‘Emperyalizm’ Semineri

2003 yılında gerçekleştirilen seminer notları

ABD’nin yeni stratejisinin ayırt edici çizgileri nelerdir”

Y: Bugünkü, bugün ve yarınki seminer konumuz, daha önceki yönlendirme yazısında belirttiğimiz gibi ABD’nin yeni emperyal stratejisi bunun dünya çapında yol açtığı ve açacağı sonuçlar, tehlikeler ve olanaklar. Konuyla ilgili sizlere daha önce önerdiğimiz kaynakların, hangi perspektifle incelenirse daha iyi olacağına dair çıkarılmış genel bir plan var. Öncelikle sizleri, belirli bir sırayla konuya dair değerlendirmeler ve çıkardığı sonuçları aktaracak yoldaşların konuşmalarını dinleyelim daha sonra onların genel bir toplamını yaparız.

Bu arada şöyle bir yöntem daha yararlı olur, konunun bütününe dair değil de belirli parçalara bölerek o parçalar üzerinde yoğunlaşmış bir tarzda konuşursak ve her bölümün sonunda bir toparlama yaparsak bu hem dağınıklığı önleyecektir hem de çıkaracağımız yeni sonuçlar ve tartışma noktalarının belirlenmesi açısından yararlı olacaktır. Bu anlamda bence ilk etapta bir giriş babında “ABD’nin yeni stratejisinin ayırdedici çizgileri nelerdir” başlığı altında söylemek istediklerimizle başlayalım. Bu konuda konuşma yapacak her yoldaş özellikle de önerilen kaynaklar ve onun dışında kendisinin yaptığı araştırmalar temelinde altının çizilmesinde gerekli gördüğü noktaları vurgular ve bunlara dair kendi görüş ve değerlendirmelerini ya da kafasında oluşan soruları gündeme getirirse bunların üzerinde konuyu açarak birbirimizi tamamlayarak sürdürürüz.

İkinci ana başlık olarak, bu yeni emperyal stratejinin, “ABD stratejisinin dayanakları, hareket noktaları ve nedenleri nelerdir?” Bu ana başlık altında rakipsiz askeri güç, ekonomik durum, özel olarak petrol ve diğer enerji kaynaklarının emperyalist rekabetle giderek artan önemi, Amerika’nın ideolojik, kültürel; genel olarak emperyalist sistemin özel olarak Amerikan emperyalizminin askeri güç dışında kalan hegomanya araçlarındaki zayıflaması, yani alt başlıklar olarak o yönlendirme yazısında belirlenen noktalar bu alt başlıklar içerisinde bu ikinci ana bölümde işlenebilir.

Üçüncü ana başlık olarak “ABD’nin bu yeni yönelimini bugün ve gelecekte doğurduğu ve doğuracağı sonuçlar” üzerinde duralım. Gerek şimdiden kendini gösteren süreçler -bir atıfta bulunalım örneğin Birleşmis Milletler ve NATO’yla ABD ilişkileri-, keza ABD ile Avrupa Birliği ve Rusya, Japonya, Çin gibi diğer emperyal güçler arasındaki ilişkiler, küreselleşme karşıtlığına son süreçlerin kazandırdığı içerik.., gibi zaten herbirimizin görüş alanı içerisinde olan doğrudan sonuçları bu bölüm altında -bu yönelimin bugün ve gelecekte doğurduğu ve doğuracağı sonuçlar kapsamında- değerlendirirken bir diğer boyutuyla da kendisini çok güçlü bir biçimde maddi sonuçlarıyla ortaya koymasa da bu sürecin tetikleyeceği süreçler neler olacaktır? Bu anlamda dip akıntılar kapsamında bizim bugünden yakalamamız gereken çizgiler ve unsurlar nelerdir bunun üzerinde duralım.

Dördüncü ana başlık olarak; bu yönelim ve ortaya çıkan sonuçların Leninist emperyalizmin tahlili ışığında bir değerlendirmesini yapalım. Bir başka ifadeyle Leninist emperyalizm tahlilinin günümüzde kendini olayların gelişimiyle de tekrar tekrar doğrulayan güncelliği, isabetliliği ve geçerliliği konusunu teorik bilgilerimizi tazeleme ve güne uyarlama kapsamında yeniden değerlendirelim.

Beşinci başlık olarak, “antiemperyalist mücadelenin artan önemi ve o mücadelenin sosyalizm perspektifine bağlanması zorunluluğu ve imkanları” sorunu üzerinde duralım. Son, daha doğrusu altıncı ana başlık olarak, konunun aslında hem bir bileşeni, aynı zamanda yan ve çevreleyen konular kapsamında bazı alt başlıkların üzerinde kısa kısa durabiliriz. Örneğin Amerika’daki yeni strateji tartışmaları…

Bugün egemen olan çizgi, biliyorsunuz rakipsiz bir çizgi değil. Önleyici saldırı doktrini olarak ifade edilen çizgi, ‘90’ların ortalarından beri Amerika’daki strateji tartışmalarında ortaya çıkan, son yıllarda atak yapıp egemen hale gelen bir çizgi. Bunun dışında Amerika emperyal çevreleri içerisinde farklı bir yaklaşımlar da söz konusu. Mesela, bunlardan önemli olan bir tanesi ‘deniz ötesinden dengeleme stratejisi’ diye önerilen strateji. Sonuç olarak çevreleyen konular kapsamında, ABD’deki yeni strateji tartışmaları üzerinde duralım. Keza Amerikan askeri stratejisi ve örgütlenmesinde ortaya çıkan yenilikler; bir başka ifadeyle özellikle Yugoslavya’nın parçalanması Afganistan ve en son Irak saldırılarılarının ortaya koyduğu somut veriler ışığında, Amerika özelinde, giderek dünya çapında yaygınlaşma ve genelleşme eğilimi gösteren yeni savaş stratejileri ve buna uygun yapılanların ne olduğunu, askeri yapılanmadaki gelişmelere bir göz atalım. Yine bir alt başlık ve çevreleyen konular kapsamında, bu saldırgan emperyal politikanın bir ayağı olarak da Amerika ve belli başlı emperyal ülkelerde devletin yeniden yapılandırılması kapsamında, bunların iç siyasal ve hukuksal süreçlerinde ortaya çıkan gelişmeler üzerinde duralım. Yine çevreleyen konular kapsamında çokça popüler olan ‘imparatorluk’ teorisi ve inparatorluk kavramı üzerinde duralım.

Nihayet bütün bu tartışmaların ışığında, komünistler olarak önümüzdeki yılları kapsayan süreçte, sınıf düşmanlarımızın bu yönelimlerinin -bizim devrim ve sosyalizm mücadelemiz açısından- beraberinde getirdiği olanaklar ve tehlikeler üzerinde duralım. Bugünkü faaliyetlerimiz açısından da çıkarmamız gereken dersleri sistematize etmeye çalışalım. Biraz önce de söylediğim gibi, bu ana başlıklar temelinde konu aslında birbirinden koparılamayacak yönler içeren bir bütünlük taşıyor. Fakat tartışma ve yazma eyleminde olduğu gibi, gerçekte birbirlerinin içine geçmiş bu farklı yönleri biz daha sistematik, dağınıklığa yer vermeyecek bir yöntemle işleyebilmek için böyle ana parçalarak ayırarak işlersek verimli bir tartışma yürütebiliriz.

Elbette ki bu şu demek değil, her bölümü tartışırken o bütünlük ilişkisinden dolayı mutlaka daha sonra ele alacağımız yönlere de değinmeler olacaktır O yanıyla rahat hareket edin, düşüncelerinizi özgürce ifade edin, o dağılmaları toparlarız. Ama tabii ki mümkün olduğu kadar dağınıklığa meydan vermemek, konunun ucunu kaçırmamak açısından da bu ana bölüm başlıklarının eksenini gözeterek bir tartışma yürütürsek daha verimli olacaktır. Ve her bölümün arkasından o bölüme, o parçaya ilişkin genel bir toparlama yaparız. Bu çerçevede konuşmak isteyen yoldaşlar başlasınlar.

Emperyalizmin gerici yönünün ortaya çıkarılması”

Mu: Yeni çizginin ayırdedici özellikleri nelerdir; yani kaba başlıklarıyla onlar üzerinde biraz duralım; zaten konu sıralamamızda da var. Birinci başlıkta; şimdi yeni çizgiye dair tartışılan tonlarca şey var. Bir tarafta bu savaş durumuyla açığa çıkan ABD’nin saldırgan tutumu, saldırgan tutumuna uygun örgütlenme ağı, hem kendi ülkesi içerisinde, hem de dünyanın birçok yerine dayattığı, ulaştırmaya çalıştığı bir örgütlenme biçimi, bir örgütlenme sistemi, yani daha çok askeri örgütlenmenin öne çıktığı, zorun öne çıktığı, zor örgütlenmesinin bütün ayaklarıyla birlikte yeniden ele alındığı yeniden tartışıldığı bir şey. Burada bizim yıllardır öğrendiğimiz bir şey var. Yani Dimitrov’la birlikte de şekillenen bir faşizm tahlili var; faşizmin tahliliyle bugün emperyalizmin geldiği bağıntı ekseninde şekillenen belli şeyler var. Şimdi bir taraftan dünya ölçeğinde o krizlerin basıncıyla birlikte ortaya çıkan örgütlenme modeli. İşte Dimitrov’un, ‘emperyalizmin en gerici, en şoven…’ vurgusu bugün çok boyutlu bir biçimde öne çıkıyor. Emperyalizmin baştan aşağıya örgütleniş biçimi artık o burjuva demokrasisinde ortaya çıkan, şekillenen çeşitli liberal açılımlar her geçen gün alabildiğince daraltılıyor, alabildiğince kısıtlanıyor, alabildiğince yok ediliyor, bastırılıyor. Ve en temel şey, bugünkü ayaklarıyla oturtulmaya çalışılan en temel şey o faşizan örgütlenmenin ya da faşizan yönetim biçimlerinin öne çıkmış hali var.

