Dernek çalışması üzerine

Mart 2003 tarihli “Dernek Çalışması Kitle Çalışmasıdır” başlıklı yönlendirme yazısı

DERNEK ÇALIŞMASI KİTLE ÇALIŞMASIDIR

« Kitleler içindeki çalışma ve etkimizi genişletmek ve güçlendirmek daimi görevimizdir. Bunu yapmayan bir sosyal demokrat, sosyal demokrat değildir. Bu sonuca ulaşmak için devamlı ve düzenli olarak çalışmayan hiçbir grup, çevre veya kol bir sosyal demokrat örgüt olarak nitelenemez. Çünkü bu faaliyet, bu çalışma olmaksızın politik çalışma kaçınılmaz bir şekilde bir oyun halinde dejenere olur. » (Lenin)

MEVCUT DURUM

Yurtdışı’ndaki derneklerimiz ciddi bir tıkanma yaşıyor. Bu tıkanma çok boyutlu. Köln ve Londra gibi merkezlerdeki derneklerimiz kapanmış durumda. Buralarda dernek açacak yer arıyoruz. Berlin ve Paris’teki açık; fakat oraları da boşaltmak ve yeni yerler bulmak zorundayız. İsviçre’de bir derneğimiz bile yok. Sonuç olarak bugün sadece Stuttgart’taki derneğimiz açık ve iyi-kötü işliyor. Yaşadığımız tıkanmanın bir boyutu bu.

Fakat asıl tıkanmayı, dernek faaliyetlerimizin içerik ve kapsam olarak daralmasında, dernekler aracılığıyla yarattığımız etkinliğin alabildiğine sınırlı olmasında yaşıyoruz. Yeni güçlere ve alanlara açılmak, kitleleri örgütümüzün çizgisi ve politikaları temelinde örgütleyip sınıf mücadelesinin içine çekmek amacıyla açtığımız derneklerimiz, bu temel işlevlerini yerine getirmekten çok uzak. Kitlelerin olabildiğince geniş kesimleri için birer çekim merkezi olmak şurada dursun, kitlelerden kopuklar. Onbinler, hatta yüzbinlerce Türkiyeli göçmenin yaşadığı merkezlerde dahi derneklere çekebildiğimiz güçlerin sayısı, yüzleri bulmuyor. Kelimenin tam anlamıyla « getto içinde getto »yuz. Örneğin, Paris ve çevresinde yaklaşık 275 bin Türk ve Kürt göçmenin yaşadığı belirtiliyor, bizim kapısını çalabildiğimiz ilişkilerin toplamı 275 bile değil ! Bu denli korkunç bir kopukluğun, benzer rakamsal ifadelerini hemen her bölge için verebiliriz. Sonuç olarak bugün, dernekler aracılığıyla kitleler içinde yeni güçlere ulaşmak şurada dursun, derneklerimizi açıp kapatacak insan bulmakta dahi zorlanıyoruz. Derneklerin kiralarını ödeyemiyoruz, süreklilik gösteren doğru dürüst hiçbir etkinlik sergileyemiyoruz. Bu kopukluk ve yalıtılmışlık, bir dizi yeni sorun ve hastalığı beraberinde getiriyor. Bunların başında ise aracın bizi « tutsak » alması, « aracın amaçlaşması » var.

Yurtdışı’ndaki örgütsel faaliyetimiz, özellikle son yıllarda adeta salt bir dernek faaliyeti haline gelmiş, derneklere kapanmış. Bir kere bu durumun kendisi komünist bir sosyal devrim örgütü açısından kabul edilemez bir daralma ve yüzeyselleşmenin ifadesi. Derneklerdeki faaliyet ise amaca uygun bir çokyönlülük ve etkinlikten uzaklaşarak salt dernekleri açık tutma ya da kapananlara yeni yer arama düzeyine gerilemiş. Çevremizdeki örgütlü güçlerin adeta bütün asli faaliyeti, « dernekleri yaşatma » üzerinde yoğunlaşmış. Açık olanların kiralarının ödenebilmesi bile başlı başına bir sorun haline gelmiş. Yönetici yoldaşların vakitlerinin ve enerjilerinin büyük kısmı buna akıyor.

VASIFSIZLIĞIN ÖRGÜTLENMESİ

Derneklerimizde bugün ağırlıklı olarak “vasıfsız” unsurları örgütleyebiliyoruz. Bunlar, az çok bilinçli siyasal bir tercihten daha çok, bir aidiyet boşluğu ya da kağıtsızlık vb ihtiyaçlarının karşılanması beklentisiyle bize yanaşıyorlar. Ezici bir çoğunluğu herhangi bir işte çalışmayıp sosyal yardımlarla “geçinmeye” çalışıyorlar. Bunu bir yaşam tarzı haline getirmişler. Herhangi bir konuda gelişkin bir bilgi ve beceri birikiminden yoksunlar. Dil bilmiyorlar, çok sınırlı bir sosyal çevre dışında toplumla fazla bir bağları yok. Çoğu kez kendi sorunlarını bile çözebilecek durumda değiller. Bir yerlere dayanmaya ya da birilerinin yardımına ihtiyaç duyuyorlar. Zaten derneklere geliş nedenlerinin başında da, asıl olarak bu sosyal yalnızlık ve yalıtılmışlık geliyor. İşin daha da vahim tarafı, sayıca bile çok az olmalarına rağmen bunları dahi kalıcı ilişkilere dönüştüremiyoruz. Kısacası, nitelik bakımından zayıf, sayıca sınırlı, üstelik çok akışkan ve istikrarsız bir ilişkiler çemberini kıramıyoruz.

