Dönemin ve kendimizin farkında mıyız?

Kapitalizme ve burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı güçlü devrimci ataklar geliştirebilmek için Marksist literatürdeki tanımla “nesnel koşullar” gözle görülür bir olgunluk kazanmış durumda. Buna karşın etkili bir devrimci öncülüğün yokluğu anlamında “öznel koşullar” korkunç zayıf ve yetersiz.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal muhalefet cephesinin temel zayıflığını geniş kesimlere güven veren etkili bir öncülüğün yokluğu oluşturuyor. 

Yoksa son olarak George Floyd’un vahşice katledilmesi üzerine ABD’den başlayıp birçok ülkede günlerce süren kitle eylemlerinin gösterdiği gibi gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerde dahi sistem karşıtı patlamaya hazır yaygın bir tepki birikimi var. Yani kapitalist sistemin içinde debelendiği çok yönlü ve katmanlı krizin ağırlığı yanında yanlış bir tanımla “popülist” olarak adlandırılan herbiri birbirinden çapsız siyasal figürlere dayalı çürümüş burjuva rejimlerin hâlâ sürebilmesi toplumsal muhalefet dinamiklerinin zayıflığından kaynaklanmıyor. 

Bu birikim özellikle kadınlarda ve gençlerde çok fazla ve yoğun. Pandemi öncesi kabaran kitle isyanları dalgasında olduğu gibi Floyd’un katli sonrası sokaklara dökülen tepki de 2011-2013 patlamalarına kıyasla çok daha belirgin olarak kapitalizm karşıtı sınıfsal bir karaktere sahipti.

Kısacası kapitalizme ve burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı güçlü devrimci ataklar geliştirebilmek için Marksist literatürdeki tanımla “nesnel koşullar” gözle görülür bir olgunluk kazanmış durumda. Buna karşın etkili bir devrimci öncülüğün yokluğu anlamında “öznel koşullar” korkunç zayıf ve yetersiz. 

Başlıbaşına bu çelişkinin kendisi toplumun muhalif kesimleri içinde umutsuzluk ve moral bozukluğu yaratıyor. 

Özümsenmiş samimi bir devrimcilik iddiası açısından ise bu tablo hem bir utanç nedeni hem de bir yangın alarmı. Daha doğrusu böyle okunmalı. Bu anlamda hem örgütsel hem de bireysel düzlemlerde devrimcilikte ciddiyet ve tutarlılığın ölçütü olarak görülüp kullanılmalı. 

Nesnel koşulların elverişliliğini vurgularken komünistler ve devrimciler olarak bizlerin -en azından bugün için- gücümüzü aşan niteliği nedeniyle o nesnelliğin sınırlandırıcı/engelleyici kimi öğelerini elbette gözden kaçıramayız. Bu bağlamda burjuvazinin yönetme sanatındaki ustalığıyla sistemin krizindeki derinleşmeye paralel olarak dünyanın her yerinde pervasızlaşıp yoğunlaşan burjuva devlet terörünün radikal devrimci güçler başta olmak üzere toplumsal muhalefet dinamiklerinin etrafına ördüğü boğucu çemberin üzerinden atlayamayız. O nedenle burjuvazinin neoliberal yeniden yapılanma döneminde ele geçirip pekiştirdiği üstünlük ve avantajları, özellikle 1980 öncesi yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde gelişmiş teknolojiye dayalı gözetim ve denetim sistemlerinden kaynaklanan dezavantajları hiç hesaba katmayan bir eleştirellik ve sorgulama, artniyet taşımadığı durumlarda bile insaf ve vicdanla bağdaşmaz. 

Fakat devrimciler olarak kendi payımıza şu gerçeği de görmek zorundayız: 

Bizi asıl sınırlandıran ve bu kadar etkisiz hallere düşüren engeller öncelikle kendimizden kaynaklı. Kendi kendimizi hapsettiğimiz iç çemberlerimizi bir türlü kıramadığımız için sıra bizi aşan nedenlerden oluşan dış çemberlere gelemiyor bir türlü. Onlara dayanıp zorlamak şurada dursun yanına bile yaklaşamıyoruz. Bundan ötürü zaten burjuvazi ve faşist rejim çoğu kez kaale dahi almıyor bizleri.  

