‘Dünyada ve Türkiye’de Gidiş’ Tartışması

2008 Eylül-Kasım’da “Dünyada ve Türkiyede Genel Gidiş Genelge Taslağı” üzerine yürütülen tartışma yazıları..

Konunun özünü yansıtan dört temel yazıya yer verdiğimiz aşağıdaki tartışma, 2008 yılının Eylül-Kasım ayları arasında dönemin önde gelen bütün kadrolarının üye olduğu gazete hazırlık sitesinde (“Mutfak”) yaşandı.

Menekşe (HSA) tarafından kısa bir dönem tahlili kapsamında ‘Genelge Taslağı’ olarak kaleme alınan “Türkiye ve Dünyada Gidiş” yazısı (10 Eylül 2008), Yazar’ın (KG) 8 Ekim 2008 tarihinde siteye yüklediği kapsamlı eleştirisiyle karşılandı.

Yazar’ın “Dünyada ve Türkiye’de Gidiş Başlıklı Yazı Üzerine” başlığını taşıyan karşı yazısı gerçekte genel bir manifesto özelliğindeydi. Konuyu bir genelge taslağı tartışmasının sınırları dışına çıkarıp “eksen tartışması” zeminine taşıyordu. Menekşe’nin 15 Kasım 2008 tarihinde verdiği yanıt (“İşte budur!) buna işaret ediyordu. Konuya ilişkin olarak Menekşe “İşte budur-II” başlığıyla aynı sitede başka bir yazının değerlendirilmesi sırasında aylar önce yayınladığı başka bir yazıdan bir parçayı da hatırlatma bab’ında tekrar yükledi.

Sonuç olarak “Gidiş” üzerine tartışma, 2010 başında ayrılıkla noktalanan 4. Konferans sürecindeki temel görüş farklılıklarının boğucu ayrıntılar ve laf salatalarından -görece- arınmış bir özetiydi aslında.

***

“İçte ve Dışta Gidiş” Genelgesi taslağı

I-) DÖNEM TAHLİLİ: AMAÇ ve İŞLEV

Ancak mevcut toplumun istisnasız tüm sınıflarının karşılıklı ilişkiler bütününün nesnel bir şekilde incelenmesi ve dolayısıyla bu toplumun nesnel gelişme derecesinin ve öteki toplumlarla karşılıklı ilişkilerinin incelenmesi, ilerleyen sınıfın doğru taktiğinin temelini oluşturabilir. Burada bütün sınıflar ve bütün ülkeler durağan değil, dinamik yönleriyle ele alınır, yani hareketsiz olarak değil, hareket içinde (bu hareketin yasaları, her sınıfın varlığının ekonomik şartlarından doğar-abc). Hareket ise sadece geçmiş açısından değil, aynı zamanda gelecek açısından da dikkate alınır; yalnızca yavaş değişmeleri gören ‘evrimcilerin’ yüzeysel anlayışına göre değil, diyalektik bir şekilde incelenir” (Lenin)

Komünist bir sosyal devrim örgütü, “dönem tahlili” olarak tanımlanan süreç çözümlemelerine, siyasal-toplumsal süreçlerin akışı sırasında önünü görebilmek ve buna dayalı olarak zamanında bilinçli bir tutum alabilmek için ihtiyaç duyar.

Bu ihtiyaca yanıt verecek işlevsellikte bir dönem tahlili, en başta, süreçlerin seyri üzerinde etkide bulunan dinamikleri eksiksiz olarak yakalamakla kalmayıp, bunların birbirleriyle olan iç bağlantılarını ve aralarındaki diyalektik etkileşimi doğru bir biçimde serimleyebilmelidir. Bu ise her şeyden önce, döneme karakterini veren temel dinamikler ile bunların belirlediği tarihsel arka plan konusunda teorik bir açıklığa sahip olmayı gerektirir.

Fakat devrimci bir dönem tahlili, süreçlerin ya da dönemlerin sadece ‘açıklanması’ ile yetinemez. Tarihsel-toplumsal süreçlerin oluşumunu arkadan gelerek ya da kenarda seyreden bir konumdan farklı olarak onların oluşumuna kendi cephesinden bilinçli bir müdahale ile etkide bulunma iddiasını taşıyan devrimci öncülük misyonunun yerine getirilebilmesi açısından o asıl olarak partinin önüne açık ve belirgin bir hat koymakla yükümlüdür. Süreçlerin seyri (akışı) sırasında partinin bilinçli kurucu tarihsel bir özne rolünü oynayabilmesi buna bağlıdır. Devrimci bir dönem tahlilini, süreçleri sadece ‘açıklamakla’ yetinen akademik-düşünsel faaliyetlerden ayıran özsel özellik burada yatar. O asıl bu özelliği ile, bu işlevi yerine getirebildiği ölçüde dönüştürücü-devrimci bir karakter kazanır. Bu noktada aslolan, sürece damgasını vurma olasılığı daha güçlü olan dinamikler ile onların olası hareket seyrinden kaynaklanacak görece daha güçlü olasılıkların yakalanıp ortaya konulabilmesidir. Yalnız bu noktada ‘öngörü’ ile ‘kehanet’ birbirine karıştırılmamalıdır.

Bir dönemin içerdiği gelişme olasılıkları hiçbir zaman kesin bir mutlaklık biçiminde öngörülüp belirlenemez. Bu gerçeği unutmaksızın -ve tabii bunun gerektirdiği ‘yanılma’ ve ‘ihtiyat’ paylarını bırakmayı da unutmadan- ağır basan olasılıkları da şekillendirecek etkenler ve trendler üzerine odaklanılmalıdır. Dikkatlerin daha ikincil olanlar yerine ana eğilim ve olasılıklar üzerine toplanmasını ifade eden bu yaklaşım, diğerlerinin büsbütün unutulup bir kenara bırakılması anlamına gelmez; fakat partiyi, öncülük misyonunun gerektirdiği tutumları zamanında almaktan alıkoyacak detaylar içinde kaybolmaktan korur.

Dönem tahlili kavrayışı konusunda “dönem” kavramı da doğru algılanmalıdır. “Dönem” genellikle aylarla sınırlı bir zaman dilimi olarak düşünülür. Bu algı, “dönem’i “güncel” ile karıştıran fazlasıyla dar bir algıdır. “Dönem” denildiği zaman akla daha geniş bir ölçek, -kimi yönlerden sonrasına da uzanan- asgari 3-5 yıllık bir zaman dilimi gelmelidir. Geçmiş ile gelecek bağlantısı içinde her konuda bilinçli ve planlı bir faaliyetin örgütlenip yürütülebilmesi için bu kesitin olası seyrine önden hakim ve hazır olmak hedeflenmelidir.

II-) DÜNYA

Önümüzdeki yıllarda dünya çapındaki gelişmelerin seyri üzerinde daha fazla belirleyici olabilecek, bu anlamda “tayin edici” konuma sahip üç ana faktör var. Bunların hareketi ve bunlardan kaynaklanacak sonuçların, Türkiye’deki gelişmelerin seyri üzerinde de çoğu kez dolaysızca etkisi olacaktır. Bundan ötürü de gözümüz her zaman öncelikle bunların üzerinde olmalıdır:

1) ABD’den başlayarak yayılan yeni kriz dalgasının büyüyüp şiddetlenmesi olasılığı.

Bundan bir yıl önce Amerikan konut piyasasındaki köpüğün patlaması ile başlayan kriz, neoliberal yeniden yapılanmanın emperyalist kapitalizme kazandırdığı yeni avantaj ve yeteneklerin gücüne iman sahibi bütün “iyimser” tahmin ve beklentileri teker teker çürüten bir gelişme çizgisi izliyor. Başlangıçta bunun finans alanı ile sınırlı kalabileceği (tutulabileceği) hayalleri ile avunuldu, kriz çok geçmeden reel sektöre de sıçradı. Son 30 yıldır beyinleri dumura uğratacak kadar gürültülü bir ideolojik kampanya konusu haline getirilen “küreselleşme” üzerine koparılan yaygaralar unutularak “ekonomilerin ayrışması” diye bir tez ortaya atıldı; buna dayanılarak, “krizin bu sefer en fazla ABD ekonomisi ile sınırlı kalabileceği, Çin, Japonya, Hindistan ve Brezilya başta olmak üzere dünyanın geri kalan yörelerindeki ‘yükselen ekonomilerin’ performansları sayesinde dünyaya yayılmasının önünün alınabileceği” masalları -ve hayalleri- piyasaya sürüldü ama kriz daha şimdiden Japonya’yı da vurmaya başladı…

Neoliberalizme iman sahiplerinin son umudu “Euro bölgesi” idi; “AB’nin krizi sınırlandırıp savuşturabilme imkanlarına görece daha fazla sahip olduğu” düşünülüyordu. Son iki aydır peşpeşe gelen göstergeler bu inancı da yerle bir etti. Avrupa’nın bütün büyük ekonomilerinde durgunluk ve gerileme yaşanıyor, buna karşılık enflasyon ve işsizlik oranları yükseliyor. Euro eski gücünü ve istikrarını kaybetmiş durumda. Emperyalist rekabetteki keskinleşme ve krizin basıncıyla dünya çapında zaten tekrar güç kazanmaya başlayan “korumacılık” eğilimlerinin bir devamı olarak euro birlikteliğinin sürüp sürmeyeceği bile artık tartışılır hale gelmiş durumda. Böyle bir gelişmenin ciddi siyasi ve toplumsal sonuçlarının olacağı da çok açık. Bu sürecin ters şekilde, yani ciddi toplumsal-siyasal dalgalanmaların arkasından AB’nin büsbütün dağılması şeklinde değil belki ama, “birliğin görece gevşemesi” biçiminde yaşanması olasılığı zayıf bir olasılık değil.

Bu aynı zamanda Avrupa toplumlarındaki sınıf kutuplaşması ve sosyal çatışmaların artması ile de iç içe seyredecek bir süreç olacaktır. Bu noktada 1930’ları çağrıştıran bir kavşakta bulunulduğunu gösteren belirtiler gün geçtikçe çoğalıyor. 11 Eylül ABD’si ve İngiltere’sine daha sonraları eklenen Merkel Almanyası ve Sarkozy Fransası’ndan sonra şimdilerde de Berlusconi İtalyası’nda yaşanmakta olan siyasal, toplumsal ve ideo-kültürel değişimler, giderek “yabancı düşmanlığı” ile sınırlı olmaktan çıkıp ülke içindeki “öteki”lere yönelen, daha şimdiden Fransa’da “kağıtsız göçmen” avına, İtalya’da “Roman” avına dönüşen saldırgan ırkçılığın dengesini kaybetmiş toplumlardaki yayılışı tehlikelidir. AB ile ilişkiler dolayımı yanında Avrupa’da yaşayan muazzam göçmen nüfus nedeniyle de Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamı, ekonomisi ve dış politika yönelimleri yanında iç politikasında da ciddi yansımaları olacak bu gelişme dinamiklerini ve olasılıkları, YD çalışmamızın geleceği ve doğru bir çizgi tutturabilmesi ile de sınırlı düşünmeyerek doğru okumak zorundayız.

2) Yayılıp derinleşmekte olan kriz, tek yönlü ve tek bir boyuttan ibaret değil. Yani bugün karşımızdaki kriz olgusu, 1980’lerden bu yana kimi zaman “borç krizi”, kimi zaman “yükselen sektörler” balonunun patladığı “borsa krizleri”, kimi zaman şu ya da bu ulusal para biriminin çöktüğü “para krizleri” vb. biçiminde yaşanan tek boyutlu ‘teklemelerden’ farklı olarak hem reel alana/sınai üretim alanına da sıçramış genel bir ekonomik kriz özelliğine sahip, hem de sadece ekonomi ile sınırlı kalmayan daha genel bir kriz özelliğini kazanma eğiliminde. Son olarak Kafkasya’ da görüldüğü üzere bu yönde -genel kriz- derinleşme olasılığı da giderek güç kazanıyor.

Ekonomik planda bu krizin son 25 yılın tipik ara kriz modellerinden bir farkı da, “yükselen pazarlar” olarak adlandırılan yarı sömürge ya da bağımlı ekonomilerden herhangi birinde değil ABD ekonomisi gibi dünya ekonomisinin lokomotifi konumundaki emperyalist bir ekonomiden başlayarak yayılıyor olması; diğer önemli bir fark ise, neoliberal birikim modelinin bugüne kadarki “çözüm” yöntemlerinin bu kez krizin “nedeni” olarak karşımıza çıkması. Bu sonuncu özellik, sistemin manevra kabiliyetinde göreli bir daralma anlamına gelmenin yanında, asıl onun bugüne kadarki kimi temel ideolojik iddia ve argümanlarının çökmesi yönüyle ideolojik, ahlaki ve moral yönden de bir darbe özelliğini içinde taşıyor.

Zaten genel sistemik bir kriz özelliğini kazanma eğilimindeki bu krizin ekonomi dışında çıplak gözle de görülebilecek bileşenlerinden birini ideolojik alan oluşturuyor. Sistemin ideolojik hegemonyasında bugün ciddi çatlaklar, derin boşluklar ortaya çıkmış durumda. Neoliberal “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” ideolojisinin özellikle de 1990’larda doruğa çıkan o eski çekim gücü ve etkisi bugün yok artık. O zamanlar kolayca taraftar bulabilen “tarihin sonu” ve “imparatorluk” tezlerinin yerini bugün “küreselleşmenin sonu” tartışmaları ,“tek kutupluluğun bittiği” tespitleri, “ekonomiye devlet müdahalesinin gerekliliği”, “korumacılık” ve “devletin inşası” vb. önerileri almış durumda.

Neoliberal küreselleşmenin “imparatoru” ABD’nin “yumuşak gücü” de yerlerde sürünüyor. 11 Eylül’ü bahane ederek gerek ülke içinde gerekse uluslar arası planda izlediği politikalardan sonra “demokrasi ve insan haklarına dayalı yeni bir dünya düzeni kurma” iddiası bugün kendi orta sınıfları tarafından bile sorgulanıyor.

Öte yandan, hegemonyanın zor ve şiddet ayağı da ciddi darbeler yemiş durumda. ABD’nin en güçlü yani olarak kabul edilen askeri açıdan “karşı konulmazlığı” miti, Irak ve Afganistan’da yıkıldı. “Tek kutupluluk” ve “imparatorluk” demagojilerinin mumunun sönmesini de hızlandıran bu darbe, doğası gereği, sadece ideolojik bir darbe olmakla sınırlı kalmayıp siyasi, askeri ve diplomatik alanlarda başka çözülme süreçlerini de tetikleyebilecek bir özelliğe sahip. Nitekim Rusya’nın Kafkasya’daki son güç gösterisi, İran’ın kafa tutmaları, Latin Amerika’daki halkçı dalganın yayılmaya devam etmesi… hegemonya krizini büyütmekle kalmayıp genel kriz öğelerini kızıştırıcı etki ve özelliklere sahip gelişmeler kapsamında görülmelidirler.

Bu arada, ortaya çıkan ‘ideolojik krizin’ hem bir bileşeni hem de sonuçlarından biri olarak, 1990’ların post modernizmi ya da etnik, dini, kültürel, cinsel farklılıklar üzerine kurulu “aidiyet politikaları” da bariz bir tıkanıklık, güç kaybı ve çözülme yaşıyorlar. Bu yönüyle de ortada henüz tam doldurulamayan bir boşluk, proleter devrimci sosyalist ideoloji cephesinden değerlendirmemiz gereken bir arayış var. Dönemi çözümler, ona dayalı olarak görev ve sorumluluklarımızın kapsamını belirlerken bu boyutu gözden kaçırmamamız gerekir.

3) Fakat dünya çapındaki süreçlerin bundan sonraki seyri üzerinde asıl belirleyici olacak etken, daha geri planda yaşanan ve ritmi giderek hızlanan bir değişim süreci şeklinde biçimleniyor: Dünyanın güç merkezleri değişiyor, bu alanda tektonik kaymalar yaşanıyor…

Dünya ekonomisinin ağırlığı ABD-Avrupa ekseninden Asya-Pasifik bölgesine doğru kayarken; sahip olduğu petrol, doğal gaz ve emtia fiyatlarındaki olağanüstü artışlar sayesinde ciddi bir ekonomik güç biriktirmenin yanında Putin döneminde yaptığı ataklarla siyasi, askeri ve moral yönlerden de kendisini toplayan Rusya, dünya politika sahnesine bir “kutup” olarak geri dönüyor. Yine emperyalist rekabetin gelişim seyrine bağlı olarak ciddi birer kutup haline gelme potansiyellerine sahip kümelenmeler olarak Şanghay İşbirliği Örgütü ya da BRİÇ gibi eksenlerin yanında 1960’ların “Üçüncü Dünya” bloklaşmasını çağrıştırır ilerici-halkçı bir odak olarak Latin Amerika’da UNASUR ve MERCOSUR örgütlenmesi gibi girişimler dikkati çekiyor.

1990’ların ortalarına kadar sıradan bir üretici bile olamayan Çin, tahminleri de aşan bir hızla bugün dünyanın imalat sanayi merkezi haline gelerek ABD’nin dahi önüne geçti. Emperyalizmin eşitsiz gelişim yasasının işleyişinin ortaya çıkardığı bu sonucun,yine emperyalizmin doğası gereği, siyasi ve askeri bir güç olarak da kendisini gitgide daha fazla gösterip ekonomik ve siyasi güç ve avantajların, yarı sömürgelerin ve pazarların dünya çapında yeniden paylaşımı talebi ile ortaya çıkması ve bu yöndeki faaliyetlerini artırması kaçınılmaz bir gelişme olarak beklenmelidir.

Aynı şey Rusya için de geçerlidir. Nitekim Kafkaslar’daki son gövde gösterisi ile Rusya, Putin’in 2007 Şubat’ında Münih konuşması ile bu yönde verdiği mesajları pratiğe de geçirerek işin ciddiyetini hatırlatmıştır. Gerçi Rusya’nın bu hamlesi, doğrudan kendi güvenliğine yönelik bir nabız yoklamasına reaksiyon olarak gelişen bir yerde zorunlu bir “savunma hamlesi” özelliğine sahiptir. Ayrıca Rusya ekonomik ve askeri yönlerden hala ciddi zayıflık ve yetersizliklerle de maluldür. Fakat öte yandan, özellikle Avrupa’nın yüzde 70 oranında kendisine bağımlı olduğu zengin enerji kaynaklarına sahip olmanın yanında dünyanın en önemli enerji nakil hatlarını kesintiye uğratabilecek bir konuma ve güce sahip olmak gibi çok etkili bir koza sahiptir.

Sonuç olarak, ABD’nin ekonomik yönden olduğu gibi siyasi ve askeri yönlerden de üstün ve rakipsiz bir konuma sahip olmanın küstahlığıyla dilediği gibi at oynatabildiği son 20 yılın o tek kutuplu dünyası artık geride kalmıştır. Önümüzdeki süreç, yeni çok kutupluluğun şekillenme süreci olarak seyredecektir.

Bunun hangi yeni ittifak ilişkileri ve dengelere bağlı olarak hangi eksenler temelinde, nasıl şekilleneceğini biraz da yaşayarak göreceğiz. Yalnız bu şekillenme sürecinde çatışmanın ağırlık merkezini yine Avrasya, özellikle de Ortadoğu, Kafkasya ve Yakın Doğu oluşturacaktır. Kıt’a olarak Afrika’nın da ikinci büyük dolaysız çatışma alanı haline gelmesi yakındır. Öte yandan yöntem olarak, bazen çok ilgisiz gibi görünen noktalardan yapılan siyasi, ekonomik ve diplomatik hamlelerin dozunun ve dolaysızlığının artışı yanında askeri tehdit ve şantaj yöntemleri,doğrudan askeri müdahaleler, yerel savaşlar, iç savaş kışkırtmaları, gizli servis operasyonları, provokasyonlar vb. gibi silahlı biçimler işin içine giderek daha fazla girecektir.

Bunlar bütünüyle emperyalist rekabetin doğasından kaynaklanan, ayrıca gelişmede eşitsizliğin ortaya çıkardığı gücün dünya çapında yeniden dağılımı sorununun genelleşme ve derinleşme eğilimi taşıyan yeni bir kriz koşullarında çözümlenmek zorunda oluşunun doğurduğu kaçınılmaz sonuçlardır.

Bu sürecin Türkiye üzerinde de dolaysız -yer yer tayin edici- etkileri olacaktır. Birincisi Türkiye, giderek keskinleşen emperyalist rekabet ve çatışmanın sıklet merkezini oluşturacak Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu üçgeninin göbeğinde yer alan ‘cephe ülkesi’ konumuna sahiptir. İkincisi, çatışmanın asıl konusunu oluşturan enerjinin nakil hatları konusunda ‘taraf ülke’ konumuna sahiptir. Üçüncüsü, Türkiye özellikle ABD emperyalizmi ve AB emperyalizmi tarafından bölgede koçbaşı olarak kullanılmak üzere üzerine hesap yapılan ‘işbirlikçi bir ülke’ konumundadır. Ve dördüncüsü Türkiye, bu konumunu da pazarlayarak “etkin bir bölgesel güç” haline gelme ihtirası ve ihtiyacı içindedir.

Bunların toplam sonucunu Türkiye, “dış” bir gelişmenin -hatta tamamen “dışındaki” bir gelişmenin- “iç” bir sorun olarak karşımıza çıkması, içerde birtakım süreçleri ve gelişmeleri tetikleyici sonuçlar doğurması biçiminde yaşayacaktır. Onun için önümüzdeki süreçte Kürt sorunu ile Irak, Kıbrıs, Ermenistan ve İran politikalarının şekillenişi başta olmak üzere Türkiye’nin ‘iç’ politikası üzerinde de dolaysız etki ve sonuçları olacak kimi yönelimler, büyük ölçüde bu andığımız ‘dış’ etkenlere bağlı olarak şekillenecektir. Dolayısıyla, bunların ele alınıp irdelenmesi sırasında sorunu sadece ‘kendileriyle sınırlı’ ele alan bir bakış açısı yanıltıcı olur. Özellikle de bölgesel süreç ve dinamiklerle dolaysızca ilişkili konuların ele alınması sırasında, ‘Türkiye içinden dışarıya doğru’ değil ‘dışardan içeriye doğru gelen’ bir yaklaşımla hareket edilmesi, gerçeğin daha eksiksiz ve daha isabetli kavranışı açısından doğru olacaktır.

Türkiye’deki gelişmeler üzerinde de etkileri olacak ‘dış’ etken ve dinamikler bahsinde, bu andıklarımızın yanında, ;

1) Rusya’yı Güney’den de çevreleme stratejisi yanında zengin petrol rezervleri içerdiğinin anlaşılmasıyla birlikte -tıpkı Kuzey Denizi gibi- askeri öneminin yanında ekonomik bir önem de kazanan Karadeniz’in yeni bir “soğuk savaş cephesi” haline gelmesi; ABD işbirlikçisi bir rejim olarak Türkiye’nin bu konuda bundan böyle sık sık “aşağı tükürsen ABD -ve AB-, yukarı tükürsen Rusya” ikilemi ile karşı karşıya kalacak olması, (Son Gürcü savaşı sırasında Türkiye’nin yaşadığı sıkışma ve arkasından ABD’nin Türkiye’yi Montrö’yü çiğnemeye zorlayışı, önümüzdeki süreçte karşılaşılabilecek gelişmelerin habercileridir.

2) ABD’nin Avrasya üzerindeki hegemonyasını pekiştirme stratejisi olarak GOP stratejisinin, müttefiklerini bile çabuk eskiten, hatta parçalanmalarına dahi neden olabilecek dinamikleri harekete geçirip güçlendirici karakteri (Pakistan’da Pervez Müşerref, Gürcistan’da Saakaşvili kuklalarının sürüklendikleri durum bunun son örnekleridir; İran’da ABD ve İsrail bu parçalama stratejisini ikincil bir strateji olarak zaten uygulamaya çalışmaktadırlar, Mısır, Ürdün ve Suudi rejimleri ise bu yönüyle “topun ağzındaki rejimler”dir),

3) Türkiye’nin göbeğinde yer aldığı Avrasya coğrafyasının bütün emperyalist güçlerin bir biçimde içinde ve aktif oldukları hayatı bir rekabet ve çekişme alanı olması; bu anlamda birbiriyle ‘müttefik’ olanların bile sık sık birbirlerini kesen taktik politika ve müdahaleleriyle karşılaşılması, bu ‘çok özneli’ yapının ABD özelinde dahi her konuda “tek bir ABD” yerine sık sık farklı çıkarlara sahip farklı emperyalist kliklerin farklı politikaları şeklinde müttefiklerine de yansıyan bir rekabet biçimine bürünmüş olarak kendini göstermesi,

gözardı edilmemesi gereken etkenler kapsamında görülmelidirler.

II- TÜRKİYE: TAYİN EDİCİ KONUMDAKİ ETKENLER

Türkiye’de önümüzdeki sürecin seyri üzerinde etkili olabilecek etken ve dinamikler bahsinde, devrimci bir öncülüğe ve örgütlülüğe sahip bir işçi sınıfı ve emekçi kitle hareketi dinamiğini ne yazık ki anamıyoruz. Bunun nesnel bir imkan ve potansiyel bir olasılık olarak var olması, şu an fiilen varolduğu anlamına gelmiyor.

Bu acı gerçek, “devrimcilik” iddiası açısından tarihsel bir sorumluluğu hatırlatıyor aynı zamanda: Hayatın her alanı ile birlikte toplumun, toplumla birlikte işçi sınıfının, işçi sınıfı ile birlikte sınıf hareketinin de yeniden yapılanıp yeni bir kalıba döküldüğü bu tayin edici tarihsel evrede aktif bir kurucu özne olmak sorumluluğu. Yalnız bu sorumluluk ve onu yerine getirmenin nesnel koşullarının varlığı, bugün süreçlerin akışı üzerinde etki sahibi bir sınıf dinamiğinin bulunmadığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Bunun yanında Kürt ülusal dinamiği de “bağımsız bir dinamik” özelliğini kaybetmiş durumda. Bu sonuç, temelde, kendisini ısrarla ‘ulusal bir hareket’ sınırları içinde tutmasının, ulusal mücadeleyi emekçi sınıflara dayalı sınıfsal bir mücadeleyle birleştirmekten ısrarla kaçınmasının 1990’li yılların ilk yarısından başlayarak ortaya çıkardığı(doğurduğu) nesnel bir sonuçtur. Fakat bütünüyle ‘kaçınılmaz bir kader’ olmayan bu sonucun bugün bu denli ağır yaşanması, tamamen sübjektif faktördeki çözülme ve yozlaşmadan, yani PKK’nin devrimci karakterini yitirerek orta sınıf hareketine dönüşmesinden kaynaklıdır. PKK dışında etkili bir öncülük ve örgütlülükten de yoksun Kürt dinamiği bugün artık “belirleyici” olabilen değil “belirlenen” konumundadır; “bağımsız” bir inisiyatifin sahibi olarak değil, kendi dışındaki güçlerin bölgesel politika ve stratejilerine bakarak kendine bir yer arayan “tabi” bir güç olarak varlığını korumaya çalışıyor.

Bugünün somut koşullarında Türkiye’deki siyasal-toplumsal süreçlerin önümüzdeki gelişim seyri üzerinde tayin edici etkileri olabilecek bellibaşlı etken ve dinamikleri şöyle sıralayabiliriz:

1) Toplumsallaşmış rejim krizi ve bu temeldeki iktidar savaşlarının -geçici ateşkes kesitleri dışında- yeni unsurlar da kazanarak yeni biçimler altında sürmesi,

2) İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, daha büyük sermaye yoğunlaşması gerektiren yeni bir sıçrama zorunluluğu ile karşı karşıya bulunması,

3) Cari açık ve borç stoğundaki büyüme başta olmak üzere Türkiye ekonomosinin yapısal sorunlarının zaten ağırlaştığı bir kesitte dünya üzerinden gelen yeni bir krizin kapıya dayanması,

4) Geleneksel konumların ve varoluş biçimlerinin sürdürülemediği, yenilerinin oturmuş bir istikrar ve dengeye kavuşamadığı, gelecek güvensizliği ve korkularla karakterize olan toplumsal yapıdaki akışkanlık hali, özellikle Türk-Kürt, İslamcı-laik kutuplaşması temelindeki toplumsal gerilimlerin yüksekliği,

5) Ortadoğu ve Kafkaslar’daki emperyalist rekabetin keskinleşmesine paralel olarak bölgesel istikrarsızlık öğelerinin kızışıp artması, buna karşın manevra alanlarının görece daralması,

6) Türk tekelci burjuvazisinin “bölge gücü” haline gelme ihtirasları açısından da önem taşıyan enerji kaynakları ve enerji nakil hatları konusundaki emperyalist rekabet ve çatışmaların kızışması…

Dikkat edilirse bunların herbiri, “sonuç” olarak doğdukları andan itibaren süreçlerin akışı üzerinde etkide bulunacak yeni “nedenler” üretmeye de müsait etken ve dinamiklerdir. Dolayısıyla bunların her birinin kendi içlerinde ve karşılıklı etkileşimde bulunarak birlikte doğurabilecekleri vektörel sonuçların kestirilmesine çalışılırken, türev sonuçların beraberlerinde getirecekleri yeni etki ve olasılıkların denkleme dahil edilmeleri de unutulmamalıdır.

Örneğin, dünya üzerinden gelmekte olan kriz dalgası, Türkiye’de de işçi sınıfı ve emekçilerle birlikte 2001’de olduğu gibi orta sınıfları da şiddetle vuracaktır. Buna bir de sermayelerini büyütebilmek için daha büyük kaynak ihtiyacı içindeki tekelci burjuvazinin talep ve beklentileri doğrultusunda alınacak yeni sömürü ve soygun önlemlerinin yıkıcı etkileri eklenecek olursa, bunun zaten belirli bir tepki birikimi içinde olan toplumsal muhalefet dinamiklerini ateşleyerek sınıf ve kitle hareketinde yeni parlamalara, sıçramalı gelişmelere yol açma olasılığı yüksektir. Bu huzursuzluk ve bu temelde bir toplumsal muhalefet dalgasının kabarışı, bu kez siyasal planda AKP karşıtı eğilim ve arayışlara da tekrar hız ve cesaret kazandırarak siyasal krizi alevlendirip ona yeni boyut ve görünümler kazandırabilir.