Dernekler etrafında toparlayabildiğimiz güçlerin bu niteliği, bir dizi yeni olumsuzluk ve zaafı da beraberinden getiriyor. Bu durum en başta, kitlelerin gözünde zaten zayıf olan itibar kaybını derinleştiriyor. Kitleler, yurtdışındaki devrimci örgütlenmelere genel olarak “asalak” bir güç gözüyle bakıyorlar. Alabildiğine daralmış “siyasal faaliyetlerin” dışında günlerini ve zamanlarını boş gevezelikle geçirdiklerini, “devrimciliği” bir geçim ve oyalanma aracı haline dönüştürdüklerini düşünüyorlar. “Devrimcilik” adına bugüne kadar sergilenen tutum ve örnekleri düşünecek olursak, bu utandırıcı algılama ve önyargıların pek de haksız olduğu maalesef söylenemez. Dolayısıyla, dernekler etrafında örgütleyebildiğimiz güçlerin bu yapısını kıramadığımız sürece sözünü ettiğimiz itibar kaybının önüne geçebilmemiz de mümkün değildir.

Vasıfsızlık”ın örgütlenmesi, ikinci olarak, faaliyetlerde ve yapılan işlerde sınırlılığı, verim ve kalite düşüklüğünü beraberinde getiriyor. Çevremizdeki güçlerin bilgi ve beceri noksanlığı nedeniyle hemen her işin örgütlenmesi ve yaşama geçirilmesinde ağırlık zaten çok az sayıdaki asli güçlerimizin omuzlarına biniyor. Bu güçler, söz konusu özellikleriyle faaliyetlere katkıdan daha çok, sorun ve zaaf üretiyorlar. Asalaklık kültürü, gayri siyasi bir yaşam ve onun alışkanlıkları, dedikoduculuk, kişisel didişme ve sürtüşmeler, vb derneklerde asli güçlerimizin de dikkat ve enerjilerinin büyük kısmını tüketen “kara delik”ler olarak karşımıza çıkıyor. Ve nihayet bu güçler, faaliyetlerin örgütlenmesinde geriye çekici bir basınç oluşturuyorlar. Dernek içinde veya dernekler üzerinden bir faaliyet örgütlemeye girişirken, bunun “güçlerimiz” tarafından ne ölçüde benimseneceği ölçütü, merkezi bir ağırlık taşır hale gelmiş. Çünkü, “güçlerimiz” tarafından “benimsenmeyen”, “doğru bulunmayan”, “başkalarına açıklamakta zorlanılacağı düşünülen” yönelimler ve kararlar gizli ya da açık boykotçu tutumlarla karşılanıyor. Hayata geçmiyor ya da benimsenip kabul edildiği ölçüde; benimsenip kabul edildiği sınırlar içinde uygulanıyor. Dolayısıyla, bırakalım örgüt çizgisi ve politikalarına hakimiyeti; devrimci bir siyasal yaklaşımdan, örgüt kültürü, çalışma tarzı ve disiplininden oldukça uzak bu güçlerin, her evrede, her somut sorunda yeniden “ikna edilmeleri” gerekiyor. Böyle bir ilişkinin, devrim yapma iddiasını taşıyan komünist bir örgüt olmaktan da önce, kendisine saygısı olan herhangi bir örgüt ve örgütlü ilişki açısından dahi çarpıklığı ve kabul edilemezliği ortadadır. Burada, “örgütün ne kadar örgütlü olduğu”, “kimin kime kumanda ettiği” sorusu karşımıza çıkar. Örgütün yönetici organlarının aldığı kararların dahi sürekli tartışılıp bireylere veya alanlara göre süzgeçten geçirildiği, eğilip büküldüğü, hatta uygulanmadığı bir ilişki devrimci bir ‘öncü-kitle’ ilişkisi değil; farkında bile olunmayan bir “kuyrukçuluk-kendiliğindencilik” ilişkisidir. Bu temelde kurulan, bunun süreklileştiği, hatta yönetici kadroların kafasında bile “meşrulaştığı” bir ilişkiler sistematiğinin, kazanılan bireyleri örgüt ideolojisi ve politikaları doğrultusunda dönüştürüp devrimcileştirilmesi şurada dursun, örgütün pratiğini, giderek çalışma tarzını, ölçü ve alışkanlıklarını kendine benzeterek fiilen deforme etmesi kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız gerçeklik maalesef budur.

Örgüt adına”, “örgütlü gibi” görünen ama gerçekte örgüte yabancı, örgütü kendi kimliğinden uzaklaştıran bu tehlikeli kısır çember, ancak iki düzlemde kesin ve iradi bir yönelimle kırılabilir: Kitleleri örgütlemenin temel araçlarından biri olarak derneklerin işlevlerinin yeniden doğru ve bütünlüklü bir kavranışı temelinde; 1) Mevcut güçlerin örgüt çizgisi ve politikaları doğrultusunda eğitilip yeni bir potaya dökülmeleri ile, 2) Mevcut darlıklar ve sınırlılıklar parçalanarak yeni güçlere ve alanlara açılmanın sağlanmasıyla.

DERNEK ÇALIŞMASI KİTLE ÇALIŞMASIDIR

Dernek çalışması” denildiği zaman, bizde genellikle ‘belirli bir mekan’ ve ‘o mekanda yürütülen faaliyet’ akla gelir. Biçimi (mekanı) öne çıkaran bu yüzeysel kavrayış, “aracın amaçlaştırılması” başta olmak üzere, baştan bir darlaşma ve düşünce sınırlanmasını da beraberinde getirir. Bugün bizde olduğu gibi, “mekanın” açılıp kapanması / açık tutulması giderek “her şey” haline gelir. Oysaki “dernek çalışması”, belirli bir mekana bağımlılıktan da önce, belirli bir hedefe yönelik olarak yürütülen; içeriği, kapsamı, yöntem ve araçları buna göre şekillenen “özel” bir çalışma biçimidir. Bu hedef, örgütü henüz tanımayan, ona uzak ve yabancı kitlesel güçleri çizgiye ve politikalara yaklaştırmak, bunlar doğrultusunda hareketlendirmek ve bunun içinden öne çıkan güçleri kadrolaştırarak örgütü beslemektir. Dolayısıyla, “dernek çalışması” her şeyden önce bir “kitle çalışması” olarak anlaşılmak ve yürütülmek zorundadır. Derneklerin açılacağı yerlerden (alan ve bölgelerden) dernek faaliyeti kapsamında yürütülecek etkinliklere kadar her şey, öncelikle bu perspektife; yani kitleleri örgütleme amacına uygun olarak planlanmalıdır. Yurtdışındaki dernek faaliyetlerimizde bugün yaşadığımız tıkanıklıkların aşılabilmesi için de, öncelikle, kitle çalışmamızın içeriği, yöntem ve araçları sorununda bir yenilenmeye ihtiyaç vardır.