Şimdi burada “burjuva demokrasisi tarihe mi karışıyor” ya da “bugünkü haliyle burjuva demokrasisinin geldiği nokta ne”, “sınıf mücadelesinin bundan sonraki seyrinde o burjuva demokrasisi nereye oturacak?”… Yani onun içeriklendirilmesi kendileri açısından nasıl olacak? Ya da biz proletaryanın temsilcileri olarak bunu nasıl tanımlayacağız? Şimdi bu birçok yönüyle mücadelenin ayaklarının örülmesine de yani bu tartışmayı da, kendi içerisindeki farklılaşma, şekillenme mücadelenin hangi ayaklar üzerine oturtulacağı noktasında da bu varsayımı ya da tartışmayı gündeme getiriyor.

Ben o boyutlarıyla emperyalizmin örgütlenme biçiminde, uygulama biçiminde ortaya çıkan bu farklılaşmanın bu yeni gelişimin birçok yönüyle tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Biz devletin yeniden yapılandırma yazısıyla birlikte bugünü öngören bir hat çizmiştik. Yani emperyalizmin kendini yeniden örgütlemeye çalıştığı eksenden ta o günden ortaya çıkan DP’lerde “Devleti Yeniden Yapılandırma” yazısındaki vurgular, bugün gelinen gündemle birlikte bir doğrulanma biçimde ortaya çıkıyor. O devleti örgütleme biçimi, merkezileştirme biçimi, ama bu merkezileştirme sadece ekonomik olarak varolan sistemin en elit tabakalarda toplanması ya da sermaye birikiminin en elit tabakalarda toplanması biçimiyle de değil, aynı zamanda yönetim biçimleriyle de artık o elit tabakanın çok somut bir güç haline gelmesi, bütünüyle ayaklarının üzerine oturması süreci yaşanıyor. Bu kendi içerisinde bir ton ayrışmayı, tartışmayı, çelişkiyi de gündeme getiriyor. Emperyalistler arasındaki iç çelişkileri, çatışkıları gündeme getiriyor, sınıflar arasındaki çatışkıları, çelişkileri daha yoğunlaştırarak gündeme getiriyor. Ama bugünkü boyutuyla öne çıkan ve baskın kılınan yön, emperyalizmin en gerici yönünün ortaya çıkması, en saldırgan yönünün ortaya çıkması.

Yu: Artık hangi tanımı kullanmak daha uygun olabilir, öndüşünce olarak açarsan…

Mu: Sonuçta bugün ortaya çıkan yönetim biçimi ya da bugün uygulanmaya çalışılan yönetim biçiminde kendi içerisinde onun o liberal açılımlarını, liberal yönetim tarzlarını reddeden, yok sayan bir örgütlenme modeli olarak şekillenmiyor. Yani onu bu noktaya getiren o krizin baskılaması. Sermaye geçişkenliğini kendi içerisinde daha da merkezileştirmenin aracı olarak zor uygulamasını gündeme getiriyor. Ya da yeni pazar alanlarını daha hızlı bir şekilde ekonomik anlamda sömürgeleştirerek, ekonomik anlamda kendine bağımlı kılarak yeni alanları açma noktasında zorlanıyor; bu anlamda daha çok askeri zoru öne çıkararak sermayenin akışkanlığının önünü açmaya dönük bir yönelime giriyor. Ama bundan sonra tamamen böyle şekillenecek diye bir sabitleme yapma şansımız yok. Yani sermayenin yoğunlaşmasıyla birlikte açığa çıkacak yeni ilişkiler ya da yeni pazar alanlarında ortaya çıkarılacak üretkenlikler -sözgelimi 10 yıl sonra 20 yıl sonra- daha farklı bir zeminde gündeme gelebilir. Yani şu değil; liberal açılımlar ya da liberal politikalar bütünüyle yok sayılacak ortadan kaldırılacak değil. Bugünkü dengeler boyutuyla, bugün şekillenen emperyalistler arası dengeler boyutuyla kendi yaptıkları tespitlerle birlikte halk ayaklanmalarına karşı alınacak önlemler, bu kapsamda ortaya çıkarılan askeri örgütler… yani bütün bunlar aslında kendi iç tartışmalarıyla da birlikte bugün güncelleştirilen, yani bugünün ihtiyaçlarına cevap veren bir örgütlenme modeli olarak gündeme getirilen bir uygulama; bu anlamda burjuva demokrasisi tanımının tarihe karıştığını düşünmüyorum. Ya da burjuva demokrasisi tanımının bütünüyle ortadan kalktığına dönük bir şey yok, varsayım yok; ama şunu görmek gerekiyor: Faşizmle burjuva demokrasisi arasındaki ilişki dünkü kadar birbirinden ayrıksı durmuyor. Ya da dünkü kadar birbirinden çok farklı şeyler olarak şekillenmiyor; ya da bizim kafamızda -ya da benim kafamda- oluştuğu kadarıyla birbirinden çok ayrı şeyler değil. Yani faşizmde ve burjuva demokrasisinde yönetim biçimindeki uygulamalar bugün artık birçok boyutuyla iç içe geçmiş. Yani birçok boyutuyla iç içe geçen, şekillenme biçimi. Bu anlamda “Şurada burjuva demokrasisi var, burada faşizm var, şurada diktatörlük var, şurada bilmem ne yok”… çok keskin biçimlerde, net biçimlerde ifade edecek durumlarda olmadığımızı düşünüyorum.

Mesela ,“ABD’de burjuva demokrasisi var, faşizm yok” diyemeyiz ya da “faşizm var, burjuva demokrasisi yok” diyemeyiz; birbirinden bütün çizgileriyle bu kadar ayrılan bir şey yok. Faşizmdeki uygulamalarla burjuva demokrasisindeki uygulamaların kendi içerisinde sentezlendiğini, iç içe geçirildiğini görmek gerekiyor. Buna bir tanım bulunur mu, buna bir tanım getirilir mi, yani bunlar gündemde. Çünkü Marksist literatüre bakıyoruz ya da ondan sonra ustaların ortaya koyduğu açılımlara bakıyoruz, genel tartışmalara bakıyoruz her dönem kendi içerisinde tanımlanıyor. Belli ifadelerle tanımlanıyor ama bugünü faşizm de tek başına tanımlamıyor, burjuva demokrasisi de tanımlamıyor, neoliberalizm de tanımlamıyor, küreselleşme de tanımlamıyor ya da askeri diktatörlük de tanımlamıyor. Yani bu anlamda bütün iç içe geçen uygulama biçimleri bugüne uygun bir tanımı gündeme getirmedi yani bugünün ihtiyacına cevap veren Marksist bir literatürü geliştirmek ve ortaya koyabilmek gerekiyor. O anlamda bunun tanımı ne olur? Nasıl şekillenir? Onu koyacak durumda değilim.

Se: ABD emperyalizminin son yönelimi genel olarak Avrupa emperyalistlerini de kendi aralarında birlikler yapması askeri birliklere falan gitmesiyle de birlikte kendi iç dengelerindeki ekonomik zayıflıklar, gittikçe büyüme hızındaki düşüşleriyle birlikte saldırganlığı da gündeme getirdi. Sermaye birikimini de tekeller aracılığıyla aktarmanın dışında askeri gücü de direkt alana yığma biçiminde alan hakimiyetini sağlamak. Ayaklarını Asya’ya bastığı zaman oradaki petrol rezervlerini verip hepimizin bildiği benzeri şeylerden kaynaklı gelmiştir. Fakat yoldaşın o belirlemeleri üzerine şey noktasında da tartışma kendisini gösteriyor.

Burjuva liberal akımlar arasında da diyelim daha önceden sermaye ihracı esas alanlara yönelikti, eski sömürge ilişkilerinde savaş araçlarıyla askeri gücün yığınak hale getirilmesi daha sonra sermayenin aktarılması ama yeni ve şu süreçte tekrar askeri gücün öne çıkarıldığı ve alanın komple kuşatıldığı, sermaye ihracının bir biçimiyle yine devam ettiği ama esas alanın da askeri güçle dengelenmeye çalışıldığı ve bunu sürekli istikrarlı hale getirmek için de 30 yıllık, 40 yıllık planlar yapıldığı da görülüyor. Yine Afganistan belki genel stratejik denge Avrasya modeli dedikleri o ilişkilere girme, oradaki doğalgaz yataklarına ulaşmak sonra Ortadoğu’ya ulaşmak, emperyalistlerin kendi aralarındaki ilişkilerinde, yeni dünya düzeni dediğimiz o düzensizliğin burjuva medya tarafından ya da liberal burjuva akımları tarafından ya da kendisine Marksist diyen akımlar tarafından hızlı bir şekilde yeniden dünyanın emperyalist güçler tarafından eski savaş müdahalesinin güleryüzlü olacağını, çok yumuşak yüzlü olacağını, insan haklarının ve demokrasinin biraz daha gelişkin bir şekilde hayata geçirileceği noktasındaki şey çok kısa bir süreçte boşa çıktı iki yıl gibi bir süreç içerisinde.

Fakat emperyalistler arasındaki çelişkilerin bu yumuşama süreci asıl soğuk savaştan sonra, Sovyetler’in dağılışından sonra o süreç hızlı bir şekilde aşılarak çelişkiler hızlı bir boyuta erişti. Avrupa Birliği’nin yaygınlaşması işte bunu kendini hayata geçirmesiyle birlikte de ABD emperyalizminin Avrupa hegemonyası ilişkileriyle de 3 bölme, gittikçe onları kendi arasında bölerek dengeleri yeniden kendi aleyhine çevirmeye çalıştı. Ekonomik olarak da hızlı bir şekilde müthiş bir iç borçlanmayla karşı karşıya kalan ABD ekonomisinin tek çıkış yolu rezervlere ulaşmak, yani varolan yeraltı ve yerüstü rezervlerine ulaşma tutumunu açık bir şekilde ortaya koydu. Burada antiemperyalist özelliklerin gelişmesi, geniş kitleler tarafından emperyalizme karşı öfkenin biraz da bilince çıkarak -aslında örgütlü değil ama küresellik vb. akımlar biçiminde de olsa- emperyalizmin bir canavarlık olduğunu, emperyalizmin bir barbarlık olduğunu dövizlerden, kitlelerin, sıradan insanların taşıdığı şeylerden de görebiliyoruz.