Benzer bir neden-sonuç-neden ilişkisini, sarmal bir ilişki biçiminde, Kürt sorunu ile enerji sorunu ya da bölgesel çatışmaların kızışması ile içte umulmadık anlarda umulmadık toplumsal-siyasal gelişmelerle karşılaşmak biçiminde de yaşayabiliriz. Uzunca bir süredir ‘kendisiyle sınırlı’ bir sorun olmaktan çıkıp ‘bölgesel bir sorun’ haline gelmiş olan Kürt sorununda Türk tekelci burjuvazisinin bundan sonra izleyeceği politika, geçmişten çok daha ağırlıklı olarak, ABD ve AB ile olan ilişkilerinin seyri yanında Türk burjuvazisinin “21.yüzyıl stratejilerinin” basında gelen enerji stratejilerine tabi olarak şekillenecektir. Daha somut bir ifadeyle, Türkiye’nin bundan sonraki Kürt politikası (Irak politikasını da içerecek şekilde), Kerkük-Yumurtalık ve Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hatlarının yanında Nabucco projesini fizibl hale getirecek miktarda petrol akışını sağlayacak bağlantılara sahip olabilmenin yanında hatların güvenliğini sağlama kaygılarını ön planda tutarak şekillenecektir. Ve bu “çözüm” -büyük olasılıkla-Kürtlerin beklentilerini fazla kaale almayan, bu anlamda “Kürtlersiz Kürt çözümü” olacaktır. Bu konuda tutulacak yolun, dönüp bu kez Türkiye’nin iç siyasetinde, toplumsal ilişkiler ve ekonomi alanında -seçilecek yolun temel karakteristiğine de bağlı olarak- bir dizi farklı sonuç üreteceği açıktır.

Nitekim aynı dinamiğin -Kürt dinamiği- farklı sonuçlar üretecek yönlerde gelişme olasılıkları da güçlüdür. Bu noktada PKK’nin Güney Kürdistan siyaseti üzerinde olduğu kadar Kuzey’de de güç kaybetmesine bağlı olarak ‘hırçınlaşması’, “muhatap alınmasını” sağlamak amacıyla büyük kentlerdeki kör terör eylemleri gibi linç güruhlarının harekete geçirilmesini kolaylaştıracak türden eylemlere daha fazla ağırlık vermesi, Diyarbakır’ı bile kaybetme riskinin epey büyük olduğu yerel seçimlerin öncesi ya da ağır kayıplara uğrama durumunda sonrası çılgınca bir stratejiye yönelmesi vb. gibi olasılıklar sürecin seyrini tümüyle farklılaştırabilir. Bu arada PKK’nin içine de yansıyacak şekilde -ya da tersi bir sürecin sonu- legal plandaki Kürt siyaseti içinde bölünmeler yaşanması olasılığı güçlüdür. Yine öteden beri zaten parçalı bir koalisyon profili çizen PKK’de en azından bazı kesimlerin Ortadoğu ve Kafkaslar’daki denge değişikliklerine oynayarak özellikle petrol ve enerji nakil hatları çekişmesinde kendilerini bir “güç” olarak pazarlamaya yönelik stratejilere yönelmesi olasılığı da yine ciddi bir olasılıktır ve bunun toplumsal ve siyasal planda doğuracağı sonuçlar da yine elbette farklı olacaktır.

Sonuç olarak bu noktada asıl önemli olan, ekonomik özellikteki etkenlerin, doğurabilecekleri siyasal ve toplumsal sonuçlarla birlikte düşünülüp ele alınmaları gereği ile aynı diyalektik ilişkinin tersinden de geçerli olduğu gerçeğinin hiç bir zaman gözden kaçırılmaması gereğidir. Yaşadığımız kriz koşullarının bir özgünlüğünü de, bu ilişkilerin çok daha dolaysız ve çok daha yoğun bir hal alması oluşturur.

Toplumsallaşmış rejim krizi olgusunun ele alınışı da artık farklılaşmak zorundadır. Çünkü o kendi içinde bugün artık yeni bir aşamaya girmiştir. Girilen bu aşamada sorunun “yeniden yapılanma” boyutu düne kıyasla daha ön plana çıkacak, daha merkezi bir ağırlık kazanacaktır. Buna bağlı olarak sürecin biçimlenişi, özgün özellikleri, içerdiği tehlike ve fırsatlar ve elbette karşılaşabileceğimiz sonuçlar da farklılaşacaktır. Dolayısıyla daha önceki “yönetememe krizi” yüzeyselliğinden kopuşa benzer bir biçimde, bugün meseleyi hala “iktidar çekişmesi” sınırları içinde görmekten kopmak gerekiyor.

Rejim krizinin geride kalan aşamasının öne çıkan yönünü, siyasal gücün yeniden paylaşımı uğruna yürütülen sert bir iktidar savaşımı oluşturdu. Kapitalizmin mantığı içinde bu her iki yönüyle de kaçınılmaz bir zorunluluktu. Yani 12 Eylül zorbalığıyla uygulanan “ihracata dayalı sermaye birikim modeli” sayesinde palazlanan sermaye kesimlerinin siyasal gücün yeniden paylaşımı talebiyle ortaya çıkmaları da, geleneksel iktidar bloku içinde yer alan güçlerin buna karşı eski konum ve avantajlarını hasislikle korumak istemeleri de kaçınılmazdı ve bu karşıtlık ancak ‘çatışarak’ çözülebilirdi. Bu temeldeki bir çatışma doğası gereği “yumuşak” geçemezdi. 28 Şubat’la açılan bu aşama, son bir yıllık süreçte tanık olduğumuz karşılıklı hamlelerin (27 Nisan muhtırası, 22 temmuz seçimleri, A. Gül’ün C.Başkanlığında ısrar, türban hamlesinin Anayasa Mahkemesi vasıtasıyla püskürtülmesi, AKP hakkındaki kapatma davası ve Ergenekon operasyonu) bilinen biçimlerde sonuçlanmasından sonra AKP ve temsil ettiği güçlerin üstünlüğü ile büyük ölçüde geride kaldı. 5 Kasım Beyaz Saray Mutabakatı ile Dolmabahçe Mutabakatı’nın da bu konuda belirleyici rolleri oldu.

Bu gelişme, işin iktidar savaşımı cephesinin bütünüyle kapandığı anlamına gelmiyor. Tersine, bunun zaman zaman yine alevlenip eskisi gibi sertleşmesi olasılığı halen sürüyor. Yalnız bundan sonraki aşama, bu çatışmadan ziyade, devletin idari yapısının, siyasetin, bürokrasinin, hukukun, dış politikanın , toplumun, ideolojik hegemonyanın, medyanın, vd. bu yeni güç dağılımı temelinde yeniden yapılandırılmasının ön plana çıkıp daha merkezi bir konuma gelmesi ile karakterize olacaktır. İktidar savaşımı da bunun içinde, bu yeniden yapılandırma süreçlerinin her birine kendi tercihlerinin damgasını daha fazla vurma çekişmesi biçimine bürünmüş olarak devam edecektir daha çok.

Rejim krizi baştan beri aynı zamanda bir yeniden yapılandırma zorunluluğuydu zaten. Kriz, bu zorunluluğun yapısal ve tarihsel-konjonktürel koşullarının olgunlaşmasından doğdu. Bu anlamda sürecin baştan beri doğasında var olan bu yeniden yapılandırma zorunluluğu, yeni ortaya çıkan bir gelişme olarak görülmemelidir. Nitekim bunun unsurları bir önceki iktidar savaşları aşamasının içinde de vardı. Fakat bu yön o kesitte diğerinin gölgesinde kaldı, çoğu konuda onun seyrine tabi olarak yürüdü. Bürokraside çoğu kez “kadrolaşma” tartışmalarının boğuntusunda kaybolan yeni idari düzenlemeler, bir dizi yeni Bağımsız Kurul kurulması, Kamu Personeli Reform Yasası, Belediyeler Yasası,vb. diğer yandan çatışan her iki kanadın da kitle temellerini güçlendirmek için yaptıkları hamleler, belediyeler ve tarikatlar aracılığıyla cemaat örgütlenmelerinin yaygınlaştırılması, bunun karşısına eski YÖK ve yargı bürokrasisi, ADD’ler, Vatansever Kuvvetler, Kızılelma Koalisyonu, Bayrak mitingleri vb. ile çıkılması … süreci kendi çıkarlarına en uygun çizgide şekillendirmek amacıyla yapılan karşılıklı hamlelerden başka bir şey değildi.

AKP bu yönüyle de hasımlarını geride bırakıp fark atmayı başardı. Bürokrasi içindeki kadrolaşmasını büyük ölçüde tamamladı, polisi ve MİT’i büyük ölçüde kendisine bağladı, “sivil toplum” içinde de kitle tabanını büyütüp kemikleştirecek yaygın ve örgütlü bir toplumsal ilişkiler ağı ördü. İttifak halinde olduğu tarikatlar ve cemaat ilişkileri dışında toplumu bir ağ gibi saran “kendi” sermaye örgütlerini, “kendi” işçi ve memur sendikalarını, “kendi” sivil toplum örgütlerini, “kendi” medyasını, kendi aydınını, kendi liberalini, kendi “solcusu”nu, kendi Kürdünü, kendi Alevisini…. yaratmada büyük mesafeler aldı.

Fakat bu, bazıları rejim krizinin de unsurları içerisinde yer alan kronikleşmiş kimi toplumsal-siyasal sorunların çözümü anlamına gelmiyordu. AKP sadece bunları istismar ederek kendi pozisyonunu güçlendirip kitle desteklerini genişletmenin vesilesi haline getirdi.

Bu aynı zamanda 2001 seçimleri sırasında göçmüş olan burjuva siyasal-toplumsal merkezin yeniden inşası anlamına geliyordu. Karşısında ciddi bir rakip, özellikle de komünist, devrimci, en azından halkçı karakterde etkili bir muhalefet görmemenin rahatlığıyla da AKP kendisini ‘toplumsal merkez’ haline getirmeyi başardı.

İdeolojik açıdan bu daha da sağa kaymış, tutucu ve şoven karakteri daha da güçlenmiş bir merkezdir. Bazıları bunu AKP ile sınırlayıp AKP’ye maleden yanlış bir yaklaşım içindedirler. Fakat bu gelişme gerçekte, 12 Eylül’le birlikte resmi ideoloji olarak benimsenip her yolla empoze edilmeye çalışılan Türk-İslam sentezi çizgisinin bir devamıdır ve onun da gerisinde dünya çapındaki neoliberal yeniden yapılanmanın faşizm ile dinci gericiliğin kırması genel ideolojik çizgisi ve yönelimi vardır. Özal’ın ANAP’ından sonra AKP, dünya genelinde egemen hale gelen bu gerici faşizan çizginin Türkiye özelindeki yeni bir versiyonunun temsilcisidir.

Bugüne kadar AKP’nin kendisini “liberal demokrat” olarak gösterebilmek için daha çok istismar konusu yaptığı, ulusalcı kanadın ise toplumdaki gericilik birikimini de kaşıyarak geleneksel politikaların sürdürülmesinde ısrarlı olduğu kronikleşmiş toplumsal-siyasal sorunlar, önümüzdeki yeniden yapılanma sürecinde öne çıkacak gündem maddeleri olmaya adaydırlar. Bölgesel düzeyde beklenmedik gelişmelerin yaşanması olasılığını hariç tutacak olursak, Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin iç siyaseti ve toplumsal yapısında da yansımaları olan kronikleşmiş sorunlar olarak Kıbrıs ve Ermeni sorunları ile yeni bir Anayasa’nın yapılması, devletin idari yapısı ve işleyişi ile hukuki yapısı ve mekanizmalarının yeniden düzenlenmesi muhtemelen bunların başında gelecektir. Keza 22 Mart’ta yapılacak yerel seçimler, AKP ile CHP arasında CHP’nin elinde kalan son bazı kalelerin düşürülmesi için kıyasıya bir çekişmeye sahne olmanın yanında asıl Kürt sorununda bir ‘referandum’ özelliğini kazanmaya adaydır. AKP, DTP’yi marjinalize etme hedefiyle sermayenin ve devletin tüm güçlerinin desteğini almış olarak girecektir Kürdistan’da seçimlere. Özellikle AKP ile ordu arasında somut işbirliği konularından biri olarak bu konuda rejimin öncelikli hedefi, Kürt ulusal bilinci ve uyanışının simge kenti olarak Diyarbakır’ın düşürülmesi olacaktır.

Zaten önümüzdeki dönemde daha fazla ön plana çıkıp daha dolaysız olarak merkezi bir konum kazanacağı görülen yeniden yapılandırma boyutunun bir özelliği de, farklılık ve çatışma öğeleri kadar yakınlaşma ve uzlaşma unsurlarını da fazlaca içermesidir. Bu özelliği nedeniyle, doğası gereği çatışma ve çekişme yönü ağır basan bir önceki evreden farklı biçimler kazanıp, özellikle ordu ile hükümet başta olmak üzere farklı siyasal-toplumsal güçler arasında bir önceki dönemin pozisyonlarına kıyasla umulmadık yakınlaşmalar ya da düşmanlıklara tanık olabileceğimiz şaşırtıcı bir seyir izleyebilir. Tekelci sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda anti kriz politikaları, emek düşmanlığı, Kürt düşmanlığı ve ABD uşaklığı bu eğilimleri şekillendirecek temel eksenleri oluşturacaktır.

Türk tekelci burjuvazisi, bugün yeni bir hamle yapmak zorunluluğuyla karşı karşıya. Dünya çapında kızışan rekabetin bütünüyle dışına düşmemek, orta gelişkinlikte bir ekonomi ve buna dayalı bir bölgesel güç olarak konumunu ve iddiasını koruyabilmek için sermaye yapısını güçlendirerek teknolojisini ve yatırım portföyünü yenilemesi gerekiyor. Aksi taktirde, kendi iç pazarında güçlü olduğu geleneksel sektörlerde dahi başka uluslardan rakipleri tarafından geriletilip yutulmak tehlikesiyle yüz yüze.

Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı başta olmak üzere Türk tekelci burjuvazisinin en büyük ve en köklü tekelleri dahi bu çemberin üzerlerine kapanmasına meydan vermemek için yatırım stratejilerinde radikal değişikliklere gidiyorlar. Yüksek gümrük duvarlarıyla korunan iç pazara yönelik tüketim malları ürettikleri “ithal ikameci” birikim döneminde girdikleri sektörlerin çoğunu terkederek (hatta kendileriyle özdeşleşmiş sektörlerdeki “marka” değerine sahip fabrikalarını bile elden çıkararak), nükleer santraller de dahil elektrik enerjisi üretim ve dağıtımı, petrol nakli ve rafinerizasyon, 3. nesil teknolojileri de içerecek tarzda iletişim ve otomotiv gibi bazıları büyük altyapı yatırımları gerektiren ağır sanayiye yönelmenin yanında finans, sağlık, organik tarım, su ve atık su gibi “gelecek vaad eden sektörler”e yöneliyorlar.

Kendilerinin de “odaklanma” olarak tanımladıkları bu yeni stratejik yönelim, geçmişin iç pazara yönelik olarak hemen her sektöre yayılmış ‘enine’ gelişme/bellibaşlı her sektörden pay almayı hedefleyen ‘merkezileşme’ stratejisinden farklı olarak hem geniş kitleler tarafından tüketilen hem de sanayinin diğer bütün sektörleri için zorunlu girdi özelliğine sahip ürünler üreten seçilmiş bazı temel sektörlere odaklanan ‘dikine’ bir gelişme/’yoğunlaşma’ stratejisi özelliğini taşıyor. Bu yönelim doğası gereği geçmişe kıyasla çok daha büyük sermayeler gerektiriyor.

Fakat tam da bu noktada, ekonomik düzlemle sınırlı olarak dahi üç büyük handikap dikiliyor Türk tekelci burjuvazisinin karşısına: Birincisi, onun en büyük yapısal zayıflığını oluşturan kaynak yetersizliği. (Örneğin bir Tüpraş’ı satın almak Koç’u zorluyor; bu yüzden Migros’u, Demirdöküm’ü, İzocam’ı vd.elden çıkarmak mecburiyetini duyuyor.) İkincisi, cari açık ve sıcak para bağımlılığının büyümesi başta olmak üzere bağımlı kapitalist ekonominin temel bazı hastalıklarının azmış olması. Üçüncüsü ise bu değişim hamlesini, paranın dünya çapındaki hareketinin yönünü, hızını ve koşullarını değiştirecek, bu arada emperyalist sermayenin yatırım stratejilerinde de farklılılıklar yaratacak genel bir kriz dalgasının kabardığı koşullarda gerçekleştirmek zorunluluğuyla karşı karşıya olunması. Bunların her üçü de tekelci burjuvazinin önümüzdeki dönemde nasıl azgın bir sömürü ihtiyacı içinde olacağını göstermenin yanı sıra onun bir taraftan “istikrar ve uyum” ararken öte yandan kendi arasındaki rekabet sırasında dahi nasıl saldırgan politikalar izleyebileceğini kestirmek için yeterli verilerdir.

Kapitalistleşme sürecine geç giren, hatta Osmanlı İmparatorluğu gibi daha çökmeden önce yarı sömürgeleşmiş bir imparatorluğun kalıntılarından doğan güçsüz bir burjuvazi olarak Türk tekelci burjuvazisinin yapısal zayıflıklarının başında ‘kaynak yetersizliği’ gelir. Türk tekelci burjuvazisi, ekonominin diliyle “sermayesi zayıf” bir burjuvazidir. O bu yapısal zayıflığını tarihi boyunca aslolarak üç yolla kapatmaya çalışmıştır: Birincisi, ülke içinde devlet desteğiyle emeğin hayasızca sömürülmesi yanında tarımdan sanayiye açgözlü bir biçimde kaynak transferidir. İkinci ana yol, kredi, borç, ortak yatırım vb. şeklinde dış kaynak kullanımıdır; doğası gereği emperyalist sermayeye bağımlılığı da beraberinde getiren bu yönelim, Türk tekelci burjuvazisinin başından itibaren ‘işbirlikçi’ bir burjuvazi olarak şekillenmesine yol açmıştır. İşbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin özellikle kendini büyütebilmek için ihtiyaç duyduğu yeni kaynak yaratabilmek için yöntemlerden üçüncüsü de düpedüz vurgun ve talandır.

Onun gelişim tarihine baktığımız zaman, bütün büyük sıçrama dönemlerinin hemen arefesinde bu yöntemin bir biçimde mutlaka devreye girdiğini görürüz. Devlet desteğiyle bir burjuvazinin yaratılmaya çalışıldığı Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bu talancılık, özellikle Ermenilere ve Rumlara ait mal-mülk, işyeri, fabrika ve çiftliklere zorla el konulması biçiminde karşımıza çıkar. Kapitalizmin 1950’lerde yaptığı sıçramanın arefesinde bu kez savaş yıllarının vicdansız karaborsası ile Varlık Vergisi yağması olarak görürüz. Özellikle 1960’lı yıllar, yüksek gümrük duvarlarıyla da korunan iç piyasada tüketicilerin fahiş fiyatlara satılan tapon montaj ürünleriyle kazıklanması biçimine bürünür; 1980 sonrası atılımının mayasında bu kez bankerler aracılığıyla yapılan tokatçılık vardır. Ve nihayet 2000’li yılların başında faturası yine emekçi halka çıkan “batık banka” soygunu bu vurgun tarihinin şimdilik son halkasıdır.

Apaçık talan boyutuyla bu kez hangi yöntemlerin devreye sokulabileceği konusunda şimdiden kesin bir şey söylenemez. Fakat neoliberalizmin mantığı içinde dünya çapında izlenen yöntemlere baktığımız zaman, emekçi kitlelerin su, elektrik, ısınma, gıda, sağlık, eğitim gibi metalaştırılan tüm temel ihtiyaç maddelerine ardı arkası kesilmeyen zamlar yoluyla bütün bir halkın “tüketici” olarak insafsızca soyulması yanında, emeğin daha da vahşice sömürülmesi ve tarımın kitlesel yoksullaşma ve göç dalgalarına yol açacak şekilde daha hızlı çökertilmesi uygulanma olasılıkları en yüksek üç ana yönelim olarak görünmektedir.(Sermayenin sözcüleri çok net tanımlıyorlar bu yöndeki acil talep ve beklentilerini zaten: İş yasalarının esnekleştirilmesi, asgari ücret ve işsizlik sigortası gibi uygulamaların kaldırılması, SSK primlerinin düşürülmesi, yeni vergi indirimleri, ucuz enerji, yeni teşvikler, öyle ki, tekstil ve konfeksiyon patronları, fabrikalarını işgücünü daha ucuza sömürecekleri Kürt illerine taşıma masraflarını dahi devletin ödemesini istiyorlar). Dolayısıyla önümüzdeki süreçte bunlara karşı yığınsal direnişler ve hak mücadeleleri örgütlemenin nesnel koşulları çok daha fazla olgunlaşmış olarak karşımıza çıkacaktır.

Kaldı ki, işbirlikçi Türk tekelci burjuvazisinin sermaye yoğunlaşmasını kendi içinde bir üst düzeye sıçratma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunduğu bu aşamada karşısındaki güçlük ve handikaplar ne sadece kaynak yetersizliği ile sınırlıdır ne de sadece ekonomik nitelikteki yapısal ve konjonktürel zayıflıklarla. O bunların yanında, bir dizi iç ve dış, siyasal ve toplumsal sorunla karşı karşıyadır. Ayrıca ekonomik nitelikte olanlar dahi bir dizi yeni siyasal ve toplumsal sonuç doğuracak özelliktedir.

Örneğin kaynak ihtiyacındaki büyüme, üstelik bunu 70 milyar doları bulmuş bir cari açık ile sırf özel sektörün 160 milyar doları bulan bir dış borç yükü altında gerçekleştirme zorunluluğu, onun emperyalist burjuvazi ve finans çevreleri karşısındaki teslimiyet eşiğinin düşmesini de beraberinde getirecektir. Ortadoğu ve Kafkaslar’da emperyalist rekabetin kızıştığı koşullarda ABD, AB ya da İsrail’den gelecek taleplere daha fazla boyun eğilmesi ise, bu kez Türkiye’nin en başta enerji bakımından mahkum olduğu Rusya -ve muhtemelen İran- ile ilişkilerinde sadece ekonomik sınırlar içinde kalmayacak çok ciddi sorun ve sürtünmeler üretebilecektir.

Keza “sıcak para”nın zaten ürkekleşeceği kriz koşulları içte siyasal ve toplumsal yumuşama ve istikrar ihtiyacını büyütürken, bir taraftan bütünüyle yatışmamış olan iktidar savaşlarındaki her alevlenme ya da alınacak yeni sömürü ve soygun önlemlerinin tetikleyeceği tepki süreçleri bununla çelişen sonuçlar doğuracaktır.

Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte karşılaşabileceğimiz gelişmelere, tehlike ve fırsatlara ilişkin olasılık hesaplamaları yapılırken sürece etkide bulunabilecek etkenler ne sadece iç ya da dış, ekonomik ya da siyasal, toplumsal veya ideolojik bazı etkenlerle sınırlanmalı ne de bunlar kendi içlerinde olduğu gibi birbirleriyle olan ilişkilerinde de düz ve doğrusal bir neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınmalıdır.

III-) ÖNÜMÜZDEKİ OLASILIKLAR-YAKALANMASI GEREKEN TEMEL HALKA

Lenin, proletaryanın devrimci öncüsünün belirli bir tarihsel kesitteki taktiğinin doğru ve isabetli olabilmesi için en başta süreç üzerinde etkili olabilecek güç ve dinamiklerin bütününün nesnel bir değerlendirmesine dayanmak zorunda olduğunu söyler. Yalnız bu “bütünü” dikkate alıp göz önünde bulundurma mecburiyeti, bütün etken ve olasılıkların alt alta sıralanıp aynı kefeye konulduğu bir belirsizlik hali yaratmak anlamına gelmez. Kaldı ki burada söz konusu olan zaten taktiğin temelidir, kendisi değil. Devrimci bir kavrayış açısından taktik, amaç ve işlev olarak da yol gösterici olması gereken bir eylem kılavuzudur.

Lenin ikinci olarak, hesaba katılmaları gereken bütün etken ve dinamiklerin statik olarak değil dinamik olarak ele alınmaları gerektiğini vurgular. Bu noktada altını özellikle çizdiği iki noktadan birincisi süreçlere materyalist bir yaklaşımın temel koşulunu hatırlatır; ikincisi ise bunun yapısalcı bir determinizm ya da mekanik bir materyalizmden farklı olarak diyalektik bir karakter taşıyabilmesinin temel ve zorunlu gereğini ortaya koyar.

Bunlardan birincisi- “ bu hareketin yasaları, her sınıfın varlığının ekonomik şartlarından doğar”- süreci biçimlendiren güçler ve dinamiklerin hareketinin temelini, kaynağını gösterir bize; fakat bu, hareketin/eylemin/sürecin akışı ve biçimlenişinin karşımıza her zaman “ekonomik” bir form altında çıkacağı anlamına gelmediği gibi ekonomik etken dışındaki etkenlerin önemsiz ve etkisiz oldukları anlamına hiç gelmez.

Devrimci taktik önderlik açısından Lenin’in vurgularında özellikle de kriz süreçlerinde asıl önemli ve tayin edici olan yön ise, onun “hareket”in özelliklerine ilişkin alt çizmeleridir: 1) “Hareket sadece geçmiş açısından değil, aynı zamanda gelecek açısından da dikkate alınır”; 2) “ Yalnızca yavaş değişmeleri gören ‘evrimcilerin’ yüzeysel anlayışına göre değil, diyalektik bir şekilde incelenir”.

Bunlardan birincisi, devrimci bir taktiğin temellerinin sadece bugünün dünden farkını gören, bu anlamda tamamlanmış süreçlerin geriye doğru çözümlenmesi ile yetinemeyeceğini, geçmişle ve bugünle olan bağlantısı içinde geleceğin de dikkate alınması, asıl bunun öngörülmeye çalışılması gereğini hatırlatır. İkinci vurgu ise, bu öngörü sırasında, “beklenmedik ani sıçramalarla karşılaşma” olasılıklarını aklına hiç getirmeyen evrimci yüzeyselliklerin “rahatlığı” ve “gevşekliğinden” uzak durulması mecburiyetinin altını çizer.

Devrimci taktik önderlik sanatının -kuşkusuz sadece burada andıklarımızla sınırlı olmayan-Leninist esasları ile içinden geçtiğimiz sürecin somut özgünlüklerinin mümkün olduğunca eksiksiz ve isabetli kavranışı söz konusu olduğu sürece, sürecin yüklediği öncü sorumlulukların kavranışı da karşılaşılabilecek en kötü olasılıklara dahi hazırlıklı olunması da problem olmaktan çıkar. Tehlikelerin ve fırsatların, güçlü ve zayıf yanların devrimci bir bütünlük ilişkisi içinde daha net olarak görülmesi, önceliklerin doğru belirlenmesi, bu arada düşülebilecek yanılgılar ve hataların iş işten geçmeden düzeltilebilmesi bu temel doğru atıldığı sürece daha kolay ve mümkün hale gelir.

Önümüzdeki süreçte karşılaşılması muhtemel olasılıklar hesaplanmaya çalışılırken, sürece damgasını vuran özgünlüklerin yanında yaşanan rejim krizinin özgünlüklerinin de doğru yakalanıp bunlardan doğru sonuçların çıkarılması tayin edici bir önem taşıyor.

Bugün Türkiye’de yaşanan rejim krizi, ne Türkiye’nin siyasi tarihinde daha önce yaşanan krizlere benziyor ne de rejim krizlerinin genel tipik özellikleri çerçevesi içinde kalıyor. Krizin asıl olarak burjuva karşı devrim kampı içindeki bölünme ve iç çatışmaların keskinliğinden (iktidar savaşımı) kaynaklanıyor olması, onu Türkiye’nin daha önce yaşadıklarından farklı kılıyor. Krizin sadece siyasal üst yapı ile sınırlı kalmayıp toplumun da artık eskisi gibi olamadığı, kendisine yeni bir form bulup yeni bir varoluş tarzı edinmeye çalıştığı, bu yüzden dengesini henüz tam bulamadığı, her türlü savrulmaya açık bir toplumsal kriz koşullarında, onunla birleşik olarak yaşanıyor olması mevcut rejim krizini genel kriz modellerinden ayırıyor. Bu özelliğiyle durum Türkiye’de de 1930’ların Avrupası’na benzer çizgiler taşıyor.

Krize özelliğini veren bu toplumsal kriz etkeni, sadece eski konumların kaybı ve sınıf yapılarının değişmesi ile sınırlı olarak düşünülmemelidir. Temelinde tabii ki bu olmakla birlikte, geleneksel konumların ve aidiyet biçimlerinin kaybolması yanında ideolojik-kültürel yönlerden de bir boşluğa düşme, geleneksel moral değerler ve alışkanlıkların dahi yitirilip farklılaştığı bir akışkanlık ve arayış halidir bu. Bundan ötürü de her türlü savrulmaya açıktır, en absürd eğilimlerin dahi özellikle de orta sınıflar ve küçük burjuvazi içerisinde kolayca taraftar bulabileceği, bu anlamda devrimci fırsatlara olduğu kadar çok ciddi tehlikelere ve savruluşlara da gebedir. Nitekim 1930’ların Avrupası’nda, komünistlerin değerlendiremediği ortamı değerlendiren faşizmin o yığınsal gücü toplayabilmesi de bu yönüyle benzer bir toplumsal konjonktür sayesinde mümkün olmuştur. Cem Uzan gibi her yönüyle çürümüş bir kan emicinin ucuz pop milliyetçiliğinin bile hem de Ege, Akdeniz ve Trakya bölgeleri gibi kapitalist ilişkilerin daha gelişkin olduğu,ilerici özellikleriyle tanınan, dünyaya açık, eğitimli bölgelerde yığınsal bir destek bulabilmiş olması bu yönüyle ciddi bir uyarı özelliğine sahip göstergelerden sadece biridir.

Bu toplumsal akışkanlık hali, zaten bir dengesizleşme hali olarak krize daha kaotik bir karakter kazandırır. Doğrusal olmayan ters akıntılarla bu durumda daha fazla karşılaşılır. Belli bir yöne doğru olan gidiş bazı etkenlerin hareketindeki göreli farklılaşma, bazen “küçük bir dokunuş” özelliğine sahip yeni bazı etkenlerin devreye girmesiyle kolayca ters yönde bir akıntıya da dönüşebilir. Bu anlamda bu tür kesitler “ani sıçramalara”, “beklenmedik” gelişmelere daha da açık kesitlerdir, bazı şeylerin öngörülebilmesi böylesi kesitlerde daha da güçtür, görüntüler çok sık yanıltıcı olabilir. Tarihte komünist partilerin ve devrimci örgütlerin gafleti olarak adlandırılan durumlar genellikle bu tür kaotik evrelerin arkasından yaşanmıştır.