Genel tasfiyecilik ortamında kitlelerin ruh halindeki gerilemeyle birlikte, yurtdışındaki devrimci örgütlerin faaliyetlerinde de korkunç bir daralma ortaya çıkmıştır. Türkiye cezaevlerindeki Ölüm Orucu’nun başlangıç evrelerinde gerçekleştirilen eylemlerin ardından gelen son iki yıllık dönemde “devrimci faaliyet” artık, konser ve gece düzenlemek, bağış toplamak, gazete ve yayın satışından ibaret bir hale gelmiştir. Daha önceki yıllarda gerçekleştirilen kimi kurslar, kültür-sanat etkinlikleri vb dahi yapılamaz olmuştur. Dikkat edilirse, bu “faaliyet”lerin tümü, kitlelere bir şeyler “vermek”ten çok onlardan sürekli olarak bir şeyler “isteyen” bir içeriğe sahiptir. Bu sınırlar içerisinde sıkışıp kalan bir “faaliyet”in kitleleri etkileyip kendine çekmesi elbetteki beklenemez. Çıkar ve özlemleriyle örtüşen, sorun ve sıkıntılarının çözüm yollarını gösteren, özellikle manevi beklenti ve arayışlarına yanıt veren politika ve etkinliklerin artık söz konusu dahi olmadığı bir çalışmaya (ve onların gerçekleştirildiği mekanlara) kitlelerin ilgisiz kalmasından daha doğal ve kaçınılmaz bir sonuç olabilir mi?

Üstelik, içeriği itibariyle bu kadar daralmış bir çalışma, diğer bir yönden, insanların “derneklere gelmesini beklemek” şeklinde tanımlayabileceğimiz bir başka tekyanlılık ve darlıklı maluldür. Kitlelerin ruh halinde ve eylemliliklerinde belirli bir yükselişin yaşandığı dönemlerde kitlelerden devrimci örgütlere ve derneklere doğru kendiliğinden bir yönelim/akış olması doğaldır. Ancak, bugünkü gibi durgunluk ve gerileme dönemlerinde, tek tük bazı istisnalar dışında böyle bir yönelim beklenemez. Kitlelerin “bize doğru” gelmedikleri böylesi dönemlerde, bizim her zamankinden daha fazla “kitlelere gitme ”miz gerekir. Ne var ki, geçmiş yılların dernek pratiği, bizlerde de ilişki kurduğumuz güçleri “derneklere çekmeye çalışmak”la sınırlı bir tekyanlılık doğurmuştur. Faaliyetlerimizi darlaştıran kendimizden kaynaklı yetersizliklerin yanı sıra, bize bağlı olmayan etkenlerin de geriye çekici basıncıyla, insanların zaten derneklerden uzaklaştığı, hatta onlara karşı tepkili ve önyargılı oldukları bir kesitte, bunun dernekleri “varlık-yokluk” sorunuyla karşı karşıya bırakması kaçınılmazdır. Bu çemberi kırabilmek için her şeyden önce, kendisini salt insanları derneğe çekmekle sınırlayan, özünde kendiliğindenci/beklemeci yaklaşım terkedilmelidir. Kitleler bize doğru gelmiyorlarsa, biz onlara gitmeliyiz! Bu noktada, komünist hareketin “Kitleler neredeyse biz orada olmalıyız” temel şiarını yeniden hatırlayarak rotamızı buna uygun çizmeliyiz.

Biz bugüne kadar bir bahçe belirleyip çiçek dikiyor, sonra da arıların gelmesini bekliyorduk”. Bugüne kadarki dernek faaliyetlerimizi betimleyen bir yoldaşın bu benzetmesi, yaşadığımız darlaşma ve tıkanıklığın belirleyici nedeninin çarpıcı bir özetidir. Bundan sonraki yönelimimizin ilk adımı, bu çarpıklığın giderilmesi olacaktır. Belirli merkezlerde merkezi dernekler açmaktan yine vazgeçmeyeceğiz. Çünkü bir biçimde örgüte yakınlaştırabildiğimiz güçleri eğitip organize edebilmenin yanı sıra legal faaliyetlerin örgütlenmesi ve bizimle ilişki kurmak isteyen güçler için bir çekim/başvuru merkezi olarak bu tür merkezi derneklere ihtiyacımız var. Ancak, “dernek çalışması” dediğimiz zaman, bu sınırlar içindeki bütün faaliyetimizi buralara hapsetmeyeceğiz. Etkileyebileceğimiz güçleri buralara çekmeye çalışmanın yanı sıra, kitlelerin bulunduğu/yoğunlaştığı çevre ve mekanlara doğru da bir açılım yapacağız. Merkezi derneklerimizin etrafında olabildiğince yaygın, birbirini bütünleyen bir ilişkiler ağı örmeyi hedefleyeceğiz. Bu noktada da kendimizi sadece belirli biçimlerle (örneğin, çevrede değişik tipte yerel dernek ve örgütler ağı örmekle) sınırlamayacağız. Zaten bu yüzden, “bir ilişkiler ağı” örmekten söz ediyoruz. Koşullarının olduğu yerlerde banliyö örgütlenmeleri, dışımızda kurulmuş özellikle sendika tipi örgütler içerisinde çalışma, yerel antifaşist, antikapitalist güç ve örgütlenmelerle ilişkilerin geliştirilmesi, evlerde yürütülecek kadın çalışması, gençlik örgütleri ve gençlerin toplandığı mekanlar üzerinde yoğunlaşma vb bu ağın bileşenleri olarak kavranmalıdır.

