yaptığımı bilemediğim konuşma sırasında ona dair ağzımdan önce “Burada bir tarih yatıyor…” cümlesinin çıkmasının arka planında bu sohbet vardı sanırım. Geçmişte o kadar uzun ve geniş bir tur atmıştık ki herhalde o konuştuklarımız geldi o an aklıma.
Konuşmanın başlarında yoldaşın tepkilerinin nasıl olacağını merak ettiği için sık sık gelip geçen, arada bir kapıda durup konuştuklarımıza kulak veren Tuncay bir kez daha gelip uyarınca aklım başıma geldi. Üç saate yakın muhabbet etmişiz. Tuncay’ın getirdiği bir bardak şekerli suyunu içtikten sonra yatıp dinlenmesini istedik Tahsin’den.
Uyandığını öğrenince bir-iki saat sonra tekrar gittim odasına. Aklımda kaldığı kadarıyla saat 18.00-19.00 arasıydı. Henüz bir anormallik görünmüyordu davranışlarında ve konuşmalarında. Fakat bir süre sonra cümlelerindeki kopukluk dikkatimi çekmeye başladı. Önceleri çok normal ve akıcı gidiyordu sohbetimiz. Fakat bir süre sonra birinden ya da bir olaydan söz ederken bir süre suskun kalıp sonra başka bir faza geçtiğini fark ettim. Bu kaymaların önceki günlerde de tanık olduklarımıza benzer bir dalgalanma olacağını düşünerek soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. O gün çok yorulduğunu söyleyerek biraz dinlenmesini önerdim. Kendinden hoşnutsuz bir sesle “Zaten sürekli yatıp duruyorum” diyerek reddetti bu önerimi. Bu kez yormamayı esas alarak havadan sudan konulardan söz etmeye başladık.
25 Temmuz akşamı saat 22.00’ye doğru o koca çınarın artık son etaba girdiğine dair belirtiler çoğaldı. Çoğu kez sonunu getiremediği cümlelerle kesik kesik ve tutarsız konuşmalar yapmaya başladı. Bir şey söylemeye çalışırken araya uzun kesintiler giriyordu. Sesi kısıklaşmış, ağzından çıkan sözcükler anlaşılmaz bir hal almıştı. Ondan duyduklarımı yazması için hangi yoldaşı yardımıma çağırdığımı şimdi hatırlamıyorum. Ama son sözlerini kaçırmamak için kulağımı sık sık ağzına yapıştırdığım halde ne dediği artık anlaşılmaz oldu. Bir süre sonra da bir daha uyanamayacağı o son uykusuna daldı.
Saat gece 23.00’e doğruydu sanırım. İnlemeye başladı. Sağını solunu yokladığımda karnının yeniden şiştiğini fark ettim. Önceki günlerde başlamıştı bu problem. Bütün eylemcilerin sağlık sorunlarını büyük bir özveri ve disiplinle her gün yakından takip eden PKK tutsağı tıp öğrencisi arkadaşlar –Dr. Ali ve Dr. Yılmaz- acısını azaltıp rahatlatabilmek için sonda takarak boşaltmışlardı o suyu. Bu kez de sonda takılması gerekiyordu. Haber gönderdiğimiz PKK’li hevaller sağ olsunlar yine Hızır gibi yetiştiler. Karın boşluğunda biriken suyun alınması rahatlattı bir kez daha. İnlemeleri kesildi, derin uykuya daldı yeniden. Ali ve Yılmaz hevallerin kontrol sonrası yüz ifadeleri durumun artık ümitsiz bir hal aldığını doğruluyordu.
Acı ve çaresizlikten resmen kıvranıyordum. PKK’li hevaller bana da sakinleştirici bir iğne yapmayı önerdiler. “Keskin solcu” kafa ve alışkanlıklarımız nedeniyle güçsüz görünmeyi yediremedim kendime. “Bari bunu iç” diye bir draje Xanax verdiler.
Eylemdeki diğer yoldaşları da germemek için o daracık hücrede çaresizlik içinde kıvranır, sırf onu belki rahatlatır düşüncesiyle ateşi olmadığı halde artık son demlerini yaşayan yoldaşımın alnına soğuk su kompresi falan uygulayarak kendimi avutmaya çalışırken cezaevi doktoru Levent geldi. Nereden nasıl duymuşsa Tahsin’in durumunu öğrenmiş.