Bu iç engellerimizin başında ülke politikasında esamisi okunmayan cılız ve etkisiz muhalif odakçıklar olarak kalmayı kanıksayıp içimize sindirmiş olmak geliyor. Devrimi örgütleme iddiası anlamında devrimci iktidar bilincinin zayıflığı Türkiye solunun 12 Mart sonrası dönemden itibaren adım adım yitirdiği. bu anlamda yapısallaşmış bir zaafıydı zaten. 2000 sonrasının  genel tasfiyecilik dalgası sonrası hepten silikleşip kayboldu. Burjuvazinin iktidarına meydan okuyan ülke çapında etkili militan devrimci bir iddianın sahibi olmak yerini sınırlı güçlerle yürütülen sınırlı faaliyetler sırasında kaydedilen küçük ve göreli ilerlemelerle yetinen hatta bunlarla başı dönen bir iddiasızlık ve kendinden hoşnutluk aldı.

İşin kötüsü toplumsal muhalefet güçleri içinde bir yanıyla bunu besleyen bir ruh hali ve beklenti var. Sistemdeki ve burjuva rejimlerdeki çürümenin bütün derinliğine ve açıklığına karşın yıllardan beri sürekliliği olan etkili bir devrimci sınıf ve kitle hareketinin örgütlenememiş olmasından kaynaklanan bir beklenti bu. Küçük bile olsa somut adımlara ve başarılara ihtiyaç duyuluyor. Genel durgunluk tablosunda farklılık yaratan her adım bu yüzden hak ettiğinin ötesinde bir ilgi ve heyecan uyandırabiliyor. Fakat ileriye doğru attığımız en mütevazi adımların dahi yarattığı yankı, örgütleri ve devrimci kadroları daha büyük ve daha ileri hedeflere yönelten devrimci bir motivasyon etkeni olarak iş göreceği yerde tersine yapılanla yetinen bir rehavet etkenine dönüşüyor. Atılan küçük bir adımın yarattığı heyecan ve sahiplenmeden hareketle sürekliliği olan daha cüretkar çıkış ve adımların nasıl sıçramalı bir gelişme potansiyeli içerdiğini görmek yerine elde edilenle tatmin duygusu öne geçiyor.  

Kısacası bir yönüyle dönemin ihtiyacı olan somut başarılar doğru ele alınıp devrime öncülük iddiasının dönemsel sorumluluklarının kavranışına dayalı tarihsel bir perspektifle ele alınmadığı sürece bir yönüyle de mevcut ilişkiler ve pozisyonu koruyarak doğrusal bir çizgide göreli ilerlemelerle yetinen iddiasızlık ve sıradanlaşmayı besleyen olumsuz bir rol oynuyor. 

Türkiye cephesinde son yılların öne çıkan toplumsal muhalefet dinamiklerini şöyle bir göz önüne getirelim: Bunların başında tartışmasız olarak faşist rejimin baskı ve saldırılarına OHAL koşullarında dahi pabuç bırakmayan kadın dinamiği gelir. Madencilik ya da HES yapımı gerekçesiyle doğal yaşam alanlarının yağmalanmasına karşı direniş temelinde patlak  veren çevre hareketlerini ikinci sırada saymak yanlış olmaz. Bunların yanında ikisi de aileleriyle birlikte yüzbinleri kapsayan KHK’lılar ve EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) dinamiklerini anmak gerekir.  

Herbiri kendi kulvarında değişik düzey ve biçimlerde hareketli bu kitlesel dinamiklerle ilişkilenip onların eylemlerini devrimci bir stratejik yaklaşım ve herbirinin özgünlüklerini dikkate alan özel taktik politikalar temelinde kapitalizme ve faşizme karşı birleşik bir sınıf ve kitle hareketinin kaldıraçları haline getirmeyi hedefleyen sistemli ve ısrarlı bir faaliyet konusu yapmayan bir devrimcilik iddiasının bütünsel bir karakter taşıdığından, ciddiyet ve tutarlılığından söz edebilir miyiz? Peki var mı ortada böyle bir çaba ve yönelim? O zaman devrimi örgütleme iddiasından uzaklığın bundan daha açık ve somut bir göstergesi olabilir mi? 

Büyük ölçüde proleterleşmiş bir toplumda işçi sınıfını örgütleyip harekete geçirmeyi en başa yazmayan bir toplumsal devrimcilik iddiasının anlamsızlığı ve tutarsızlığının sözünü dahi etmiyoruz. Üstelik o alanda sendikal önderlik bakımından da büyümüş bariz bir boşluk var. DİSK ya da KESK gibi güya ilerici sendikalar bile pandemi koşullarında sergiledikleri acizlikle gerçekte kendi tabutlarına çivi çaktılar. Aynı pejmürdelik şimdi sınıfın elinde kalan son hak kırıntılarından kıdem tazminatının gasbı hazırlıkları karşısında ruhsuz miyavlamalar şeklinde kendini gösteriyor. Kağıt üzerindeki tabanları üzerinde bile herhangi bir otorite ve saygınlığı kalmamış sendika ağalığı ve bürokrasisinin hali şaşırtıcı değil elbette ama sınıfa yönelik bu son kapsamlı saldırı hazırlığına karşı yayın organları ve sitelerde esip gürlemenin ötesine geçen militan devrimci bir hazırlığın herhangi bir belirtisi var mı ortada? 