1930’ların Avrupası’nda olduğu gibi bugünün Türkiyesi’nde de bu toplumsal dengesizlik ve onun ürettiği saldırgan ruh hali, kentli orta sınıflar içinde çok daha belirgin biçimlerde kendisini gösteriyor. Özellikle orta sınıflar içindeki konum kaybının ivmelendiği 2001 krizi sonrası bu ruh hali, Kürt düşmanı şoven yönü daha baskın olan militan bir orta sınıf fanatizmine dönüştü. 28 Şubat sonrası sermayenin iki kesimi arasındaki iktidar savaşları bile toplumsal planda asıl olarak ‘orta sınıflar savaşı’ şeklinde cereyan etti. Tarihte milliyetçilik genellikle taşraya dayanmış, vurucu güçlerini asıl olarak taşra küçük burjuvazisi ve köylülükten derlemiştir. Günümüzde ise milliyetçiliğin hem de en kudurgan biçimlerinin asıl fanatik gücü, konum kaybı içindeki kentli orta sınıflar ve küçük burjuvazidir artık. Neoliberal dönüşümün tarihsel özgünlüklerinden birini de bu oluşturuyor zaten.

Türkiye’de bugün bu etken, ideolojik planda Kürt düşmanı şoven milliyetçi yönü baskın genel bir sağcılaşma üretiyor. Bu eğilim siyasal planda özellikle AKP ve MHP’ye kan taşıyor. İşçi sınıfı içinde dahi özellikle genç kuşaklar içerisinde MHP ya da BBP gibi faşist çeteler kitlesel bir güç toplayabiliyorlar. Kolaylıkla harekete geçirilebilen linç güruhları ya da emekçi semtlerinde yoksulluk ve geleceksizlikle birlikte ahlaki-moral çöküntü ve çürümeden de beslenen mafya tipi örgütlenmelerin dal budak salması bu olgunun başka dışa vurum biçimleridir. Keza Hırant Dink ve rahip Santoro suikastleri ile Malatya’daki misyoner katliamında karşımıza çıkan gözü dönmüş tetikçileri üreten bir bataklıktır bu zemin.

Buradaki asıl tehlike, saldırgan milliyetçi bir eksende şekillenen bu toplumsal dengesizleşme ve akışkanlık halinin -özellikle de Kürtler söz konusu olduğunda- kitlesel şiddet eylemlerine girişmeye çok açık, adeta “hazır” olmasıdır. Faşizm ve gericiliğin, 25 yıldır süregelen Kürt savaşı dışında Bosna, Çeçen ve Afganistan savaşlarında askeri deneyim kazanmış militan güçleriyle de enine ve derinlemesine nüfuz ettiği bu toplumsal doku, istenildiği taktirde bugün sadece “içerden” bir güç tarafından değil “dış” bir güç tarafından da kolaylıkla provoke edilip harekete geçirilebilir. Nitekim karşı devrim kampı içindeki iktidar savaşımının taraflarından biri olarak ulusalcı cephe içindeki Ergenekon kliğinin, tam da bu temelde bir iktidarı ele geçirme stratejisine sahip olduğu bugün somut kanıtlarıyla açığa çıkmış bir gerçek olarak karşımızdadır.

Dolayısıyla, sadece Kürt sorunundaki bir gelişmeden dolayı değil belki onun tamamen dışında bir etkenin -örneğin enerji savaşlarının kızışması ya da 2001’dekine de rahmet okutacak bir iflaslar ve işsizlik dalgası yaratacak olan gelmekte olan krizin vb.- tetiklemesiyle bu şoven milliyetçi öfke birikiminin harekete geçip 12 Eylül öncesinin Maraş katliamına benzer, siyasal-ruhsal kopuş ve düşmanlaşmanın boyutları düşünülecek olursa çap ve yayılma hızı bakımından onu da kat kat aşan kitlesel kırım girişimlerine kalkışması olasılığı hiçbir gerekçeyle küçümsenip hafife alınamaz.

Öte yandan, küçük burjuvaziyi de içerecek tarzda kentli orta sınıflar özelinde daha belirgin çizgiler kazanmış olarak karşımıza çıkan her türlü savrulmaya açık bu dengesizleşme halinin sadece bu sınıflarla sınırlı kaldığını düşünmek yanlış olur. İşçi sınıfını da içeren, onu da kesen bir alt üst oluştur bu. En başta, işçi sınıfı da bütün sınıfların geleneksel konumlarını sarsıp yapılarını değiştiren sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik değişikliklerin dışında kalmış değildir. İkincisi, işçi sınıfı bu kentli sınıfların uzağında, onlardan yalıtık değildir, tersine özellikle de küçük burjuvazi ile günlük yaşamda bile iç içedir. Üçüncüsü, kapitalizmin görece geliştiği bütün toplumlarda kentli orta sınıflar, taşrayı da peşinden sürükleyecek şekilde toplumun diğer alt sınıflarını ideolojik bakımdan etkileme gücü yüksek bir toplumsal-siyasal güçtür. Bugünün Türkiyesi’nde olduğu gibi devrimci bir öncüden, bilinç ve örgütlülükten yoksun olduğu koşullarda işçi sınıfı da onun çekim alanına girmekten kendini koruyamaz. Dolayısıyla bu noktada sorun, işçi sınıfının devrimci öncülerinin karşısına daha özel bir önem kazanmış olarak, sınıfın kazanılması ya da kaybedilmesi, sınıf hareketinin sadece bugününün değil geleceğinin hangi çizgide şekilleneceği sorunu olarak çıkmaktadır.

Toplumun yerleşik yapısı, dengeleri, anlayış ve alışkanlıklarının kökten sarsılıp değişime uğradığı bir ‘kriz’ süreci olarak toplumsal kriz süreçleri de aynı anda bir yeniden yapılanma süreçleridir. Bu anlamda, işaret ettiğimiz dengesizleşme ve akışkanlık hali, ekonomik bakımdan olduğu kadar siyasal ve toplumsal yönlerden de yeni bir varoluş biçimi, yeni bir mecra, yeni bir denge arayışıdır. İşte bu noktada, bu arayışa hangi sınıf güçlerinin, hangi dünya görüşü temelinde, ne ölçüde müdahil olup ne kadar yön verebildikleri sorusu tayin edici bir önem kazanır.

Özellikle de işçi sınıfı hareketinin yeniden yapılanması söz konusu ise, komünistler için bu sadece muazzam bir fırsat anlamına gelmekle kalmaz; aynı zamanda büyük bir tarihsel sorumluluk anlamına gelir. Hangi gerekçeyle olursa olsun bu konuda sergilenecek her türlü kayıtsızlık, ihmal, savsaklama ya da öteleme, sadece günün değil geleceğin de sorumsuzca harcanması anlamına gelir. Türkiye devrimci hareketinin bütünü, ama en başta da komünist bir öncülük iddiasının sahibi olarak biz bugün böyle bir tarihsel kavşaktayız, böyle bir tarihsel sorumlulukla karşı karşıyayız!..

Dönemi belirleyen dinamiklerin ve içerdiği olasılıkların ele alınışı sırasında yakalanması gereken tayin edici esas halkayı, bu sorumluluğun kavranışı oluşturur. Söylenecek diğer her şey, her türlü çözümleme, tespit ya da öngörü bu temel halkanın kavranışına ve hakkının verilişine hizmet ettiği ölçüde devrimcidir, bundan uzaklığı ölçüsünde de Leninist bir sosyal devrimcilik ve öncülük anlayışından uzak demektir.

Türkiye sosyalist hareketi, 1920’lerin ortalarına kadar olan süreci görece hariç tutacak olursak, Türkiye işçi sınıfı hareketinin doğum ve şekillenme süreçlerinin hep dışında ve uzağında kaldı. Bu kopukluk, işçi hareketinin militan siyasal bir karakterden ve bilimsel sosyalizmden düşüncesinden uzak şekillenmesinin tayin edici nedenlerinin başında gelirken, devrimci sosyalist hareketin de konjonktürel etkileşimler dışında işçi sınıfından ve emekçi yığınlardan büyük ölçüde kopuk küçük burjuva bir hareket olarak şekillenmesine neden oldu. Bunun ağır tarihsel bedelleri ise birlikte ödendi. Bugün tarih sorunu önümüze, “bu sorumsuzluk tekrarlanacak mı?” şeklinde koymaktadır. Bu tarihsel sorumluluk, günümüzde bütün gündelik faaliyet ve pratiğin de yönlendirici temel etkeni olmak zorundadır.

Sınıfı ve toplumu ilgilendiren her konuda devrimci sosyalist bir odak olarak bağımsız bir tutum ve duruşun sahibi olmak, bunun belirli zamanlar ya da sadece belirli konularla sınırlı kalmayan bir bütünlük ve süreklilik taşıması ile devrimci militan bir karaktere sahip olması- bu tarihsel sorumluluğun günümüzdeki üç temel koşulunu oluşturur.

Öte yandan sınıfın ve ezilen emekçi yığınlar için devrimci bir çekim merkezi haline gelmeyi hedefleyen komünist bir faaliyet, sadece faaliyetinin içeriği ile değil kapsadığı güçler ve alanlar itibarıyla da birbirini tamamlayan devrimci bir bütünlük ilişkisi içinde olmak zorundadır. Bu anlamda, işçi sınıfı içinde çalışmanın yanında gençlik, kadın, emekçi semtlerindeki kent yoksulları içinde çalışma ile yurtdışı çalışması ve enternasyonal faaliyet, ciddi bir devrimci öncülük iddiasının hiçbirini boşlayıp ihmal edemeyeceği beş temel faaliyet alanıdır.

İşçi sınıfı içinde çalışma, komünist bir sosyal devrim örgütü olarak bizim için öncelikli ve esastır. Fakat sınıf içindeki faaliyetimiz hala “öncelikli faaliyet” konumuna dahi gelebilmiş değildir. Bu utanç vericidir. Bunun ne bir açıklaması olabilir ne de geçerli bir nedeni ve gerekçesi. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin öncelikli yüklenme halkasını sınıf çalışması oluşturmak zorundadır. Ve bu lafta bırakılmamalıdır!

Sınıf hareketinin göreli bir kıpırdanma içinde oluşu, öte yandan tekstili şimdiden vurmaya başlamış olan krizin yayılma ve derinleşme olasılığı, bunu ihmal edilemez bir mecburiyet haline getirmekle kalmamakta, elverişli nesnel bir zemini de beraberinde getirmektedir. Önümüzdeki yakın dönem, kaynak ihtiyacı içindeki burjuvazinin kriz korkusuyla da birleşik olarak sınıfa ve emeğe karşı saldırılarını tekrar tırmandıracağı bir dönem olacaktır.

Devrimci öncülük iddiası bu noktada, birincisi, burjuvazinin bu tür saldırılarını “kanıksayan” bir kayıtsızlığa asla düşmemelidir; ikinci olarak da, içeriği itibariyle popülizme ve reformizme de fazlasıyla müsait bu çatışma sırasında tepki ve mücadelelerin kapitalist özel mülkiyet düzeninin kendisini hedefleyecek tarzda devrimci sosyalist bir eksende geliştirilmesini hedeflemelidir. Burjuva devletin yetkinleştirilmesi ile proleter devrimin ilerleyişi arasındaki diyalektik ilişkinin bir benzeri burada da geçerlidir. Burjuvazinin devrimden duyduğu korku nedeniyle burjuva devlet cihazını yetkinleştirme doğrultusunda attığı her adım bu cihazın paramparça edilmesi zorunluluğunu biraz daha belirginleştirerek bu gerçeğin geniş işçi yığınları tarafından da kavranmasının koşullarını nasıl olgunlaştırırsa, şimdi de onun sermayesini büyütebilmek için elini emekçilerin kursağına daha fazla sokma yönünde atacağı her adım kapitalist özel mülkiyet düzeninin kökten sorgulanmasının zeminini güçlendiren bir fırsat olarak değerlendirilmelidir.

Bu anlamda, proletarya sosyalizminin propagandası ve kendisini sadece propaganda ile sınırlamayan net bir devrimci sosyalist sınıf duruşu önümüzdeki süreçte daha merkezi bir konum ve öneme sahiptir. Geride kalan dönemde küçük burjuva ulusalcı ya da liberal savruluşlarla temel ideolojik ayrım çizgisini nasıl asgari bir sosyalizm savunuculuğu oluşturmuşsa, önümüzdeki süreçte de, bunların biçim değiştirmiş halleri yanında bu kez bunlara eklenme olasılığı güçlü olan küçük burjuva popülizmi ile asıl farklılığı proletarya sosyalizminin devrimci bir temsilcisi olarak öne çıkıp odaklaşabilmek oluşturacaktır.

Yalnız bu yönelim ve iddia, genel sosyalist sloganların tekrarına dayalı bir propaganda ile sınırlı kalamaz! Sosyalizmin insanlığın bugünü ve geleceği açısından anlamını ve kapitalizmle olan farklılığını ortaya koyan canlı ve etkileyici bir sosyalizm propagandası kuşkusuz yürütülmek zorundadır. Bu yöndeki faaliyet önümüzdeki süreçte daha da yoğunlaştırılmalı, ayrıca içeriğiyle olduğu kadar kullanılan sloganlar, biçim ve yöntemler yönüyle de basmakalıplıktan çıkarılarak zenginleştirilmelidir. Fakat işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin geniş kitleleri, sadece propaganda ve ajitasyon yoluyla devrime ve sosyalizme kazanılamazlar. Sosyalizm ideali ve düşüncesi, onları bu yönde harekete geçirecek, tutkuyla bağlanacakları ve uğruna her şeyi göze alabilecekleri somut talepler ve hedefler formuna sokulmuş olarak ortaya konulmak zorundadır. Ve tabii ki bunlar, işçi sınıfı ve emekçi yığınların her geçen gün biraz daha yakıcılaşan bugünkü temel talepleri, beklenti ve ihtiyaçları dikkate alınarak, onlarla ilişkisi içinde belirlenmelidir.

Bu yaklaşımdan hareketle, teorik olarak kapitalizmin sınırları içinde kalınarak da gerçekleşebilir fakat kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadığı sürece gerçekleşmeleri imkansız taleplerin ortaya konulması bu konuda yol gösterici temel prensip olmalıdır. İşçi sınıfı ve emekçi kitle hareketinin bilinç, örgütlülük ve eylem düzeyi bakımından genel geriliği yanında sosyalizm konusundaki olumsuz önyargılarının büyüklüğü ve derinliği de düşünülecek olursa bu yaklaşım, onları kesitsel olarak hareketlendirmenin ötesine geçerek daha kalıcı bir sistem sorgulaması düzlemine çekebilmek için de tercih edilmelidir. Bu anlamda; “Herkese iş, herkese çalışma hakkı”, “6 saatlik işgünü 8 saatlik ücret”, “İnsanca yaşam, insanca çalışma koşulları”, “Zamlar geri alınsın”, “Herkese parasız sağlık, parasız eğitim”, “Ücret ve maaşlar vergi dışı bırakılsın, ÖTV kaldırılsın”, “Vergi servete göre alınsın”, “Borsa da vergi ödesin”, “Zorunlu göç mağdurlarına ev ve iş verilsin”, “Faili meçhuller araştırılsın”, “12 Eylül’cüler hesap versin”,“Bütün darbeciler yargılansın”, “Yabancı ülkelere asker gönderilmesin” vb. gibi sloganlar -güncelle de bağlantısı içinde- dönemin ana talepleri olarak sürekli işlenip her fırsatta öne çıkarılmalıdır.

Devrimi ve sosyalizmi propaganda eden temel propaganda taleplerimizin bunlarla birlikte kullanılması elbette ihmal edilmemelidir. Fakat bu saydıklarımızı -ve sürecin akışına bağlı olarak bunlara eklenebilecekleri- genel -ve ruhsuz- birer propaganda talebi olmaktan çıkarıp şu veya bu sanayi havzasında, OSB’de, az çok irice bir fabrika ya da işyerinde grev, direniş, gösteri talebi olarak ‘eylem talebi’ haline getirebilmek, girilen sürecin ana taktik hedeflerinden biri olarak kavranmalıdır. Sınıfın arayış halindeki diğer bölüklerine esin ve cesaret kaynağı olabilecek somut örnekler yaratılması, bu kesitteki faaliyetlerimize yol gösteren bir başka temel hedef olmak zorundadır.

***

“ Dünyada ve Türkiye’de Gidiş Başlıklı Yazı Üzerine” (8 Ekim 2008)

Dönem tahlili yazısı, kriz, dünya durumu, bölgesel hegemonya mücadeleleri, Türkiyenin iç siyasal sürecinin rejim krizinin seyri üzerinden ele alınışı ve dönemsel bir mücadele proğramına bağlanan bir kapsamlılıkta. Yazıya temel kazandırmak düşüncesiyle işbirlikçi tekelci burj.nin tarihsel gelişimiyle ilgili yapılan değerlendirme ve belirlemelerde de bulunuyor.

Ele alınan konular ve ulaşılan sonuçlar temel önemde. Buna uygun bir değerlendirmenin de yapılması gerekli. Dönem tahlili yazısıyla ilgili yaptığım aşağıdaki değerlendirme bu konular üzerinden görüşlerimiz arasındaki farklılıkların temelleriyle anlaşılmalarını da sağlayacaktır.

Görüş ayrılıklarımızın bir bölümü daha kolay giderilebilir niteliktedir; eksik bırakılmış olan bir yöne işaret etme, konjonktürel nitelikte olanlar vb. bu özelliktedirler. Sınıf ekseninde, burjuvazi-proletarya, sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı içerisinde bakmanın şart olduğu ve önceki görüşlerimizden bir kopuşu gerektiren konular ise daha temeldir. Ve bunların giderilmesi, kopuşu içeren bir bakış açısını, oluşmakta olan eksenimiz üzerinden düşünmeyi, sonuç çıkartmayı ve artık eklektizmden de arınarak her konu ve soruna bunun ışığını düşürmeyi şart koşar.

Şu ya da bu konu bağlantısıyla bunların gündeme gelmesi de şaşırtıcı değildir; bu konularla ilgli olarak teorik-siyasal bir geçiş sürecini yaşamaktayız. Önemli olan, önceki bakış açısında, dün doğru bile olsa bugün yanlış ve eksik olan da ayak diremekten vaz geçmek, oluşmakta olan ekseni kavrayarak çalışmanın her konusuna indiren, geliştiren ve ileriye taşıyan bir yaklaşım ve hareket tarzını benimsemek, politika ve pratiğimizi buna uygun hale getirmektir.

Gelişme yönümüz ve kolektifin birikimleri bu tarihsel dönemin ve bu sürecin teorik, poliitk ve ö.sel zorluk katsayısı yüksek olan sorunlarını aşacak güçtedir.

DÖNEM TAHLİLİ, STRATEJİ VE TAKTİK

“Ancak mevcut toplumun istisnasız tüm sınıflarının karşılıklı ilişkiler bütününün nesnel bir şekilde incelenmesi ve dolayısıyla bu toplumun nesnel gelişme derecesinin ve öteki toplumlarla karşılıklı ilişkilerinin incelenmesi, ilerleyen sınıfın doğru taktiğinin temelini oluşturabilir. Burada bütün sınıflar ve bütün ülkeler durağan değil, dinamik yönleriyle ele alınır, yani hareketsiz olarak değil, hareket içinde (bu hareketin yasaları, her sınıfın varlığının ekonomik şartlarından doğar-abc). Hareket ise sadece geçmiş açısından değil, aynı zamanda gelecek açısından da dikkate alınır; yalnızca yavaş değişmeleri gören ‘evrimcilerin’ yüzeysel anlayışına göre değil, diyalektik bir şekilde incelenir” (Lenin)

Girişte Lenin’den yapılan yukardaki alıntı, önce temel sınıf ilişkilerinin stratejik bir analizine işaret etmekte, taktiğin dayanması gereken geniş temelleri göstermekte, bunlar doğru taktiğin temeli olarak belirtilmektedir. Lenin taktiğe giriş yaptığı ikinci paragrafta sorunu yine sınıf ilişkileri ve sınıfların hareketi temelinde aldığı gibi “ bu hareketin yasaları, her sınıfın varlığının ekonomik şartlarından doğar” demektedir. Son cümle, taktiği taktik yapan özelliği, hareket içerisinde ve sıçramalı gelişmeleri gören bir diyalektik içerisinde ele almaktadır.

Yazıda Leninden bu alıntı aktarıldıktan sonra ikinci parağraftan çıkış alınıyor, birinci paragraf, yazarın gözüne”sınıfın doğru taktiğinin temeli” olarak belirtilmesine karşın gözükmüyor. İkinci paragrafın ilk cümlesinde Lenin’in yine dolaysız bir şekilde aynı temele-sınıfları ve sınıf hareketini doğuran temele- işaret etmesi de anlaşılmıyor. Dar bir biçimde dönem taktik ilişkisi kurmaya girişiliyor.

Dönem tahlili sadece taktiksel bir konumlanışla sınırlı düşünülemez. Stratejik bir temele dayanmalı ve onunla ilişkilendirilmelidir. Tür. Devrimci hareketinde dönem tahlilleri taktiksel düşünüş içerisinde ve bu amaçla gerçekleştirildiğinden uygulandıkları durumda dahi o dönemle sınırlı kalmışlar, iktidar mücadelesi perspektifi onun içerisine güçlü bir şekilde yerleşmemiş, sistemdeki temel çelişkileri ihmal ve gözardı eden o dönemin olgu ve verilerinin belirlediği bir mücadele yaklaşımı egemen olmuştur. Dolayısıyla taktikle strateji, güncel ve dönemsel talep ve programlarla temel proğram ve strateji bağı kurulmamış, 3.Konf. ta “dönem devrimciliği”, “konjonktürel devrimcilik” “koşullara bağlı devrimcilik” biçiminde tanımlayıp mahkum ettiğimiz devrimcilik ve mücadele tarzı hakim hale gelmiştir.

Sadece en görünür ve sürecin öne çıkarttığı ve dayattığı olgulara göre tutum almaya dönüşen bu sınırlı ve dar taktik anlayış, egemen sınıflarca belirlenmiş gündemin ve çerçevenin dışına da çıkamamış, mücadelenin geliştiği dönemlerde de siyasal kendiliğindencilik biçimini almıştır. Konjonktür değiştiğinde de stratejik ve proğramatik bakış açısı yoksunluğundan dolayı sudan çıkmış balığa dönülmüştür. Bizde de dönemsel geçişler kesintili ve sancılı yaşanmaktadır.

Türkiye devrimci hareketi hep dönem ve süreç tahlilleriyle varolmuş ve o sınırlar içerisinde mücadele yürütmüştür. Bütün yayınlar bununla doludur. Devrimci hareketin en kitlesel ve militan olduğu, taktiksel düzeyde dönemle görece en fazla buluşabildiği dönemlerde dahi iktidar hedefinden yoksunluk, taktiğin stratejiyi yemesi, taktiksel yüzeysellik, bu şekilde sonuç alınabileceğini düşünme egemendir. Teori, proğram ve stratejden uzaklaşılarak dönemsel ve güncel proğram ve istemlere doğru daralan ve taktiğe indirgenen bir mücadele anlayışı, devrimin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel dönüşüm ögelerini birlikte düşünen ve bir devrime bunların bütününden bakan, sistemdeki temel çelişkilerin çözümüne bağlı bir mücadele ve devrim fikrinden de uzaklaşmıştır. Söylediklerimiz demokratik devrim içinde geçerlidir fakat söz konusu proletarya devrimi, sosyalist nitelikte bir devrim ise kat kat daha fazla geçerlidir. Çünkü, her düzeyde çelişkiler daha karşıt ve uzlaşmazdır.

Devrim ve iktidar bilincinden söz edildiğinde bunun taktikten de önce stratejik bilinç olarak anlaşılması gerekir. Proğram ve strateji sorunlarını merkeze almayan, her döneme ve taktiğine proğram ve stratejinin ışığından bakmayan bir yaklaşım salt taktik üzerinden ilerleyemez ve bir iktidar bilinci de oluşturamaz. Özellikle sistemsel bir kopuş; sosyalist devrim, proletaryanın bağımsız çizgisinin geliştirilmesi, proletarya iktidarı söz konusu ise.

Leninizm taktikte son derece esnek olmasına karşın bunu da borçlu olduğu sağlam bir proğram ve stratejiye dayanır.Türkiye devrimci hareketine damgasını vuran taktik yaklaşım, dönemsel proğram anlayışı daha çok maocu “özel proğram” yaklaşımıyla, stratejiyle taktiği “bunalım dönemi” analizleriyle aynılaştıran, politik askeri mücadeleyi tekleştiren sol bir radikalizmle en ilkesiz tutumları, reformist içerikli politikaları eklektize eden devrimci solun yaklaşımlarıdır. Ve bu hareketler. stratejik erim yoksunluğu ve sistemsel kopuşa uzaklıklarıyla devrim. karşıdevrim çatışmasının şiddetlendiği dönemlerde ve genel olarak geçiş dönemlerinde bir çöküş yaşamışlardır.

Biz de bütün ilkeselliğimize karşın-teori, proğram, dönemsel, güncel proğram ve talepler, strateji, taktik ilişkisi bir bütün olarak kurulmadığı ve her durumun içerisinde kurulmadığı, geçişleri yapma esnekliğine sahip olmayan dar bir ilkesellikten (aslında dar devrimciliğin varolma biçimidir bu. Doğmatizm ve tutuculukla malüldür) kopamadığımız için dönem devrimciliğini aşabilmiş bir ö .değiliz. Belirli dönemlerde görece iyi olmak bunu değiştirmiyor.3. Te (3. Konferans-nba) çıkarttığımız sonuçları bu yönden de çubuğu kendimize bükerek değerlendirmedik. “Bir dönem kapanmıştır” da ifadesini bulan güçlü bir tespit yaptık. Fakat o dönem bizim için de kapanmıştı. Asıl görmemiz gereken de buydu.

Yazı, bunları belirterek ve bunlardan koparak gelişmediğinden, bir dönem taktiğine hangi strateji ışığını düşürecek sorusunun cevabını kafada ve yazıda vermediğinden önceki dönemin ve bakış açısının içerisinde kalmıştır.Emperyalist-kapitalist sistemin içsel dönüşümünden söz ediyor, kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazi-proletarya çelişkisinin dünya genelinde ve ülkemizde hakim hale geldiği belirlemesini yapıyoruz. Yazı ise, böyle bir stratejik temele ve bakışa dayanmıyor.

Yeni bir yaklaşım ve yanıt geliştirmemiz gereken konulardan birisi de tek biçimli ve süredurumlu taktik yaklaşımın aşılması, bu taktik yaklaşımın daha içiçe geçişli, dönemsel geçişlere ve kaotik durumlara yanıt verir nitelikte daha esnek ve bileşimli bir taktiğe dönüştürülmesinin nasıl olacağıdır. Bu dönem de bunu gerektirmektedir. Dış ve iç siyaset iişkisinin yeni biçimlenişi ve bundan doğan karışıklık, çelişki ve karşıtlaşmalar, İç ve dış siyasette çoklu belirleyenlerin olmasının durum ve kesitlerde oluşturduğu bir önceki politikadan farklı gelişmelerin olması, akış yönünün değişmesi, taktiksel açıdan bunları hesaba katan daha esnek, geçişli ve değişebilecek bir bakış ve konumlanmayı gerektiriyor.

Sürecin tarihsel olarak bir geçiş dönemine tekabül etmesi, bölge ve iç siyasetin kaotikliğidir bunu gerektiren. Bunun için taktiksel yaklaşım, o dönem ve kesitte daha belirleyici olanı ve en kuvvetli olasılığı temel alır ve ona göre konumlanırken, bunu tek biçim ve yön haline getirmez- mutlaklaştırıcı bir kurguya dönüştürmez- ikinci, üçüncü olasılıkları da hesaba katan geçiş yapabilme esnekliğine sahip olur. Özellikle geçiş dönemleri, kesit ve anları ile ilgili bizim leninist taktikten öğrenmememiz ve ileriye taşımamız gereken budur. Sadece kitlelerin durumuna dahi baktığımızda bu bir ihtiyaç olarak çıkıyor. Taktiksel boşa düşmelerimiz, kampanyaların sonuca götürülememesi, dönemsel, kesitsel geçişler ve bunların oluşturduğu kaotik durumlara, iki, sadece dönemle sınırlı olmayan tarihsel bir geçişi de içeren dönemlere, üç; ortaya çıkan yeni koşulların sınıf ilişkilerinde, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yol açtığı değişimlere, yeni mevzilenme planı ve uygulamalarıyla yanıt veremeyişimizin sonucudur.

Dönem ve süreç, hatta kesitler açısından bu etmenler, birbiriyle çelişik, geçişli, kaotik durumlara yol açtığı gibi algı, düşünüş, tepki ve davranışlarda da hızla farklılaşabilen, karmaşık ve çelişik durumlar ortaya çıkartmaktadır. Taktiğin üzerinde hareket edeceği zemin budur. Bu ö.sel müdahalenin biçimleri, yöntemleri, zamanın kullanımı konularında yeni bir bakışı gerektirir. En başta önderlik ve kadro düşünüşünde-ya o ya bu ile birlikte hem hem de de diyebilen- mental bir değişimi gerektirir. Örneğin bugün sıçramalı gelişmeler, iki yönde de olabilmektedir. İleriye doğru olan bir akış bir anda kırılabilmekte, başka bir vektörün devreye girmesiyle geriye ya da farklı bir yöne doğru bir seyir olmaktadır. Bunların içerisinden hareketi ileriye doğru geliştirebilecek hızlı geçişler yapabilme esneklliğine sahip bir kavrayış, konumlanma ve taktiksel hareket yeteneğine sahip bir ö.lenme. Bunu hedeflemeli ve gerçekleştirmeliyiz.

Yazı, taktik açıdan da tek biçimli düşünüşün üstüne çıkamıyor ve bugüne uygun bir taktik yaklaşım geliştiremiyor.Taktiksel yaklaşıma temel oluşturan bütün analizler dar bir reel politikerliğe sahip. Analizlerin tek yanlılığı abartılı sonuç çıkarmalarla birleşiyor. Bunun taktiksel netlik oluşturma amacını taşıdığı söylenebilir; değerlendirme olarak içerdiği subjektivizmin yanısıra bugün gerekli olan taktiksel geçiş esnekliğine yaklaştıran değil ondan uzaklaştıran bir yaklaşımdır bu. İşte taktikteki yapısalcılık, kaba determinizm budur.Eğer reel politika yapmanın ötesine geçmek istiyorsak bunun için bir, taktiğin stratejiyle olan bağının güçlü kurulması, iki, bugün taktiğin süredurumlu ve tek biçimli kavranışının ötesine geçebilmek gerekir. Verili durum içerisinde belirleyici olana ve en kuvvetli olasılığa göre taktik belirlemeyle yetinen bir taktiksel yaklaşım bugüne yanıt vermez. Olasılıkçı belirsizliğe düşmeden değişkenleri hesap eden bir taktiksel bakıştır bugün gerekli olan. Bunun teorik felsefi temelleri Kuantum Fiziği/Belirsizlik felsefeleri kitabındadır. Diyalektik materyalizmin bu temelde kavranması ve uygulanmasındadır. Dünya burjuvazisi böylesi durumlara yanıt vermek için kaos kuramlarını geliştiriyor, doğrusal olmayan oyun kuramlarını politikasına taşıyor..