Dikkat edilirse, bu yönelim, sadece belirli bir mekanın içine hapsolmayan, mekandan bağımsız olarak yürütülen bir faaliyetin mümkün olduğu kadar geniş bir alana taşınması/yayılması anlamına gelmektedir. Başka bir anlatımla, belirli bir biçim ve yöntemden öte, örgütün stratejik yönelimleri doğrultusunda birbirini tamamlayıp zenginleştiren bir faaliyetin alanlara taşınması söz konusu olacaktır. Biçim ve yöntemler, kullanacağımız araçlar bu içeriğe ve stratejik amaca (kitleleri örgütleme) bağlı olarak şekillenecektir. Bu anlamda, kendimizi sadece belirli “klasik” biçimlerle sınırlamaksızın çok zengin bir yöntem ve araç çeşitliliği yaratılmalıdır.

Kitleleri örgüt çizgisi ve politikaları doğrultusunda etkileyerek örgütleme ve eyleme seferber etmeyi amaçlayan “kitle çalışması”, doğası gereği ‘dinamik’ olması gereken bir çalışmadır. Çünkü kitleler, bir dizi etkene bağlı olarak, devrimci örgütlere ve onların faaliyetlerine her zaman aynı tepkiyi vermezler. Düşünce yapıları, ruh halleri, gündemlerindeki sorunlar, ilgi ve duyarlılık gösterdikleri konular süreç içinde değişkenlik gösterir. Belirli bir kesit ya da konuda etkili olabilen yöntem ve yaklaşımlar, bir başka kesit ya da bölgede aynı sonucu yaratmaz. Dolayısıyla, kitleler içinde çalışırken onların nabız atışlarını ve bundaki değişiklikleri zamanında ve doğru yakalayabilmek önemlidir. Bunun içinse, kitlelerin yalnızca bize en yakın olanları, ya da bazı dar kesimleriyle sınırlı kalmayıp geniş kesimleriyle sürekli ve canlı bir iletişim içinde olmak gerekir. Bunun gerektirdiği yaygınlıkta bir iletişim ve etkileşim ise, dernek mekanlarına kapanarak kurulamaz; tersine, derneklerin dışına, kitlelerin olabildiğince içine ve derinlerine girmekle sağlanabilir.

ÇALIŞMANIN İÇERİĞİ

Sınırlı bazı güçlerin örgütlenmesiyle yetinmeyen geniş ufuklu düşünmek, buna uygun yöntem ve araç zenginliği yaratmak zorunlu ve önemlidir. Fakat bundan da önce ve bunları da belirleyecek tarzda, dernekler aracılığıyla yürüteceğimiz faaliyetin amacı ve buna uygun olarak çalışmanın içeriği konusundaki darlık ve tekyanlılıklardan kurtulmak çok daha önemli ve belirleyicidir. Kitleleri örgütlemeye dönük faaliyetimizi bugün nasıl içeriklendirmeli, hangi temeller üzerine oturtmalıyız? Belirleyici olan budur.

Yurtdışındaki derneklerimiz aracılığıyla örgütlemeyi hedeflediğimiz kitle, doğaldır ki, öncelikle Türkiyeli Türk ve Kürt göçmen kitlesidir. Bu kitleyi geniş ölçekte örgütleyebilmek için onların bugün Avrupa’da yaşadıkları sosyal, siyasal ve toplumsal sorunlara hakim olan, talep ve beklentilerine yanıt veren politika ve taktikler üretmek zorundayız. Bunun için öncelikle, onların bugünkü durumlarını derinlemesine ve bütünlüklü kavramamız gerekmektedir. Bu kitle, artık geçmiş yıllardan daha farklı bir sosyal/siyasal profil çizmektedir. Hem kuşaklar arasında, hem de her kuşağın kendi içinde geçmişe oranla, üzerinden atlamamamız gereken bir farklılaşma söz konusudur. Daha önceleri yüzü ülkeye daha fazla dönük olan birinci kuşak dahi bugün artık Avrupa’da daha yerleşik bir konum ve yönelim içindedir. İçlerinden önemli bir kesimi, buralarda ev, işyeri, kısacası mal-mülk sahibi haline gelmiş; emekçi-küçük mülk sahibi kırması bir konuma “yükselmiştir”. İkinci ve sonraki kuşaklar ise bütünüyle “Avrupalılaşmış”tır. Birinci kuşakta halen, nostaljik kalıntılar biçiminde kendini gösteren Türkiye’ye dönük duyarlılık, bu kuşaklarda neredeyse hiç yoktur. Sonuç olarak, bütün kuşaklarıyla Türkiyeli göçmen kitlenin geniş kesimlerini sadece Türkiye’deki siyasal/toplumsal gündeme dönük, bu noktadaki duyarlılıkların üzerinde yükselen bir faaliyetle örgütleyebilmek mümkün değildir. Onların günlük yaşamlarına yön veren, baskın hale gelmiş olan sorunlar, güdüler, duyarlılıklar artık yaşadıkları ülkelerin koşulları tarafınan belirlenmektedir. Dolayısıyla, onlarla iletişim ve ilişki kurup bu ilişkileri derinleştirebilmek için onların sorun ve beklentilerinden yola çıkan bir yaklaşımla hareket etmek şarttır.

Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmen kitlenin yaşadığı en büyük sorun “sosyal yalnızlık”tır. Bu insanlar yoğun bir “köksüzlük” duygusu, “aidiyet boşluğu” yaşamaktadırlar. Artık ne Türkiyelidirler, ama ne de tam olarak “Avrupalı” olabilmişlerdir. Dil engeli başta olmak üzere, yaşadıkları toplumlarla kaynaşmalarını engelleyen bir dizi farklılığın yalnızlaştırıcı ve yabancılaştırıcı etkisinin acılarını yoğun yaşamaktadırlar. Sadece birinci kuşak değil, ikinci, üçüncü, dördüncü kuşaklar için de durum aynıdır. Dolayısıyla bizim dernekler üzerinden yürüteceğimiz faaliyet, her şeyden önce kitlelerin bu sosyal yalnızlık ve yabancılığını kırmayı hedeflemelidir. Bunun paylaşılması ve giderilmesine dönük olarak siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal nitelikte çokyönlülük ve zenginlik taşımalıdır. Başka bir ifadeyle, bugün Avrupa’da yaşaşan Türkiyeli göçmen kitleyi örgüt çizgisi ve politikaları temelinde siyasallaştırabilmek için, önce onlarla insani/sosyal temelde ilişkilerimizi geliştirme/zenginleştirme zorunluluğu önümüzde durmaktadır. Bu zorunluluğu bugüne kadar olduğu gibi, düzeyi ve içeriği ayrıca tartışılması gereken sınırlı bazı kurslar açarak, hele hele “popüler sanatçı”olarak tanımlanan türkücü-arabeskçi kırması tiplere avuç dolusu paraların ödendiği “geceler/konserler” düzenleyerek yerine getiremeyiz. Sanatsal-kültürel alanda da kitlelerde daha gelişkin bir estetik duygusu yaratma sorumluluğumuzu unutmaksızın, kendimizi salt bu alanla sınırlamayan, sosyal bir varlık olarak insanların yaşamlarının ve ihtiyaçlarının bütün yönlerine hitap edebilen bir faaliyetler demeti ortaya konulmalıdır. Bunun içine sadece yılda bir kez kırlara pikniğe gidilmekle sınırlı kalmayan, müze vb yerlere düzenlenecek geziler de girer; insanların yaşadıkları sağlık ya da hukuki sorunların çözümü için yöntem üretme ve yol göstericilik de girer; çeşitli konulardaki bilgi ve becerilerini geliştirecek dil, bilgisayar, fotoğraf, resim, satranç vb kursları düzenlemek gibi eğitici etkinlikler de girer; topluca sinema ve tiyatroya gitmek, çeşitli sanatsal/kültürel etkinliklere katılımın organize edilmesi de girer; dinlendirici olmanın yanı sıra, insanların günlük yaşamlarında da yardımcı olabilecek çeşitli hobi faaliyetlerinin örgütlenmesi de girer…

Kitlelerle buluşup kaynaşabilmek için onların sosyal yaşamlarına girmeliyiz. Sadece bizim için önemli konularda ve dönemlerde değil; iyi günde de kötü günde de, düğünde de cenazede de… onlarla olmalı; sevinçlerini de üzüntülerini de, mutluluklarını da kederlerini de paylaşmalıyız. Avrupa’da göçmen olarak yaşayan Türkiyeli kitlenin bazen tümünü, bazıları ise önemli bir kesimini etkileyen birçok konu, ne yazık ki bizim gündemimizde dahi yer almıyor. Örneğin, Paris’te bir “Müslüman mezarlığı”nın açılması talebi var. İnsanlar bir dizi sıkıntı ve masrafa girerek cenazelerini Türkiye’ye götürmek yerine, burada defnedebilecekleri bir yer arayışı içindeler. Bu amaçla dernekleşiyorlar; ancak biz böyle bir girişimden haberdar bile değiliz! Veya Almanya’da onbinlerce insan TC Merkez Bankası’na yatırdıkları tasarruflarının Alman Devleti tarafından ikinci kez vergilendirilmesi gibi bir soygunla karşı karşıya kalıyorlar; bizim buna karşı bir müdahale ve inisiyatifimiz yok! 11 Eylül sonrası, Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde, özellikle de “yabancıları hedefleyen” yasa ve uygulamalar gündeme geliyor; bizim faaliyetlerimizi de doğrudan ilgilendiren bir özellik taşımasına rağmen bu konuda da bir politika ve inisiyatif ortaya koymuyoruz! İsviçre’de ‘göçmenlik ve iltica’ koşullarını ağırlaştıracak yeni faşizan yasaların çıkarılıp çıkarılmaması konusunda referandum düzenleniyor; bizim haberimiz dahi olmuyor! AB süreci, bulunulan ülkelerde yapılan seçimler… bizi adeta “ilgilendirmiyor”! Özellikle göçmenleri daha derinden vuran ekonomik kriz, işsizlik, sosyal hakların budanması… gibi konularda da durum farklı değil. Bunlar ilk ağızda sayılabilecek örnekler. Kitlelerin gündelik yaşamını doğrudan etkileyen konulara dahi bu denli ilgisiz kalan, somut bir politika, müdahale ve çıkış yolu önermeyen bir “faaliyet” kitleler için bir çekim merkezi olup onları etkileyebilir mi? Onlar bizi böyle konular ve dönemlerde yanlarında ve önlerinde görmedikleri sürece, kapılarını çaldığımız sınırlı zamanlarda bize neden kulak verip yardımcı olsunlar?

3. Konferansımızda, günümüzde komünist öncülük ve önderlik misyonunun, kendisini artık salt “siyasal bir muhalefet” hareketi olmakla sınırlamayıp “yaşamın bütün alanlarında kapitalizme alternatif olma iddiasını taşıyan sosyal bir devrimcilik” düzeyine çıkmakla yerine getirilebileceğinin altını çizdik. Bugün, her konuda olduğu gibi, kitle çalışmasında da Konferansımızın altını çizdiği bu ayırdedici stratejik perspektif bize yol göstermelidir. Yurtdışındaki dernek faaliyetlerimiz de, içerik ve kapsamıyla bu perspektife uygun olarak, kitlelerin yaşamının her alanına hitap eden bir düzleme sıçratılmalıdır. Kitleleri “siyasallaştırabilmek” için onlarla önce “insani/sosyal” temeldeki ilişkilerin geliştirilmesi zorunluluğu, elbetteki mekanik-düz bir mantıkla, bir basamaklandırma ilişkisi olarak anlaşılmamalıdır. Böyle bir yaklaşım, politik olarak bizi berbat bir ekonomizm ve reformizme sürükler. Avrupa’daki göçmen kitlenin yaşadığı sosyal yalnızlığın paylaşılmasına/giderilmesine yönelik politika ve yöntemlerimiz, hem onları bu noktalardan yakalayarak devrimci siyasal bir zemine çekme hedefiyle hem de kendi içindeki örgütlenişiyle devrimci/sosyalist bir karakter taşımak zorundadır. Bu tür etkinlikler sırasındaki amacımız, kitlelerle geniş ölçekte bir ilişkiler ağı yaratmanın yanı sıra, onlarda kapitalizmin, özellikle de Avrupa kapitalizminin körüklediği bencillik, bireycilik, nemelazımcılık yerine sosyalist bir toplumsallığın temel bileşenlerinden olan paylaşımcılığı, dayanışma ve yardımlaşmayı, birbirine sahiplenmeyi geliştirmek olmalıdır. Kullanacağımız biçim ve yöntemler ve bunların içeriklendirilmesi, bu amaç ışığında belirlenmelidir. Tarihsel deneyimlerin de gösterdiği gibi, bu alan doğası gereği, ekonomist, reformist, kuyrukçu savruluşlara da fazlasıyla açıktır. Bu tür savruluşlara karşı sürekli bir dikkat ve uyanıklık içinde olunmalıdır. Bu tehlikelerden korunabilmek için birincisi, bizim bir “hayır kurumu” ya da “sosyal yardım örgütü” değil, kapitalizmi ve burjuvazinin egemenliğini yıkmayı hedefleyen sosyal bir devrim örgütü olduğumuz temel gerçeği bir an bile akıllardan çıkarılmamalıdır. Bu kimliğimiz ve tarihsel hedeflerimizden dolayı, bizim kitleleri örgütlemekteki temel amacımız, onları örgütün çizgisi ve politikaları doğrultusunda siyasal faaliyete ve eyleme çekmektir. Onlarla insani/sosyal temellerdeki ilişkilerimizin içeriği de buna uygun olarak şekillenmelidir. Bu anlamda, bizi ekonomizm ve reformizm tehlikesinden koruyacak olan ikinci temel etken, örgütleyeceğimiz sosyal ilişki ve etkinliklerin içeriği ve yönelimleridir. Bu içerik, sosyalist bir bilinç, kültür ve değer yargılarının edinilmesi ve güçlendirilmesine hizmet etmeli, her adımında bunu gözetmelidir.