Ortadoğu’yla ilgili de diyelim o Irak Savaşı, Ortadoğu savaşının genel politik düzeylerine baktığımızda Ortadoğu halklarını tümüyle körleştirebilecek bir süreci hızlı bir şekilde yaygınlaştırdığını, hatta bir ayağını da ülkemize attığını, süreçte atacağı adımlarla bizler de karşı karşıya kalacağız bir sürecin bir parçası olarak. Burada antiemperyalizmi, siyonizmi işleyen Ortadoğu halklarına yönelik belli bir çalışmanın içerisine girmemiz gerektiğini özellikle düşünüyorum. Artı şu da var; biz kendi ülkemize sadece yani kendi sınırlarımız içerisinde yani biz örgüt olarak ya da Marsist Leninistler olarak ya da işçi sınıfının genel süreci açısından şöyle değerlendirdiğinde, sadece kendi ülke eksenimizde politika yaparak acaba ne kadar verimli olabileceğiz? Çünkü yanı başımızda ABD emperyalizmi hızlı bir şekilde süreçlere müdahale ettiği ve bizim attığımız her adımın şu süreçte boşa çıkarıldığı bir süreci yaşıyoruz. Buradan Ortadoğu’ya yönelik özgün politikaların geliştirilmesi gerektiğini ve Ortadoğu halklarının da antiemperyalist ve siyonist yaklaşımlarını devrimci bir içerikle ilişkilendirmek -uzun evrim, belki bu kısa süreçte olmayacaktır da-, oraya yönelik özgün politikaların geliştirilmesi gerektiğiyle ilgili de bir çalışmanın yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Mutlaka oradaki çıkacak antiemperyalist olanaklar emperyalizme karşı örgütlenmeler, çevre örgütlenmeleri, işçi örgütlenmeleri vb. örgütlenmeler de çıkacaktır.

İşte imparatorluklar yazımında ya da diğer değişik yazımlarda tek ülkede sosyalizmin ayakta duruş koşullarıyla hızlı bir eleştirel sürecin kendisinin de yaşandığı, bunun olmayacağı noktasında sosyalizm teorisine oradan da bir saldırı geliyor ve bu gelinen süreçte ABD emperyalizminin tek başına her alanı istediği gibi alabileceğini ve bunun karşısında durabilecek hiçbir gücün olmadığı noktasında da emperyalizmi kutsayan onun karşısında hiç bir gücün durmayacağı teorisini hızlı bir biçimde yerleştiriyorlar. Bundan emperyalistlerin kendi arasında kurduğu ilişkiler, diyelim NATO’dur, Birleşik Milletler’dir onun anayasal hukuklarıdır… bunların hızlı bir şekilde çiğnendiği açıkça bir şey sürecine doğru gittiğimizi görüyorum; yani bir savaş, dünya savaşına doğru hızlı bir şekilde gidişi görmek gerekiyor.

Çünkü gerçekten Avrupa’daki işçi sınıfı ve emekçilerin temel hak ve özgürlüklerinin hızlı bir şekilde törpülendiği, yok edildiği bir süreç yaşıyoruz. Kırıntılarla yetinilen bir süreç. Bundan 10 yıl önce çok daha farklı ekonomik taleplerle karşı karşıyayken işçi sınıfının temel şeyleri yakıcı bir şekilde yok ediliyor; bunu da görebiliyoruz. Herkesin ekonomik anlamda çok kötü durumda olduğunu, koşulların gittikçe geri bir noktaya dayandığını, işçi sınıfının şu veya bu ölçüde Avrupa’daki temel öngörülerinde ve çıkışlarında sendikaların sürekli devlet politikası izlediği ve sınıfı o noktada etkilediği bir süreçte artık bunun gittikçe ortadan kalkacağının ve sınıfın da buralarda daha biraz radikal duruşlar sergileyeceğinin nüveleri de ortada.

Ya bendensin ya ondansın”

Bu anlamda ben Lenin’in emperyalizm teorisini tekrar okudum ve onunla ilgili alıntılar var Orada ben şeyi görebiliyorum, yani bu yakın süreçler içerisinde Marksizm-Leninizm’in bir kere daha doğru olduğunu, bir kere daha o dönemsel süreçler içerisinde sürekli kendisini hissettiren, bu kadar yakıcı bir şekilde dünyanın üzerine jandarma gibi inmiş kan emicinin artık o demokratik kurumlarını, kendi kurduğu kurumları da yerle bir edeceğinin, o itfaiyeci rol oynayan, bizim de yer yer destek verdiğimiz o kurumların ve artık renklerinin çok net bir şekilde ortaya koymak -sendikalar olabilir, İHD olabilir vb. kurumlar açısından değerlendirdiğinde-, bunların da net duruşlar içerisinde olması gerektiğini de görebiliyoruz. Çünkü artık öyle bir şey ki Bush’un açıkça ifade ettiği “ya bendensin, ya ondansın” şeyinin bize de yansıyacağını ve artık net bir duruşun da burada sağlanacağını, aynı zamanda Türkiye emekçileri açısından da müthiş bir olanak doğuracağını, fakat buna yönelik bizim çok sağlam örgütlülükler geliştirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Burada biz programsal açıdan şöyle bir baktığımızda emperyalistlerin ya da burjuvazinin genel (…) programı üzerinden güçlü devrimci örgütler bunun üzerine politika yapıyorlar. Yani sosyalizmin hedefi çok net ortaya konmuş, çalışmanın kendisi ortada yok. Yani MGK’nın dağıtılması, Kürt ulusal sorununun kısmi bir şekilde -dil ve özerklik şeklinde-çözülmesinden tutun da, askeriyenin hızlı bir şekilde (…) çıkarılması, demokratik hakların verilmesi, işkencenin kaldırılması, özelleştirmeye karşı çıkan burjuvazinin bir kısmı… Devrimci literatürde üzerinde hızlı yoğunlaştığımız bu konuların TÜSİAD vb. programların hızlı bir şekilde ortaya çıktığı, ondan da bunlar kitlelerin gözünde şöyle bir baktığında devrimci kamuoyu geneli açısından aynı noktada seslenen bir duruma da düşüyoruz. Sendikadaki çalışmalar vb… Bizim özgülümüzde ortaya çıkan net şeyler var, bunların buraya oturması gerektiği, biraz daha ileri taşınması gereken hedefler var; fakat sosyalizm hedefini net ortaya koyması ve bu sürecin bununla taçlanabileceği noktasındaki temel öngörüler de zayıflıklar var.

Yani bizde de bu var; sosyalizm hedefinin net ortaya konması, yani sosyalist rengin biraz daha öne çıkarılarak burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin de bu çerçevede işlenmesini ya da ben şey anlamda, deprem broşürünün çok ilginç özellikler taşıdığını düşünüyorum. Çünkü net onu hedeflemiş onu koymuş; evet, burada bu da olur biçiminde. Bu önemli bir şey ama aynı zamanda burada şey de ortaya çıkıyor. Yeni bir enternasyonalin yaratılması belki bugünün sorunu değil ama yakıcı bir şekilde antiemperyalist kurul ve kuruluşların ve kendi arasında bu kadar net savaş çizgilerini atarken işte korkunç bir bloklaşma da var emperyalizme karşı. Ama ona karşı ortak, sosyalist nüveleri içinde taşıyacak bir bloklaşmanın olmadığı ve bizlerin de bunun dışında olduğumuz, daha önce Ortadoğu’yla ilgili biz Türkiye devrimci hareketini biz de dahil olmak üzere çok böyle dışında olduğumuz Ortadoğu halklarıyla ilgili genel gelişme açısında çok dışında olduğumuz daha düne kadar yanı başımızdaki İran’da gelişmeler olurken onu bile çok çok sonraları “Bu da mı varmış” biçiminde öğrenebildik. Bu anlamda Ortadoğudaki o genel gelişmenin kendisine de örgütümüz açısından böyle genel politikalar nasıl seslendirebiliriz, oradaki özgünlükler neler olabilir, emperyalizm çerçevesinde, emperyal gelişme çerçevesinde neler yapabiliriz diye şey vermek gerekiyor.

Geçen yazı okuyorum, siz diyor Fransa’da “Aslında siz Ortadoğu ülkesisiniz” diyor BBC. Ama diyor siz Fransa’dan daha uzaksınız diyor Ortadoğu’ya, Fransa daha yakın Ortadoğu’ya. Onu örnek verirken bizim Türkiye halkının ya da Türk burjuvazisini de aynı zamanda söylüyor çok daha uzak durduğunu falan. Bu noktada Ortadoğu’ya böyle bir şey yapmak gerektiğini de görmek gerekiyor. Ama ya gerçekten bugünkü örgütlenme noktasında ben çeşitli bireylerle -düşmüş olabilir- şu anda devrimci örgütlerin çeperinde mücadele eden gerçekten deneyimli dürüst insanlardır; bizim yoldaşlarla tek tek sohbetlerimizde de şöyle bir şey ortaya çıkıyor, onlarla (…)

Aşağı yukarı anlatacağım şeyler, senin de o tekrarlayacağın şeyler genel şeyler; daha çok çelişki noktalarında söyleyeceğim ve 3-4 tane soru soracağım. 1. Bizim Ortadoğu’daki politikalarımız neler olabilmeli -örgüt anlamında söylüyorum-, örgütsel anlamda neler yapabiliriz? Ortadoğu’ya yönelik mutlaka fiili anlamda değil ama söylem düzeyinde bunu yavaş yavaş geliştirebilecek düzeyde neler yapabiliriz? 2. Lenin’in emperyalizm teorisiyle ilgili o yapılan eleştiriler, bu ulus devlet yaklaşımından gittikçe emperyalizme kadar giden o saldırıların biraz önce yoldaşın da belirttiği faşizm burjuva demokrasisi kavramı içerisinde sermaye ihracının daha önce sömürgeler, askeri yığınaklarla halledilmesi daha sonra sermaye ihracı, daha sonra tekrar yeniden askeri gücün hızlandırılması noktasında ki o sorunu görmek ve tek ülkede sosyalizm (…) eleştiriler noktasında da oraya gelecek. Orada gerçekten tek ülkede sosyalizmin kendi varlık koşullarını sürdürebilme olanakları nedir? Ne değildir? Aynı zamanda da bu burjuva kurumlara yani bu İHD’sinden tut da örneğin daha uç noktadakini söylüyorum İHD’ye benzer kurumlar işte sivil toplumcu örgütleri, daha düne kadar Green Peace örgütleri Türkiye’de 4 bin tane 10 bin tane üyele ulaşıyor. Birdenbire herkese ulaşıyorlar herkes bu ara kurumlar, devrimin de o dinamiklerini kurutan bir (…) haline geldiler aslında ve bunlara karşı tutumlarımız ne olacak?