Tarihçi Eric Hobsbawn, Fransız Komünist Partisi’nin 1968 Mayısı’nda ayağına kadar gelen iktidar fırsatını nasıl (ve neden) ıskaladığını irdelediği makalesinde partinin en büyük hatasını “alışılmış siyaset ve sendikacılık oyununu oynamayı sürdürmek” olarak tanımlar. Devrimci radikalizmi salt belirli bazı biçimlere ve söylemsel keskinliğe indirgeyen “sol” görünümlü kendiliğindenciliğin  eleştirisini de içerecek şekilde şunları söyler: 

“Devrimci bir hareketin ölçüsü her fırsatta barikatları yükseltme hevesi değil, rutin siyasetin olağan koşullarının işleyişi durduğunda bunun farkına varmak ve kendi davranışını buna uyarlamaktır. Fransız Komünist Partisi sınavların her ikisinde de başarısız oldu ve sonuçta ne kapitalizmi devirmeyi (o zaman bunu yapmak istemiyordu) ne de Halk Cephesini iktidara taşımayı (bunu kesinlikle istiyordu) başarabildi. (Solcu akademisyen-sosyolog -nba) Touraine’in alay edercesine gözlemlediği gibi devrimci değil reformcu bir parti olarak bile gerçekten başarısızlığa uğradı. Barikatlar kurulana dek öğrenci hareketinin ciddiyetini, sendika liderlerini kendiliğinden işgaller sıkıştırana kadar işçi hareketinin süresiz genel grev için hazır oluşunu fark etmeyi başaramayarak sürekli kitlelerin gerisinde kaldı (…) Komünist Parti, 27-29 Mayıs arasındaki dönüm noktası sayılabilecek günlerde kendisini beklemeye ve çağrılar yayınlamaya mahkûm etti. Ancak böyle zamanlarda beklemek ölümcüldür. İnisiyatifi kaybedenler oyunu da kaybeder.” (E. Hobsbawn, Mayıs 1968, Sıradışı İnsanlar, Direniş, İsyan ve Caz içinde)

Bir yenisinin bu kez hangi nedenle, ne zaman ve nasıl patlayacağını kimsenin önceden tahmin edemeyeceği Gezi İsyanı patlak verdiğinde (Mayıs 2013) radikaliyle-reformistiyle bütün sol örgütlerin nasıl şaşkın ve hazırlıksız yakalandıklarını hatırlayacak olursak aynı gafleti tekrarlamamak için aklımızı bir an önce başımıza toplamamız gerektiği ortada.

TİKB’nin geçmişindeki ilk büyük tarihsel kırılma ve dejenerasyona yol açan ilk büyük örgütsel krizin patlak vermesinden tam 6 ay önce örgütün merkez yayın organı Orak-Çekiç‘in Mart 1995 tarihli 36. sayısında yayınlanan Tarih Önünde Sorumluyuz başlıklı makalede sınıf mücadelesinin özel kesitlerinde devrimci öncülük iddiasının kavranışına ilişkin olarak şu uyarıda bulunuluyordu:

“Sıradan dönemler sıradan davranış ve politikaları kaldırabilir. Fakat olağanüstü dönemlerin performansı da olağanüstü olmak zorundadır. Bu, örgütler için olduğu kadar bireyler (kadrolar) için de geçerlidir. Zaten bir örgütün performansı, onu oluşturan kadro ve taraftarlarının performansından ayrı düşünülemez. Kadroların özellikle de örgütün omurgasını oluşturan sorumlu görevlerdeki kadroların gelişim seyri ve temposu, örgütün genel gelişim seyri ve temposu üzerinde de belirleyici bir role sahiptir”. (Bir Adım Daha derlemesi içinde, sf. 92)

Bu hatırlatmanın hemen öncesinde TİKB’nin tarihsel gelişim seyrinin genel bir özetine bağlı olarak -yaklaşan krizi de haber verircesine- şunlar söyleniyor:

“Bütün bu süreç kuşkusuz düz bir çizgi halinde, sorunsuz, sıkıntısız gelişmedi. Örgüt olarak, onun kadroları olarak zorlandık. ‘Eski’de ayak direyen, ilerleyen sürecin, büyüyen görevlerin gerektirdiği komünist gelişme çizgisini sürdüremeyenler döküldü, gereken tempoyu tutturamayanlar geriye düştü. Bu arada hatalarımız, eksiklerimiz, yanlışlarımız da oldu. Bunların bazılarının bedellerini hâlâ ödüyoruz. Çevreci tutumlar başta olmak üzere bazı kadrolarımızın hatalı bir yaklaşımla ‘işinin bittiğini’ düşündüğü kimi küçük burjuva hastalık ve zaaflar, bazen ‘eski’nin kalıntıları biçiminde, bazen yeni görünümlere bürünerek başını hâlâ gösterebiliyor. Bunlar bugün örgüt çapında çizgileşmiş, elle tutulur ve tamiri olanaksız sonuçlar doğurmuyor belki ama içten içe hızımızı kesiyor, ilerde ciddi boyutlar kazanabilecek tehlikelerin döl yatağını oluşturuyor.

 Tarihimizin dönüm noktalarını, daha sonraki gelişim sürecimizde belirleyici bir rol oynayan olumlu ve olumsuz ‘kritik’ dönemeç, tercih ve tutumları anımsamaya bugün daha fazla ihtiyacımız var. Fakat muharip gaziler gibi böbürlenmek ve zararlı bir kendinden hoşnutluk haline sürüklenmek için değil elbette; ders çıkarmak, güç ve hız almak, bunlardan da yararlanarak geleceğimizi daha görkemli kılmak için ihtiyacımız var buna. Çünkü bugün yine ‘kritik’ bir dönemeçteyiz. Bir eşiğin başında, çoğu yoldaşın havsalasında canlandırabildiğinden bile daha büyük bir sıçrama yapma şansı ile karşı karşıyayız. 

Önümüzde tarihsel bir fırsat uzanıyor. Eğer bunu değerlendirir dönemin hakkını verebilirsek, sınıf ve emekçi kitlelerin geniş kesimlerine kumanda edebilen iktidar alternatifi güçlü bir sosyal devrim örgütü konumuna sıçrayabiliriz. Nicel açıdan ‘küçük’ olmanın çemberini nihai olarak parçalar, partileşmemizi geciktiren en büyük engeli aşmış oluruz. Ama bu fırsatı değerlendiremez, hakkını yeterince veremezsek, bu kez ağır bir vebal altına girmekle kalmaz, ciddi olumsuzluklarla, daha açık konuşmak gerekirse tıkanmadan kaynaklanan iç bunalımlarla karşılaşabiliriz. 

En iyi olasılıkla, büyümeye ve gelişmeye belki yine devam ederiz. Fakat ne kadar militan ve kararlı olursa olsun, maddi güçlerinin yetersizliği dolayısıyla politik arenadaki etkisi ve ağırlığı sınırlı devrimci bir muhalefet hareketi olmaktan öteye fazla geçemeyiz. 

Hiçbir gerçek komünist, böyle bir konumu ve misyonu içine sindiremez. ‘Buna da şükür…’ şeklinde mistik bir vurdumduymazlıkla karşılayamaz. Böyle bir gamsızlık ve kanıksamanın ortaya çıktığı yerde ‘komünist öncü’ misyonunun kavranışında ciddi bir sapma ve yeniden tanımlama ihtiyacı doğmuş demektir. 

Hiçbir komünist örgüt, tarihe dünyayı doğru yorumlayan, doğru fikir ve politikalar üreten, olağanüstü niteliklere sahip seçkin kadrolardan oluşan bir muhalif topluluk olarak geçmek amacıyla kurulmamıştır. Onun hedefi ve ideali, proletarya ve ezilen kitlelere öncülük ve önderlik ederek devrimi başarmak, proletaryanın iktidarını kurmak, sosyalizmi inşa etmek ve sınıfsız komünist topluma ulaşmaktır. Devrim, iktidar ve sosyalizm perspektifinin yitirilmesi, bunun bir tutku olmaktan çıkması, komünist olarak varoluş nedeninin ve tarihsel sorumluluğun unutulması, silikleşmesi anlamına gelir.” (agy, abç, sf.91) 

Sonrasında da yazı sözünü şöyle bağlıyor: 

“Tarihsel sorumluluğumuzu yerine getirmek istiyorsak, en başta, ufuk darlığına, hayal fukaralığına, düşünce tembelliğine, devrimci irade gücü zayıflığına, enerji yoksunluğuna, pratikte sonuca gitme yeteneksizliğine hızla son vermeliyiz. Aksi takdirde ne tarih bizi affeder ne de zaten biz kendimizi affedebiliriz”.

Bu uyarıların insanlığın genelinin “Ya sosyalizm ya da barbarlık içinde yok oluş” eşiğine gelip dayandığı günümüz koşullarında da geçerli olmadığını söyleyebilir miyiz?