YÜKLENECEĞİMİZ HALKALAR: KADINLAR ve GENÇLER

Dernek çalışmaları da içinde olmak üzere, yurtdışı faaliyetimizin bundan sonraki stratejik hedeflerinden biri de, Türkiyeli göçmen kitlelerin örgütlenmesidir. Bunu başarabilmek için öncelikle ve özellikle üzerinde yoğunlaşacağımız kesimler ise kadınlar ve gençlerdir.

Kadınlar, Avrupa’daki göçmen kitlenin yaşadığı bütün sorunları, acı ve sıkıntıları en derin ve en yoğun yaşayan kesimdir. Erkekler, en azından çalıştıkları için iyi kötü sosyal bir yaşama ve ilişkilere sahiptirler. Kadınlar bundan da mahrumdur. Evlerinin içine hapsolmuş, belki birkaç akraba ve hemşeri dışında, sosyal hayattan tümüyle yoksundurlar. Müthiş bir yalnızlık, yabancılık ve geleceksizlik duygusu içindedir. Çoğu dil bilmez, yol bilmez, başka bir dünya bilmez. Hep birilerine bağımlı olarak yaşamaya adeta zorunludur. Bu kimi zaman akrabalar, kimi zaman komşular, işi olmadığı zaman da eşi olur. Pekçok Türkiyeli göçmen kadın, Avrupa’da adeta F tipinde yaşamaktadır.

Gençlerin durumu, -özellikle de ikinci ve üçüncü kuşak gençler- hem daha karmaşık, hem birçok yönüyle daha vahimdir. Bu kuşaklar adeta “kayıp kuşaklar”dır. Onların bu durumu, bugün göçmen ailelerin ezici bir çoğunluğunun en büyük sorunu, kaygı ve endişe konusudur. Bu anlamda genç kuşaklarla sağlıklı ve eğitici bir ilişkinin kurulabilmesi onların ailelerinin ve yakın çevrelerinin de örgütlenebilmesinde bir sıçrama tahtası işlevini görmeye adaydır. İkinci ve üçüncü kuşak gençlerin durumunu, “iki arada bir derede” sözüyle de tanımlayabiliriz. Ailelerinden farklı olarak bunlar, yaşadıkları ülkenin dilini, kırık dökük de olsa konuşabilmekte, kimi kültürel değerleriyle daha kolay uyuşabilmektedirler. Fakat uyum gösterdikleri bu değerler, Avrupalı toplumların daha çok yoz, bireyci ve bencil değerleridir. Ayrıca, ekonomik ve sosyal imkanlarının sınırlılığının da etkisiyle, yaşadıkları toplumla tam bir uyum ve kaynaşma gösterdikleri söylenemez. Çoğunun eğitimi ya hiç yoktur; ya da son derece yetersizdir (dördüncü kuşaklarda durum biraz daha farklılık göstermekte, eğitim düzeyi görece yükselmektedir). Çoğu, herhangi bir işte de çalışmayıp ana baba parasıyla asalak bir yaşam sürmektedir. Uyuşturucu kullanımı ve çeteleşme, Türkiyeli gençler arasında da giderek yayılmaktadır. Spor, müzik, resim, bilgisayar, satranç vb uğraşların, gezilere, sinema ve tiyatrolara gitmek gibi aktivitelerin yaşamlarında fazlaca bir yeri yoktur. Aileleriyle de bir uyumsuzluk ve kopukluk içindedirler. Çoğu Türkiye’ye ve Türkçe’ye de yabancılaşmıştır.