Nasıl bir politika ve yaklaşım”

Yu: Bundan sonra ne gibi politikalar üretmeli nasıl bir yaklaşım içinde olmalıyız 1 bu soruyu tartışmak yararlı olur diyorsun. İkincisi, Leninist emperyalizm teorisinin eleştirilerine yanıt ve o teorinin günümüze doğru geliştirilmesi yönüyle görevlerimiz neler? Bunun içerisinde tek ülkede sosyalizm anlayışını artık nasıl ele alıp yorumlamalıyız diye bir soru gündeme getiriyorsun. 3. Bir de bu İHD Green Peace ve benzeri gibi örgütlere ve akımlara güçlere karşı yaklaşımımızda neleri gözetiriz. Tamam değil mi?

Er: Şimdi en önce yoldaşın dedikleriyle başlamak istiyorum. Yani artık bugün burjuva demokrasisinden bahsedebilir miyiz? Burjuva demokrasisi kavramı artık tarihe mi karıştı, vs. Bence bu tür verileri sadece günle değerlendirmemek gerekiyor. Günü değerlendirmemek lazım; tarihe baktığımızda, Alman faşizmi geldiği zaman da burjuva demokrasisinin tarihe karıştığı vs. vs. söyleniyordu ama özellikle Lenin’in öyle bir belirlemesi var ki; -bu Marks’ta da var aslında- burjuvazinin iki yöntemi var yani sopayla havuç politikası. Bu her zaman için geçerli bir şey, koşullarının gerektirdiği, hangisi öne çıkar hangisi ne olur o günün koşullarının belirleyeceği bir şey. Bundan dolayı tarihe karıştığı falan yok ama bugün faşizmin daha ön plana çıkması, baskının, terörün, zorun daha öne çıkması; hatta bugün Bush’un konuşmalarından da bunu görebilirsiniz: “Ya bizdensiniz, ya karşımızdasınız”, yani ya boyun eğeceksiniz veyahut bize itaat edeceksiniz.

Burjuvazinin bugünkü genel yönelimi bu, ama sadece Amerikan emperyalizminin değil. Doğal olarak da bu politika diğer emperyalistlere de, burjuva devletlere de yansıyacaktır. Ama burada şimdiden böyle birşey çok çok erken olur; üstelik doğru da olmaz diye düşünüyorum. O yüzden sadece güncellemeye, belki hatta bu bir savaşa, 3. Dünya Savaşı’na doğru da evrilebilir. Ama bu süreçten sonra yine de (…) yani bu iki sistemi var, iki sistem -hangi kitaptaysa hatırlamıyorum ama Marks’da da var- iki yöntem sopa, havuç politikası bunlar iç içe geçmiştir; hiçbir zaman için tekine değil ama bunun ikisine de her zaman, her dönem ihtiyaç duyacaktır. Bunun da ötesinde emperyalizmin hedefi, her zaman ister ki her türlü baskıyı uygulamak, hiçbir hakkını (…) vermemek, kendi içerisinde demokrasi vermemek, etmemek onun her zaman özlemini duyduğu ve özleyeceği bir şeydir. Ama bunu belirleyecek olan esas temel nokta da şudur, halkların mücadelesi, emekçi kesimin, sınıfın mücadelesi bunu belirleyecektir.

Diyelim bugün Irak’ta birçok politikaları falan var, bunu hayata geçirip geçirmeyeceğini gerçekten dünya genelinde olduğu gibi özgülünde de Irak halkının buna karşı gelişecek, geliştireceği mücadele belirleyecektir. Yani şimdiden hatta zaten Amerikan emperyalizmi şu gün böyle bir sıkışmışlık bir durumunda. İnsanları düşünceleri böyle tahteravalli gibi gidip geliyor. Umrkasr’da, bir direniş olunca “Aaa işte Saddam bak şey, Amerikan emperyalizmi batağa battı” diyorlar. Ondan 3 gün önce de herkes “Amerika orayı bir haftada alır” diye düşünüyordu. Ondan sonra bir gitti, şimdi tekrardan Amerikan emperyalizmi çok kolay bir zafer kazandığını zannediyor. Hayır ortada bence çok bir zafer yok, fiili olarak zaten bunu yapacağını hepimiz biliyorduk. Saddam’ı devireceğini hepimiz biliyorduk. Oraya fiili bir güç olarak yerleşeceğini biliyorduk, oraya yeni üslerini açacağını vs. vs. biliyorduk. Ama şimdi orada ne kadar başarılı olacak; yani bu yılların sorunu böyle 3 günde, 5 günde bunların olabileceği bir şey değil. Ne kadar sürecek bu iş? Nereye kadar götürebilecek? Hatta şimdiden orada çok ciddi bir yönetememe krizi var. Çünkü kendi içerisinde de o dengeleri oturtabilmiş değil sadece dengeler anlamında; bu dengeleri belirleyen ne? O halkların tepkisi Irak halkının tepkisi. Yani dengelere sadece burjuvazi arasındaki bir çelişki diye bakmayın. Bakmamak lazım gerektiğini düşünüyorum. Sadece onu belirleyen şu işte yani ummadıkları derecede, hatta Saddam’ın hiçbir ilgisi olmadığı halde -ben Umrkasr’daki direnişin Saddam’ın dışındaki bir direniş olduğunu düşünüyorum. Yani Saddam’la çok ilgisi olduğunu düşünmüyorum onun, çünkü herkes ilk günden de onların açıkladıkları herkes gibi ben de “Bağdat’a gelin Bağdat da resmen teslim oldu, o kesim yani büyük bir ihtimalle anlaşma yaparak teslim oldular” diye düşünüyorum. Bunu belirleyecek olanın kesinlikle şu olduğunu düşünüyorum, mücadelenin yani sınıfın antiemperyalist mücadeleyle çok çeşitli esas olarak elbetteki bir sınıftır hatta beni böyle sevindiren şey -bilmiyorum belki daha önce ben kaçırmış olabilirim; ama şimdi Irak Komünist Partisi belki de hatta emperyalizmin biraz teşviki bile olma olasılığı da olsa-, Irak Komünist Partisi’nin sesini soluğunu duymaya başladık. Her tarafta artık çıkıyorlar, mesela 1 Mayıs’ta ilk kez görüyorum; bu 1 Mayıs’ta İsviçre gibi bir yerde ilk kez görüyorum, diğer taraflarda görüyorum. Bu 1 Mayıs’ta 200 kişi de olsalar Bağdat’ta bir yürüyüş yapmışlar vs.

Hatta şu bile var; söylemlerinde “Acaba emperyalizmin dolaylı desteğiyle mi sürdürülen bir şey, yani demokrasi veriyor”. Bunu tartışsak bile ama bu bile kendi içerisinde bence bir, bir umut verici şey o olarak, umut verici bir gelişme olarak düşünüyorum. Buradan şunu tekrarlamak istiyorum, hiçbir zaman için böyle günlük, 3 yılla, 5 yılla vs. değerlendirmemek gerekli diye düşünüyorum.

Emperyalizmin krizi”

Şimdi diğer şeye gelince, aslında şu soğuk savaş vs; bu soğuk savaş da olabilirdi başka bir adda olabilirdi. Ama gelinen aşamada artık bugün şunu görmek lazım; emperyalizm eskisi gibi dünyayı yönlendiremiyor, yönetemiyor yani bir kriz içerisine girmiş. Hem ekonomik krizdir belli bir biçimde var ve bir de siyasi bir krizle beraber birleştirilen bir şey var. Şu anda zaten dünyada paylaşılmadık bir parça toprağı yok, çok paylaşılmadık bir toprağı yok. Ama şu var; yeniden bir paylaşım, yani altını çizmemiz lazım, yeniden bir paylaşımdır. Çünkü şundan dolayı, emperyalizmde kapitalizmde hani biz lafz olarak çok çok söyleriz, dengesiz bir gelişim var. Şöyle bir son 20 yılı düşündüğümüz zaman, Avrupalı emperyalistlerin ekonomik olarak bir atılımları var. Yani Amerika’nın dünya çapındaki payında bir düşüş vardı. Amerika’nın, emperyalizmin dünya üretimindeki payında da, sömürüsünde de, bir düşüş vardı. Bu düşüşte Japonya’nın öne çıkışı, krizler şunlar, bunlar da olsa genel olarak böyle bir yönelim vardı. Buna bir dur demek zorundaydı; bunu engelleyebilmek için Ortadoğu’da, Ortadoğu’ya bir müdahaledir. Çünkü sadece petrol olarak düşünmemek lazım; bu savaş dünyaya karşı açılmış bir şavaştır. Burjuvazinin kendi arasında birbirleriyle; elbetteki temel olarak halklara yönelik bir savaştır, sınıfa yönelik bir savaştır ama bunun yanı sıra, aynı zamanda da emperyalistlerin kendi aralarındaki bir savaş. Böyle bir yönü de var.

Diyelimki Avrupalı emperyalistlerin gelişimini önlemek, Rusya’nın kendini yeniden toparlamasını önlemek, Japon emperyalizminin, hatta öbür taraftan Çin emperyalistlerinin gelişiminin ürküttüğü sonuçlar var. Yani Amerikan emperyalizmi bu işi önden almaya çalışıyor. Ortadoğu çünkü çok stratejik bir önemdeydi; Ortadoğu’yu bir dama taşı gibi düşünmek lazım. Geriye düşünüp baktığım zaman, Türkiye’nin, Türkiye’deki cuntadan bahsettiğimiz zaman sınıf mücadelesinin, şunun, bunun gelişmeleriyle paralel olarak teknik olarak sadece söylüyorum İran’daki o Humeyni devriminin kırılması, Şah’ın devrilmesiyle birlikte Türkiye’nin önemi de emperyalizm açısından, özellikle ABD emperyalizmi açısından çok daha fazla artmıştır. Çünkü İncirlik’in tarihine bir baktığımız zaman esas olarak o İran’daki boşluğu Türkiye aracılığıyla doldurmak zorundaydı. Bugün de Amerika dünya genelindeki yarattıkları bu gerileme aslında bir ölçüde geriliyor. Kendi arka bahçesinde bir gerileme söz konusu; Latin Amerika’da bir gerileme yaşıyor. Bazı yerlerde ataklar olsa da genel olarak oradaki sömürü alanları egemenlik alanları (…) alanları daralmaya başladı. Ne yaptı kendine bir şey belirledi, Ortadoğu’yla çıkmak. Çünkü Ortadoğu tüm dünya dengelerini etkileyebilecek bir şey; bir Latin Amerika sadece özellikle o bölgeyi mutlaka dünyayı etkiliyor ama Ortadoğu şundan dolayı etkiliyor; petrolünden dolayı, enerji kaynaklarından dolayı. Bunu sadece petrol olarak daraltmamak lazım ama enerji kaynaklarından dolayı dünyayı çok da etkiliyor.