DÜNYA

“Dünyanın guc merkezleri degisiyor, bu alanda tektonik kaymalar yasaniyor…

Dunya ekonomisinin agirligi ABD-Avrupa ekseninden Asya-Pasifik bolgesine dogru kayarken;…”

İzleyen alt parağrafta“1990’larin ortalarina kadar sıradan bir üretici bile olamayan Çin, tahminleri de asan bir hizla bugun dünyanın imalat sanayi merkezi haline gelerek ABD’nin dahi onune gecti. Emperyalizmin esitsiz gelisim yasasinin isleyisinin ortaya cikardigi bu sonucun,yine emperyalizmin dogasi geregi, siyasi ve askeri bir guc olarak da kendisini gitgide daha fazla gosterip ekonomik ve siyasi guc ve avantajlarin, yari somurgelerin ve pazarlarin dunya capinda yeniden paylasimi talebi ile ortaya cikmasi ve bu yondeki faaliyetlerini artirmasi kacinilmaz bir gelisme olarak beklenmelidir.”

“Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Asyaya kaydığı” tespiti.Yanlış bir tespit. Aynı tespit Çinle ilgili Dergi için yazılan yazımızda da var. Kapitalist Batı ülkeleri ekonomileriyle karşılaştirma yapılarak ileri sürülen bir görüş bu. Ekonomilerin toplam büyüklük düzeyleri, toplam sermaye büyüklük düzeyi, tekel büyüklükleri, sektörel büyülükler, GSMH, dış ticaret büyüklükleri, kişi başına düşen gelir miktarı gibi ölçütler üzerinden bu karşılaştırma yapıldığında bunun doğru olmadığı görülür. ABD ve AB ekonomileri Asya ekonomilerinden büyüktür. ABD hala açık ara öndedir. Üretim alanında bir kayma vardır ve ekonomilerin büyüme ritmi açısından fark vardır. Çin ve Hindistan daha hızlı bir büyüme ritmine sahiptirler. Üretim alanında gerçekleşen kayma ise, emp. kapitalist sistemin içsel dönüşümüyle oluşturulan yeni iş bölümü temelinde ABD ve AB sermayelerinin ucuz iş gücü sömürüsü amacıyla bu ülkelere akışıyla gerçekleştiği gibi, üretilen ürünlerin en büyük alıcılarının da onların olduğu bir bağımlı ilişki sistemi içerisinde olmaktadır. Krizle birlikte böyle bir hızlı ve derin kayma gerçekleşir mi bu ayrıca analiz edilir. Bu noktada ise krizin, Çindeki, Japonyadaki, G.Kore, Hindistandaki etki ve sonuçlarının ne olacağı da .çzümlenmelidir.

“Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Asyaya kaydığı” biçimindeki bir tespit bir hegemonya kaymasına da işaret eder.Bu tespiti yapan Avrasyacı stratejistler, yeni bir güç merkezini büyütme, odak haline getirme düşüncesiyle propaganda amaçlı olarak kullanıyorlar. Şanghay işbirliği örgütüne ilişkin yine abartılı bir propagandayla bir alternatif ve çekim oluşturma Aydınlık vb. borazanlığıyla yapıldı, rejim krizi çatışmalarına da bu şekilde sokuldu. Karşıt stratejisyenlerde bu yönlü tespitleri büyütüp “Çin tehlikesine” dikkat çekmek ve bir kuşatma stratejisi geliştirmek için kullanıyorlar. Basit olgucu bakış ve bir tür gazeteci ekonomi politiği olarakta popüler bir kullanımı var. Sağlam bir burjuva ekonomist, başta belirttiğim, ekonomilerin toplam büyüklüğü, toplam sermaye büyüklük düzeyi, sektörel büyüklükler, tekel büyüklükleri, dış ticaret hacimleri gibi kıstaslarla değerlendirir. Bir marksist politik ekonomici ise emp. kapitalist ekonomideki yeni iş bölümü dağılımı, bunun nedenleri, bunun hegemonya ve güç dağılımı açılarından ortaya çıkarttığı sonuçlar, eşitsiz gelişim içerisinden değerlendirir.

Çin, hem hızlı bir gelişme ritmine sahip emperyalist bir ülkedir hem de ABD, AB tekellerinin büyük yatırımları ve dış ticaret bağıyla, bugün elinde hem bir koz hem bir bağımlılık oluşturan finansal varlıklarla bu ülkelere ve dünya ekonomisine oldukça sıkı bağlarla bağımlıdır.

“kriz cok gecmeden reel sektore de sicradi.” “reel sektör” ,“reel ekonomi” marksist ekonomi politikte yeri olmayan bir kavramdır bu. Darlaştırılmış olarak sınai üretimle ilgili sektörler için kullanılıyor, daha geniş içerimiyle sanayi-bankacılık-ticaret arasındaki uyumlu bir ekonomik yapının ifadesi olarak. Finansal alanın yıkıcılığını, kapitalizmin kendi doğurduğu canavarı dışşsallaştıran gizli bir düzenli kapitalizm kavramıdır.Bu “reel” olunca, finansal sermaye “sanal” kötü çocuk oluyor! Günlük dilde çok düşünmeden ve kolay anlatım amacıyla kullanılsa da bir kriz yazısında, finansal alandan başlayan krizler üzerine çarpık teorilerin yaygın hatta hakim olduğunu da düşünürsek, kullanmak bir yana teşhir etmemiz gereken bir kavram.

AVRUPA

“Bu ayni zamanda Avrupa toplumlarindaki sinif kutuplasmasi ve sosyal catismalarin artmasi ile de ic ice seyredecek bir surec olacaktir. Bu noktada 1930’lari cagristiran bir kavsakta bulunuldugunu gosteren belirtiler gun gectikce cogaliyor. 11 Eylul ABD’si ve Ingiltere’sine daha sonralari eklenen Merkel Almanyasi ve Sarkozy Fransasi’ndan sonra simdilerde de Berlusconi Italyasi’nda yasanmakta olan siyasal, toplumsal ve ideo-kulturel degisimler, giderek “yabanci dusmanligi” ile sinirli olmaktan cikip ulke icindeki “oteki”lere de yonelen, daha simdiden Fransa’da “kagitsiz gocmen” avina, Italya’da “Roman” avina donusen saldirgan irkciligin dengesini kaybetmis toplumlardaki yayilisi tehlikelidir. AB ile iliskiler dolayimi yaninda Avrupa’da yasayan muazzam gocmen nufus nedeniyle de Turkiye’nin siyasal ve toplumsal yasami, ekonomisi ve dis politika yonelimleri yaninda ic politikasinda da ciddi yansimalari olacak bu gelisme dinamiklerini ve olasiliklari, YD calismamizin gelecegi ve dogru bir cizgi tutturabilmesi ile de sinirli dusunmeyerek dogru okumak zorundayiz.”

Avrupa ile ilgili belirlemelerde, fazlasıyla kestirme bir yol izlenmiş. Avrupa ekonomilerinde kriz, İngiltere de finansal yıkımla, diğerlerinde, Almanya ve Fransa da finansal kriz etkisi görece daha az, durgunluk, bazı sektörlerde gerileme ve büyümede yavaşlama, işsizlik, enflasyonda artış vb. biçimlerle kendisini gösteriyor. Neo liberalizmin uygulanışında Avrupa değil Amerikan tarzı bir çizgide olan-aslında bu finansal sermaye uygulamalarının patenti İngilizlerdedir- İngiltere büyük banka iflaslarıyla finansal krizi daha şiddetli yaşıyor. Bu açıdan zaten iki ayrı Avrupa var. Almanya Fransa gibi AB merkez politikasının belirleyicileri krizin etkisini rakiplerine göre daha hafif atlatma, rakiplerinin zayıflamasından yararlanarak güçlenme üzerine bir strateji kuruyorlar. Basitleştirerek söylersek büyük yara almadan ayakta kalıp kendi gelişiminden çok ağır yaralar almış rakibinin zayıflamasıyla ortaya çıkan durumdan yararlanma stratejisi. Merkelin finansla ilgili yıkıcı gelişmeleri “önleyecek” yasal düzenlemeleri ABD nin yapmamasını eleştirerek ortak kurtarma proğramını kabul etmemesi, Sarkozy’ in de daha diplomatik biçimde bunu ifade etmesi.(düzenli bir kapitalizm kuralım” önerisinde de bulundu.)

1930lar…Yapılan değerlendirmede işçi harketinin, sendikal hareketin, komünist partilerin durumları ve bir kutba bunları koyarak devrim-karşıdevrim güçlerinin karşılıklı durumları değerlendirilmiyor. “Sınıfsal bir kutuplaşma” tespiti yapılıyor fakat bunun ana kutbu ile ilgili bir çözümlenme ve değerlendirme bulunmuyor. Irkçılığın yükselişi ile ilgili örnekler aktarılıyor. Bu belirlemeler ışığında “1930’lari cagristiran bir kavsakta bulunuldugunu gosteren belirtiler gun gectikce cogaliyor.” tespiti yapılıyor.AB de yeniden yapılanma, neoliberal birikim poliitikilarının sınıfsal ve toplumsal dengeleri bozdu ve krizle birlikte bu boyutlanacaktır. İşçi sınıf hareketinin gelişeceği, toplumsal düzeydeki çeşitli çelişkilerinde daha keskinleşeceğini, ırkçılıkta artış ve ırkçılığa karşı mücadelenin önem kazanacağını öngörebiliriz. Bunların göstergeleri var. Derin bir öngörüde gerektirmiyor. Ama yazıda ifade edilen biçimde “1930’lari cagristiran bir kavsakta bulunuldugunu gosteren belirtiler” tespitine vardırılmasının verilerini görmüyorum.

1930’ların Avrupasındada Başta Almanya olmak üzere komünist partileri güçlü idi, güçlenen bir işçi hareketi ve kızıl sendikalar vardı. Almanyada komünist hareket ve işçi sınıfı hareketi yükseliyordu, Komünist partisi ile faşist partinin oyları -sanıyorum 1933 seçimlerinde- birbirine yakındı. Komünist partisinin milyonlarca oyu ve yaygın bir örgütlenmesi vardı. Devrimin ve karşı devrimin birlikte yükseldiği bir Almanya ve Avrupa vardı. Bugün komünist partilerin durumu ortada-varlıkları bile yok- , milyonlarca işçiyi örgütlemiş kızıl sendikalar yok, mücadeleci sosyal demokrat sendikalar dahi yok… Gerilemekte olan, sınıf içi rekabetin büyütülmüş olduğu, hak kayıplarının arttığı onların bir kısmını korumaya çalışan bir sendikal işçi hareketi var. Krizin Avrupadaki şiddeti ve derinliğinin ne olacağı konusunda ileri kestirimlerde bulunabileceğimiz verilerde henüz bulunmuyor. – Bu durumda sistemin stabilizasyon imkanları, sistem içi seçenekleri kullanma imkanlarını- toplumsal muhalefetin parlamanter kanallardan emilmesi. Almanya da sol partinin yükselmesi gibi gelişmelerde oluyor- daha fazla. Sınıf hareketinin , toplumsal muhalefetin nitel ve nicel zayıflıklarından burjuvazinin krizden çıkış için yararlanma imkanlarının hiç te az olmadığı bir durum bu aynı zamanda… MPLD nin “Almanyada iki yıl içerisinde devrimci bir kriz” öngörüsü ise, -kriz değil devrimci kriz deniliyor- işin, subjektif faktör yönünü hiç hesaba katmayan bir değerlendirmedir.

Avrupa sermayesinin durumu, sermaye içi ilişkiler açısından da 1930larla benzerlik kurulacak bir tablo yok bugün. Yahudilerin hedefe çakılmasında Yahudilerin elindeki sermayenin ele geçirilmesi gibi bir amaç vardı. Göçmen emekçi düşmanlğı temelinde ırkçılık, faşist ve gerici partilerin bazı ülkelerde azımsanmayacak toplumsal destek bulması- Avusturya, isviçre..- merkezileşme girişimleri, bazı sermaye kesimleri tarfından destekleniyor olmaları,bu tehdit küçümsenemez. Bunun için kestirme bir indirgemecilik gerekmiyor. Avrupa da, Almanya da güçlü bir anti-faşist demokratik bilinçte var. Köln de de bu kendisini gösterdi.

Türk ve Kürt emekçilerinde içerisinde yer aldığı Avrupa işçi sınıfına saldırılar ve işçi hareketinin gelişimi, göçmen emekçlere karşı artan ırkçı saldırılar ve bu saldırıların sınıf karakteri bu ikisinin birlikte, ittifak ilişkilerinin de geliştirildiği mücadele dinamikleri olarak ö.lenmesi , bizim yurt dışı çalışmamızı belirleyen görevleri koyuyor.

Seçilmiş olguları yan yana dizip çok daha temel ve belirleyici olanları değerlendirmemize katmazsak bu bizi yanıltır. Bu türden kolay tespitler kolay beklentiler yaratır. Yüzeysel bir dönem algı ve kavrayışı ortaya çıkartır. Stratejik ve taktik görevlerin bütünsel kavranışını engeller. Fırsat ve olanaklardan yararlanma girişimleri, hesap edilmemiş ve bir anda duvar gibi karşımıza çıkıveren engellere çarpar. Evet işçi hareketinde, toplumsal muhalefette bir yükseliş ve bunu yükseltebilmenin imkanları artıyor. Bunları değerlendirmeli, bunlara göre konumlanmalıyız. Almanyada sendikal harekette fabrika düzeyinde görülen kıpırdanmalarda artma, toplsözleşmelerde ücretlerin artırılması istemlerinin daha kararlı savunulması vb. de görülüyor bunlar. Fakat bazı olguları vitrine çıkartıp diğerlerini görmediğimiz ya da görmezden geldiğimiz kestirme ve sol kendiliğindenci analiz ve tespitlerden uzak durmalıyız. Bu yaklaşım, birinci olarak hareketin, devrim karşıdevrim çatışmasının nesnel gelişme seyrinin doğru tespitini, ikinci olarak, sistemin bugünkü koşullarda stabilizasyon, bastırmasının farklı yol ve yöntemlerinin, araçlarının tespitiyle mücadelenin bunların her birine ve bütününe karşı yürütülmesini engeller. Zorlu bir mücadeleye bizi daha hazır kılmaz, güçlendirmez, zayıflatır.

–“Bu surecin ters sekilde, yani ciddi toplumsal-siyasal dalgalanmalarin arkasindan AB’nin busbutun dagilmasi seklinde degil belki ama, “birligin gorece gevsemesi” biciminde yasanmasi olasiligi da zayif bir olasilik degil.”

AB, uzun süredir ekonomi politikalar ve dünya siyaseti açısından iki ayrı eksensel eğilime sahip . İngiltere, İtalya, ispanya Amerikaya daha yakın bir çizgideler. Almanya-Fransa da merkez avrupa politiikasını belirliyorlar.

Bütçe farklılıkları, fon paraları ekonomilerin yönetimiyle ilgili giderilemeyen sorunlar ve refarandumlarda yaşanan anayasa redlerinden sonra da merkezi daha kararlı bir birlik oluşturma yönündeki gelişim yerini daha gevşek konfederal bir yaklaşıma bıraktı.

Bu süreç, AB deki iç ayrımları kısmen artırabilir de, tersi yönde bir gelişime de yol açabilir. Her ülkenin korumacılığa dönük ekonomik kararlarını kendisi alması, krize karşı kendi mücadele stratejisini geliştirmesi önlem alıcı bir eğilim olarak gelişse de bu çok sınırlı bir uygulama alanına sahiptir ve çok öne geçirilecek bir seçenekte olmayacaktır. Krizden çıkış, ABD nin durumundan yararlanma ekonomide de siyasette de içe değil dışa doğru bir hareketi gerektirir. Euro konusu da; Euro birlikteliği başından itibaren sorunlu. En sağlam savunucusu Almanyadır. Fransa ve Hollanda ise yan bir duruş gösterdiler. Euro birlikteliğinden geriye dönüşte kolay değildir. Ayrıca kriz ve onun ABD deki etkileriyle birlikte düşünüldüğünde, AB değil de dünya ekonomisi ve emp rekabet açısından bakılırsa doların rezerv para olma durumunun sarsıldığı ve bunu kaybetme olasılığının arttığı bir tablo var bugün. Ve her şeye rağmen en güçlü aday , göreli ağırlığını artıran para eurodur. Ayrıca İngiltere neoliberal politikalarını bu biçimiyle sürdüremeyecek, kısmi ya da kapsamlı bir revizyona gidecek. Gelirse Obamanın izleyeceği politikalar daha farklı gelişmelere de yol açabilir. Bunları da çeşitli yönleriyle irdelemeden belirtip geçiyorum.

–“Sistemin ideolojik hegemonyasinda bugun ciddi catlaklar, derin bosluklar ortaya cikmis durumda.”

İdeolojik hegemonyanın neoliberal biçimi olarak belirtilirse bu ifade doğru. “Sistemin ideolojik hegemonyası” veya sınıf olarak burjuvazinin ideolojik hegemonyası olarak ise yanlış. Kriz önlemi ve ekonomi politika değişikliğine ilişkin cümlenin devamında yazıda söylenenler “sistemin ideolojik hegemonyası” içerisindedirler. Sistem içi alternatifler olarak ifade edlmekte ve uygulanmaktadırlar. Krizler kitlelerde sistemle ilgili sorular uyandırabilir, tepkiler geliştirebilir, fakat sistemin ideolojik hegemonyasının sarsılması, o sarsmayı da sağlayacak bir subjektif faktörü- parti, sınıf, kitleler açısından- gerektirir. Henüz neo liberalizmden bile vaz geçilmiş bir durum yok. Finans sisteminin kontrolü ve yeniden düzenlenmesi gibi tamirat ve yamalar yapılıyor. MB larınin kur-faiz dengelemeleri, genel olarak monetarizm temelli para politikaları üzerinden denetim ve regülasyon sağlamanın sürdürülebilirliği kalmadı. Doğrudan ve dolayl kamulaştırmalar-tekelci devlet kapitalizminin versiyonu olarak- gerçekleştiriliyor.

Emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve mücadeleler, gelişim eşitsizlik ve dengesizleşmelerine bağlı güç kaymaları üzerine değerlendirme yapılırken emp kapitalist dünya ekonomisindeki artan bağımlılık ilişkilerini, buna bağlı olarak birindeki özellikle ABD dedeki krizin diğerleri üzerindeki etkilerini gözardı etmeden ve değerlendirerek sonuçlar çıkartmak doğru olur. Tarihsel olarak önceki dönemlerden daha içiçe geçmiş bir dünya ekonomisi ve daha karmaşık bir tablo var. Finansal dalgalanma ve borsa krizi, ABD yi olduğu gibi Rusyayı da, Japonyayı da , AB yi de, Türkiye yi de vuruyor. Bir dolardaki aşırı düşme Çin inde işine gelmiyebiliyor. Çin de üretilen malların en büyük alıcısı ABD. ABD pazarında daralma Çindeki üretimi de büyüme hızını da yavaşlatacak. Diğer pazarlar ve iç pazarlar bunu karşılayacak bir alternatif değil.Türkiye de AB deki daralmaya karşı pazar çeşitlendirme arayışında vb. Her bir emp. ülke rakibinin zayıflamasını isterken karşılıklı ekonomik bağlardan dolayı kendisini de zayıflatacak, onunla birlikte kendisini de çökertebilecek gelişmeler karşısında tedbirler alırken bu rakibine de yarayabiliyor. Birlikte ve eş zamanlı kurtarma müdahalelerine giriyorlar. Merkez bankaları böyle bir davranış gösterdi. Dünya ekonomisi düzleminde emp. kapitalist sistemin genel-aynı gemide olma- çıkarları onları frenliyor, birlikte harekete zorluyor. Rekabet ve hegemonya mücadeleleri, rakibini zayıflatma taktikleri bununla birlikte var.

Yazıda temel bakış açısı bu noktadan sorunlu. Bizim öncelikli tespitimiz, bu krizin emp. kapitalist dünya ekonomisindeki durgunluk ve gerileme yaratıcı gelişimi, devrimci sınıf mücadelesinin gelişme imkanlarındaki artma olmaldır. ABD, AB, Çin, Japonya, Rusyanın durumları değerlendirirlirken de onları birbirlerinden oldukça bağımsız ekonomiler olarak görmekten çıkmalı, aralarındaki rekabet ve eşitsiz gelişimi bağımlılık ilişkilerindeki artmayla birlikte değerlendirmeliyiz. Kabaca ABD ve AB geriliyor, Çin ve Rusya yükseliyor, olmamalı bizim varacağımız sonuç. Çin ve Rusyanın yaptıkları ve yapabilecekleri ataklar, göreli ve sınırlıdır. Özellikle Çin, ABD ye kafa tuttuğu için de Rusya ve Putin olduklarından fazla şişiriliyor. Bunların arkasında manipülasyon amaçlı politik yaklaşımlar olduğundan daha dikkatli de olmamız gerekiyor.

Korumacılık, rekabet ve güç mücadelesi artacaktır. Artık tek kutupluluk sürdürülebilir olmaktan çıktı, çıkıyor. (Abdullah Gül bile Gürcistan savaşından sonra ABD için “tek başına dünyayı yönetemiyor, olmuyor gücü paylaşmalı” dedi.) Yeni güç merkezleri de oluşmuş durumda. “Güç merkezleri değişiyor” biçimindeki bir tespit ise doğru değil. Yeni güç merkezlerinin ortaya çıkışı, önceki hegemonyayı sarsmaya ve sınırlandırmaya başlar, belirli bölgelerde etkinlik ve hakimiyet dağılımı farklılaşır. Ama bunların kestirme sonucu güç merkezlerinin değişmesi değildir. “Tektonik kayma” tespiti de abartılıdır. ABD hegemonyasında mevzi kaybı oldukça bölgesel ağırlıklarda da farklılaşmalar , çeperine doğru gelişmeler olacak, oluyor da. Fakat ABD hegemonyası hızlı bir düşüşte değil. Amerikan emperyalizminde ’70lere kadar götürebileceğimiz uzun süreli bir tedrici gerileme olmakla birlikte rakiplerinin düşüş ve gerilemeleri, yükseliş ivmelerini sürdürememeleri, ABD nin karşı ataklarıyla birlikte değerlendirilmesi gereken bir süreç bu da.

“Ekonominin ağırlık merkezinin Asyaya kayması” “güç merkezleri değişiyor” “tektonik kayma “tespitleri, hepsi birlikte hızlı bir hegemonya değişimine ya da onun eşiğinde olunduğunu ifade eder. ABD nin askeri ve ekonomik gücünü karşılayacak güç ve ittifak oluşumları ortaya çıkmış değil. Emperyalist kapitalist dünya henüz bu noktaya gelmedi. Almanya Maliye bakanının dediği gibi ABD ekonomik liderliği kaybeder mi, bu vb. gelişmeler sadece ABD nin inişine değil rakiplerinin ne ölçüde krizin sarmal etkisinin dışında kalabileceklerine ve gelişim ritmlerinin ne olacağına, ekonomik gelişimin yanısıra dış politika ve askeri alanda nasıl bir performans ve gelişim gösterdiklerine ve göstereceklerine de bağlıdır. ABD yle ilgili hızlı çöküş senaryoları da var; fakat bu uçlaştırılmış bir olasılık. Ki bunu temel veri olarak alırsak ABD nin dünya ve bölgesel hegemonya konumuna ilişkin de radikal çıkarımlarda bulunmak gerekir.

Yazıda ABD deki kriz üzerinden girilmiş olmasına karşın bu krizin Amerikan ekonomisinde, toplumda, sınıfların durumunda, iç ve dış politika da yaratacağı etkiler, iç ve dış siyasette farklı iki poliitikanın şekilenmeye başlaması vb. üzerinde durulmuyor. Ekonominin askerileştirilmesi ve saldırgan askeri politikalarla bu durumdan çıkış tek seçenek olarak varsayılıyor. Bush çizgisinin temel stratejisi bunun üzerine kurulu. Neo-comcuların alabildiğine saldırgan bir strateji olarak uygulamaya soktukları bu politika hız kaybetti, istediği sonuçları alamadı, neo comcuların en sivrileri de tasfiye edildi. Rumsfeld den sonra dış politika kısmi revizyondan geçirildi. ABD nin dünya kamuoyu nezdinde etki ve itibarı düştü. Yine de Cumhuriyetçi partinin ve yeni başkan adayının dış politika stratejisi aynı çizgide. Demokrat parti ve Obama dış politika stratejisi ise öncelikleri yeniden belirlemeye geçiyor. Askeri saldırı stratejisini dışlamadan – bu mümkün değil; emperyalizmin tabiatına da küresel hegemonya stratejisine de aykırıdır. Aynı suda iki kez yıkanılamaz ve bugünkü dünya durumunda Clinton tarzı bir uygulamada olamaz-Avrupayla birlikte hareket etme, ikna, kuşatma, içerden değiştirme, içerden yıkma gibi ittifakların ve diplomasinin daha çok kulanılacağı bir çizgide.İki başkan adayının TV deki ilk tartışmalarında Obama ve yardımcısı, Iraktan 16 ay içerisinde çekilme, Iranla diplomasi, Afganıstana askeri olarak daha fazla yoğunlaşma biçiminde görüş açıkladılar. ABD ekonomisi, bütçe açıkları en fazla olan ekonomi. Kriz kurtarma paraları, ekonomik maliyetleri çok daha büyütüyor. Dış kredi ve borç imkanları daralıyor. Iraktaki ve dünyaya yayılmış askeri gücün maliyeti sorgulanıyor. Askeri ve diplomatik olarak uzak bölgelere yönelindiğinden arka bahçenin, latin Amerikanın kaybedildiği de dış politikaya ilişkin temel eleştirilerden birisi.Tüketici kredileriyle içte şişirilen ekonominin kırılma riskleri arttı, hızlı daralma tehditi var. Son kurtarma operasyonları, büyük bütçe açığı olan ABD ekonomisinde büyümüş bir finansal açık ve sorun yaratacak. Toplumsal çöküş, karışıklık ve isyan ve bunları bastırma senaryoları üretiliyor. ABD iç ekonomik ve toplumsal sorunları büyüyen ve büyümeye aday bir ülke. Henüz toplumsal sınıfsal derin krizlere dönüşmemiş ve dönüşmesi öyle kolay olmayacakta olsa ekonomik sorunların yoğunluğu ve şiddeti bunları tetikleyebilir. Uç senaryoları dışta tutacakta olsak bu yönlü gelişmeler, iç politika, dış politika ilişkisiyle belirler.

ABD nin toplam durumu, dünya hegemonyasında ABD yi ekonomik, siyasal ve askeri mevzi kayıplarına itebilir. ABD bugün yükselen bir güç değil, onun gücü rakiplerinin zayıflığından kaynaklanan bir güçlülük aynı zamanda. Almanya, Japonya gibi rakipleri de askeri stratejiyle sıkıca birleştirilmiş ABD dış politikasının kendilerine sağladığı imkanları karşı yönde değerlendiriyorlar. Abd dış politikasında bu çerçevede bir değişim olasılığı az değildir. Bu Iran, Irak, Suriye ve çeşitli bölgelerde dış politikada değişikliklere yol açabilir. Bunlar olunca ne emperyalizm emperyalizm olmaktan çıkmış ne de saldırganlıktan vaz geçmiş olur.Clinton da bomba atıyordu!

Yazı bölge analizlerinde bunları tümden dışta tutuyor, ikinci, üçüncü bir olasılık olarak dahi zikretmiyor. Bugün yapılan bir değerlendirmede bunlar ihmal edilebilir, üzerinden atlanabilir bir olasılıklar değildir. Amerikan tekellerinin birbirleriyle olan rekabet ve mücadelerinden, dünya hegemonyasının önümüzdeki dönemde nasıl sürdürüleceğinden ,sürdürülebileceğinden de bağımsız değildir. 11 Eylül sonrası izlenen saldırgan politikalar sonucu yazıda denildiği gibi Amerıka’nın “yumuşak gücü” yerlerde sürünüyor; fakat “yerlerde sürünen” sadece o değil. Dış politikayı askeri bir stratejiye indirgeyen neo-com politikaları da Irak, Afganistan’daki direnişler, asker kaybı, parasal maliyet, istenilen sonuçların alınamamış olması , belirsizlikler ve dünya ölçeğinde ortaya çıkan sonuçlarıyla artan eleştirilere uğruyor ve hızla mevzi kaybediyor .ABD de bugün dünya hegemonyasının nasıl ve hangi ilişkiler, ittifaklarla sürdürüleceği, politik ve askeri önceliklerin yeniden belirlenmesi üzerine yoğun bir tartışma vardır. Bunları görmezsek tek ve kadir-i mutlak bir ABD görürüz.

–Tayin edici üç ana faktörden 2.s i olarak ifade edilen krizin özelliklerinin belirtildiği bölümde sistemin genel krizine bağlama noktası kapitalizmin çürüyen kapitalizm olması, sermaye birikim sürecinde kendisini farklı kriz ve kriz tetikleyici ögeler olarak koyan emp. kapitalist sistemdeki iç dengesizliğin artmış olması konulmalıdır. Sistemdeki iç dengesizliklerin artmış olması-en temelinde sermaye birikiminin tarihsel süreci ve onun bugün gelmiş olduğu yer bulunmaktadır- ekonominin temel alanlarındaki, sanayi, banka, ticaret ve çeşitli üretim dalları arasındaki az çok uyumlu gelişim olanağını sınırlı dönemler dışında kaldırdığı gibi gelişimdeki eşitsizlik ve dengesizlikler daha yıkıcı ve birbirini tetikleyen etkide bulunmaktadır.Üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin büyümesi, Marks’ın söylemiyle sermayenin en büyük engelinin kendisi olması ve bunun yarattığı içe kırılmalar,sistemdeki dengesizleşmenin artması, sistemin genel krizini oluşturan ve ağırlaştıran temeldeki neden budur. Tekeller arasındaki ve emperyalistler arasındaki üstünlük, yutma, iflas ve yıkımlarla birlikte daha da büyük tekellerin ortaya çıkması, güç ve hegemonya mücadelelerini şiddetlendiren de budur.

-Krizin sınıf bakış açısından değerlendirilmesi.Yazının eksenine bu konulması gerekirken yazı bu yönüyle çok zayıftır.