Kadınlar ve gençler arasında yürüteceğimiz çalışmalarda, öncelikle onların mevcut sıkışmışlıklarına çözüm üretebilecek, kendilerine güvensizliklerini ortadan kaldıracak zengin alternatifler sunmayı hedeflemeliyiz. Özellikle kadınları, her şeyden önce “ev hapsi”nden kurtararak sosyal yaşama katmanın yollarını aramalıyız. Fakat bunu başarabilmek için onlarla ilk ilişkileri evlerinde, ev ortamlarında kurmaya yönelmek zorundayız. Bu amaçla, Türkiyeli göçmen kitlenin yoğun olduğu semtlerde ve banliyölerde belirli bir ilişkimizin olduğu, bizi tanıyan kadınlar aracılığıyla “ev toplantıları” düzenlemeliyiz. Kadınların kendi aralarında yaptıkları “günler”e benzer şekilde düzenlenecek bu toplantılarda gelenlerle sıcak ve samimi sohbet ortamları yaratmalıyız. Bu sohbetler sırasında ilk elde onların yaşadıkları yakıcı sorun ve sıkıntıları ortaya koymalarına olanak tanımalı; sonra bunların çözüm yollarını onlarla birlikte tartışarak üretmeyi başarmalıyız. Bu toplantılara katılacak kadın yoldaşlarımız ve aktivistlerimiz, kadınlarla kaba bir “öğretmen-öğrenci” ilişkisi kurma yanlışına düşmeksizin onlarla önce arkadaşlaşmayı, onların güvenini kazanmayı gözetmelidirler. Karşılaşılacak sorunlar hemen her yerde genellikle aynı sorunlar olacağı için, bunların sağlıklı çözüm yolları konusunda da, bu toplantılara önden düşünsel bir hazırlıkla gidilmelidir. Bu tür kadın toplantılarının salt bir iç boşaltma ve “kadın kadına” dedikodu seanslarına dönüşme tehlikesine karşı da dikkatli olunmalıdır. Bu anlamda, muhataplarımızı konuşturmaya öncelik verir ve onlarla arkadaşlaşmayı gözetirken öte yandan bunun onlarla “aynılaşmaya”, o topluluk içinde “erimeye” dönüşmesinden de sakınılmalıdır. Kafamızda oluşturduğumuz plan ve çözüm önerileri, sohbetin doğal akışı içerisinde, katılan kadınların da kolayca benimseyecekleri bir doğallık içerisinde ortaya konulmalıdır. Kadınların yaşadıkları sağlık sorunları, başta eğitim ve okul olmak üzere çocuklarına ilişkin sorunlar ve belediyeler ya da merkezi yönetimle ilgili kimi bürokratik işlemler… bu tür sohbetlerde muhtemelen karşımıza en çok çıkacak konulardır. Bunlara ilişkin dernek olarak neler yapabileceğimiz konusu önceden merkezi düzeyde belirlenmeli, toplantılara bu temelde somut çözüm önerileriyle gidilmelidir. Örneğin, kadınların sağlık sorunlarının çözümü için hastane randevularının ayarlanması, dil bilmeyenlere tercümanlık gibi konularda onlara yardımcı olabiliriz. Aynı şekilde çocuk eğitimi ya da çocuklarının okulda karşılaştıkları sorunların çözümlerinde yapabileceklerimizi önceden belirleyebiliriz. Kadınları sosyal yaşama çekmek amacıyla küçük gruplar halinde piknik, gezi, sinema ve tiyatroya gitmek gibi etkinlikler örgütleyebiliriz. Çocuk eğitimi ve pedagojiden anlayan, bu konularda istekli ve eğitimli insanlarla ilişki kurarak onların katılımı veya yönlendirmesi temelinde derneklerde “çocuk günleri” düzenleyebiliriz…

Gençlerle kurmaya çalışacağımız ilişkiler sırasında da onları “bir an önce siyasallaştırmaya çalışmak” gibi itici/sekter bir hataya düşmeksizin; önce sıcak bir diyalog kurmayı ve arkadaşlaşmayı hedefleyen bir ilişki tarzı benimsemeliyiz. Bunu başarabilmek için onların ilgi duydukları konular, birbirleriyle paylaştıkları ortak sorunlar hakkında hem önceden bilgi sahibi olmalı hem de bu konulara belli bir ölçüde hakim olabilmeliyiz. Kulaktan dolma, kırık dökük bilgilerle gençleri etkileyip onların gözünde belli bir saygınlık kazanabilmek mümkün değildir. Buna karşılık, ilgi duyduğu konulara hakim olmakla kalmayıp daha geniş bir pencereden bakabilen, bilgi ve kültür sahibi birileriyle karşılaşmak, gençleri de etkiler. Yaşlı kuşaklardan farklı olarak gençlerin ilgi alanları çok geniş ve zengindir. Modern yaşama, teknolojiye, değişik kültürlere ve bakış açılarına karşı merakları daha fazladır. Onlara tepeden ya da dışardan bakan biri edasıyla değil de eşitleri gibi davranıldığı takdirde, almaya daha açıktırlar. Gençlerle ilişkilerde bunları gözeten bir tutumla hareket edilmelidir. Arkadaşlaşma sağlandığı ölçüde, onların doğrudan politik etkinliklere çekilebilmesi bile daha kolay olur. Yine gençlerde, birbirine bağlılık, birbirini sahiplenme, paylaşım ve dayanışma, karşılık beklemeksizin iş yapma, sözüne sadakat gibi özellikleri geliştirip güçlendirmek, nispeten daha kolaydır. Bu arada onların zaman zaman kimi uçarılıkları, bize yabancı ve yadırgatıcı gelebilecek kimi davranışları söz konusu olabilir. Ancak, bunları belli bir hoşgörü ve olgunlukla karşılamak, ana-babalarını ve öğretmenlerini çağrıştıracak incitici tepkiler göstermek yerine sabırlı ve esnek bir eğitici tutumla ele almak gerekir. Yanlış bir davranış, alışkanlık ya da sözden hareketle bütünü gözden kaçırıp itici/sekter tavırlar sergileyen “ahlakçı yaklaşım”, bizim güçlerimizde de oldukça yaygındır. Böylesi tutumlarla genç güçleri örgütleyebilmek, eğitip dönüştürebilmek mümkün değildir.

NİTELİKLİ GÜÇLERİN ÖRGÜTLENMESİ

Bundan sonra örgütsel çalışmanın her alanında olduğu gibi, derneklerimiz aracılığıyla yürüteceğimiz faaliyetleri de, hiçbir cazibesi olmayan, ilkel ve amatör girişimler olmaktan kesinlikle kurtarmalıyız. Hangi konuda olursa olsun sıradanlık, her şey bir yana, örgütümüzün “yaşamın her alanında alternatif bir model olma” iddiası ve perspektifiyle bağdaşmaz. Bu nedenle, bundan sonra derneklerimizde ve dernekler üzerinden yürüteceğimiz faaliyetler sırasında, değişik konularda belirli bir birikim ve yetenek sahibi ‘nitelikli/uzman’ güçleri bulup örgütlemeye ise özel bir ağırlık vermeliyiz. Bu konuda sağlayacağımız her başarının, hedef ve yönelimlerimizi yaşama geçirme noktasında hızımızı artırmanın yanı sıra, faaliyetlerin bütün yükünün birkaç kişinin sırtına yığılmasını da ortadan kaldıracağını, daha kolektif ve verimli bir işlerliğin hayata geçirilmesini kolaylaştıracağını bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.