Örneğin yoldaşlar da DP’de vermişler Japonya ekonomisinin Ortadoğu petrolüne yüzde 100 bağımlı olduğunu söylüyor. Avrupa’nın belki bu (…) falandır ama şey anlamında düşünün Avrupalıların yüzde 75 oranında bağımlı olduğu söyleniyor. Ve bir de ironik bir şekilde özellikle Alman ve Fransızlar ki hatta Rusların çok çok önceden de vardı. Çok ciddi bir gidişleri söz konusuydu bunun önünü kesmek zorundaydı, bugün yaşanan bu.

Gelişmeler nereye evrilebilir? Bu süreçten sonra bence şu gün Irak’ta Amerika’nın öyle çok ciddi bir zafer kazandığını söylemek çok mümkün değil. Bu gelişmelere bağlı diyorum ve bu arada da sorularla gitmek istiyorum. Emperyalistler açısından da, bizler açısından da, devrimciler açısından da bir kurum bugünkü işlevini tamamlamışsa o ölür yani yerine başka bir kurum kurulur. Bugün Birleşmiş Milletler’i, NATO’yu da bu arada sorgulamak lazım.

Hegemonya önündeki engeller”

Fikret Başkaya’da şöyle bir şey okumuştum, o kurumun, Birleşmiş Milletlerin tarihiyle ilgili. Birleşmiş Milletler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kuruluyor. Bunun öncülü var; Cemiyet-i Akvam diye bir kurum. O zaman Birleşmiş Milletler görevi gören bir şey; o arada Alman faşizmi gelişince yani daha doğrusu aynı zamanda Alman emperyalizmi deyince artık o Alman emperyalizmin yayılmasına engel olduğu için o kurumu işlevsiz hale getiriyor. Bugün de aynısı; tarih tekerrür eder çok kaba paralellikler kullanmıyorum, ama düşünüyorum. Yani bugün de Amerikan emperyalizmi açısından Birleşmiş Milletler onun önünde bir engel. Çünkü o dünyaya yayılmasına, hegemonya kurmasına belli ölçülerde bir engel. Çünkü o hangi koşullarda kurulmuştu; daha çok sosyalizm koşullarında kurulmuştu. Emperyalizmi kendi içerisinde bir arada tutabilme koşullarına sahipti. Ama bugün gitti, bugün bu ortadan kalktı artık. Ama onun yerine bir başka şey mutlaka da kuracaklar. Yani bu dengesizlik içerisinde dengeyi kurabilecek bir şeye ihtiyaçları var, mutlaka var. Ama bu Birleşmiş Milletler’le de, Birleşmiş Milletler’siz de olur. İşte G8’ler olur vs. bir şeyler olabilir diye düşünüyorum.

Bence bugün bunları söylerken biz de yeni döneme yönelik, yeni gelişmelere yeni döneme yönelik araçlarını yaratmalıyız, kurumlarını yaratmalıyız. Bunlar neler olabilir, çok fazla şey söyleyemiyorum; ama kesinlikle ve kesinlikle şöyle bir şeyden yola çıkıyorum. Mesela ‘95’li yıllarda hepimiz Türkiye’de şöyle bir tespit yapmıştık, demokratik mücadeleyi ön plana çıkaran şeyler. ÖMP’leri öne çıkardık, Atılımcılar DMP’nu çıkarttılar, bugün de böyle bir araç yaratmalıyız; bakın bugün onların çok fazla sesi çıkmıyor. Çünkü o dönemde gidiyordu bu dönemde çok da fazla şey yetmiyor.

Ha ne olabilir bugün bence kesinlikle ve kesin antiemperyalizmi (…) azalacağını düşünüyorum. Çünkü aslında biraz bunu PKK’lılarda da bu gazetelerde filan da okuyorum. Aslında şöyle, bunlar oralardan kötü bir sonuç çıkarıyorlar, şey diyorlar: Ortadoğu’daki rejimler artık miadını doldurdu, Amerika’nın yeni yönelimlerine, ihtiyaçlarına yanıt verecek bir konumda değil. Türkiye buna uyum sağlamakta zorluk çekiyor. Yoksa yani bu tezkerenin şunun, bunun reddedilmesiyle AKP’yle şuyla buyla açıklanacak bir şey asla olmadığını düşünüyorum. Bundan dolayı da çelişkilerin gittikçe de derinleşeceğini düşünüyorum. Tabii bu arada (…) emperyalizme yaslanma koşulları çok daha fazla, ama kesin olarak bu rolü zayıflayacak diye düşünüyorum. Elbette Amerika için bir karış toprağın bile, minnacık bir ülkenin bile önemi vardır. Türkiye de öyle küçümsenecek bir şey değil; ama diyelim ki İncirlik’in rolünün zayıflayacağını düşünüyorum. Hatta şu dikkat çekici bir şey; çok fazla da kullanıldığı söylenemez. Irak savaşı döneminde bile çok ciddi bir şekilde kullanıldığı söylenemez ve bundan dolayı da rolünün gerçekten zayıflayacağını düşünüyorum. Hatta zaman zaman bazı genarallerin anti-ABD’ci kesilmesi bile bu gördüklerinden kaynaklı diye düşünüyorum. MGK’nın örneğin o tezkerenin geçmesi için kesin bir karar almayışı sadece Kürt sorunuyla ilintili değil. Şunu tartışıyorlar şimdi, bu Yumurtalık-Kerkük Boru Hattı’nın tarihe karışacağı söyleniyor; belki 3-5 yılda değil ama şu şeyle (…) üzerinde taşıdıkları zaman çok kısa eskiymiş, şuymuş buymuş onlar kendi kendilerini kandırıyorlar emperyalizm onu yeniler, geliştirir ki büyük bir ihtimalle de bunu yapacak gibi görülüyor. Ve bu arada da zayıflayacak ha bu neden önemli? Neden önemli?

Yönetememe krizi

Bir kez şundan önemli, burjuvazinin bu dönemde yönetememe krizini derinleştirecek diye düşünüyorum. Kendi içlerindeki çelişkiyi arttıracak diye düşünüyorum. Bu çelişkiyi, ABD yönelse bile bu boşluk yaratıyor; yani yılların geliştirdiği politik alışkanlıklardan, farklı bir geçişte bir hava değişimi olunca da bunlara bir zorlama ve çelişkileri derinleştireceğini düşünüyorum. Bu anlamda bizi çok ilgilendirdiğini düşünüyorum. Amerikan emperyalizmi özellikle Kürtlere oynayacak. Kesin anlaşıldığı kadarıyla Kürtlere oynuyor. KADEK’te ne yazık ki bu politikaya yatmış durumda. Kaba bir deyimle, hiçbir pas atmamasına rağmen -en azından bildiğimiz kadarıyla kapalı kapılar arasında bir pas atmıştır- ABD emperyalizmi ama pas atmamasına rağmen gayet sabırlı, çatlatacak kadar sabırlı bir rol bekliyor burada. İlginç bir şey; dört parçanın bütünleşmesini tekrar gündeme getirdiler. Şöyle politikaya baktığın zaman eskiden o işbirlikçilerdi, şunlardı, bunlardı falan diyorlardı, bugün tam tersine orayı destekleyelim oradaki kazanımları güçlendirmek için birlik olalım diye bir söylem çıktı ortalığa; böyle bir söylem tutturdular ve Türkiye ile ABD’nin çelişkisini arttıracağı noktalardan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Yani bu noktanın artıracağını düşünüyorum. AB’nin durumuna girelim mi yoksa sonra mı onlara.

Y: Sonra da tartışırız ama değinmek istediğim boyutlar varsa genel çizgileriyle değinebilirsin şimdi de.

Bu süreçten güçlenerek mi çıkacaklar?

Er: Şunu ben sorguluyorum; sonuç AB’yi dağıtacak mı, dağılacak mı, dağılmayacak mı? Şöyle bir soru var kafamda, bu süreç bunları dağıtacak mı? Yoksa güçlendirerek mi çıkacak? Yakın hedefte bunların dağınıklığını daha da derinleştirecek gibi görünüyor. Ama uzak hedefte yeni yeni ittifaklarla AB’nin güçleneceğini düşünüyorum. Şimdiden bunun sinyallerini almak mümkün. Rusya ile bu ittifakı geliştirebilirse daha da güçlenir. AB içerisinde mesela bazıları kopabilir, bazıları uzaklaşabilir. AB’nin hemen temel şeyleri diyelim ki bir İngiltere’nin uzaklaşacağını düşünmüyorum. Ama oldu ki bir İspanya’nın vs. buralardan kopması, Hollanda’nın kopması… Ama bunu farklı araçlarla takviye edebilirler diye düşünüyorum. Örneğin bir Rusya ile geliştirebilirler veya Rusya, Türki Cumhuriyetleri’dir yani oradaki eski dağılan yerlerle bunu güçlendirebilir diye de düşünüyorum. Ama şunda ısrarlıyım yeni araçlar üzerinde düşünmemiz, kafa yormamız mutlaka gerekiyor yani neler yaratabiliriz? Bunu hep birlikte düşünelim, şimdilik diyeceklerim bu kadar.