Bugünkü kriz gelişim özellikleri, gelişme biçimi, etkisi ve sonuçlarının ne olacağı burjuvazi, proletarya, diğer emekçi sınıfların durumları, emperyalistler arasında dünya hegemonyası, bölgesel güç mücadeleleri, burjuvazi içerisindeki çelişkiler ve krizle birlikte bunların alacağı biçimler gibi bir çok yönden değerlendirilebilir.Krizle bağlantılı olarak bizim cephemizden öne çıkartılması gereken nedir, krizin hangi özellikleridir? Bugünkü krizin temel ve özgün bir özelliği, sadece bu krizin özgül özelliği olmasıyla değil proletaryayı ve diğer emekçi sınıfları vuracak özellik olmasıyla bizim cephemizden ayırd edici olan nedir? Krizler ilgili yazıda asıl söylenmesi gereken ve sınıf bakış açısıyla ayrım oluşturacak olan bu sorunun cevabıdır. Bu şudur: Bu kriz üretim alanlarına doğru genişliyor olması ve şimdiden ortaya çıkan durgunluk ve geriye gidişlere bağlı olarak kitlesel işten atma, ücretlerin dondurulması, daha düşük ücret, bölgesel asgari ücret uygulamalarının hızlanması, ücretsiz izin, esnek çalışmada artış gibi sonuçlar yaratırken çıkışları doğrudan bu krize bağlı olmayan sistemdeki iç dengesizliğin tetiklediği petrol, gıda malları ve diğer temel ihtiyaç mallarındaki fiyat artışı, keza artan finans sıkıntısı ve krize müdahale politkalarının yükselteceği kredi faizleriyle daha da artacak olan enflasyon üzerinden emekçiler iki yönden saldırıya uğrayacaklardır. İşsizlik artar, ücretler düşürülürken fiyatlar yükselecektir Vurgunu iki yönden birden yiyeceklerdir. Sadece orta sınıflarla sınırlı olmayan kredi kartı ve tüketici kredileri kullananlar, ancak bu şekilde borç alarak yaşamlarını sürdürebilen veya nispi refah imkanına kavuşanlar, varsa bu şekilde elde ettiklerini kaybedecekleri gibi artan kredi borçlarını ödemekle karşı karşıya kalacaklardır

İşçi sııfına orta sınıflardan yeni katılan ve ağırlığı kafa emekçisi olan kesimlerin bu krizden en fazla etkilenecek bir kesimi oluşturması da krizin yaratacağı bir diğer sonuçtur. Bu kesimlerin daha önce göreli olarak daha yüksek ücret almaları, yaşam standartları ve neo liberalizme toplumsal destek oluşturmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde işte tam da burada tüketim özgürlüğü üzerinden birey özgürlüğünü tanımlayan neoliberalizm ideolojik darbe almaktadır.İşsizlik ve yaşam standartlarında hızlı düşüş ve yaşam şartlarının ağırlaşması korkusu hızla bu kesimlerin gündemine girmiştir.

Belirtilenlerin anlamı ve sonucu nedir? Mücadelenin yeni koşulları olarak neyi ifade etmektedir?Nispi yoksullaşmadan kitlesel ve hızlı bir şekilde mutlak yoksullaşmaya düşüş. Önceki durumlarını-bazıları önceki sınıf durumlarını, bir bölümü önceki sınıf durumunda kalsa da onun içerisinde- kaybedecek olmaları ve bu gelişimin hız ve şiddeti ölçüsünde hızlı bir sarsılma ve karşı tepkilerin ortaya çıkacak olmasıdır.(Amerikan kongresi DP nin önerisiyle hızl bir orta sınıf çöküşünü önleyici madedeyi kurtarma paketine koydu) Kendiliğinden kitle eylemlerinde artmanın koşulları; iki, kitle mücadelerini geliştirmenin olanakları; üç , kitle mücadelesinde yer yer sıçramalı gelişmeler olabilmesinin koşul ve olanakları ortaya çıkmaktadır. Dünyada da Türkiye’de de. Mücadele koşullarındaki değişim ve mücadelenin yeni koşulları.

Belirttiklerimiz ekonomik mücadelelerin kazandığı özgül öneme ve mücadelenin gelişme özellik ve biçimlerindeki farklılaşmalara dikkat çekerek bunlara yanıt verecek bir mevzilenmeyi gerektirir. Ekonomik mücadele alanında toplusözleşme süreçleri ve ücret mücadeleleri, esnek ve güvencesiz çalışmaya karşı mücadele, işsizlik gibi konular üzerinde yoğunlaşacak bir mücadelenin örgütlenmesi, Kölece yaşamaya ve kölece çalışmaya Hayırın bugün kazandığı önem, Krizin faturasını ödememek, ödetmek istemler olarak konulmalı ve vurgu noktaları olmalıdır. Yazıda karşı devrimci tırmanma, ’30larla kurulan ilişkiler ve “toplumsallaşmış rejim krizi” üzerinden kapsamlı ve vurgulu olarak işlenirken, sınıfın durumu ve koşullarını çözümleyen bir değerlendirme ve krizin imkanlarının nasıl ve neler üzerinden değerlendirileceğinin somut bir analizi-söylenmezse olmaz bir-iki ara parağraf ve cümle bağı var- bulunmuyor. Oysa böyle bir yazının temel amacı ve yazılış nedeni bu olmalıdır. . .

TÜRKİYE

Türkiye kapitalizmi işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişimi. Kapitalist sömürünün temel biçimi olarak artı değer sömürüsü nerede ve niye yok?!

“Kapitalistlesme surecine gec giren, hatta Osmanli Imparatorlugu gibi daha cokmeden once yari somurgelesmis bir imparatorlugun kalintilarindan dogan gucsuz bir burjuvazi olarak Turk tekelci burjuvazisinin yapisal zayifliklarinin basinda ‘kaynak yetersizligi’ gelir. Turk tekelci burjuvazisi, ekonominin diliyle “sermayesi zayif” bir burjuvazidir. O bu yapisal zayifligini tarihi boyunca aslolarak uc yolla kapatmaya calismistir: Birincisi, ulke icinde devlet destegiyle emegin hayasizca somurulmesi yaninda tarimdan sanayiye acgozlu bir bicimde kaynak transferidir. Ikinci ana yol, kredi, borc, ortak yatirim vb. seklinde dis kaynak kullanimidir; dogasi geregi emperyalist sermayeye bagimliligi da beraberinde getiren bu yonelim, Turk tekelci burjuvazisinin basindan itibaren ‘isbirlikci’ bir burjuvazi olarak sekillenmesine yol acmistir. Isbirlikci Turk tekelci burjuvazisinin ozellikle kendini buyutebilmek icin ihtiyac duydugu yeni kaynak yaratabilmek icin yontemlerden ucuncusu de dupeduz vurgun ve talandir.

Onun gelisim tarihine baktigimiz zaman, butun buyuk sicrama donemlerinin hemen arefesinde bu yontemin bir bicimde mutlaka devreye girdigini goruruz. Devlet destegiyle bir burjuvazinin yaratilmaya calisildigi Cumhuriyet’in kurulus yillarinda bu talancilik, ozellikle Ermenilere ve Rumlara ait mal-mulk,isyeri, fabrika ve ciftliklere zorla el konulmasi biciminde karsimiza cikar. Kapitalizmin 1950’lerde yaptigi sicramanin arefesinde bu kez savas yillarinin vicdansiz karaborsasi ile Varlik Vergisi yagmasi olarak goruruz. Ozellikle 1960’li yillar, yuksek gumruk duvarlariyla da korunan ic piyasada tuketicilerin fahis fiyatlara satilan tapon montaj urunleriyle kaziklanmasi bicimine burunur; 1980 sonrasi atiliminin mayasinda bu kez bankerler araciligiyla yapilan tokatcilik vardir. Ve nihayet 2000’li yillarin basinda faturasi yine emekci halka cikan “batik banka” soygunu bu vurgun tarihinin simdilik son halkasidir.”

Burjuvazinin sermaye birikimi biçimlerinin işlendiği bu bölümde “devlet desteğiyle emeğin hayasızca sömürülmesi” gibi bir geçerken belirtme dışında- ki artı değer sömürüsü dışında da “emeğin hayasızca sömürülme” biçimleri vardır- sermayenin artı-değer sömürüsü ve artı değer sömürüsü temeli üzerindeki birikimi üzerine açık net, somut bir koyuş, hatta belirtme bulunmuyor. Oysa Türkiye de, daha önceleri küçük işletmeler düzeyinde gerçekleşmekte olan, dışa bağımlı bir sanayileşme sürecine girilmesiyle de, öncesinde komprador ticari nitelikteki burjuvazinin bu yönde bir değişim geçirdiği dönemden başlayarak -50 lerin sonları, 60 lı yıllarda kristalize olan- sınai alanda artı değere dayalı kapitalist sömürü biçimi tedrici biçimde artıp öne geçmiş, sömürünün temel biçimi halini almıştır.Türkiye deki sömürü ve sermaye birikiminin artı değere dayalı kapitalist sömürü biçimine ve bunun gelişimine -ki bu şehirde olduğu gibi giderek kırda da sömürünün temel biçimi niteliği kazanmıştır- ilişkin bir şey söylememek bir unutma ve eksik bırakma değildir. Öyle bile olsa temel bir yanlış oluşturur.

İçteki sermaye birikiminin artı değere bağlı gelişiminin- borç ödemeler vb. biçimde büyük bölümü emperyalistlere aktarılır- gözardı edilmesi ya da arka sıralara itilmesi Türkiye de Doğan Avcıoğlu vb. den alınma, teorik kökleri maoculuk-kamprador kapitalizmi ve Latin Amerika Bağımlılık Okulunda olan bir görüştür. “Komprador kapitalizmi”, “tefeci kapitalizm” “vurguncu kapitalizm” “montaj sanayi” gibi retoriklere sahiptir. Türkiye kapitalizminin gelişimi, gelişim biçimi, gelişme düzeyi, niteliği, sınıfların durumu konularında yanlış analizlere, devrim stratejileri, ittifaklar açısından da temel yanılgılara yol açmıştır.

Bu görüşler, milli demokratik devrim stratejisinin, kapitalizm gelişir, emek sermaye karşıtlığı öne geçmeye başlarken orada çakılıp kalmanın teorik arka planını oluşturur.Türkiye de kapitalizmin, işbirlikçi burjuvazinin gelişimi, her dönemde cılız bir burjuvazi ve cılız bir kapitalizm olarak tanımlanıp olduğunun gerisinde, salt dışa bağımlılık ve tabiyet ilişkisi içerisinde -tek yanlılaştırılmış ve bazı görüşler tarafından tümden indirgenmiş biçimde- değerlendirilmiştir.Kaba milli demokratik devrimci görüşlerde bu vurguncu olmayan bir sanayileşme ve kapitalizm özlemi-milli kapitalizm, demokratik kapitalizm özlemi- ve buna uygun ittifak politikaları arayışıyla da birleşmektedir.

’80lerde neo liberal ekonomi plitikaların uygulanmaya başlanması-ithal ikamecilikten ihracata dayalı sanayileşme ve büyüme denilen modele geçiş, değişken kur ve döviz serbestisi- İMF ile ilişkilerin ve borçların artması, ithal ikamecilikten çıkış, para sermaye akışlarıyla yapılan borsa, faiz, döviz vurgunları, Amerikanın Irak’ı işgali vb. sonrasında bu görüşler yeniden canlandırılmış ve siyasal alanda boy atmıştır. .IMF bağımlılığına , para sermayenin spekülatif yıkıcılıklarına bunların artırdığı siyasal bağımlılık va ahlaki toplumsal çürümeye karşı proletarya sosyalizmi erimli bir anti kapitalizmi içermeyen, vurgunculuğundan, -günümüzde finansal spekülasyonlardan- arındırılan düzeltilmiş bir kapitalizm, ulusalcı bir anti emperyalizm..

Sorunun bu yazıdaki konuluşu da bağımlı kapitalizmin ve işbirlikçi tekelci sermayenin bugünkü gelişme düzeyini veren, temel sınıf ilişkilerinin ve karşıtlıkların doğru tanımlanmasına olanak sağlayan bir koyuş değildir. İçteki sermaye birikiminin en temel unsurunun sözü dahi edilmemektedir. 1960 lı yıllar, işbirlikçi burjuvazinin montaj biçimiyle başlayan sanayileşmeyle birlikte ve sömürünün de fabrikalarda artıdeğere dayalı biçiminin gerçekleştiği bir döneme geçişini gösterir.Sarachanede büyük işçi mitinginin olduğu,Kavelle başlayan, DİSK i ortaya çıkartan, fabrika işgallerinin arka arkaya patladığı dönemdir. Böylesi bir dönemde dahi artı değer sömürüsü ve bu temelde sağlanan sermaye birikimi yazının ve yazarının görüş alanında yoktur. Bu dönemle ilgili söylenen şudur: “Ozellikle 1960’li yillar, yuksek gumruk duvarlariyla da korunan ic piyasada tuketicilerin fahis fiyatlara satilan tapon montaj urunleriyle kaziklanmasi bicimine burunur” Bu artı değere el koymaya dayalı bir sömürüyü değil değişim-bölüşüm ilişkileri alanındaki bir sömürüyü işaret eder. İşçi sınıfının sendikal örgütlüüklerinin bastırıldığı, dağıtıldığı grevlerin yasaklandığı dönem, neo liberalizmle birlikte nispi ve mutlak artı değer sömürüsünün alabildiğine azgınlaştığı 80’li yıllar ve izleyen dönemlere ilişkin yapılan değerlendirmelerde de artı değer sömürüsün sözü edilmemekte, sadece banker tokatçılığı, banka batırmaları vb. üzerinden gerçekleştirilen birikime vurgu yapılmaktadır. Başından itibaren, yazıda belirtilen on yıllık dönemleri kapsayan vurgularda da , baştan sona bu bakış açısı vardır. Oysa Kolektif İşçi Bilinci ve son dönemde yazdığımız bir çok yazıda neoliberalizmle birlikte hem nispi, hem mutlak artık değer sömürüsündeki artış üzerine çok yazıldı. Bunlar görülmüyor mu, yok mu sayılıyor?

Bu yaklaşım, burjuvazinin konumunu emperyalizmin ve emperyalist tekellerin sömürüsünde aracı bir konuma indirger, taşeronluk düzeyinde görür, siyasal işlevlerini de buna göre tanımlar, anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadelenin sınıf karşıtlığı temelinde ele alınmasını ve yürütülmesini perdeler.Bağımsızlık sosyalizm ilişkisini proletarya sosyalizmi bakış açısından kuramaz, halkçı ulusalcı ve demokratik devrimci bir bakışla kurar. Vurguncu, talancı, ülkeyi emperyalistlere peşkeş çeken bir işbirlikçi kapitalizme ve işbirlikçi burjuvaziye karşı çıkar. Erimi bu kadardır. Bu erim, düzeltilmiş kapitalizmin ötesine de geçmez. Türkiyedeki kapitalist sömürünün temel biçimi, sanayide ve tarımda, kentte ve kırda artı değer sömürüsüdür. Proletarya-burjuvazi sınıf çelişmesi bunun üzerinde, emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselir, devrimin sosyalist niteliğini de belirleyen budur.

-“Rejim krizinin geride kalan asamasinin one cikan yonunu, siyasal gucun yeniden paylasimi ugruna yurutulen sert bir iktidar savasimi olusturdu. Kapitalizmin mantigi icinde bu her iki yonuyle de kacinilmaz bir zorunluluktu. Yani 12 Eylul zorbaligiyla uygulanan “ihracata dayali sermaye birikim modeli” sayesinde palazlanan sermaye kesimlerinin siyasal gucun yeniden paylasimi talebiyle ortaya cikmalari da, geleneksel iktidar bloku icinde yer alan guclerin buna karsi eski konum ve avantajlarini hasislikle korumak istemeleri de kacinilmazdi ve bu karsitlik ancak ‘catisarak’ cozulebilirdi. Bu temeldeki bir catisma dogasi geregi “yumusak” gecemezdi. 28 Subat’la acilan bu asama, son bir yillik surecte tanik oldugumuz karsilikli hamlelerin (27 Nisan muhtirasi, 22 temmuz secimleri, A. Gul’un C.Baskanliginda israr, turban hamlesinin Anayasa Mahkemesi vasitasiyla puskurtulmesi, AKP hakkindaki kapatma davasi ve Ergenekon operasyonu) bilinen bicimlerde sonuclanmasindan sonra AKP ve temsil ettigi guclerin ustunlugu ile buyuk olcude geride kaldi. 5 Kasim Beyaz Saray Mutabakati ile Dolmabahce Mutabakati’nin da bu konuda belirleyici rolleri oldu.”

Konuya ekonomik bir tespit (“ihracata dayali sermaye birikim modeli” sayesinde palazlanan sermaye kesimlerinin siyasal gucun yeniden paylasimi talebiyle ortaya cikmalari.”) üzerinden girildiğine göre burjuvazi içerisindeki taraflar burada belirtilen kritere göre kimler? Bazı burjuva kesimlerin ihracata dayalı sermaye birikim modeli ile gelişim göstermeleri ve daha fazla pay istemeleri doğru olsa da karşılarındaki TUSİAD da temsil olunan işbirlikçi tekelci kapitalistler de aynı model içerisinde gelişim gösterdiler. Koç grubu başlangıçta iç pazardaki tekel durumunu korumak için bu kapsamda bir direnç gösterdi, sonraki dönemde yeni bir konsept oluşturarak bu model içerisinde sıçramalı bir gelişim gösterdi. Bir bölümü Ergenekonculara destek veren sınırlı bazı burjuva kesimler dışında kalan burjuvalar ihracata dayalı modelle geliştiler. Bu bağlamda onlar da “eski konum”dan çıkmışlardı. İhracata dayalı sermaye birikim modeline geçiş yapamayan ve dışardan içeriye yabancı sermaye ve mal akışıyla iç pazardaki konumlarını da kaybeden ve tasfiyeye uğrayan burjuva kesimler de olduğundan-bunlar anti emperyalist değillerdir- daha doğru ifadeler kullanmak gerekiyor.

Tüsiad da homojen bir siyasi yapıda değil, egemen sınıf içerisindeki ayrım ve çekişmelerde kesin gruplandırmalar yapmak mümkün değil. Fakat işbirlikçi tekelci burjuvazi ve yükselen ve bazıları tekelcileşen orta burjuva kesimler ihracata dayalı sanayi modelinde ve temel ekonomi politikalarda aynı çizgideler. MÜSİAD ın en son açıklamaları-hükümete uyarılarda bulunan ve değişiklik önerilerini de içeren açıklamalar- TÜSİAD ınkilerle çok örtüşüyor. Sermaye aynı ağızdan konuşuyor! AKP- ordu ilişkileri de yeni bir biçim ve denge kazandı.

Siyasetteki bu uzlaşma ve merkeze doğru olan hareketle birlikte değerlendirdiğimizde kriz, sermaye içi bölüşüm, güç ve iktidar savaşlarını yer yer harlandırsa da bizim çözümlemelerimiz ve tutumumuz onlar arasındaki çelişkilerin gösterilmesinden ziyade hepsini birlikte sınıf olarak hedefe çakan bir yaklaşım üzerinden şekillenmelidir. Burjuvazi içerisindeki güç ve iktidar mücadelesinin nerelere doğru genişlediği, yayıldığı değil onun merkezi bir eksende toplanması, birleşmekte oluşu olmalıdır bizim ekonomik, sınıfsal ve siyasal açıdan çıkartacağımız öncelikli sonuç. Özellikle bir kriz dönemine girilmişse ve böylesi dönemlerde egemen sınıflar cephesinden krize karşı alınacak önlemler ve işçi sınıfının sömürüsünde burjuvazinin ortak poliitikalarda birleşmesi söz konusuysa sınıf bakış açısı, öncelikle bu sonucu çıkartır. Karşı bir mücadele strateji ve taktiği geliştirir. Burjuvazinin farklı kesimlerinin gerek ekonomik, gerek siyasal konularda girdikleri uzlaşma zeminini ve politikanın da bu zeminde merkezileşmesini görerek, dikkati ve yönü rejim içi çatışma ve gerilimlere çekilmiş, buna göre mevzilendirilen emekçi sınıfları bundan uzaklaştırıp , krizin faturasını ödememek, ödetmek eksenli bir mücadeleye çekmeliyiz. Yazı böyle bir yaklaşıma sahip değil.

-Türk tekelci burjuvazisinin gelişimiyle ilgili siyasi sonuçları açısından da önemli, yeni ve ayırdedici olan yönler yazıda belirtilmiyor.Söylenenler gelişimin yönü ve niteliği üzerine doğru sonuçlar çıkartma imkanını sağlamıyor.Türkiye işbirlikçi tekelci burj. nin bölgesel güç olma isteği ve dış politika çizgisinde bu yöndeki değişim yazıda belirtildiği gibi bir “ihtiras”ın sonucu değil sermaye birikim düzeyi ile ulaştığı büyüklüğün iki, izlenen birikim politkasının ekonomide olduğu siyasette te dışa açılmayı ve etkin olmayı zorunlu kıldığı içindir. Sermaye ve pazar olarak genişleyebilmek, gerek diplomatik gerek askeri yeni bir dış politikayı gerektiriyor.

Türk tekelci burjuvazisinin gelişim ve palazlanmasında bağımlı kapitalist gelişim içerisinde içte bir sermaye birikimi gerçekleştirildi. Tedrici olarak gerçekleştirilen sermaye birikimi ’80 li yıllarda iş gücü sömürüsün şiddetlendirilmesiyle daha hızlı gelisti. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra sınıf hareketinin bastırılması, sendikal örgütlülük ve mücadelesinin zayıflatılması; üretimin yeni temelde örgütlenmesiyle kendi içinde daha parçalı, daha dağınık ve birbiriyle rekabete sokulan işçi sınıfı üzerinden gerçekleştirilen tüm bu dönem boyunca hem mutlak, hem nispi vahşi bir artık değer sömürüsüyle sermaye büyütüldü. 90 lı yıllarda da sınai temelli tekellerin dahi karlarının yarısına yakınını faize dayalı olarak sağladıkları bir birikim gerçekleştirildi. 80li yıllarda bankerler, daha sonra gecekondu bankaların batırılması, 2001 krizi sonrasında da son 15-20 yılda hızla büyüyerek tekelleşmiş Özal dönemi kapitalistlerinin batırılması ve onların varlıklarının ele geçirilmesi temelinde hızlanmış bir sermaye birikimi gerçekleştirildi. “Kayıt dışı ekonomi”, kara para, eroin ticareti de orta burjuva kesimler dahil Türkiye burjuvazisinin(Türk ve kürt burjuvaların) hızlı sermaye birikim kaynakları içerisinde yer alır.(Daha geçenlerde Dengir Mir Fırat’ın şirketinin eroin kaçakçılığ Kılıçdaroğlu tarafından belgelendi.)

Sermayenin bir başka birikim kanalı da ’80 li yıllardan başlayarak Ortadoğu ve çok daha geniş bir coğrafyada inşaat alannda gerçekleştirilen tekelci yatırımlardı.

Emp. kapitalist uluslar arası işbölümünde gerçekleşen değişim, sermaye irkiminin tyeni koşulları, işbirlikçi tekelci kapitalistler ve orta düzey kapitalistlere bölgesel düzeyde yeni açılım imkanları sağlarken, iç pazarda da nispi bir derinleşme imkanı sağladı. Orta düzey kapitalist gelişmişlik, orta vasıflı ve vasıfsız ucuz iş gücü yoğunluğu, bölge ülkelerinin sunduğu olanaklar, geniş bir coğrafya da hem pazar yoluyla hem de yatırımlar biçimiyle açılım imkanını sağladı. İçte ucuz iç gücü ve “yürü ya kulum” teşvikleriyle sağlanan sermaye birikimi, içerde ve dışarda ortaklıklar kurarak veya doğrudan Asya, Afrika, Rusya, Avrupa ülkelerinde sınai ve ticari doğrudan yatırımlar gerçekleştirerek sıçramalı bir gelişim gösterdi. Kobisel üretim yapan kapitalistlerde ağırlıklı olarak dış pazara doğru yapılan satışlarla hızlı bir büyüme gösterdiler. Ticari alandaki sermaye sınai alana doğru akış gösterdi. “Kayıt dışı ekonomi”, kara para aklamaları, Avrupadan toplanan emekçi paralarının sermayeye dönüştürülerek iç edilmesi Kobisel orta burjuvaların hızlı büyüme etkenleridir.İçlerinden bir bölümü hızlı büyüdü, irileşti, birkaçı da tekelcileşti. Bu kesim çoğunluğuyla AKP nin geniş burjuva sınıf desteğini oluşturdular.

Burjuvazinin bu dönemdeki gelişimi; hem içteki rekabetin emp. tekellerinde doğrudan girişiyle artması hem de dışa açılmanın sermaye ihtiyacını büyütmesiyle yetersiz kalan sermayelerini giderek daha büyük miktarlarda alınan dış kredi ve borçlarla, emperyalist tekellerle bölge pazarlarına da girme hedefiyle kurulan ortaklıklarla, stratejik yeni tercihler yapıp ellerindeki bazı fabrika işletmelerin tasfiyesiyle büyütme yoluna gittiler. Dolayısıyla işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu büyümesi, sermaye ve teknoloji, ortak yatırımlar, ayrıca marka, pazar yönlerinden emperyalist tekellere bağımlı bir büyümedir. Bir bölümü tekelleşen orta burjuvalar için de geçerlidir, üretim, pazar ve kredi bağımlılığı. Ayrıca kapitalist dünya ekonomisindeki her düzeydeki iç içe geçmeleri sağlayan borsa sistemi içerisinde oluşan bağımlılık söz konusudur. Nihayetinde en büyük emp. tekellerin belirleyici olduğu, küresel bir hiyerarşisi olan bir sistemdir borsa sistemi.

Bu dönemde emperyalist tekellerin borç kredi verme, borsa ve doğrudan sermaye yatırımları, şirket satın alma ve ortaklıklar biçimindeki girişleri de artmış ve büyük miktarlara ulaşmıştır. Bankacılık, sanayi, turizm, ticaret .., bir çok alanda emperyalist tekeller doğrudan ve ortaklıklar biçiminde yatırımlara sahiptirler. Borsadaki menkul değerlerin %80 ine sahiptirler. Türkiyenin 200 milyar dolar üzerinde dış borcu vardır ve son dönemde artmış olan “özel sektör” borçlarıdır. Emperyalist ülke ve tekellere olan ekonomik ve mali bağımllık artmıştır. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin ve Türkiye kapitalizminin gelişimi bu bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir.

Bağımlı kapitalizm koşulları içerisinde sermayenin içerdeki birikimi, genelikle net koyuşlardan yoksundur.Elde edilen artı değerin neredeyse tümüyle dışarı, emperyalistlere gittiği değerlendirilir. İçteki sermaye birikimi, burjuvazinin gelişimi, bu gelişimin ekonomide olduğu gibi siyasetteki yansımaları gözardı edilir. Ekonomik olarak cılız bir burjuvazi, politika düzeyinde de emp. politikaların sıradan uygulayıcısı bir burjuvazi resmedilir. İşbirlikçi burjuvazinin konum farkı, kendi çıkarları üzerinden de politika yapma yönü dışta tutularak, iyice geriye itilerek sadece emperyalistlerin belirlediği politikaların uygulayıcısı olma, onlara sıkı tabiyet ilişkisi üzerinden değerlendirilir. İşbirlikçi burjuvazinin konumu gereği emperyalistlerle de çıkarlar çatallandığında çelişen bir şekilde politika yapma yönü, sadece olgu olarak belirgin biçimde ortaya çıktığında görülür.Teorik bir analize dayanmaz; iki, yine emperyalist kapitalist yeni iş bölümü koşulları içerisinde içerde ve Bölge düzeyinde ortaklıklar biçimindeki gelişimi, ayrıca yine bu iş bölümünün yeni biçimlenişi içerisinde doğrudan bazı yatırımları da geniş bir coğrafya da-Ortadoğu, Avrupa, Rusya, Asya, Afrika- gerçekleştirir hale gelmesi, konjontürel avantajlardan yararlanması, Türkiye tekelci burjuvazisinin hem ekonomik konum ve durumunun, hem de iç ve dış siyasetteki durumunun doğru çözümlenmesi için gereklidir. Devlet kapitalizmi politikalarıyla sermaye birikiminin önü açılmış 60 lardan itibaren de komprador nitelikten çıkmış montaj biçimiyle sınai alanda gelişip sermaye biriktiren tekelci bir büyüme içerisine giren işbirlikçi bir burjuvazi.

Bu dönemde emperyalizmle olan bağlar, IMF, DB, kredi borçları, borsada menkul değerlerin büyük bölümünü ele geçirme, doğrudan yatırım ve ortaklıklar vb. biçimlerle artmış ve derinleşmiştir. Fakat bunlar sömürgecilik perspektifinden değerlendirilemez. Türkiye işbirlikçi kapitalizmi, işbirlikçi tekelci burjuvazi konum ve durum olarak “komprador kapitalizmi”, “taşeron kapitalizm” olarak görülemez. Türkiye işbirlikçi kapitalizmi ve tekelci burjuvazisi, önceki gelişim düzeyinden de farklı, öncekinden daha ileri bir orta ileri düzey kapitalist gelişim düzeyindedir.Türkiye yarı sömürge bir ülke olarakta değerlendirilemez. Bağımlı bir ülkedir. Sermaye birikim sürecinin kazandığı yeni özellikler ve uluslar arası yeni iş bölümü şekillenişi ve bunların ortaya çıkarttığı yeni bağımlılık biçimleri, ilişkileri içerisinde değerlendirilmelidir.Türkiye, 15 kadar ülke orta ileri düzey kapitalist gelişim düzeyindeki ülkeler grubunu oluşturmaktadır. Türkiye bu kategori içerisinde ilk değil ikinci grupta yer alan ülkeler içerisindedir.

Türkiyenin yeniden sömürgeleşme sürecine girdiği, emperyalizmin basit bir kuklası olduğu vb. tespit ve tezlerinin kökleri eskidedir. Gerek maocu köklere sahip Aydınlık, EMEP .. tarafindan gerekse Parti-CEPHE, teorik olarak latin Amerikadan, Monthly Review’den beslenen hareketlerce yeni koşullar içerisinde günceleştirilmiş, mücadele bu eksene oturtulmaya girişilmiştir. Önceki biçimiyle emperyalizm-türkiye halkı, halkları çelişkisini merkeze koyma, keza IMF, DB, ilk Körfez savaşı ve Irak ın işgalinden sonra yeniden sömürgeciliğe doğru gidildiği biçimindeki tezlere dayalı olarak yeni tip sömürgecilik tanımı içerisinde aynı çelişkinin aktüelleştirilerek merkeze konulması ; içteki burjuvaziyi emperyalizmin kuklası ve basit uzantısı olarak gören, ona karşı mücadeleyi bu temelde talileştiren ve anti emperyalizmi ulusalcı halkçı ve halkçı ulusalcı bir çizgide ifade eden görüşlerle sınırları net olarak çizmek açısından önemlidir. Irak işgali sonrası Yurt dışında gerçekleştirilen seminerde bu yönde hatalı görüşler vardır. Egemenlik-bağımlılık ilişkilerinin bu günkü dünya durumu içerisinden doğru kavranması, bağımsızlık sorunuyla sosyalizm arasında daha dolaysızlaşan bir ilişki kurulması özellikle Türkiye koşullarında, rejim krizi taraflaşmaları ile birlikte çok daha önem kazanan belirleyici bir kriterdir.Rejim krizini ele aldığımızda ittifak politikaları, bu alandaki savrulma ve yedeklenmeler vb. de dahil olmak üzere ayrım ve sınır buradan koyulmalıdır.