Dr. Levent normalde o saatte cezaevinde olmazdı. Fakat her an bir ihtiyaç ya da ölüm olacağını düşündüğü için olsa gerek eve gitmek gelmemiş o gece içinden. Tanıyabildiğim kadarıyla Dr. Levent hümanist biriydi. Muhtemelen devlete de bilgi taşıyordu ama zaten cezaevi doktoru olarak bunu yapmamak onun elinde olan bir tercih konusu değil bir mecburiyetti. Buna karşın devrimcilere bilinçli bir düşmanlık güden faşist cezaevi doktorlarından farklı olarak biz tutsaklara elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan insan biriydi. O gece sabaha kadar Tahsin’in yattığı hücrenin önündeki koridorda benimle birlikte oturdu. Eylemin gidişi dahil hemen her şeyden konuştuk. Arada bir Tahsin’in başucuna gidip nefesini ve nabzını kontrol ediyorduk.
Sabah gün ışıdıktan bir süre sonra Levent mesaiye gitti. Bizimkiler de yavaş yavaş uyanmaya başlamışlardı. Bir süre sonra günlük olağan yaşam başladı blokta ve havalandırmada. Tahsin derin uykusundaydı.
Öğlene doğru İstanbul Tabip Odası’ndan bir doktorlar heyetinin cezaevine geldiği ve eylemcileri muayene edeceklerini duyduk. Kadınlar koğuşundan sonraki ilk erkekler koğuşu bizim koğuştu. Değişik dallarda uzman 10-15 doktordan oluşan kalabalık bir grup sırayla her yoldaşı kontrol edip bazı basit testler yapıyorlardı. Hem ’96 SAG-ÖO Direnişi sonrası hem F tiplerine karşı 2000 sonrası ÖO Direnişi sırasında ve sonrasında hem de o günlerden bugünlere yapılan bütün ölüm orucu eylemlerinde konuya hakimiyeti ve tıbbi birikimiyle yüzlerce tutsağa çok emeği geçen Dr. Hakan Gürvit de o heyetteymiş. Onunla tanışma onurunu meğer o gün yaşamışım ama bunun farkına sonradan vardım.
Heyetteki doktorlar bizden özellikle Tahsin, Refik (Ünal) ve Cafer (İrfan Gürbüz)’le çok ilgilendiler. Çünkü durumları ağır olanlar onlardı. Tahsin ve Cafer’in bilinçleri kapanmış durumdaydı zaten. Refik ise safi irade kesilmiş, aşırı kilo kaybettiği ve gözleri en ufak bir ışığa dahi tahammül edemediği halde etrafındaki herkese güç ve kararlılık yayıyordu. Onun bu duruşu gelen heyeti de, özellikle de göz uzmanı bir kadın doktoru müthiş etkiledi. Refik’in sergilediği irade sağlamlığı ve kararlılığından çok etkilenen oftalmolog muayenesini bitirip koridora çıktıktan sonra gözyaşlarına hakim olamadı. Bir taraftan hüngür hüngür ağlıyor bir taraftan da “Bu çocukları yaşatmalıyız… Bu çocukları yaşatmalıyız..” cümlesini tekrarlıyordu.
Bizim bloktaki kontrolleri biten doktorlar heyeti sırayla diğer bütün blokları dolaştıktan sonra gözlemlerine dair siyaset temsilcilerini bilgilendirmek için aynı havalandırmayı paylaştığımız karşımızdaki C-4 koğuşunun yemekhanesine gelmişler. Bizim temsilcimiz başka biriydi ama şimdi hatırlayamadığım bir nedenle beni de çağırmışlar. Tam onlar bize gözlemlerini aktarmaya başlamışlardı ki bir yoldaş Tahsin’in son nefesini verdiği haberini getirdi.
Yattığı odaya gittiğimde Kenan ve diğer yoldaşlar yapılabilecek bütün kontrolleri yapmış, nabız alamayınca ağzına ayna koymuşlar ve son nefesini verdiğini anlamışlar. Kaldığımız hücrelerin açıldığı daracık koridorda herkes allak-bullaktı. Yanına girip henüz soğumamış bedenine son kez sarıldım. Bir süre sonra birilerinin omuzlarımdan tutup fazla zorlamadan beni ayırmaya çalıştıklarını fark ettim. Baktım heyetteki doktorlardan bazıları. Haberi öğrenince arkamdan gelmişler. Belki yapabilecekleri bir şey vardır diye yoldaşın bedenini onlara terk edip çıktım hücreden. Sonradan Dr. Hakan Gürvit söyledi: “Madem bu bedelleri ödettiniz bize, bedelini ödeteceğiz size!” sloganı o sırada çıkmış ağzımdan.