Ah: Ben biraz yoldaşların söylediklerine değineceğim hem de kafamın içindekileri anlatacağım. ‘90’lı yıllarda o dönemin revizyonizminin yıkılışıyla birlikte emperyalist sistem tüm dünyaya tek başına hükmetme stratejileriyle zaten ortaya çıkmıştı. Yani bildiğimiz küreselleşme; sermayenin 3-5 ailede giderek toparlanması ama öbür taraftan da Avrupa Birliği teorilerinin ortaya atıldığı, Avrupa’nın yeniden yapılandırılması, birlik olarak yapılandırmasının sıcak günlerinde emperyalistler arasında derin çelişkilerde vardı. Belki ilk başlarda su yüzüne çıkmıyordu ama özellikle Kafkasya savaşları sonrası ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelmesi Ortadoğu’daki güç dengelerini altüst etti. Öbür taraftan Yugoslavya’nın parçalanması Yugoslavya savaşı sonrasında da emperyalistler arasındaki çelişkiler tamamen su yüzüne çıktı. Yugoslavya ya da Balkan ülkeleri dediğimiz ülkelerde (…) emperyalistlerin hem ekonomik hem de siyasi olarak, özellikle de Alman emperyalizminin bir ağırlığı söz konusuydu. ABD’nin savaşın belli bir (…) sonra fiilen savaşa girmesiyle beraber oradaki bütün dengeleri bozup kendisinin jandarmalarını hem Balkanlar’da giderek de Ortadoğu’da, yani dünyanın tek hakimi benim demeye başladığı dönemler başladı.

Ama öbür taraftan 1929 krizinden daha derin bir kriz yaşanıyordu Amerika’da; zaten 11 Eylül saldırısından hemen sonra diyelim ki Amerika’da en gelişmiş 200 yıllık şirketin bile iflas etmesi o krizin ne kadar derin olduğunu gösteriyordu. Analistlerin yaptığı araştırmaya göre 1929 krizini 50 misli katlayarak gelen bir kriz olduğu söyleniliyordu. Zaten öyle bir durumda Amerika emperyalizmi Ortadoğu gibi ülkelere müdahale etmek zorundaydı. Ben şöyle yorumlamıyorum -biraz abes de geliyor aylardır kafamda- sadece klasik bir şekilde bir petrol sorununu çözmek, petrol, dolar meselesi yüzünden bir Irak’a, Afganistan’a saldırması falan söz konusu değil. Yani ABD’nin önüne koyduğu o stratejik hedeflerinde 30-40 yılları bulacak bir stratejisi var. Ortadoğu’ya hakim olan zaten Asya’nın yüzde bilmem kaçına hakim oluyor demektir. O anlamda o çelişkilerle beraber hem AB emperyalistleri hem de ABD emperyalizmi arasında o ekonomik olarak ki rekabetin doğurduğu sonuçlarıyla beraber askeri güç olarak Amerikan emperyalizmi kendisini yani rüştünü ispatlamak zorundaydı. Yani Irak’a neye mal olursa olsun saldırmak zorundaydı, bunu da gerçekleştirdi.

Emperyalizmi etkisiz hale getirecek güç!

Şimdi bizim açımızdan baktığımızda, yani ülkemiz açısından ben şöyle düşünüyorum: Tek başına bir Ortadoğu meselesi olarak bakıp ona yönelik bir programlar ya da stratejiler belirlemek bence yetersiz. Sonuçta bizim ülkemiz politik olarak Avrupa’ya da angaje olmuş, Avrupa’nın da bir parçası olan bir ülke olduğu için bizim Avrupalı işçi sınıfıyla daha yakından ilişkiler geliştirmek, hatta hareketi örgütleme gibi bir programımız, bir çalışmamız olması gerekiyor. Çünkü emperyalizmi geriletecek, emperyalizmi ekonomik olarak, siyasi olarak etkisiz hale getirecek en güçlü hareket işçi sınıfı hareketidir. Çünkü yeni bir toplumu kuracak işçi sınıfı hareketidir. Halkların kuracağı bir toplum ancak demokratik (…) bürünmüş bir toplumlar olarak karşımıza çıkacak. Eğer sosyalizmi inşa edecek, geliştireceksek biz o anlamda da işçi sınıfı hareketine daha çok ağırlık vermeliyiz.

Irak savaşıyla beraber tam olarak antiemperyalist hareket olarak Ortadoğu’da ortaya çıktı ya da çıkar gibi de düşünmüyorum. Belki potansiyeller taşıyor ama bugünkü aşamada eğer müdahale edilmezse şöyle bir tehlike de doğuruyor, güçlü bir Arap milliyetçiliğinin de ortaya çıkacağı, hatta dini motiflere dönecek antiamerikancı bir hareketin de karşımıza çıkacağı gözlemlenebilir. Ben biraz öyle gözlemliyorum. Diyelim ki dönem dönem oluyor ekonomik krizler boyutlandığı zaman -işte Endonezya’da halk hareketi ortaya çıkıyor-, diyelim ki varolan sistemi direkt hedef almasa da sistem içerisindeki uzantıları olan hortumcuları şunları bunları hedef alarak hem bir yükseliş gösteriyor, tekrar bir sönüş oluyor ondan sonra esamesi okunmuyor. O anlamda şöyle düşünülmesin, yani o tip hareketleri önemsememe ya da küçümseme anlamında söylemiyorum ama gelecek açısından uzun vadeli baktığımızda böyle bir rüzgar gibi gelen şeyler. Diyelim Malezya’da oldu, işte Endonezya’da böyle şeyler ortaya çıktı, diyelim ki Pakistan’da 200 bin insan Amerika’ya karşı gösteriler yaptı. Emperyalizmin şu veya bu farklı unsurlarıyla da dirsek temasları oldukları ortaya çıkıyor; el altından onların örgütlemesi oldukları ortaya çıkıyor.

Çelişkilerin derinleşmesi

ABD emperyalizmiyle AB emperyalistleri arasındaki çelişkilerin giderek derinleşeceği gözüküyor. Çünkü son Irak savaşıyla beraber özellikle de AB içerisinde Almanya, Fransa diyelim ikisinin de parsadan bir pay alamaması, yani kırıntı dahi elde edememesi onları farklı bir yönelime doğru sürükledi. Şimdi son günlerde tartışılıyor Lüksemburg, Almanya, Fransa ve Belçika’nın başını çektiği kendi savunma birliklerini oluşturacak askeri güç örgütlenmesine doğru gidiyor. Bu demektir ki AB, AB’deki diğer ülkelerin muhalifliğine ya da ABD ile daha sıcak ilişkiler olmasına rağmen diyelim ki bir İngiltere daha farklı bir konumda bir İspanya, bir İtalya, Danimarka ya da benzeri gibi ülkeler ABD’nin bu savaş döneminde yaklaşım göstermelerine rağmen AB kendi içerisinde asıl motor gücü olan Fransa, Almanya gibi güçlü devletleri olan ülkeleri yeni bir yönelime, yeni bir arayışa itekliyor. Ha bu demektir ki AB kendi ordusunu, kendi gücünü Amerika’ya karşı örgütleyecek ya da örgütlemek zorunda. Hatta şu bile tartışılıyor NATO’dan çıkalım mı, çıkmayalım mı meselesi. Böyle bir süreçte farklı farklı yeni bir oluşumlar da karşımıza çıkabilir. Hem askeri açıdan, hem de ekonomik olarak yeni oluşumlar…

Ama öbür taraftan kafama şu takılıyor; bir yandan sermayenin giderek birkaç ailede toplandığı teorileri ortada var zaten, globalizmle beraber şimdi bu aileler dediğimizin ulus olarak -zaten sermayenin ulusu olmadığı gibi- sonuç itibariyle Avrupalı güçlü sermaye sahipleriyle Amerikalı, kısmen de Japon sermaye sahiplerinin elinde toparlanmaya çalışıyor. Öbür taraftan bakıyorsun derin çelişkiler oluyor, öbür taraftan işte Avrupa Birliği kendi içerisinde farklı oluşumlara gidiyor. ABD silah sanayisinde askeri güç olarak artık 21. yüzyılın araç ve gereçleriyle karşı koyuyor. Diğer taraftan bakıyorsun bizim gibi ülkeler ile 50 yıllık ittifakı bitti bitecek gibi tartışmalar oluyor. ABD denetimi altında olan ülkelerde üslerini kapatıyor biraz daha gerilere doğru çekiyor. Örneğin, Arabistan’da üslerini kapatıyor, Katar’a doğru çekiyor, artı teknolojiyle müdahale etme ya da kendi stratejisinde Irak’ı yeniden yapılandırma süreci bittikten sonra Irak’ı kendi toprakları ilan ederek Irak üzerindeki üslerini toparlayıp yine bu asıl Türkiye gibi ülkelerde ekonomik olarak (…)

Mutlaka belli şeyleri stratejik olarak söylemek gerekir yazmak gerekir, ama şimdi 3-5 yıl içerisinde, bu kısa sürede bir sürü şeyin dengeleri değiştirebileceğini gözönünde bulunduruyor. Ki değişmek zorunda, hatta bir zaman güçlü olan devletlerinin haritalarının bile değişeceği; çünkü ABD oraya yerleştiği zaman yani böyle geçici bir süreç içerisinde ne çözüm bulabilecek ne de kısa vadede. Diyelim 15-20 yıllık bir süreç içerisinde önce, o topraklardan askeri güç olarak geri çekileceğini hesaplamadığımız için öyle oluşumlar da karşımıza çıkabilir.

Değişen dengelere yanıt olmalıyız

Diğer taraftan, bizim 21. yüzyıla yönelik bir bakış açımızın artık olması gerekiyor. Bizim programımız 21. yüzyıla cevap vermiyor anlamında değil ama bizim coğrafyamız üzerindeki dengeler değiştiği anda bizim programımızla değişen dengelerin gelişecek hareketlerine de cevap vermek zorundayız. Onun dışında olamayız; diyelim ki Ortadoğu’da bir antiemperyalist hareket geliştiği zaman biz onun motor gücü olmak zorundayız komünistler olarak. O anlamda da programlarımıza, geleceğin, 21. yüzyılın programı olarak rötuş yapılacak yerleri varsa rötuşlar yapılıp geliştirmek gerekir diye de düşünüyorum.