Belirli bir konuda yetenek ve birikim sahibi nitelikli güçlerin devrimci bir örgütlenme ve faaliyete çekilebilmesi kuşkusuz kolay değildir. Bunlar, sahip oldukları beceri ve yeteneklerden ötürü hem kendilerine aşırı bir güven içindedirler; hem de kapitalizmin bencil, bireyci özelliklerini bünyelerinde daha fazla taşırlar. Devrimci örgütlere ve örgütlü bir faaliyete genellikle belirgin bir küçümseme ve mesafe koyarak yaklaşırlar. Bu tür unsurları etkileyip örgütleyebilmek için öncelikle onların üzerinde güçlü bir manevi etki ve otorite sağlayabilmek gerekir. Bu ise, karşılarına daha “etkileyici” ve bütünlüklü kişiliklerin çıkmasıyla mümkündür. Ancak bundan da önemlisi, onların önüne kendilerini de etkileyip heyecanlandıracak, birikim ve yeteneklerinin işlevli ve yararlı olacağı duygusunu uyandıracak somut projelerin/yönelimlerin konulmasıdır. Günümüz kapitalist toplumlarında giderek yaygınlaşan “sivil toplum organizasyonları”nda çalışan “gönüllüler” örneği bu konuda bir fikir verebilir. Daha çok sosyal hizmetler alanında faaliyet yürüten bu tip örgütlenmelerde çalışan “gönüllüler”, genellikle eğitim görmüş, iş-güç sahibi, bilgili ve becerili insanlardır. Bunlar, kapitalist toplumda bulamadıkları paylaşımcılığı, başkaları için bir şeyler yapma duygusunu tatmin amacıyla bu tür organizasyonlara katılırlar. Eğer önlerine benzer arayışlarına yanıt verebilecek, kendilerini yararlı ve işlevli hissedebilecekleri işler koyar, yönelimler kazandırabilirsek, yardım ve desteklerini kazanmamız mümkün ve kolay olur. Bu sayede hem onları kendimize yakınlaştıracak bir kanal yaratırız, hem de onların yeteneklerinden yararlanarak, onlar sayesinde örgütlediğimiz faaliyetler aracılığıyla daha geniş kesimlerin ilgi ve dikkatini üzerimize çekebiliriz.

RÜZGARI ARKAMIZA ALMAK

Yurtdışındaki örgütsel faaliyetimizin bütününde olduğu gibi, dernekler üzerinden yürüttüğümüz çalışmalarda da ciddi bir daralma ve tıkanıklık yaşıyoruz. Öte yandan, önümüze iddialı hedef ve yönelimler koyuyoruz. Bunlar arasındaki çelişkinin çözümü kuşkusuz kolay değil ve olmayacak. Biri nesnel diğeri ise öznel karakterdeki iki temel etken önümüzdeki iki büyük handikapı oluşturuyor. Bunlardan nesnel nitelikli olanı kitlelerin devrimcilere ve devrimci örgütlere karşı güvensizlik ve önyargılarının hala sürüyor olması. Buna ilerici demokrat kesimler içerisinde dahi derinleşmiş olan ruhsal/siyasal yorgunluk, ve gerilemeyi de eklemek gerekir. Öznel nitelikteki temel handikapımız ise, eski tarz ve alışkanlıkların, ölçü ve perspektif kaymalarının güçlerimizde yarattığı tahribat. Birincinin geriye çekici etkilerinin altedilebilmesi de, öncelikle ikincinin ortadan kalkması/kaldırılmasına bağlı. Zaten devrime önderlik ve öncülük misyonu ve iddiasının önkoşulu ve gereği de bu. Kendini yenileyemeyen, kendini aşamayan bir “öncü”nün, nesnel koşullardan kaynaklı engel ve sınırlamaları aşabilmesi, bu çerçevede kitleleri dönüştürüp hareketlendirebilmesi de olanaklı değildir. Önce kendimizden başlatmamız gereken “devrim”i, başarabileceğimizden kuşkumuz yok. Öte yandan, nesnel koşullardaki farklılaşmayı, hala sınırlandırıcı bir etken olmakla birlikte bunların içinde mayalanan farklılaşmayı da görmek gerekir. Ele aldığımız konu kapsamında kitlelerin devrimcilere karşı güvensizliği ve mesafeli duruşu sürmekle birlikte; bunun yanında geçmiş yıllardan farklı olarak bir tatminsizlik ve yeni arayışların boy vermekte olduğunu da görmeliyiz. Önce değişik örgütleri deneyen, daha sonraları uğradıkları hayal kırıklıklarının da etkisiyle düzeniçi bir yaşam ve arayışlara yönelen kesimler, bu yönelimlerinin çıkışsızlığını da yaşayarak gördükten sonra; bugün artık yeni arayışlar içindeler. Bunların önemli bir kesimi, yüzlerini tekrar devrimci bir faaliyet ve örgütlenmeye dönmek istiyorlar. Fakat aradıkları devrimci faaliyet ve örgütlenmenin, eskiden kendilerini hayal kırıklığına uğratan deneyimlerden de “farklı” olmasını istiyor ve bekliyorlar. İşte bu noktada, onlara “farkımızı farkettirebildiğimiz” ölçüde bu arayışı kendi kanallarımıza akıtabilmemiz olanaklı olacaktır. Komünist-devrimci kimliğimiz ve karakterimizden taviz verme anlamında değil, tam tersine; bu temelde ve bunun bir gereği olarak günlük faaliyetlerimizi, taktik politikalarımızı yeni bir düzleme sıçratıp bu arayış ve beklentilere yanıt oluşturabilecek bir kapsam ve zenginliğe ulaştırabildiğimiz takdirde, bu rüzgarı arkamıza alabiliriz. Çıkış buradadır!

Mart 2003