AKP nin nasıl örgütlendiği, hangi adımları attığı ve devlet kurumlarından hangilerini ele geçirdiğinin anlatıldığı bir bölümden sonra şu değerlendirme yapılıyor. “Bu ayni zamanda 2001 secimleri sirasinda gocmus olan burjuva siyasal-toplumsal merkezin yeniden insasi anlamina geliyordu. Karsisinda ciddi bir rakip, ozellikle de komunist, devrimci, en azindan halkci karakterde etkili bir muhalefet gormemenin rahatligiyla da AKP kendisini ‘toplumsal merkez’ haline getirmeyi basardi. Ideolojik acidan bu daha da saga kaymis, tutucu ve soven karakteri daha da guclenmis bir merkezdir. Bazilari bunu AKP ile sinirlayip AKP’ye maleden yanlis bir yaklasim icindedirler. Fakat bu gelisme gercekte, 12 Eylul’le birlikte resmi ideoloji olarak benimsenip her yolla empoze edilmeye calisilan Turk-Islam sentezi cizgisinin bir devamidir ve onun da gerisinde dunya capindaki neoliberal yeniden yapilanmanin fasizm ile dinci gericiligin kirmasi genel ideolojik cizgisi ve yonelimi vardir. Ozal’in ANAP’indan sonra AKP, dunya genelinde egemen hale gelen bu gerici fasizan cizginin Turkiye ozelindeki yeni bir versiyonunun temsilcisidir.”

Bu bölümün bütününde olguların sıralanıp rejimin niteliğine ilişkin siyasal sonuçlar çıkartılmayan, açıklığı olmayan , son derece muğlak , geçiştirici ve sağlamcı ifadeler yer alıyor.. Faşist diktatörlük ne olmuştur? Yazıda da belirtilen devletin idari ve hukuki yapısındaki gerçekleştirilen ve gerçekleştirilmesi gündemde olan değişikliklerin siyasal anlamı nedir? Bunlar salt idari, salt hukuki değişiklikler midir?Bugün siyasal düzeyde bir dizi çatışmadan sonra anlaşmalı anlaşmasız oluşmakta olan yeni güç dengeleri rejim yönüyle nasıl tanımlanacaktır? AKP çizgisi faşizm ve islami bir çizgilerin kırması ve karışımı mıdır? Neoliberalizmle ilişki kuruyorsak ve bu laftan ibaret değilse neoliberalizm bunlar üzerinde nasıl bir etki yapmaktadır? AKP nin dinle olan ilişkisi öncelleri gibi midir? İslami köktencilikten uzaklaşan, Türkiye tarzı bir sekülerleşmenin gerçekleştiği bir çizgide midir? Kayseri Kalvinizmi olarak açıklanan, Kayseriyle sınırlı da olmayıp KOBİ temeli üzerinde yükselen dış pazar ve krediler yoluyla neoliberal dünya ekonomisine eklemlenen palazlanmış ve bazıları tekelcileşmiş burjuvazinin geniş bir toplumsal destek oluşturarak , AKP ile de siyasal alanda etkinleşerek ortaya çıkan bu dinamik nedir? AKP nin kürt siyaseti faşizmle açıklanabilir mi? Bırakalım AKP yi, Türkiye de o katı değişmez, kart-kurta indirgenmiş ulusal inkarcı, faşist şoven kürt siyasetini bugün kim sürdürebiliyor? Ne dış ne iç konjonktür buna imkan veriyor. Güney Kürdistan politikası, Kıbrıs siyaseti, Ermeni siyaseti faşizmle nasıl açıklanacak? Neoliberalizm sadece ekonomiden mi ibaretttir nedir etkisi? AB uyum süreci nedir, AB plitikası tümden çöpe mi atılmıştır? …

    1. Son yıllarda siyasal konularda yazılmış yazılarımızın birçoğunda özellikle temel siyasi değerlendirmelerde farklılaşanı ve değişeni görmekten ve ifade etmekten kaçan,-yan yazılarda bunlar ürkekçe ifade edliyor- bizi siyasette tutucu ve doğmatik yapan yazılar yazıyoruz. Ve bunlar sadece siyasal tahlil yazıları olarak kalmıyor, bir bütün olarak bizim tüm alanlarda sınıf mücadelesinde yeni bir kavrayışa ve duruşa geçmemizi, politikayı yeni ilişkilendirmeler içerisinden düşünmemizi ve yapmamızı engelliyor. Bundan kurtulmalıyız.
    1. AKP bir siyasi parti olarak öncellerinden farklıdır. Dinle olan ilişkisi ve AKP ye destek veren burjuvazinin ve toplum kesimlerinin dinle olan ilişkileri eskisinden farklıdır, Dinle kurulan bağda eski daha şeriatsal ve bağnaz yapı çözülüme uğramıştır. Tarikatler, cemaatleşmiştir. Bunun başını çekenlerden birisi Fetullah Gülendir. Türkiye tarzı bir sekülerleşme gerçekleşmektedir. Faşist kurumsal yapı devletin faşist temellerdeki örgütlenmesi de çözülmektedir. Tekçi monolitik, merkezinde ordunun yer aldığı ideolojik, siyasal ve kurumsal yapı çözülmektedir. Her ikisini de bozunuma uğratan ve her ikisini de yeniden biçimlendiren neo liberalizmdir.
    2. Emperyalist kapitialist sistemin içsel dönüşümü ve sermayenin neo liberal birikim biçimşne geçişle birlikte TÜSİAD la faşist diktatörlik özdeşliği bozulmuş, TUSİAD ’90 ların başlarından itibaren -yekpare olmayan ve kendi içerisinde de gelgitli biçimde- politik strateji değişikliğine gitmiştir. Neo liberalizm eşittir faşizm değildir. Özellikle emperyalizm çağı liberalizmi olarak neo liberalizmin faşizmle ve her türden gericilikle buluşabileceği -özellikle işçi sınıfına karşı- birleşme ve uzlaşma noktaları olmakla birlikte neoliberalizm ekonomiyi olduğu gibi siyaseti de yeni bir temelde biçimlendirir. Bu toplumu, sınıfları grupsal ve bireysel olana doğru çözerek bu temel üzerinde ekonomik, toplumsal, siyasal, hukuksal kültürel yapıları yeniden biçimlendirmektir. Bugün Türkiye de de neo liberalizm, ekonomiden başlayıp siyaseti, toplumsal yaşam ve ilişkileri, kültürü, her alanı bozunuma uğratıp yeniden şekillendirmektedir. Ne AKP önceli gibidir, ne ordu partisi eski ordu partisidir (İç siyaset alanında eski belirleyici konumunda değildir.Her yönden eleştiriye uğramaya başlamıştır.) , Ne CHP eski CHP dir ne MHP eski Mhp dir ve olamazlarda. Bu süreç burjuva taraflar açısından da son derece eklektiktir. (İlker Başbuğ un görevi devralırken yaptığı konuşma da da küreselleşme ile ulus devlet ilişki ve dengesini yeniden kurmaya girişirken çözümsüz bir eklektisizm sergilemektedir.)
    3. Bazı yazılarımız da değişimin yönü üzerine üstü örtük ifadelerde kullanmamıza karşın bozup ve biçimlendirenin ne olduğu ve neyin değiştiği konularında açık, net bir görüş ve kavrayış olmadığından rejim krizi ve gelişimine, taraflarına geleneksel bir bakışla ve statik, dengeci bir ilişki içerisinde yaklaşılmaktadır. Bizim politik mücadele hattımız yönünden önemli ve belirleyici olması gereken farklılaşanı ve değişeni görmek -diyalektiğin de konuşması gereken yer- neoliberalizmin tüm biçimleri bozması ve kendisine göre yeniden biçimlendirirken ortaya çıkan amorf yapı ve bunun içerisinde yeni bir dengenin gel gitlerle oluşmasıdır. Ne ne kadar değişmiştir, ne kadar değişmemiştir, değişen ve değişmeyenlere bağlı olarak veya burjuva plitika alanında da eski ve yeninin iç çe geçmelerine, oluşan yeni sentez ve dengelere bağlı olarak neyin ortaya çıktığının tespiti bundan sonra gelir.
    4. Neoliberalizm, toplumu, sınıfları, bireyleri grupsal ve bireysel olana doğru çözüp yeniden biçimlendirmektedir. Ve bunu ekonomik ilişkilerden bşlayarak, varolan toplumsal, siyasal yapının içerisine girerek yapmaktadır. Kuşkusuz bu düz doğrusal ve bir iki hamle de kesin sonuç alıcı bir biçimde gerçekleşmemekte, siyaset, toplum, sınıfların durumundaki önceden varolan ve şekillenmiş olan yapı ve dengelere bağlı olarak onlarla birlikte ve içerimine onları alarak gerçekleşmektedir. Gerek emekçi sınıflarla egemen sınıflar, gerekse egemen sınıfların iç mücadelelerine göre yeni şekillenme ve dengeler oluşmaktadır.

Ekonomide, toplumun ve sınıfların, bireylerin durum ve ilişkilerinde olduğu gibi siyasal alanda da, devletin yeniden yapılanmasında da bu yönde değişimler olmaktadır. Devletin faşist temeldeki örgütlenmesi eski biçimiyle sürdürülememektedir. Faşist diktatörlüğin kurumsal yapı ve örgütlenişinde çözülme olmaktadır. Bu faşist kurumsal yapının bütünüyle tasfiyeye uğradığı, ortadan kalktığı anlamına gelmiyor; MGK, 12 eylül anayasası vb. ile faşist kurumsallık korunuyor. Kürt sorununda önceki açık inkarcı tavır sürdürülemiyor fakat inkarcı politikalardan vaz geçilmiş değil askeri bastırma temel yöntem olarak uygulanmaya devam ediyor… Birincisi, Kürt sorunun varlığı ve boyutları, İkincisi, yoğun iş gücü sömürüsünü sürdürmek için fasist gerici sendikal yasalar, sınıfın sendikal ve siyasal örgütlenme özgürlük ve haklarının yasak ve bastırmalarla gaspının sürüyor olması, üç; egemen sınıfın devlet içerisinde birbirlerine üstünlük kurma ve kurumları ele geçirme mücadelelerinde faşist, gerici devlet kurumlarını birbirlerine karşı bir güç silahı olarak kullanmaları -bu aynı zamanda bir çözülüm yaratıyor- ve emekçi sınıflara karşı da birleşme ve bastırma gücünü oluşturması.

Bölgesel koşullar, kürt sorunu, Kıbrıs ve ermeni sorunları ağırlıklı olarak ve yön itibariyle önceki inkarcı faşist poliitkanın sürdürülmesini zora sokmakta, çözmekte,her birinde kırmızı çizgiler pembeleşmektedir. Yine bölgesel koşullar, güçlü bir ordu , gerektiğinde saldırgan yayılmacı bir dış politika uygulama gerekliliği, kürt sorununun bölgeselleşmesi, bölgedeki hegemonya mücadeleleri ise faşist yapıyı koruyucu bir çizgide tutmaktadır. Dünya koşulları açısından ise, bir; liberalizm, sermayenin vahşi kapitalist birikim biçimini ifade ettiği gibi emperyalizm çağı neo liberalizmi sömürünün daha iddetlendirilmesi ve siyasi gericilik yoğunlaşmasıyla karakterizedir. Revizyonist sisteme karşı kullanılan siyasal özgürlük, bireyin özgürlüğü masalı işlevi tükenince bir mendil gibi kullanılıp atılmıştır. Üç, 11 eylül sonrası sonrası koşullar, ABD emp. nin neo-comcu askeri dış politika stratejisi, dünya düzeyinde gericilik yoğunlaşmasını artırmış, demokratik hak ve özgürlükleri yokeden bir dünya ve iç siyaset poliitkasını öne geçirmiştir.Türkiye de faşist diktatörlük bu etmenler üzerinden ve bunların belirleyici olduğu ilişkiler içerisinde sürerken, eski konumunu, kurumsal yapısını koruyamamakta ve çözülmektedir.

Neoliberal bir toplumsal ve siyasal yapı; aşağıdan emekçi sınıfların mücadelesi ve baskısı olmadığından -kürt ulusal hareketinin baskısı var- bütünüyle işbirlikçi tekelci sermayenin ve bütün olarak burjuva sınıfın çıkar ve ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş, neo liberal gerici bir burjuva demokrasisi, öncelini de içine alarak şekillenmektedir. Evet, faşizandır. Ama faşizan deyip geçiştirilemez.İdari ve hukuki reformlar, devletin temel kurumları arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanması yönündeki gelişim faşist kurumsal devlet yapısını çözmektedir. MGK sekreteri sivilleştirildi. Orgenerallerin başını çektiği iki darbe girişimi siyaseten engellendi. Kotrgerillaya gövde ve vurucu güç oluşturan bir güç tasfiye edildi. Avrupadaki insan hakları mahkemesi bir üst mahkeme ve son karar mercii olarak kabul ediliyorsa bu sadece hukuki değil siyasidir de. Biz “hiç bir şey değişmiyor, burjuva taraflar ve klikler mücadelesidir “ kalıbı içerisinde bakamayız bunlara. Siyaset-sınıf, bürokrasi ilişkilerini alt üst eden kendinde bir ordu, kendinde bir AKP değerlendirmeleriyle geçiştiremeyiz.

Emperyalist kapitalist sistemdeki içsel dönüşüm, sermayenin içteki ve dıştaki yeni birikim koşulları, TÜSİAD ıyla MÜSİAD ıyla bu neo liberal birikim koşullarına uyan bir siyasetin iç ve dış politikayı önceki siyasi ve kurumsal yapıları çözerek yeniden şekillendirmesini belirleyici olarak gören, değişen, değişmekte olan ve farklılaşanı açıkça söyleyen bir yaklaşımla bakmalıyız. Devrimci siyaseti de bunun karşıtı olacak biçimde yapmalıyız. Sadece siyaset boyutuyla ve onun sınırları içeriisnde kalarak değil o alanda öceki sabitelerin çözülmesi daha zor ve daha yavaş olurken esas hızlı dönüşüm toplumsal yaşam ve ilişkiler alanında olmuştur olmaktadır;Toplum, ulus-şovenizm dalgasına karşın-, sınıflar, aile, birey, kadın-erkek ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri hepsi çözülüp yeniden biçimlenmektedir. İşte bizim algı alanımıza hem giren hem girmeyen, eklektize politikalarla yol almaya çalıştığımız alan ve konulardır. Neo liberal çözülüm, kapitaist üretim iişkilerinin gelişimi ve metaya dayalı ilişkiler egemen oldukça mücadele ve örgütlenmenin yeni eksenleri de çıkmaktadır ortaya. Bunları da bazılarımız daha açk ve görüyor, bunların içerisinden karşıt poliitka veörgütlenme pliitkası geliştirmek yönünden düşüüyor, bazılarımız el yordamiıyla yakalıyor, bazılarımızda farkında bie değil. İşte eski ve yeni!

Biz hala toplumun, idari yapının, siyasetin yeni şekillenişini kavramadığımız için siyasal mücadeleden, sınıf ve kitlelerle ilişki kuruşa kadar her alan ve konuda eklektik; önceki yaklaşımlara dayanan, tekil konularda daha yeni bir yaklaşım gösteren bir bakış ve duruşumuz var. Dolayısıyla bu bizi kilitliyor. Bugün siyasal düzeyde de neo liberal dönüşümü, egemen sınıf partilerini, ideolojik şekillenmeleri bozup yeniden biçimlendirme içerisinden görerek mücadele hattı kuran bir yaklaşımımız olmalıdır.Ve bu devletin kurumsal yapı ve örgütlenişi faşist midir değilmidir in ötesinde bir bakışı gerektirir. Sadece faşizme karşı mücadele ile sınırlı ve her şeyi onunla açıklayan dar bir siyaset zemininden çıkmamız gerekiyor. Bugünkü koşullar ve yeni anayasa tartışmaları da gündeme geldiğinde ekonomik, toplumsal ve siyasal içeriğiyle birlikte tanımlanacak sosyalist bir demokrasi ekseninde, domokrasinin sorunlarına bu temel üzerinden bakan, talepleri bunun üzerinden oluşturacağımız bir yaklaşm için gereklidir bu.

-”Ve bu “cozum” -buyuk olasilikla-Kurtlerin beklentilerini fazla kaale almayan, bu anlamda “Kurtlersiz Kurt cozumu” olacaktir. Bu konuda tutulacak yolun, donup bu kez Turkiye’nin ic siyasetinde, toplumsal iliskiler ve ekonomi alaninda -secilecek yolun temel karakteristigine de bagli olarak- bir dizi farkli sonuc uretecegi aciktir.

Nitekim ayni dinamigin -Kurt dinamigi- farkli sonuclar uretecek yonlerde gelisme olasiliklari da gucludur. Bu noktada PKK’nin Guney Kurdistan siyaseti uzerinde oldugu kadar Kuzey’de de guc kaybetmesine bagli olarak ‘hircinlasmasi’, “muhatap alinmasini” saglamak amaciyla buyuk kentlerdeki kor teror eylemleri gibi linc guruhlarinin harekete gecirilmesini kolaylastiracak turden eylemlere daha fazla agirlik vermesi, Diyarbakir’i bile kaybetme riskinin epey buyuk oldugu yerel secimlerin oncesi ya da agir kayiplara ugrama durumunda sonrasi cilginca bir stratejiye yonelmesi vb. gibi olasiliklar surecin seyrini tumuyle farklilastirabilir. Bu arada PKK’nin icine de yansiyacak sekilde -ya da tersi bir surecin sonu- legal plandaki Kurt siyaseti icinde bolunmeler yasanmasi olasiligi gucludur. “

Kürt ulusal hareketi ve PKK ile ilgili değerlendirmelerin yapıldığı bu bölümde Kürt ulusal hareketi (Güney dahil) ve PKK cephesindeki siyasal tıkanma değerlendirirlirken fazlasıyla tek yanlı bir bakış var; PKK bu süreçte askeri olarak marjinalize edilemedi, ağır darbeler indirilemedi, merkezi siyasi ve askeri yapısını çok fazla da zora da düşmeden korudu. Askeri düzeyde de yer yer etkili saldırılar gerçekleştirdi. PKK cephesinden siyasal tıkanma, legal siyaset alanında istediği açılımı yapamama, sürüncemede kalan ve zayıf bir girişim olan çatı partisi, siyasal örgütlenme yönüyle olduğu gibi politik simgesel önemi büyük büyük belediyelerin kaybı tehlikesi, ulusal istemlerin en alt düzeye çekilmesi vb. var,

Devletin kürt siyaseti de tıkanıyor ve erozyon halinde. ABD den alınan desteğe karşın askeri çözüm başarısız ve artık bunu söyleyen ve itiraf eden çok. Güney siyasetinde kırmızı çizgiler silindi. Kürt sorununun bölgeselleşmesi türk devleti için büyüyen bir tehdit. İç siyaset alanında umut AKP nin yerel seçimlerdeki başarısına bağlanmış durumda. “Topyekun seferberlik “ dedikleri kapsamlı saldırıyı gerçekleştiremiyorlar. Bunun hangi sonuçlara yol açacağının çok iyi farkındalar. Bunun türkiyedeki kürt sorununu lokalize etme imkanlarını kaybettirip sorunu bir anda bölgeselleştireceği ve uluslararasılaştıracağını görüyorlar. Bunun için çoven milliyetçi kitle saldırılarını dizginliyorlar. Tansu Çiller dönemi konseptine geçemiyorlar. Asıl sıkışma da burada. Gündeme aldıkları yasa değişikliklerini yapsalar bile o dönemdeki kontgerilla tarzına geçebilmeleri zor. Devlet tarafı da tıkanmış durumda. Kürt siyasetinin bu şekilde sürdürülemezliği belirginleşiyor. Seçim sonuçları iki taraf açısından da yeni bir eşik olur….

“Bunun yaninda Kurt ulusal dinamigi de “bagimsiz bir dinamik” ozelligini kaybetmis durumda.”

Burada “kürt ulusal dinamiği” yerine kürt ulusal hareketi demek nispeten daha doğru olur. Ulusal dinamik daha geniş bir anlamı içerir ve “bağımsızlık” konusuyla da birlikte ifade edildiğinde yanlış sonuçları çağırır. “Kürt ulusal hareketi” de aslında daha geniş bir kapsama ve bileşenlere sahiptir, onu PKK iie ilişkili ifade ediyoruz, buna uygun ifadelendirme daha doğru olur.

“…PKK’nin devrimci karakterini yitirerek yoz bir orta sinif hareketine donusmesinden kaynaklidir.”

PKK de bir orta sınıf yozlaşması olduğu , hatta DTP üzerinden daha burjuva ögelerin girdiğini ve etkili olduğunu söyleyebiiiriz fakat bu örgüt ve üzerinde yükseldiği kürt ulusal hareketi heterojen bir yapıda. Geniş ve bileşenleri çeşitli, sınıf özellikleri ve özlemleriyle de daha bağımsızlıkçı olacak olan kesimlerin varlığını da belirten bir yaklaşımla birlikte bu ifadelerin kullanılması daha doğru olur. Emperyalist ülkelerin değişen politika ve hesapları, savaştığı devletlerin ulusal inkarcı politikalardaki ısrarları, kürt halkının özlemleri, içindeki emekçi ögeler onu kendisine rağmen devrimci kalmaya zorluyor.

PROLETARYA DEVRİMCİLİĞİ, SINIF DEVRİMCİSİ OLMANIN ANLAMI

“Turkiye’de onumuzdeki surecin seyri uzerinde etkili olabilecek etken ve dinamikler bahsinde, devrimci bir onculuge ve orgutluluge sahip bir isci sinifi ve emekci kitle hareketi dinamigini ne yazik ki anamiyoruz. Bunun nesnel bir imkan ve potansiyel bir olasilik olarak var olmasi, su an fiilen varoldugu anlamina gelmiyor. Bu aci gercek, “devrimcilik” iddiasi acisindan tarihsel bir sorumlulugu hatirlatiyor ayni zamanda: Hayatin her alani ile birlikte toplumun, toplumla birlikte isci sinifinin, isci sinifi ile birlikte sinif hareketinin de yeniden yapilanip yeni bir kaliba dokuldugu bu tayin edici tarihsel evrede aktif bir kurucu ozne olmak sorumlulugu. Yalniz bu sorumluluk ve onu yerine getirmenin nesnel kosullarinin varligi, bugun sureclerin akisi uzerinde etki sahibi bir sinif dinamiginin bulunmadigi gercegini ortadan kaldirmiyor.”

Dönem tahlili içerisinde böyle bir tespitte bulunduktan sonra bir proletarya devrimcisinin yapacağı başta gelen iş bu dönemin özellikleri ve olanakları içerisinde proletarya hereketinin nasıl geliştirilebileceğine ilişkin belirlemelerde bulunmak, kriz, gelişimi, etkisi, sonuçlarını bu yönden irdelemek, keza sınıf hareketinin bugünkü durumunu ve gelişim özelliklerini inceleyerek mücadele taktiğinin ve dönem stratejisinin temeline bunu yerleştirmektir. Görev ve hedeflerii mücadele biçim ve araçlarını bu perspektif içerisinde belirlemek , güçleri de buna göre yeniden konumlandırmak, bu sürecin büyük zorluklarına karşın olanaklarının yakalanacak halkalar üzerinden nasıl geliştirilebileceğini ikna edici ve inandırıcı bir şekilde koymaktır. Bunlar yapılmadığında sınıf çerisinde yol alınamamış olmasına ilişkin söylenenler ahlaki yerinme ve öğütler olmaktan başka bir anlam ifade etmezler.Ne coşturucu ne kamçılayıcı olurlar. . Ayrıca o konuda da bir şey söyleyeceksek tüm ö.sel tarihimize ve devrimcilik yaşamımıza bakıp vurmamız gerekir ki bu sorunun sadece vahametini değil gerçek boyutunu ve derinliğini görmemizi de sağlar. Ve daha doğru sonuçlar çıkartmaya doğru da sevk eder.

Proletarya bakış açısından bu krize yaklaşımda temel eksen dünya ölçeğinde proletarya-burjuvazi karşıtlığı temelinde krizin etki ve sonuçlarının incelenmesi ve mücadele taktik ve stratejisinin bunun üzerine kurulması olmalıdır. Bu kriz, emp. kapitalist sistemdeki içsel dönüşümle birlikte proletarya-burjuvazi çelişmesinin merkeze oturduğu bir tarihsel dönemde, toplumsal sınıfsal dönüşümlerin ardından gerçekleşen ilk büyük krizdir. İşçi sınıfının yenikoşullar içerisinde ilk sınavı olacaktır bu. Toplumsal sınıfsal dönüşümler büyük ölçüde gerçekleşmiştir; işçi sınıfı yapı, bileşim ve özelikleriyle yeni konuma sahiptir. Henüz bu yeni durum içerisinde sınıfın gerek sendikal ekonomik, gerek siyasal düzeydeki örgütlenmesi gelişmiş değildir. Geçiş aşamasının özellikleri baskındır. Sınıflaşma düzeyi geridir. Dağınıklık, parçalı yapı ve iç rekabet hakim durumdadır. Dünya ölçeğinde işçi sınıfı bu yeni sınava hazırlıklı olmadan ve oldukça zayıf olarak giriyor, bu da burjuvazinin krizden faturayı emekçilere keserek çıkış imkanlarını, hareket olanaklarını artırıyor. Krizin yol açmaya başladığı üretimsel durgunluk ve gerilemeler, kitlesel işçi çıkartma, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi-ücretsiz izin vb. de artış- hız verilmesi, bölgesel asgari ücret uygulamalarıı, genel olarak ücretlerin daha aşağıya bastırılması yönündeki gelişmeleri hızlandıracaktır. Bununla birlikte sadece bu krizin değil sistemdeki farklı iç dengesizliklerin artmasının getirdiği gıda ve diğer temel ihtiyaç mallarının fiyatlarındaki hızlı yükseliş gibi saldırıların varlığı; kredi kartları, tüketici kredi borçları ile de şişirilen büyümenin finansal krizle birlikte tersine dönüp kitleleri vuracak oluşu; bu krizin kafa emekçilerinin üstelik neoliberalizme toplumsal bir destek oluşturan büyükçe bir bölümünü dolaysızca vuracak, bu kesimlerde büyüyen bir işsizlik dalgasına yol açacak olması, hem çalışma hem da yaşam koşullarının birlikte daha da ağırlaşması- vahşi emek sömürüsü ile sürdürülen neo liberal saldırıya kalın bir kat eklenmesiyle- sınıfsal çelişkileri daha doğrudan ve açık hale getirecek bir düzlemi ortaya çıkartıyor.

Sınıf hareketinin bütün iç zayıflıklarına rağmen canlanma ve büyümesinin koşulları da artıyor. Küçük, parçalı direnişlerden daha yığınsal ve yaygın ve sıçramalı gelişmelerin de olabileceği bir döneme giriliyor. Sınıf hareketinin örgütlenme ve önderlik zayıflığı bunları sonuçsuz da bırakabilir, geriye de itebilir, yenilgi ve paralizasyonlarla da sonuçlanabilir fakat aynı zamanda dünya ölçeğinde genişleyen ve büyüyen, yeni mücadele biçimlerini, örgütlenme biçimlerini ortaya çıkartacak, sınıfın mücadele ederek sınıflaşmasını-iç kaynaşma ve yoğunlaşmayı- geliştirecek bir süreç olacaktır. Bizim her şeyden önce görmemiz gereken bunlardır. Taktikte stratejide buna göre olmalıdır.

Ekonomik mücadelerin kazandığı öneme , bunların politikleşme özelliğine dikkat çekilerek, bu temeldeki mücadelenin olası gelişimi, talepleri belirlenmelidir. Özü, Krizin faturasını ödememe, ödetmek, Kölece çalışmaya ve kölece yaşamaya hayırdır. Türkiye de de poliitk talepleri de içerimine alacak genel grevi hedef olarak koyan bir dönem taktik ve stratejimiz olmalıdır. Bu dönem stratejisi olarak -gerek kriz, gerek rejim krizi, gerekse bölgesel sorunlara dönük mücadele talepleri böyle bir hedef içerisinde ve mücadele ekseninde toplanmalıdır. Bu anayasa tartışmaları, belediye seçimleri, bölgedeki olası gelişmeleri de içeren bir proğramatik bir eksene, talepler toplamına sahip olmalıdır. Talepler, yığma bir toplam olmayıp kriz koşullarında sınıf hareketini örgütleme ve geliştirmeye öncelik veren talep ve mücadele sürekliliğinin yanında politik talepler, süreçteki gelişmelerde öne çıkan konu ve sorunlara ilişkin talebin o kesitte öne geçirildiği-diyelim ki anayasa tartışmaları, diyelim ki İran a saldırı, diyelim ki belediye seçimleri- bir dönem stratejisine bağlı bir esneklikte ifade edilmelidir. Talepler yönüyle taktiksel esneklik , gündemlerdeki değişme ve öne geçmelere bağlı olarak gerçekleştirimelidir. Bu bizi bir talep yığmasından da kurtarır, dönem perspektifi içeriisnde bulunması gereken bazı talepler dıştalanmamaşta olur.

Krizle birlikte emekçi sınıfların bütün kesimlerini değişik biçimlerde, artan ölçüde sömürüsünün hedefi haline getirecek sermayenin karşısına birleşik mücadelenin örgütlenmesi taktik ve stratejisiyle çıkılmalıdır. Sınıf hareketinin, kent yoksulları, küçük burjvazinin çözülmekte olan kesimleri, emekçi köylülüğü ve bunların oldukça zayıflamış kurumsal örgütlenmelerini-sendikalar, dernekler..- içeren birleşik güçlerin ortaklaşan hareketinin bugünkü düzey ve durumundan çıkış alan onu halka halka Genel grev ve genel direnişe doğru örecek bir bir ö.lenme planı, talepler dizisi..

Ayrıca krizin işçi sınıfı, kent yoksulları üzerindeki etki ve sonuçlarının somut belirlemeleri üzerinden kendi sınıf çalışmamızın odaklanma noktalarını belirlemeliyiz. Bu krizin daha şiddetli ve kitlesel olarak vuracağı sınıf kesimleri, sektörlerin belirlenmesi;iki; kent ve kır yoksullarını kapsayacak biçimde emekçi sınıfların bütüne yönelik ykıcı saldırılara bunun yoğunlaşma noktaları olarak zam, vergi, faturalara karşı bir mücadelenin örgütlenmesi. Tüm bunlar seçim dönemine dönük , belediye seçimleriyle ilgili bir proğram ve hedef belirlemelerinin de yapılacağı bir çalışmayla da birleştirilmelidir. Gündeme girecek Anayasa tartışmalarına da sosyalist demokratik; siyasal, ekonomik ve toplumsal ögelerin içiçe geçirildiği bir perspektifle derinleşme sağlanarak girilmelidir.