Demin sivil hareketlerden falan bahsettik; diyelim ‘90’lı yıllarda ÖMP ya da DMP gibi oluşumların ortaya çıkması koşullara cevap veriyordu, çünkü yeni atılan bir adımdı. Ama bugün diyelim ki şu veya bu şekilde emperyalistlerin önünü açtığı sivil toplum hareketlerine bakıyorsun (…) ya da diyelim Türkiye’de İHD, Avrupa’da ATTAC vb. antiküreselleşme hareketlerini yani bizim ÖMP ile vb. oluşumlarla bu hareketlerin karşısına duracak, onları ileriye doğru götürebilecek legal anlamdaki oluşumlarda daha farklı hareketler daha güçlü oluşumlar oluşturmak zorundayız diye düşünüyorum. Belli şeylerde her zaman söylediğimiz, bir kere esnek olmasını bilmek gerekiyor. Mesela savaş döneminde diyelim Türkiye’de antisavaş bir platform oluşturuldu ama şimdi bundan 15 sene önceyi düşünsenize, belki biz orada olmazdık diye düşünüyorum. Ha tamam 15 seneye göre çok çok ilerdeyiz ama daha da ilerde olmak gerekiyor. Belki sistem açısından baktığımızda sistemin kenarında olan hareketlerdir bunlar ama çok da böyle yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü giderek önü açılanlar bunlar, bunlar biraz daha gündemde; ha bunların içerisinde şu veya bu platformla bildirilir ya da bu farklı ve güçlü platformlar oluşturup bunları da ileri bir mevziye doğru çekmenin koşulları mı yaratılır daha ayrı bir tartışma ama mutlaka öyle şeyler yapmak gerekiyor diye düşünüyorum.

AB’ye katılım tartışması

Diğer taraftan şey biraz kafama takılıyor, Avrupa Birliği’ne katılma tartışmaları. Türkiye’de başladığından beri diyelim ki olası, olasılıklar üzerine de tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Hani bir 5 sene olmasın, 10 sene sonra Türkiye, işte Macaristan ya da Bulgaristan, Romanya gibi Avrupa, müzakereleri görüşmeye bağlandığı zamanki dengeler Ortadoğu’da değiştiği zaman -sanırım Türk burjuvazisi de yönelimini kısmen zaten Avrupa Birliği’ne doğru evriltenler var-, ezici bir çoğunluğun belirttiği, Türkiye gibi ülkelerin Avrupa Birliği’ne dahil olmasıyla beraber bizim örgütlenme stratejimizin ne olacağı? Şimdi diye düşünüyorum; şunu da yabana atmamak gerekiyor, sonuç itibariyle burada 3-4 milyon Türk nüfusu var. Bu demektir ki neredeyse Danimarka’nın yarısı, Yunanistan kadar bir Türk topluluğu var burada. Şimdi bunların taleplerine, bunların sorunlarına da cevap verdiğin zaman (…) örgütlenme modellerimizin biraz burada yaşayan topluluğu da, buradaki işçi sınıfı topluluğunu da, burada yaşayan Türk topluluğunu da gözönünde bulundurarak ele almak gerekir diye düşünüyorum.

Er: Ya şimdi yoldaş şey dedi programımız yüklü 21. yüzyılı kapsayacak şekilde geliştirmelidir. Aslında bu söylem, yoldaş yanlış anlamasın da, bu ideolojiyle politika arasındaki farkı biraz kavrayamamak gibi çok söylenen bir söylem, o yüzden üzerine düşüyorum. Bizim programımız -200 yıl da geçse 500 abartılı tabii bu da 500 yılda geçse-, önümüze koyduğumuz, ML’yi temel alarak proletaryanın önderliğini savunan ideolojik temelimiz bu. Aralarındaki o fark, politika dediğin nedir? Koşullara yani gelişmelere göre o belirleyen yani taktik anlamında bir bakmak lazım bir biçimde. Stratejimiz belli ama günün gelişen koşullarına göre taktikler, politikalar üretmek yani bizi diğerlerinden de ayırabilecek olan noktalardan birisi de bu. Çünkü şöyle bir şey dediğimiz zaman herkes hemfikir yani artık eskinin politikalarıyla devam olamaz. Ama Türkiye’de mesela bunun örneklerini görüyoruz. Bir MLKP’de de, DHKP-C’de vs. o örgütler genelinde, hani biz söylüyoruz ya eski yöntemlerle artık gitmiyor diye. Yöntem o günün politikaları yani araçlar, örneğin bazı araçlar değişecek. Emperyalizm nasıl kendisi yaratmak için yıllarca mücadele ettiği bir kurumu, işte bugün onun artık işlevsiz hale geldiği için devam ediyor veya bırakıyor yenisini arıyor. Ha biz de bu ideolojiyle, politika arasındaki farkı çok net anlatamıyorum ama bu söylem üzerine özellikle dikkat etmemiz gerekiyor. Yani diğer bölümde bize ayırması gerektiğini söylüyorum. Bu soru benim olsun aradaki fark ideolojiyle, politika, ideoloji ne? Politika ne? Yani o genel yönelimlerle programımız aslında biraz anlatamama durumundayım o yüzden bu soru da benim. Ama bu söyleme dikkat etmemiz gerekiyor.

L: Ama sen şey söyledin, yani doğru söyledin aslında bir görüş koydun. Orada eksikler vardır bence sorulmalı ama ben zaten çok net anladım. O zaman Komünist Manifesto olur. Yani program gerçekten o kapsamda, ama yöntem araç, yol vs. kuşkusuz yeni gelişen koşullara politikalar, taktikler yenilenebilir, yenilenmeli, değiştirilmeli, aşılmalı o anlamda tartışmaya gerek görmüyorum. Ah. yoldaşın söylemi benim de dikkatimi çekti bazı kavramları kullanırken özensiz davranıyoruz. Öylece geçiriyoruz bazen; bana da öyle geldi.

Dönemsel politika ihtiyacı

Y: Şimdi o konuda zaten dünyada ortaya çıkan yeni gelişme ve değişmeleri hem programatik düzeyde, hem politikalar, örgütlenme ve biçimleri, eylem biçimleri ve taktikler düzleminde bizim neleri daha fazla ve hangi bağlantıları gözönünde bulundurarak hareket etmemiz gerektirdiği noktasında bir tartışma yürütmeliyiz. Şimdi bu anlamda gerek Ah. yoldaşın söyledikleri, gerek Se. yoldaşın söyledikleri, gerek Er. yoldaşın son söyledikleri bence o konunun kapsamıyla içerisinde sorunu gündeme taşıyan değinmeler.

Elbette Ah. yoldaşın söyleminde, yani programın 21. yüzyıla uygun hale getirilmesi yani biraz daha geliştirilmesi gereken yönlerine işaret ederken, daha çok ben şöyle algıladım. Programın zaten kendisini kastetmediğini; o anlamda bizim bir program boşluğumuzun olmadığını ifade eden şeyler de kullandığı için daha çok onu senin işaret ettiğin gibi politikalar, dönemsel politikalar orta ve uzun vadeli yönelimler anlamında belli şeyleri dikkate almak gerekliliğiyle yorumladım.

Öbür yandan konunun kendisini tartışırken (…) yaklaşım bakımından, kavramsal bakımdan, ideolojik tutum bakımından senin işaret ettiğin nokta da çok önemli. Ah. yoldaşın söylemlerinden de bağımsız, onun çağrıştırdığı bir uyarı olarak hakikaten zaten konunun diğer birtakım şeylerini tartışırken de benim işaret etmek istediğim bir nokta. Yani biz öyle bir tarihsel sürece girdik ki, bu tarihsel süreçte bizim dışımızdaki güçler tarafından da çok çok kullanılan kimi kavramları biz gerek teorinin inşası sırasında, gerek gündelik ajitasyon-propaganda sırasında zaman zaman kullanabiliriz. Ama o kullanımlar sırasında bile dikkat etmemiz gereken ince birtakım ayrım noktaları, hassas bazı şeyler vardır.

Örneğin, bir ‘imparatorluk’ kavramı içerisinde, bunu kullanabiliriz, bunu örnek verebiliriz. Mesela bir imparatorluk kavramının yeri gelir öyle bir bağlantılar sistemi içerisinde (…) ya da bir konuşma sırasında, ajitasyon konuşması sırasında Amerikan İmparatorluğu kavramını bazı durumlarda kullanabiliriz ama bunu kullanırken bile şunu gözönünde bulundurarak işte Hardt ve Negri’nin ortaya attığı ve bugün aslında sınıfsal olanı gizlemek üzere inşa edilmiş bir teori sistematiğiyle aramızdaki sınırların çok net ve kalın çizgilerle belirginleştirdiğimiz durumlarda kullanırız. Bunu da gözeterek kullanırız. Keza program noktasında da, programımızı geliştirmek ya da politikalarımızı geliştirmek konusunda da hassasiyet göstermemiz gereken noktalar vardır, senin işaret ettiğin şeyi ben bu şekil algılıyorum. Bunlar neler olabilir, tartışma ilerledikçe tekrar döneriz zaten, birbirimizi daha iyi anlarız.

Se: Diyalektik açıdan yoldaşın belirttiği şeyler tamam; yani Komünist Manifesto 40 yıl sonra da geçse bilmem ne gibi cümleler kurdu orada yani böyle sol sapma ve sağ sapma dediğimiz şey de çıkar. Yarın bir gün gerçekten diyalektiğin genel işleyişi süreci içerisinde Marksizm’in emperyalizmin düşmanın her gün değişen politikaları işte şurada açılan imparator kavramından tut da bölgesel politikalara kadar bunlar değişebilir ve doğal olarak program da değişebilir. Yani bugün öyle bir şey yok, ama yarın gerçekten imparatorluk kavramı bugün içi boşaltılan Marksizm’e saldırı olarak kullanılır ama yarın gerçekte bu da olabilir. Bu emperyalizm değildir, imparatorluktur denmez. Emperyalizmin bir biçimi olarak, öngörü olarak öne çıkar. Lenin bundan 100 yıl önce Marks 150 yıl önce bunu görmek durumunda değil, o da deneyimlerle çıktı ortaya. Fransa’nın genel durumunu aldı, işte işçi sınıfının genel durumlarını aldı oradan çıktı bu (…) sosyalizm o anlamdadır; yarın farklılaştığı zaman politikalar siyaseti de yani stratejiyi de etkileyebilir. O noktada Marksizm sosyalizm hedefli çalışma (…) ona da yansıyabilir. Yarın legal çalışman çok daha öne çıkar orada da şey yaparsın emperyalizmdeki genel vurgu çok başka bir noktaya kayabilir, bölgesel şeyler geçebilir. Devrimci Proletarya’da onunlar ilgili, bu sorunla ilgili tartışılan çok şey var.