Emp. ler arasındaki çelişkiler, eşitsiz ve dengesiz gelişimin sonuçlarını, burjuvazi ve partileri arasındaki rejim krizi çelişkilerini biz elbette irdelemeliyiz, bunlar sadece onların arasındaki bir sorun değil sonuçlarıyla gelip sınıfı da vuracak olan çelişkilerdir. Fakat bizim öncelikle irdelememiz, sonuç çıkartmamız gereken konu ve sorunlar, proletarya-burjuvazı eksenli çelişkiler, onlarda ne olacağıdır. Bu her zaman böyledir. Fakat bugün daha kuvvetli bir şekilde sınıf diyorsak, çok daha içselleşmiş bir sınıf bakış açısı olmalıdır. Sadece siyasal sınıf kültürü nün geliştirilmesi için değildir bu; proletarya-burjuvazi çelişmesi merkeze oturmuştur diyorsak, kapitalist emp. sistemdeki diğer çelişkilere de bu ön gelir. Önce buradan bakılır. Sınıf hareketlerinin dünya ölçeğindeki zayıflığı nedeniyle de bu bizim cephemizden geriye itilemez ve itilmemelidir.

İdeolojik-teorik perspektif, stratejik bakış bundan dolayı önemlidir ve krizle ilgili olarak bu krizin özelliklerini, gelişimini, etki ve sonuçlarını bu perspektifin içerisinden ve bu önü öne çıkartarak analiz etmek, ve görev ve hedefleri, öncelikleri buna göre belirlemektir. Krizin emperyalist güç ilişkilerinde bölgesel hegemonya mücadelelerinde, burjuvazinin birbiryle olan mücadelesinde, rejim krizinde ne gibi etkiler, değişikliklere yol açacağı bizi ilgilendirir; söylediğim ne bunları dışta tutmak ne de gerilere itmektir. Bunlara yeni bir perspektifin içerisinden, burjuvazi-proletarya çelişkisini merkeze koyarak bakmak ve bu şekilde ilişkilendirmektir. Bu krizin sınıf cephesinden anlamı nedir, etkileri sonuçları neler olacaktır, krizin faturasını ödememek ve burjuvaziye ödetmek ve onun krizini derinleştirmek için sınıf ne yapmalıdır, Komünistler, devrimciler ne yapmalıdır? Önlerine hangi talepleri, nasıl bir mücadel proğramını koymalı, hangi mücadele taktiklerini uygulamalı, hangi ö.lenme biçimlerini kullanmalıdır? Sınıf içerisinde genel olarak çalışma yürütme ve varolan çalışmanın sürdürülmesi olarak değil krizin daha yıkıcı ve kitlesel olarak yıkacağı kesimleri hangileridir, mevcut ö.sel çalışmamızı bunlarla nasıl ilişkilendirebilir ve yeni bir hedeflendirme içerisine sokabiliriz? Bu kriz sürecinden sınıfla, ileri kesimleriyle, hedeflenen sektörlerdeki işçilerle bağlarımızı geliştirmiş, dolayısıyla güçlenmiş olarak nasıl çıkabiliriz? Ö. sel çalışmamızdaki tıkanmaların önünü yeni hedeflenmelerle-içe doğru da yapılacak olanlarla da birleştirerek- nasıl aşabiliriz, bizim öncelikli sorunumuz, derdimiz bunlar olmalıdır.

Krizden devrimci bir biçimde yararlanmak, sınıf hareketini geliştirmek, bağımsız bir sınıf çizgi ve politikası geliştirmek için ısrarla bunları öne çıkartmalıyız. Sınıf devrimciliği budur. (Kürt hareketinin bazı analizlerini biliriz, hiç ilgisi olmayan kimi konu ve sorunları dahi kürt sorunu odaklı, onu merkeze koyarak açıklarlar. Onu dünyanın en önemli sorunu haline getirmeye çalışırlar. Subjektivizm kısmını atalım burada özneleşme ısrarı vardır.) Türkiye de burjuvazi proletarya çelişkisi temel çelişkidir diyor ve sosyalist devrimden söz ediyorsak bu ifadesini günlük olay, sorun ve konuların içerisinde onların değerlendirilişi ve nasıl vaziyet aldığımızda, sınıf içerisinden nasıl mevzilendiğimizde somut olarak bulmalıdır. Anti emp. demokratik devrim dediğimiz dönemde diğer dem. Dev. cilerden güçlü kesintisizlik ve sosyalizm vurgumuza karşın onu böyle bir kavrayış ve konumlanışla birleştirmediğimizden, her günkü çalışmaya indirip hakim kılamadığımızdan fiili bir kopuş gerçekleştiremedik. Sos. Devrim demekte kendi başına çok bir şey ifade etmez, her gün ve her soruna burjuvazi-proletarya çelişkisi temelinde sınıf mevziinden, antikapitalist,sosyalist bir perspektiften bakıp onu sınıf içerisinde mevzilendirerek, bu mevzilenmeyi güçlendirerek buradan bir mücadele yürütüyormuyuz, işte kıstas budur.

Ortaya çıkan olanakların içe doğru da gerçekleştirilecek bir kavrayış ve ö.lenme ve çalışmanın bir örgütlenme planı ile yürütülmesi ile birlikte kendi ö.sel durgunluğumuz, çalışmadaki gerilikler, tıkanmalar, geriye doğru çözülmenin aşılmasının imkan ve olanaklarının yaratılması olmalıdır. Ö.e önderlik görevinin düğüm noktası da budur bugün.

Dönem ve durum tahlilleri Türkiye devrimci hareketinin siyasal kültüründe yaygındır. En sık yapılandır. Bir dönem içerisinde mücadeleyle taktiksel ilişki kurmak, mücadeleyi doğrudanlaştırmak açısından önemlidirler. 70’lerin, 80 lerin dönem-durum tahlilleri emperyalizmle-halklar çelişkisini merkeze koyan tahliller olurdu. Proletarya da ezilen ve sömürülenler, halk kategorisi içerisinde değerlendirilirdi. Proletaryanın örgütlü kesimleri revizyonist ve reformistlerin ve burjuva sarı sendikacılığın kontrolünde ve “uzak”taydı. Şimdi ezilen halkların güçlü bir mücadelesi de yok , analizlerden o da düşmüş durumda. Yeni koşullar içerisinden, proletaryanın bütün zayıflığına rağmen proletarya- burjuvazi çelişkisi merkeze konularak bakılmadığında geriye kalan emp ler arası çelişkiler, emp. lere kafa tutan şu ya da bu ülke, bir emperyalistle sorunlu tavırlı diğerlerine açık ve işbirlikçi ülke ve bulanık halkçı ulusalcı hareketler öne çıkartılıyor. Bunları ve Emp. ler arası çelişkileri abartmak ve dünyaya buradan bakmak, Amerikaya biraz kafa tutana sempati bilinçaltı modası. Sanal reklam uygulamalarındaki gibi kafalara yerleştiriliyor. Kriz, etkisi ve sonuçlarıyla ilgili bir yazı, bir G. yazarken bizi öncelikle ilgilendiren emperyalistler arası, bölge güçleri arası hegemonya mücadelesimidir? BU krizin dünya ölçeğinde proletarya- burjuvazi çelişkisinin merkeze oturduğu bir dönemde gerçekleşen ilk büyük kriz olması ve bundan çıkartılacak görevler mi? Çin in emp. bir güç olarak gelişimi ve batı emp. lerine rakip olması mı, dünyadaki en vahşi emek söürüsünün uygulandığı ülke olması mıdır? Bir kriz irdelemesi yaparken emp. ler arası rekabet, kaymalar, nelerin değişmekte olduğu üzerine bunca çözümleme yaparken toplumsal sınıfsal dönüşümün alt üstlerle yaşandığı, sınıfsal ve bölgesel eşitsizliklerin hızla büyüdüğü bir Çinde krizle birlikte hızlı gelişme ritminin kaybedilmesinin, asıl üretimi dış pazara ve Amerikaya olan bir ülkede hangi sonuçlar yaratabileceği üzerine bir cümle kurulmamışsa ne düşüneceğiz? Keza Rusya, keza Hindistan… Krizin merkezi Amerikadır ve salt finansal kriz boyutuyla dahi Amerikan işçi sınıfını , orta sınıflarını vurmaktadır. 200 bin göçmen emekçinin katıldığı eylemlerin olduğu bir ülkedir ABD. Seattle da Amerikadadır! Wall Streette birkaç gün önce gösteri oldu. Dış ve iç siyasetin daha içiçe geçtiğini söylüyoruz, ABDyi, Çin i, Rusya yı niye iç sorunlarıyla birlikte değilde sadece dış politika ve hegemonya mücadelesi ekseninden alıyoruz? Nerede burda sınıfsal bakış ve eksen koyma, nerede antikapitalizm ve sosyalizm?! Yürüyüş dergisinin 28 Eylül 2008 tarihli 161. sayısında Krizin faturasını ödemeyi reddelim” başlıklı bir yazı bulunuyor. Bu yazıya göre daha sınıfsal, daha anti tekel ve daha anti kapitalist bir içeriğe sahip.

Yazı bir bütün olarak ’70lerde, 80lerde, içerimiyle daha yakın olarakta sınıf yöneliminin politikalarımıza biraz daha fazla girmeye başladığı 90 ların başlarında yazdığımız, dönem ve durum tahlili yazıları sınırları içerisinde kalmış. İstemlerin ö.sel bir perspektifle birleştirilerek konulması yönüyle ise bizim ge. formatımızın gerisinde. Ki bu yöndeki ihtiyaç daha büyümüş durumda. Somutluk ölçüsü de yarı doğru yarı yanlış bir kavrayışla buradan kuruluyor. Fakat bir ihtiyacı da gösteriyor. Yazı biçim yönüyle de yönlendirme kalıbında. Yazıda eksen sorunu var, temel sorun bunun doğru kurulamamış olması. Stratejik bakış ve eksen doğru kurulmayınca ele alınan konular – benimde bir çoğuna katıldığım tespit ve değerlendirmeler- ve ilişkilendirmeler, taktikte de sonuçlarını gösteriyor. Bu içerik ve biçimiyle yeterli olmadığı düşüncesindeyim.

Bu yazıda da yansıyan tartıştığımız en temel sorundur, günümüz dünyasına, günümüz Türkiyesine nereden baktığımız, neyi merkeze koyduğumuzdur. Emperyalist kapitalist sistemdeki içsel dönüşüm, bunların sonuçları, çelişkilerin ele alınışındaki farklılaşma, burjuvazi-proletarya çelişkisini merkeze koymak, sınıfçı bakış, demokratik ve antiemperyalist siyasal görev ve sorunların bunlarla ilişkilendirilmesi… Biz sosyalist devrim dedik diye bir anda sosyalist devrimci olmayız, olamayız. Konuların ML ideolojik-teorik perspektif içerisinden analiz edilmesi de yeterli değildir. Anti emp. demokratik devrim derken de biz de işçi sınıfının fiili öncülüğü düşüncesi netti ve güçlü bir kesintisizlik ve sosyalizm vurgusu vardı. Ama bunlar yetmedi! Bundan sonuç çıkartmalıyız. Bugün konu ve sorunların ML bir ideolojik-teorik perspektiften analizi, stratejik ve taktik görev ve hedef belirlemeler, sistemdeki içsel dönüşüm kavranmadan, burjuvazi-prletarya çelişkisi merkeze konulmadan doğru olarak yapılamaz.

AYRICA sadece ideolojiden-teoriden gelerek değil sınıftan da-sınıfın durum ve koşulları, her yeni gelişmenin onun üzerindeki etki ve yansımalarının dolaysızca belirlenmesi, görevlerin, hedeflerin taktiğin bunlardan da hareket edilerek belirlenmesi- çıkış alarak siyaset yapmayı, VE burjuvazi-proletarya çelişkisinin temel çelişki olmasının her düzeydeki-ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel- yansımasıyla birlikte kavrayan ve mücadele eksenleri haline getiren bunları politik mücadeleye bağlayan ya da bizzat politik mücadelenin konusu haline getiren bir bakış açısıyla hareket etmeyi öğrenmeliyiz.

Bugün en temel sorunumuz budur, bunun içselleştirilmesidir.

***

İşte budur!.. (15 Kasım 2008)

Bu sitede bugüne kadar çok tartışma yaşandı. Bunların büyük bir çoğunluğu, önemini hala koruyan stratejik konulara ve temel yaklaşımlara ilişkin önemli tartışmalardı. Fakat en önemlisi dahi sonuç olarak tek bir konuyla sınırlıydı, daha çok onun etrafında döndü ve ona ilişkin görüş ayrılıklarını yansıtıyordu.

“Dünyada ve Türkiye’de Gidiş” yazısı üzerine olan tartışma ise, her şeyden evvel kapsam bakımından bugüne kadar olanlardan farklı bir özellik ve önem taşıyor. Konu ilk bakışta bir “dönem tahlili” tartışması gibi algılanabilir. Aslında bu kadarı bile, Marksist literatürde “siyasete kayıtsızlık” olarak tanımlanan devrimci politik duyarlılık ve refleks körelmesine uğramamış deneyimsiz bir parti militanının dahi konunun tayin edici önemini sezip görmesi ve onunla ilgili tartışmalara bu öneme denk düşecek bir ciddiyetle yaklaşması için yeterlidir. Çünkü devrimcilik iddiasına sahip herhangi bir militan için “dönem tahlili” denilen şey, sonuçta tarihin oluşumuna ve sınıf mücadelesinin seyrine o tarihsel kesitte hangi temel çıkarsamalar ve stratejik hedefler doğrultusunda nasıl bir müdahalede bulunulması gerektiğini ortaya koyan bir eylem kılavuzuna sahip olup olmamak sorunudur. Dolayısıyla ona karşı ilgi ya da ilgisizlik, böyle bir ihtiyacın duyulup duyulmadığını ya da ne ölçüde duyulduğunu gösterir. Bu ise sonuçta “nasıl bir devrimcilik” anlayışıyla hareket edildiğinin anlamlı bir göstergesidir.

Kaldı ki bugün bizim somutumuzda bu önemi büyüten bir etken daha devreye girdi. Konunun hemen her yönüne ilişkin olarak bugüne kadar yazılmış yazılarımızı da gözönünde bulundurarak dikkatini ve ağırlığını asıl olarak sürecin bundan sonraki seyri üzerinde de etkili olacağı düşünülen temel dinamiklerle kimi özgünlüklerin ortaya konulmasına veren bir “iç yazı” taslağı olarak kaleme alınan metin, Yazar y. tarafından bir kez daha “farklılık icat etme”, “kendisinin farkını farkettirme” bahanesi haline getirilerek yazılış amacının ve kendi sınırlarının çok ötesine taşındı, yine tamamen farklı bir zemine çekildi.

“Gidiş” yazısı bahane edilerek kaleme alınan “ … Gidiş Yazısı Üzerine” yazısı, içeriğinden de görüleceği üzere, dönem tahlili falan diye bir derdi olmayan, hatta yazılan taslağı doğru dürüst okuyup okumadığı bile tartışmalı (* DİPNOT 1), onu sadece bir bahane olarak kullanıp ilan etme zamanının belli ki artık geldiği düşünülen “kişisel bir manifesto” özelliğine sahiptir.

Bu “manifesto” bize, içinde bulunduğumuz sınırlı bir tarihsel kesitin (dönemin) Yazar y. tarafından nasıl tahlil edildiğini, onun hangi yönleri esas alınarak hangi stratejik sonuçların çıkarıldığını sergilemenin çok ötesine geçerek, artık nasıl bir emperyalizm kavrayışıyla hareket edildiğini, kapitalist sistem ve onun 1980 sonrası geçirdiği neoliberal dönüşümün gerçekte hangi içerikte nasıl çözümlendiğini, bugün patlamış olan krizin bu yüzden hala hangi sınırlar içinde nasıl algılandığını, Türkiye’de rejimin değişim yönüne dair hangi hayallerin görülüp paylaşılabildiğini vd. sergilemektedir. Başka bir ifadeyle bu metin, kendisini sadece dönem tahlili ile sınırlamayan bir “eksen” ortaya koyma iddiası ile kaleme alınmıştır; bu nedenle de kapsam olarak, herhangi bir dönem okumasının ötesine geçen -daha genel ve yapısal karakterde- bir tarih okumasıdır, sistem okumasıdır, Türkiye okumasıdır…

Dolayısıyla, sırf bu özelliği ve iddiası nedeniyle bile onu görmezlikten gelip hangi niyet ve gerekçelerle olursa olsun “sessizlikle” karşılamak, partiye ve tarihe karşı devrimci sorumluluk duygusuyla bağdaşmaz!.. Hele bir de içerdiği temel tezlerin marksizm hatta devrimcilik dışı karakterleri, değme düzen savunucularına ve 2. Cumhuriyetçilere taş çıkartacak ultra emperyalist, liberal demokrat muhtevaları dikkate alınacak olursa, onun üzerinden atlamak, sessiz ve tepkisiz kalmak, ideolojik bir cinayet teşebbüsüne -en hafifinden- yardım ve yataklık olur.

Okuduğunu anlamakta bile bir problem yaşadığı görülen bu metnin, üslubuna ya da kullandığı polemik yöntemlerine fazla takılmamak gerekiyor. “Ûslub-u beyan, aynıyla insan” sözünün de anlattığı gibi, bunlar onun içeriğini de belirleyen siyasal pozisyonun doğasından, kayılan ideolojik düzlemin sınıf karakterinden kaynaklanan -ve her Marksist için ayrıca bunun somut bir göstergesi özelliğine sahip – kaçınılmaz sonuçlardır ve kaleme alınırken güdülen amaçlar da gözönüne getirilecek olunursa bu derin irtifa kaybının nedenleri daha anlaşılır hale gelir. (*DİPNOT 2)

Onun için, burada asıl üzerinde durulması gereken yön, onun bundan sonraki çizgimize, politika ve taktiklerimize yön vermek üzere önerdiği stratejik temel tezleridir ve bunlar içerisinde de özellikle 3 tanesi, bugün artık nasıl bir dünya görüşüne (ideolojik pozisyona) sahip olunduğunu (”savrulunduğu” kavramı, burada duruma daha denk düşer) ele verecek önem ve özelliktedir.

Günümüzdeki siyasal faaliyetin sınıfsal içeriği ve hedefleri yanında ufkunun ve tarihsel iddiasının gerçek sınırlarını, tarih yapma iradesini ve potansiyellerini ne ölçüde harekete geçireceğini, faaliyetinin kapsamı yanında temposunu tayin edici konuma sahip yapı taşları özelliğini taşıyan bu tezler, metindeki dile getiriliş sırasıyla şunlardır;

1) Farklı bir “eksen” koyma iddiasındaki bu metin, en ateşli kapitalizm savunucularının dahi korku ve panik içinde “yoksa kapitalizmin sonu mu geldi” sorularını sorar hale geldikleri, daha şimdiden 1929 krizi ile kıyasladıkları, “yüzyılın felaketi”, “tarihin ikinci büyük krizi”, “neoliberal küreselleşmenin iflası”, vb. belirlemeleri eşliğinde ele alıp yorumladıkları krizi hala bir “finans krizi” sığlığı içinde görmekle de kalmayıp, çıkardığı temel sonuç itibariyle de “ABD ve belki biraz da İngiltere dışında öyle fazla derin sarsıntılar yaratmaz, ayrıca burjuvazinin durumu tekrar kontrol altına alıp stabilizasyonu sağlama imkan ve yetenekleri hala güçlü ve daha baskın, dolayısıyla hayallere kapılmamak gerekir” diyebilecek kadar geriden gelen, bırakalım herhangi bir teorik derinliği, bırakalım Marksist ya da devrimci bir karakter taşımayı, “muhalif” kimliği bile muğlak ve esasında su götürür bir kriz tahliline sahiptir.

Gerçi şundan topu topu 3-4 ay öncesine kadar krizin ABD dışına taşıp daha da derinleşeceğine hala ihtimal dahi vermeyen bir “teorik derinlik” iddiası ve “siyasal öngörü yeteneği” açısından, “en fazla ABD ve İngiltere’yi vuracak bir finans krizi” sınırları içinde de kalsa bugün hiç olmazsa bir krizin varlığını kabul eder hale gelmesi bile kendi içinde bir “ilerleme” olarak kabul edilebilir. Fakat devrimci Marksist bir tutum açısından bu onun siyasal körlüğü yanında asıl bu körleşmeyi de doğuran ideolojik saplantılarının Bernsteinci muhtevası yanında bir “teselli mükafatı” olamaz!..

Çünkü burada sorun artık sadece krizin algılanışıyla ilgili ve sadece bu sınırlar içinde kalan bir yanılgı sorunu değildir. Buna sadece, kafasında kurguladığı “içeriksiz soyutlamalara” uymadığı sürece artık ete kemiğe bürünmüş olgusal gerçekleri dahi kabullenmemekte inat edebilen akıl almaz bir körleşme ve düşünce donması gözüyle de bakılamaz. Sistemin sorunlarını aşma gücüne ve yeteneklerine kapitalizmin en iman sahibi savunucularından bile daha fazla güven duyabilen bu imanın nereden kaynaklandığına bakmak, asıl onun teorik köklerine inmek gerekir. Bu kökler, emperyalist kapitalizmin 1980’ler sonrası geçirdiği neoliberal dönüşümün nasıl çözümlendiğinde saklıdır.

Yazar’ın kendisi en başta olmak üzere içimizde bazıları tarafından içeriğinden ve çıkarılan sonuçlardan soyutlanmış bir “büyük tantana”- “büyük böbürlenme” konusu haline getirilen bu konudaki tartışmalar sırasında, “Siz hep krizi ve kriz öğelerini görüyorsunuz. Halbuki aslolan üretici güçlerdeki gelişmedir…” veciz sözüyle de ruhunu ele veren bu konudaki zamane Bernsteinciliği, sadece üstünlükleri ve sorunlarını aşma yetenekleri yönünden ele aldığı günümüz kapitalizminin “daha en az 30-40 yıl sürecek bir istikrar dönemi yaşayacağı” temel öngörüsüne sahipti. Dolayısıyla onun şimdi hala “kedidir kedi” şeklinde “sakinleştirici” tezler üretmesine fazla şaşırmamak gerekir. Fakat 3-4 yıl öncesinin konjonktüründen farklı olarak bugün yeni bir kriz şeklinde ete kemiğe bürünmüş olgusal bir gerçeklik olarak da karşımıza çıkan kapitalist sistemin yapısal zaaf ve çıkmazlarına hala ısrarla gözlerini kapatan bu “istikrar” anlayışı ve “tutarlılığın”, kendisini bir de hala “Marksist bir teorik derinlik” iddiasıyla pazarlamaya çalışması karşısında “pes doğrusu” dememek de olanaksızdır!..

2) Bu metin, ”kapitalist emperyalist sistemin -yine genel bir krizinin basıncıyla, onu emperyalist burjuvazinin sınıf çıkarları doğrultusunda ötelemeyi amaçlayan bir “anti kriz” program ve yönelimin sonucu olarak- 1980 sonrası geçirdiği neoliberal dönüşümü, öncelikle ve esas olarak hep burjuvaziye üstünlük ve avantaj sağlayan yönlerinden okumanın ortaya çıkardığı bir diğer vahim sapma olarak, tıpkı 1956 sonrası Sovyet revizyonizminin, ondan da önce “ultra emperyalizm” teorisinin babası Kautskizmin yaptığı gibi emperyalist güçler arasındaki ilişkileri; a) eşitsiz gelişme yasası gibi temel bir yasanın varlığını, anlamını ve işleyişini, b) finans kapitalin karakterini ve mantığını, onun bir tercih ya da niyet sorunu olmayan azami kar-azami egemenlik ihtiyacı ve yönelimleri ile bundan kaynaklanan emperyalist rekabet ve hegemonya yarışının -ki emperyalist savaşlar ve savaş tehlikesinin de kaynağıdır- kaçınılmazlığını “unutacak” ölçüde kendinden geçen bir tekyönlülükle sadece “karşılıklı bağımlılık” yönünden ele alan bir anlayışa sahiptir.

Parti ve devrim anlayışından sınıf mücadelesinde iradenin ve devrimci öncünün rolünün kavranışına, emperyalizme ve emperyalist savaş tehlikesine karşı mücadeleden çalışma tarzı ve ittifaklar siyasetine kadar daha bir dizi stratejik konuda ne tür oportünist sapmalara döl yataklığı yaptığını uzak ve yakın tarihten örnekleriyle de bildiğimiz bu zihniyet, ideolojik anlamı ve içerdiği siyasal tehlikelerin büyüklüğü yanında diyalektik yöntem kavrayışı açısından da bir düşünsel sefaleti ele verir. Diyalektiğin abc’sini oluşturan hareket yasaları temelinde, “Belirli bir anda hala hakim ve güçlü görünmekle birlikte artık gerileme ve iniş sürecine girmiş olanla, henüz cılız ve zayıf konumda olmakla birlikte gelişip güçlenen yan” arasındaki fark ve Lenin’den aldığımız bir deyimle bizim literatürümüzde de “dip akıntıları” olarak nitelediğimiz gelişme dinamiklerinin yakalanmasının öncü bir siyaset açısından önemi burada yoktur! Onun için zaten “Gidiş” yazısında neyin anlatılmaya çalışıldığını dahi anlayamamıştır. (** DİPNOT 2)

Diyalektik yöntem ve düşünce tarzından bu denli uzaklık, lafa geldiği zaman diyalektik üzerine genel yazılar kaleme almakla, onu somut olgu ve süreçlere devrimci bir tarzda uygulamanın bir ve aynı şeyler anlamına gelmediğini -ve ML bir devrimcilik ve teori anlayışı açısından asıl önemli ve tayin edici olanın ikincisi olduğunu- bir kez daha göstermesi yönüyle de çok şey anlatır. (*** DİPNOT 3)

3) Bu metin, 1970’lerin “faşizm tırmanıyor” oportünizmini bugün ters yüz etmiş olarak “faşizm çözülüyor” tespiti biçiminde önümüze getiriyor, bu konuda da “eksen” olarak bize bu bayat tezi ve arkasındaki teoriyi öneriyor!!!

Çünkü o da tıpkı 1970’lerdeki öncülünün yaptığı gibi, burjuvazinin sınıf egemenliğinin biçimi temel sorununu, bunun iki temel biçiminden biri olarak faşizmi, onun belirli bir ülkede belirli bir tarihsel evredeki somut dengelere bağlı olarak biçimlenişi ile yine bu dengelerdeki değişmelere bağlı olarak geçirdiği değişiklikler sorununu; tekelci sermayeden, onun yapısı ve tarihsel eğilimlerinden, bu bağlamda emperyalist çürüme ve asalaklığın en tipik yansıması olarak mali sermaye asalaklığının finans kapital olgusu kapsamında şişmesinin anlamından ve bunun ortaya çıkardığı ihtiyaçlardan kopartarak ele almaktadır.

Zaten bu yüzden, burjuva liberal demokrasinin “beşiği ve vitrini” olarak gösterilen emperyalist ülkelerde dahi 11 Eylül bahanesiyle vites büyütüp akıl almaz boyutlar kazanan yönelimlerin bariz faşizan karakterine (gözünü kapatmıştır). Ne sadece burjuvazinin toplumu siyasal ve ideolojik yönlerden de denetim altında tutma ihtiyacı ve bu temelde şekillenen siyasal yönelimleri ile açıklanabilecek ama ne de sadece tekelci sermayenin ekonomik gelişme düzeyine bağlı olarak ortaya çıkan yeni ekonomik ihtiyaç ve yönelimleriyle sınırlı kalınarak doğru çözümlenebilecek kompleks bir sorun olarak sınıf egemenliğinin belirli bir tarihsel evredeki biçimlenişi ve ondaki değişmeler sorununu, proletarya ve ezilen yığınların mücadele düzeyi ve patlama olasılıklarının basıncı başta olmak üzere iç ve dış dinamikler bütünlüğünün toplam vektörel biçimlenişinden kopartarak ele almaktadır.

Bunun da temelinde, toplam bir sistem olarak sınıf egemenliğinin ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel boyutları arasındaki diyalektik bağıntılılık ilişkisinin yerine Gramşçi’den -o da doğru dürüst anlaşılmadan- aparılan mekanik bir katmanlılık ilişkisinin geçirilmesi yanında sınıf egemenliğinin temelinden (özel mülkiyet düzeni) farklı olarak onu koruma ve sürdürmenin temel aracı olarak siyasal egemenlik (devlet) boyutunun özgün konum ve işlevinin kavranışında Marksist devlet ve iktidar anlayışından uzaklaşma vardır. “Orjinalite” ve “farklılık icat etme” merakı burada da özel bir etken olmuştur. Şu veya bu hangi nedenden kaynaklanıyor olursa olsun sonuç olarak, “faşizm çözülüyor, Türkiye liberal bir demokrasi yönünde ilerliyor” şeklinde stratejik bir belirlemeyle çıkılıyor karşımıza. Özal ve AB hayranı bütün 2. cumhuriyetçi tayfasının, şimdilerde de AKP amigolarının yaptığı gibi sadece sermayenin “dünyaya açılma” ihtiyaç ve yönelimine, kendisi de temelde ondan kaynaklanan bir sonuç olarak AB’ye bağlayan liberalleşme masalcıları kervanına katılmamız öneriliyor. İşin traji-komik tarafı, bugün bu iddiayı Taraf gazetesi bile savunamaz hale düşmüşken, “özgün Marksist tahlil” adına bizim içimizde savunuluyor bu!!!

Bunların herbiri, tek başlarına dahi, Marksizmi ve Leninist emperyalizm çözümlemesini bir tarafa bırakmış, onunla bariz çelişkilere düşen bir savruluşu göstermeye yeterler. Bir “iç yazı” taslağı bahane edilerek “farklı bir eksen” ortaya koyma iddiasının tezahürü olarak kaleme alınan “… Gidiş Üzerine” yazısı, düşünün ki bunların hepsini birden içermektedir. O bu anlamda bir iç tutarlılık ve sistematiğe sahiptir. Daha derindeki teorik arka planı ile sınıf içindeki çalışmanın esaslarından parti ve devrimci öncülük anlayışına kadar daha bir dizi stratejik konudaki temel yaklaşımlarıyla birlikte düşünüldüğünde o artık “küçük”, “önemsiz” ya da “belirli bir konuyla sınırlı” görülemeyecek ölçüde olgunlaşmış bir oportünizmin ifadesidir ve bugüne kadar başka konularda da karşımıza çıkan ideolojik yaklaşım ve tutum farklılıklarının, görüş ayrılıkları ve tartışmaların gerçek nedeni, kökü ve kaynağı buradadır!.. Mesele işte budur!.. Onun için bu yazı, öncekilerden farklı olarak bu açıklığı daha fazla sağladığı için çok yararlı bir işlev görmüştür.

DİPNOT 1: Lenin, “Oportünizm önce sizin ağzınızdan çıkanı bozar, sonra ona karşı saldırıya geçer” der. Oportünizmin Marksizmin tarihi kadar eski bu yönteminin örneklerine, “…Gidiş” yazısına yönelik eleştiriler sırasında da tanık olduk.

Bir kriz tahlili yazısı olmayan, böyle bir iddiası da bulunmayan ama içine girdiğimiz tarihsel kesitin bütün sınıfsal denge, ilişki ve çatışmalarının şekillenişi üzerinde tayin edici rol oynayacak krizin derinliğini ve giderek daha şiddetleneceği gerçeğinin altı, bir anlatım tekniği olarak alegoriye başvurarak en ateşli sistem savunucularının ağzından, tutunmaya çalıştıkları zeminlerin peşpeşe nasıl göçtüğünü göstererek çizilmeye çalışılırken -ki burada modelim Yazar y.di, onun son aylarda yaptığı çeşitli konuşmalarında savunduğu tezlerdi o bölümde özetlediklerim- “reel ekonomi” kavramının tırnaksız kullanılması “olay” oldu!.. Kendini gösterme, “farkını farkettirme ihtiyacı” şiddetli olunca, samanlıktaki iğne de demek önemli oluyor!..

Yine de orada “reel ekonomi” kavramının tırnaksız kullanılmış olması hatadır. Bugün fazlasıyla popülermiş, bir yerde galat-ı meşhur halini almış olmasının bazı şeyleri anlatmaya çalışırken sağlayacağı “kolaylık” kapsamında özellikle mali sermaye sahtekarlığının ulaştığı akıl almaz boyutların teşhiri amacıyla -bu bağlantılar net kurularak- popüler gündelik propaganda-ajitasyon sırasında ZAMAN ZAMAN kullanılabilir belki ama kendi görüş ve değerlendirmelerimizi dolaysızca ortaya koyduğumuz-koyacağımız temel teorik-siyasal yazı ve propaganda sırasında kesinlikle kullanmamalıyız. Bu konuda yapılan eleştirileri bu anlamda kabul ediyorum.

Fakat şu “artı değer sömürüsü anılmıyor” temelinde yapılan sayfalar dolusu demagoji yok mu (üstelik, Türkiye’de “sömürünün fabrikalarda artı değer sömürüsüne dayalı biçimine geçişi” taaa 1960’lar sonrasına taşıyan sadece ekonomi politik değil tarih bilgisi konusunda da sergilenen cehaleti, bu arada kendini seyredip kendi yazılarını okumaktan “Türk Tekelci Burjuvazisinin Oluşumu ve Gelişimi” broşüründe neredeyse 30 yıl önce ortaya konulmuş görüşlerimize dahi yabancılaşmış bir kopuşu ya da tekelci burjuvazinin 1980 sonrası atağının asıl meyvalarını toplamaya başladığı 1990’li yılların birikim yöntemlerinin nelere indirgendiğini de vb. gördükten sonra) “pes doğrusu” demek yeterlidir diyorum! Hele, Sabit’in bile, “ O bölümdeki ruh, heyecan ve mücadele azmi kanımca doğru ve sarsıcı bir devrimci temelde ve isabetli biçimde ifadelendirilmiş. (O) bölümü ben ayrı bir yazı görüyorum. Bizim manşetimize koymamız gereken yön verici bir yazı” olarak değerlendirdiği koca bir özel bölüm (18 sayfalık taslağın son 6 sayfası) orada dururken,”Bu yazı sınıf/emek eksenli bir strateji ve taktik önermiyor” denilmiyor mu, insanın, “O zamanın oportünistleri yine de biraz insaf sahibi imişler. Hiç olmazsa olmayanı size yamayıp olanı da hokus pokus etmiyorlarmış” diyesi geliyor.

DİPNOT 2: Yazar y., saplantı haline getirdiği ‘içeriksiz soyutlamalarının’ tutsağı. Biraz da bu nedenle ne artık somut/olgusal bir hale gelmiş gerçekleri bile tam ve eksiksiz görebiliyor ne de dip akıntılarının farkında. Devrimci Marksizmden uzak, ayrıca diyalektik özürlü bu saplantılı yaklaşım, çoğu noktada adeta su katılmamış bir liberalizm ya da küt bir mekanizm olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik çoğu neoliberalizmin ideologlarına ait görüşleri de özümseyip sindirmiş değil. Araya Marksizmim de karıştığı bir eklektisizmle malul. Kompartımanlı düşünüyor. Başka bir konu hatta aynı konunun başka bir yönü bağlamında karşı çıktığı, eleştirdiği, yerden yere vurmaya çalıştığını bir bakıyorsunuz başka bir bağlamda savunuyor, dil ucuyla da olsa söyleme gereğini duyuyor.

Örnek mi: “… ABD ekonomisi, bütçe açıkları en fazla olan ekonomi. Kriz kurtarma paraları, ekonomik maliyetleri çok daha büyütüyor. Dış kredi ve borç imkanları daralıyor. Iraktaki ve dünyaya yayılmış askeri gücün maliyeti sorgulanıyor. Askeri ve diplomatik olarak uzak bölgelere yönelindiğinden arka bahçenin, latin Amerikanın kaybedildiği de dış politikaya ilişkin temel eleştirilerden birisi.Tüketici kredileriyle içte şişirilen ekonominin kırılma riskleri arttı, hızlı daralma tehditi var. Son kurtarma operasyonları, büyük bütçe açığı olan ABD ekonomisinde büyümüş bir finansal açık ve sorun yaratacak. Toplumsal çöküş, karışıklık ve isyan ve bunları bastırma senaryoları üretiliyor. ABD iç ekonomik ve toplumsal sorunları büyüyen ve büyümeye aday bir ülke. Henüz toplumsal sınıfsal derin krizlere dönüşmemiş ve dönüşmesi öyle kolay olmayacakta olsa ekonomik sorunların yoğunluğu ve şiddeti bunları tetikleyebilir.” (Yazar y.ın Gidiş yazısına eleştirisinden)

Titrek bir sesle de olsa ABD için “toplumsal çöküş, karışıklık ve isyan” olasılığıyla “bunları bastırma senaryolarının üretildiğini” söyleyen birinin, krize bağlı olarak benzer olasılığın “sınıf kutuplaşması ve sosyal çatışmaların artması, saldırgan ırkçılığın dengesini kaybetmiş toplumlardaki yayılışı ” biçimine bürünmüş olarak AB ülkelerinde de karşımıza çıkabileceği öngörüsüne hiddetle karşı çıkması neyle açıklanabilir?

** DİPNOT 3 : Çevreci alışkanlıklarımızdan bir türlü kurtulamamış olmamıza karşın komünist dünya görüşümüzün, parti ve devrimcilik anlayışımızın kazandırdığı temel değerlerimizin sonucu, şeflik sisteminin etkin olduğu İMT öncesi dönemimizde dahi örneği görülmemiş davranışlara tanık oluyoruz bugün. Bunun yeni bir örneğini vererek tartışmalı konularda bile kendi yazdığı yazıları “bunlar okunmuyor mu” diye referans olarak gösterecek kadar kendinden geçen Yazar y., belli ki bu yapının literatürüne de iyice yabancılaşmış (Buna yeni tanık olmuyoruz gerçi). Çoğunu önceden okuduğu, zaten hemen hepsi aylar-yıllar önce yayınlanmış, sonrasında da değişik yazılarda değişik ifadelerle tekrarlana tekrarlana bir yerde “bağlayıcı görüş” özelliğini kazanmış yazılardan bile habersiz. Onlara niye zamanında karşı çıkmadığını ya da bugüne kadar nerede olduğunu sordurtacak şekilde şimdi aklına esene aklına estiği zaman savaş açıyor. Üstelik bu doğru temellerde açılan devrimci bir savaş da olmuyor!..

Lafı fazla uzatmamak için, Yazar’ın “ultra emperyalizm” zeminine kayma pahasına -belki de çoktan kaydığı zemini bu kadar bariz sergileme gafletine düşme pahasına- “eleştiri” konusu yaptığı şu “güç kayması” konusunun neredeyse 1 yıl önce hangi bağlamda, hangi sınırlar içinde kalınarak nasıl konulduğuna dair uzunca bir alıntı aktaralım:

“… Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Batı’dan Doğu’ya, ABD ve Avrupa’dan Asya’ya doğru kaymakta olduğu ‘kıtasal merkez değişimi‘ de, yine neoliberal yeniden yapılanmanın ortaya çıkardığı ‘olası etkileri öngörülemeyen’ sonuçlardan bir başkasıdır. Üstelik bu ‘tektonik kayma’nın, doğası nedeniyle, siyasi ve askeri alanlarda da ciddi sorun ve reaksiyonlar doğurmadan ilerleyemeyecek bir süreç olmasının yanında; bugün olduğu gibi henüz cılız bir ‘sonuç‘ olarak şekillenmeye başladığı andan itibaren, emperyalist-kapitalist sistem ve onun içindeki güç dengeleri açısından yeni sorunlar ve sürtünmeler üretmeye başlayan bir ‘neden‘ özelliğini kazanması gibi de bir özgünlüğü vardır. Bundan dolayı önümüzdeki yılların şekillenmesi, dünya ya da bölgesel düzeydeki süreçlerin ele alınışı sırasında da mutlaka gözönünde bulundurulması gereken temel bir dinamik olarak görülmelidir.

Bu kayma bugün itibariyle, dünyadaki toplam sınai üretimin ağırlığının Çin ve Asya kaplanları başta olmak üzere bu bölgedeki ülkelerde gerçekleşir hale gelmesi, yine dünya ticaretinin büyük bölümünün bu ülkelerle yapılıyor olması, özellikle Çin ve Japonya‘nın ellerindeki dolar rezervleri ve ABD hazine bonolarının yüksekliği vb. gibi hiç biri ve toplamı küçümsenemeyecek makro alanlarda artık ‘çıplak gözle‘ dahi görülebilecek açıklıkta bir realite haline gelmiş olmakla birlikte; genel olarak Batı’nın, en başta da ABD’nin, eski konumundaki tüm zayıflamalara rağmen özellikle de teknolojik üstünlük ve askeri güç bakımlarından Çin, Japonya, Hindistan üçlüsünün tek tek herbiri dışında üçünün toplamından da hala daha üstün konumda olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Emperyalistler arası ilişkiler ve hegemonya rekabetinde bunlar tayin edici üstünlüklerdir. Kaldı ki başta Çin ve Hindistan olmak üzere ‘Doğu’ kapsamında değerlendirilen Bangladeş‘inden Filipinler‘e, Güney Kore’sinden Malezya ve Endonezya’sına kadar Asya ülkelerinde gerçekleştirilen mal ve hizmet üretiminin -dolayısıyla da ticaretin- önemli bir bölümünün arkasında yine Batılı emperyalist sermaye ve tekellerin olduğu da yine unutulmamalıdır.

Fakat bu ‘nesnellik‘, bu kez de bu bölgenin, özellikle de Çin ve Hindistan’ın -ve onları çevreleyen her biri adeta birer büyük organize sanayi bölgesi haline gelmiş ucuz emek deposu ülkeler zincirinin- dünya ekonomisi, ticareti ve mali piyasalarında bazı yönlerden katlanarak büyüyen ağırlıklarındaki artışı küçümseyen bir muhafazakarlığa da yol açmamalıdır. Sözünü ettiğimiz bu ülkeler ve bir bütün olarak Asya, dünya ekonomisinde olduğu gibi giderek siyasetinde de ağırlığını belirgin adımlarla artırmaktadır.

Bu yine sistemin dünya çapındaki neoliberal yeniden yapılanmasının kendi elleriyle ortaya çıkardığı ‘öngörülemeyen‘ sonuçlardan biridir. 1980′li yıllardan -özellikle de revizyonist sistemin 1989′daki çöküşünden sonra, sadece geniş ve bakir pazar alanları olarak değil, ondan da önemlisi ucuz emek ve hammadde depoları olarak vantuzlarını bu bölgeye daha derinlemesine geçiren ve çoğu dünün köylü toplumu olan bu ülkelerin hepsini birer büyük fabrikaya çeviren neoliberal kapitalizm, düne kadar ve halen dünya çapında emeğin karşısında kendisine korkunç bir avantaj ve üstünlük sağlayan bu yönelimin şimdi başına belalar açacak sonuçlarıyla (da) karşı karşıya kaldığı bir evreye girmiştir artık. Ve bunlar, buralardaki kitlesel işçi hareketlerinin yükselişinden de görülebileceği gibi sadece ekonomik alanla sınırlı sonuçlar olmakla kalmayıp; emperyalist kapitalist sisteme içkin yapısal bir özellik olarak ‘eşitsiz gelişme’ yasasının ortaya çıkardığı farklılaşmalara dayalı ve sadece ekonomik yöntem ve araçlarla da çözülemeyecek olan gücün yeniden dağılımı ve yeni bir hegemonya düzeni taleplerini de ister istemez büyütecektir.” (2007 Aralık’ında siteye atılan ve UÇ’nin 75. sayısında da YAYINLANAN “2007’nin Gösterdikleri” yazısından)

Bu kadar açık, bu kadar net, bu kadar bütünlüklü!.. Bir de bu konuda yöneltilen “eleştiriye” bak!.. Daha ne diyeyim?…

***

İşte budur !.. (II)

Yollayan: menekse

(Yorum sınırları içinde kaleme alınmış aşağıdaki metin, Can y. tarafından kaleme alınan “Kapitalizmin krizi, sosyalizmin güncelliği” yazısına yazar y. tarafından atılan bir yorumun “esinlemesi” üzerine o yazının altına atılmıştı. “…Gidiş” yazısı ve ona yöneltilen eleştirilerle olan bağı nedeniyle tekrar hatırlatmanın faydalı olacağını düşünerek buraya taşıyorum…)

13 Kasım 2008

“… Kriz analizlerimiz krizi üretim krizi olarak tanımlıyor ve temel bağıntıları doğru olarak kuruyoruz. Ki bu sadece ML bir kriz analizi yapma yönüyle değil krize karşı mücadele ve kapitalizm-sosyalizm karşıtlığı temelinde doğru programatik bir yaklaşım, güncel çıkarımlar ve taleplerin belirlenmesi açısından da önemli ve ideolojik bir ayrım konusu. Krizlerin üretim süreçleriyle ilişkisini kopartan her görüş, onu sermaye brikim sürecine ve kapitalizme içkin olmaktan çıkartır ve son dönemde finansal genişleme ve finansal kriz -çözümlemelerinde olduğu gibi -onu ne kadar büyük ve yıkıcı olarak gösterse de -düzeltilebilir bir kapitalizm teori ve programına bağlar…” (Yazar’ın Kapitalizmin krizi, sosyalizmin güncelliği yazısına attığı yorumdan).

Öz olarak çok doğru bir belirleme! Bugün artık Yazar y. tarafından bile kabul edilen somut bir gerçek olarak krize yaklaşım, onu doğuran etken ve dinamiklerin tam ve eksiksiz bir çözümlemesi yanında, bu konudaki genel doğruların tekrarlanması ile de yetinmeden bugün henüz başlarında olduğumuz ve en ateşli sistem savunucularının dahi ürküntü içinde daha şimdiden 1929′la kıyasladıkları mevcut krizin bütün yönleriyle ve özgünlükleriyle ne ölçüde eksiksiz algılanıp doğru tahlil edildiği ve nihayet bütün o çözümlemelerden sonra devrimci öncülük misyonunun kavranışı ve militan bir proleter sosyalizm anlayışı açısından ondan hangi stratejik sonuçların çıkarıldığı, partinin ve işçi sınıfının önüne hangi esaslar temelinde nasıl bir mücadele hattı ve temel perspektiflerin konulduğu konusu gerçekten de önemli -hatta devrimciliğin niteliğini, ondan da önce gerçekten de devrimci bir zeminde durulup durulmadığını gösterecek önem ve ölçüde- ideolojik bir ayrım konusudur!..

Ana çizgilerini vermeye çalıştığım bu bağlamda, yine şimdilik başlıklar halinde spot spot ifade etmeye çalışacak olursam, her kim ki;

1) Bu krizi salt bir PARA (dolar krizi) ya da FİNANS KRİZİ sınırları içinde algılama ve tanımlamaya devam ediyorsa, o bırakalım marksist hatta devrimci olmayı, bugün artık küçük burjuva demokrat akademisyenlerin dahi gerisine düşmüş, ideolojik açıdan NESNEL OLARAK ince bir kapitalizm savunuculuğu zemininde duruyor, bundan bir türlü kopamıyor demektir!..

2) EKONOMİK SINIRLAR İÇİNDE BİLE onun sadece “asıl olarak üretim alanında yaşanan tıkanma, sermayenin gerçeklenme/kendini genişletilmiş bir biçimde yeniden üretme mekanizmalarının teklemeye başlaması, kısacası sermaye birikim süreçlerinde yeni bir tıkanma” ile sınırlı olduğuna işaret etmekle yetinip (bunu isterse 30 bin tane alıntı desteğinde ya da “derin” görünmeye çalışan ağdalı ifadeler eşliğinde yapıyor olsun, farketmez), kapitalist sistemin yapısı ve temel yasalarının işleyişi bir bütün olarak gözönüne getirilecek olursa esasında kendisi de bir SONUÇ olarak ortaya çıkan bu sonucu doğuran -hem de ona gitgide kısalan tarihsel evreler halinde KAÇINILMAZ BİR SONUÇ özelliği kazandıran- daha temel ve belirleyici etkenler olarak;

a) Marks’ın Kapital’de de “kapitalizmin en önemli ve ayırdedici yasası” olarak tanımladığı kar oranlarında düşme eğilimi/yasasından -ve tabii onu önü alınamaz bir işleyiş haline getiren mekanizmaların işleyişinden- kopararak anmakla yetiniyorsa,

b) bunun da arkasında yatan belirleyici temel etken olarak kapitalizmin “kâr amacı ve mantığı” -ki bu emperyalizm aşamasında artık “herhangi bir kâr” olmaktan da çıkıp, aynı zamanda azami egemenlik eğilimini de beraberinde getiren “azami kâr” eğilimi ve dürtüsü halini almıştır- üzerine kurulu bir sistem olduğu gerçeğinden kopararak ele alıp anıyorsa,

c) Dolayısıyla esas sorunun, insanlığın üretici güç ve potansiyelleri yanında üretimin kazandığı toplumsallığın devasa boyutları ile mülk edinmenin özelliği arasındaki çelişkiye gelip dayandığı temel gerçeğine getirip bağlamıyorsa,

d) ve bu arada, bu krizin patladığı yer/alan/tetikleyici öğe vb.nin anlatılmaya çalışılması ile krizin nedeni/kaynağı/koku sorununun elbetteki aynı şeyler olmadığını ama bunların da her durumda her zaman çakışmayacaklarını “unutarak”, bunlardan birincisine işaret edildiği çok açık olan anlatımları dahi zoraki yapıbozuma uğratıp “farklılık yaratma meraklısı” demagojiler eşliğinde “finans mı üretim mi, para sermaye mi sınai sermaye mi, tavuk mu yumurta mı vb vb.” üzerine diyalektik özürlü karşıtlıklar kurarak totoloji yapmak yerine, meselenin emperyalizm ve onun neoliberal dönemde kazandığı karakteristik özellikleri ile de bağını kurma imkanını bize kazandıracak şekilde FİNANS KAPİTAL olgusunu, onun günümüzde kazandığı boyutlar ve biçimleri, iç bileşimindeki değişmeleri, hareketine yön veren yasa ve dürtüleri, vd. merkeze koymayı (ki bu, küçük burjuva akademisyenlerin bile dikkate değer kriz çözümlemeleri ortaya koydukları bir kesitte bizim çözümlemelerimize DEVRİMCİ MARKSİST temelde asıl özgünlük ve derinlik kazandıracak temel noktalardan biridir) akıl edemiyorsa, “net ve tavizsiz bir kapitalizm karşıtlığı”, “devrimci marksist bir çözümleme”, “emek eksenli politika” ya da “sosyalist duruş” vb. üzerine hangi iddialı görünümlere bürünürse bürünsün, Marksist bir ekonomi politik kavrayışı açısından, çocuklardaki “büyük görünme merakına” benzer bir “derinlik taslama” çabası olarak görülebilir ancak!…

Asıl kapitalizmin sınırları içinde kalan, onun en derin köklerine inmeyen ve nitekim bugün Türkiye’de EMEP’inden ESP’sine, KESK’inden kimi Türk İş sendikalarına kadar “neredeyse herkes”ten tutalım ABD’de orta sınıf vergi mükelleflerinin bile kolayca benimseyebildikleri -benimsemekte de güçlük çekmeyecekleri- “Krizin faturasını sorumluları ödesin/biz ödemeyeceğiz” muğlak sloganından öteye geçemeyen, bütün dönemsel strateji ve taktiğinin merkezine bunu koyan “stratejik perspektifler” işte bu sığlıkta türerler.

Bu sınırlar içinde kalan bir yaklaşım, bugünkü koşullarda, “sistemin restore edilmesi gereğine” inanan sistem savunucuları içinde bile kolayca yandaş bulmakla kalmaz; muhtemelen yakında tanık olacağımız finans işlemlerine Tobin vergisi turu vergi getirilmesi, para hareketlerinin bazı yönlerden sınırlanması, hatta bazı banka ve fon yöneticilerinin tutuklanması vb. vb. türünden showlarla da destekli olarak bu yetersiz ve muğlak kavrayışın kolayca “fatura sorumlulara ödetiliyor” yanılsamasına dönüşmesine şimdiden çanak tutmak anlamına gelir.

Çünkü bu kez bu kriz, şiddeti ve kazanacağı boyutların büyüklüğü nedeniyle burjuvaziyi -şimdiden Obamania’nın piyasaya sürülmesinde olduğu gibi- sisteme olan imanları tazeleme amacıyla bu tür göz boyayıcı yöntemlere başvurmaya da zorlayacaktır. Onun için sistemle olan sınırlar daha işin başında; yani şimdiden olabildiğince derin, net ve birçok yönden kazılmak zorundadır.

3) O sınırlar içinde söyledikleri ne kadar doğru olursa olsun her kim bu krizi, hala sadece “ekonomik kriz” sınırları içinde görüp tanımlamaya devam ediyorsa, o, bu seferki kriz dalgasının büyüklüğü ve derinliği yanında sadece yapısal kökleri bakımından değil kapsadığı -ve yayıldığı- alanlar bakımından da GENEL BİR KRİZ özelliği en başta olmak üzere ONUN ÖZGÜNLÜKLERİNİ hala göremeyen basmakalıp bir genellik içinde demektir.

Üretim ve finansın yanında ticaret-dolaşım ve kurumsal yapılanma yönlerini de giderek daha fazla içine alacak şekilde derinleşen ekonomik boyutunun yanında bu kriz, neoliberalizmin -bu arada onun “liberal demokrasi” demagojilerinin de- bütün temel argüman ve iddialarının gümbürtüyle çöküşünü beraberinde getiren ideolojik bir kriz özelliği ve boyutunu daha şimdiden kazanmış durumdadır (ki bu, burjuvazinin genel ideolojik hegemonyasında da bariz bir zayıflama ve derin bir çatlak anlamına gelir. Çünkü bu ikisi arasında, yani neoliberal ideoloji ve onun temel paradigmaları ile genel kapitalist-burjuva ideolojisi arasında kesin sınırlarla ayrılmış aşılmaz duvarlar (yoktur-eba) olması şurada dursun, bunlardan birincisi ikincisinin tamamı değilse de onun son 30 yıldır en etkin ve öne çıkan biçimidir. Dolayısıyla birincisinin göçmesi, ikincisi açısından da -tabii ki daha alt şiddette- bir kriz anlamına gelir).

Sistemin bugünkü haline bakan herhangi bir muhalif gözün bile kolaylıkla görebileceği ortadaki bu gerçeğin (boyutun) yanında, “yeni bir Bretton Woods sistemi” arayışlarına girilmesinden korumacılık eğilimleri ve devletçiliğin yeni biçimler altında hortlayışına kadar birçok belirtisi daha şimdiden ortaya çıkan sistemde yeni bir “yeniden yapılanma ihtiyacı”nın kendini göstermesinden tutalım (yeni bir-eba)“yeni dünya düzeni” taleplerinin yükselişine, emperyalizm çağında kapitalizmin temel toplumsal dayanağını oluşturan orta sınıflar içinde dahi yeni arayışların gözle görülür bir biçimde güç kazanmasından tutalım bizzat kendisinin en has temsilcileri tarafından bile kabul edilen bir gerçeklik olarak ABD emperyalizminin “inişe geçişi”ne kadar vb. vb. EKONOMİNİN DIŞINDAKİ ALANLARDA DA ÇOĞALIP YAYILAN kriz belirtisi somut olgusal gerçekler bu denli ortadayken bu krizi hala “ekonomik kriz” sınırları içinde algılayıp tanımlamak, onu olduğundan küçük göstermek anlamına gelir.

Bu nesnel olarak sadece ideolojik bir “sakinleştirici” olmakla kalmaz, içine girilen krizin bağrında taşıdığı imkanların da tehlikelerin de büyüklüğünün kavranabilmesini engeller; buna uygun bir konumlanışa geçişi sağlamak şurada dursun, rehavet ve gevşekliğin her türüne mazeret ve meşruiyet kazandırır. Sonuçta, sadece kriz algısındaki bu darlık bile, hangi cilaların altına saklanmaya çalışılırsa çalışılsın, krizin daha işin başında “devrimci” bir bakış açısıyla okunmadığını/okunamadığını gösterir.

Nitekim tarihte hep oportünizmin ağzından duyulmuş olan “gerçekçi olma” öğütlerini de beraberinde getiren bu yüzeysellikte bir okumanın vurguları da hep “burjuvazinin durumu çok geçmeden kontrol altına alıp stabilizasyonu yeniden sağlama olasılığının yüksekliği, sistemi fazla hasar görmeden yeniden restore etme güç ve yeteneklerinin gelişkinliği, emperyalist devletlerin dahi birbirlerinin kuyusunu kazmayı isteyemeyecek kadar birbirlerine bağımlı hale geldikleri”vb.vb. üzerine olmaktadır. Devrimci bir teorik faaliyet açısından meselenin asıl can alıcı ve tayin edici noktasını oluşturan, teorinin pratiğe bağlanacağı daha ilk temel halkada böylesi stratejik sonuçların çıkarılması elbette bir “yol kazası” ya da “tesadüf” değildir. Birincisi -yani sistemin nasıl çözümlenip yaşanmakta olan tarihsel sürecin nasıl okunduğu- kaçınılmaz olarak ikinciyi -ve benzer büyüklükte daha başka oportünist sonuçları- doğurur ve gerçekten de ASIL İŞTE BU “önemli bir ideolojik ayrım” konusu olmakla kalmaz; BÜTÜN AYRIMLARIN DA KAYNAĞINI OLUŞTURUR!..

Şimdilik bu kadarıyla yetineceğim bu kısa hatırlatmalar eşliğinde şimdi Yazar y. a sormak lazım:

Aşağıdaki alıntılar (ki bunlar da yine sana ait olan “Dünyada ve Türkiye’de Gidiş Başlıklı Yazı Üzerine” yazından yapılmışlardır), hangi sınırlar içinde kalan, nasıl bir kriz algısını yansıtıyorlar acaba ? Ve bunları, şimdi şu girişteki paragrafta söylediklerinle yan yana koyduğumuz zaman, sadece kriz algısı bakımından değil, teorik derinlik ve tutarlılık bakımından da nasıl bir tablo ortaya çıkıyor, hangisini nereye oturtmak gerekiyor?:

– “Avrupa ekonomilerinde kriz, İngiltere de finansal yıkımla, diğerlerinde, Almanya ve Fransa da finansal kriz etkisi görece daha az, durgunluk, bazı sektörlerde gerileme ve büyümede yavaşlama, işsizlik, enflasyonda artış vb. biçimlerle kendisini gösteriyor.”

– “İngiltere büyük banka iflaslarıyla finansal krizi daha şiddetli yaşıyor…”

– “… Merkelin finansla ilgili yıkıcı gelişmeleri “önleyecek” yasal düzenlemeleri ABD nin yapmamasını eleştirerek ortak kurtarma programını kabul etmemesi..”

– “Ayrıca kriz ve onun ABD deki etkileriyle birlikte düşünüldüğünde, AB değil de dünya ekonomisi ve emp rekabet açısından bakılırsa doların rezerv para olma durumunun sarsıldığı ve bunu kaybetme olasılığının arttığı bir tablo var bugün. Ve her şeye rağmen en güçlü aday, göreli ağırlığını artıran para eurodur. Ayrıca İngiltere neoliberal politikalarını bu biçimiyle sürdüremeyecek, kısmı ya da kapsamlı bir revizyona gidecek. Gelirse Obamanın izleyeceği politikalar daha farklı gelişmelere de yol açabilir…”

– “.. Henüz neo liberalizmden bile vaz geçilmiş bir durum yok. Finans sisteminin kontrolü ve yeniden düzenlenmesi gibi tamirat ve yamalar yapılıyor. MB larının kur-faiz dengelemeleri, genel olarak monetarizm temelli para politikaları üzerinden denetim ve regülasyon sağlamanın sürdürülebilirliği kalmadı. Doğrudan ve dolayl kamulaştırmalar-tekelci devlet kapitalizminin versiyonu olarak- gerçekleştiriliyor…”

– “..Finansal dalgalanma ve borsa krizi, ABD yi olduğu gibi Rusyayı da, Japonyayı da , AB yi de, Türkiye yi de vuruyor. Bir dolardaki aşırı düşme Çin inde işine gelmiyebiliyor. Çin de üretilen malların en büyük alıcısı ABD. ABD pazarında daralma Çindeki üretimi de büyüme hızını da yavaşlatacak….”

– “… ABD ekonomisi, bütçe açıkları en fazla olan ekonomi. Kriz kurtarma paraları, ekonomik maliyetleri çok daha büyütüyor. Dış kredi ve borç imkanları daralıyor. Iraktaki ve dünyaya yayılmış askeri gücün maliyeti sorgulanıyor. Askeri ve diplomatik olarak uzak bölgelere yönelindiğinden arka bahçenin, latin Amerikanın kaybedildiği de dış politikaya ilişkin temel eleştirilerden birisi.Tüketici kredileriyle içte şişirilen ekonominin kırılma riskleri arttı, hızlı daralma tehditi var. Son kurtarma operasyonları, büyük bütçe açığı olan ABD ekonomisinde büyümüş bir finansal açık ve sorun yaratacak….”