Y: Karşılıklı olmadan diğer konuşmacıları da hesaplayarak… Şu an çok (…) bir karşılıklı polemik’e dönüştürecek kavramsal şeylerden kaçınacak olursa çünkü polemiğe doğru evrildi mi görüşünün yanlış anlaşıldığını düşünen yoldaşın cevap verme hakkı doğuyor. Bu sefer tartışma bir yere doğru daralır. Tamam bunu bu şekilde bir belirleme halinde bırakalım yoldaşlar zaten notların içerisinde de var antiemperyalist mücadelenin artan önemi, sosyalizm hedefi ve bunun bizim bundan sonraki politika ve yönelimlerimiz içerisindeki dikkate almamız gereken yönleri nelerdir derken, yani mesela programatik yönde size çok farklı bir noktayı, sizlerin tartışmasıyla gündeme getirmeyi hedefliyorum yani yeri geldiği zaman tabii o kapsamda da bu konuları tekrar alırız.

Burjuva demokrasisi mi var Faşizm mi?”

Ce: ABD emperyalizminin son süreçteki yönelimleri deyince zaten alta doğru bir dizi konular sarkıyor. Ama fazla dağıtmadan ben genel olarak şöyle düşüncelerimi açıp, o düşünceler içerisinde de yani sorun içeren yönleri de alacak şekilde toparlamaya çalışacağım. Şimdi birincisi Amerikan emperyalizminin yeni yönelimleri kuşkusuz -şunları ayırmadan- birincisi; uluslararası emperyalist sistemin kendi içerisinde olduğu bir kriz söz konusu bunu da zaten genel olarak birçok yoldaş söz etti. Bu krizin bence derinliği üzerine daha kapsamlı bir analiz yapıp yeni yönelimlerin de ona göre biçimlenmesi ya da Amerikan emperyalizminin bunu nasıl biçimlendireceği konusunda daha net verilere ulaşma şansına sahip olabiliriz. Çünkü şimdi bir yoldaşın söylediği işte Amerikan emperyalizminin içinde bulunduğu kriz 29 krizin 50 katı daha fazla… Tabii bunlar çok ciddi verilerle beraber bizim tarafımızdan araştırılıp -ki bu konular zaten son süreçte çıkan belli yazılar var ama son bizim yazdığımız kriz yazısından sonra, son dönemdeki kriz ve uluslararası tekellerin kar oranlarının düşmesi mesela- bunlarla ilgili son sürecin de tespitleriyle beraber aslında bir daha değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü gerek 1. konuşmacı yoldaşın gerek sonraki konuşmalarda kafama takılan şeylerden bir tanesi; emperyalizmin şu an içinde bulunduğu kriz süreci tam olarak nedir? Yani kapsam olarak nedir? Bu çok önemli, çünkü günümüzde herkes çok iyi biliyor ki burjuva demokrasisinin ortadan kaldırılıp faşizme geçilmesinin temel nedeni hiç kuşkusuz o ülkenin içerisinde bulunduğu krizin faturasının bir biçimde halka kesmek. Şimdi söz konusu olan genel bir dünya daha doğrusu dünyadaki tüm kapitalist ülkeler bir biçimde farklı özellikler taşdığı gözönünde bulundurarak krize girdiğini düşünürsek doğal olarak ABD emperyalizminin şu anki saldırganlığını ya da Avrupa emperyalistlerinin şu an bir biçimde farklı politikalar güderek ABD emperyalizminden geri kalmayacak bir biçimde yeni siyasal değişim/dönüşümlere doğru evrildiğini hatta şu an yine burjuva demokrasisinin biçimi yani ne olduğunu şu an burjuva demokrasisi mi var? Faşizm mi var? Ya da faşizan yönetim mi var? gibi tartışmalara da bizi götürecek kadar derin birtakım içsel çelişkiler ya da birikimler var.

İkinci olarak; şu an emperyalistler arası çelişkilerin ulaştığı safha nedir? Yani bu konuda da bizim belli kaynaksal eksiklerimiz olduğunu düşünüyorum. Bizim kendi yayınlarımızda aslında güçlü veriler var. Fakat bizim yayınlarımızın dışında da, çeşitli aydın çevrelerin vs. yazdığı çizdiği şeylerden de bazı bilgiler de edinebiliyorsun. Ama tabii bunun da iyi analiz edilmesi gerekiyor, bu yeni yönelimin tam ortaya konması için. Bu çelişkileri dünden itibaren belli geliştirebiliriz fakat bugünden itibaren ve yarına doğru tam olarak hangi safhada yaşandığı konusunda ayrıntılı bir şekilde tartışmak gerekiyor. Benim şu anda düşüncelerim var ama bu herbirisi doğal olarak uzun bir süreci kapsadığından dolayı bunu doğal olarak yoldaşa bırakıyorum. Yani soru anlamında da içeriyor.

Mesela burada bunu değerlendirirken son süreçte bizim yani mutlaka tarihin kendi içerisinde (…) yönleri var ama bizim yaşadığımız son 13 yıllık bir olay dünyada belli (…) yapısal özelliğe sahip değil. Örneğin yaşadığımız çağda tespit edilen 4 temel çelişki var diyorsunuz, bu çelişkilerden bir tanesi ortadan kalktı; yani sosyalist kampla kapitalist kamp arasındaki çelişki kaldı ve 3’e düştü. Doğal olarak ciddi bir taş oynaması diyelim, belli taşlar yerinden oynadı ve bu değişimlerle beraber dünyaca ünlü akademisyenlerin, yazarların, çizerlerin neo dünya (…) sonra yeniden yapılandırma sürecinin yazdık, dillendirdik. Fakat şimdi bununla beraber aslında çok yeni bir konu değil mesela benim son yayınlarda başka dikkatimi çekenlerden bir tanesi şu Brezinski’nin Büyük Satranç Tahtası diye bir kitabı var; bizim dergide de örnek vermiş. Aslında burada ABD’nin bir an içerisinde olduğu yeni yönelimleri ayrıntılarıyla yazıp çizmiş. Yine -az evvel ismini unutmuştum, bakmıştım- Clark diye şu an ABD yönetiminde başlı başına belli yerlere oturmuş insanların bu kitap üzerinden strateji oluşturarak ya da pardon kitap ondan sonra olayları (…) yazdım; yani bununla iç içe, örtüşen belli düşünceler bütünlüğü var. Şimdi bunlar harfiyen olmasa bile bir biçimde yeniden getiriliyor, uygulanıyor.

İşte Irak’ın işgal edilmesi vs., özgürlüklerin kısıtlanması (…) diğerlerine varana kadar belli düşünceler var. Şimdi buna yönelik de ABD emperyalizminin bir pratiği var, gerçekten çok ciddi sonuçlar doğuracak bir pratiği var. Bunun nedenlerinden bir tanesi baştan sıraladığım bir; krizle alakalı içsel birikimlerle alakalı. İki, emperyalistlerin aralarındaki çelişkinin gerçekten belli safhaya ulaştığı göstergelerden bir tanesi. Üçüncüsü; dünyada değişen, gelişen siyasal politik etkileşimlerin ve ABD’nin zorunlu olarak önüne koyduğu bir görev var, onlar için bir zorunluluk tabii, onu yerine getirmeye çalışıyorlar. Şimdi böyle üç ana başlık altında ben düşüncelerimi ifade ettim, şimdi bunlar üzerinde biraz yan konulara geçmek istiyorum.

Birincisi; emperyalistler arası çelişkilerin şu an ulaştığı had safhaya ben kısa değineceğim. Bir ülkenin ta belli yerlerden kalkıp Irak’ı işgal etmesi ve sonrasında Suriye, Kuzey Kore, İran gibi bir dizi ülkeyi sıraya koyması aslında şu an bizi gördüğümüz kadarıyla ya da göremediğimiz dipten gelen gerçekten çok daha güçlü bir kriz dalgasının en azından ABD’yi Avrupa’ya saldıracak bir kriz dalgasının olduğunun göstergesi bir biçimde. Bununla beraber diğer ona karşıt olan Avrupa emperyalizmi ya da Japon emperyalizmi (…) güçlü emperyalist ülkelerin de bir biçimde karşısına farklı politikalarla gitmek zorunda kalacak diye düşünüyorum. Örneğin Birinci Körfez Savaşı sonrasında hemen peşinden Almanya’nın bir atağı Balkan ülkelerine söz konusuydu ve orada Amerika’nın sonradan yeniden işin içerisine girmesi söz konusuydu. Doğal olarak Avrupalı emperyalistler de bunun altında kalmayarak belli bir yönelime girecek ve bu ortamı bir biçimde kızıştıracak.

AB ve NATO

Avrupa Birliği konusunda mesela şu an bizim tespit etmemiz gereken belli noktalar var. Kafamızı karıştıran şeyler de var, örneğin; bir Avrupa Birliği’nin zaten sürece (…) bir yapı olmadığını biliyoruz. Belli ayrıntıları taşıyor daha çok ekonomik güdümlü siyasal yönleri bir biçimde daha geriye bırakılmış, fakat son dönemlerde daha doğrusu eskiden BAT olarak kurdukları şu Avrupa ordusu son dönemlerde işte bu Avrupa güvenlik, savunma, işbirliği vs son dönemlerde daha ciddi bir şekilde şekillendirmeye de doğru gidiliyor. Örneğin NATO’nun içerisinden zaten ayrık olarak düşünüyorlardı böyle bir şeyi, fakat o uluslararası konjonktürün müsaade etmemesi, belli çekincelerinden kaynaklı yapamamışlardı ama son dönemlerde bunu daha fazla dillendirmeye başladılar. Bizim kendi ordumuz, hatta NATO’dan bağımsız bir biçimde hareket edilsin, işte belli bir ülkeye Ortadoğu’ya, Afrika, farklı ülkelerde müdahalede bulunma yeteneğine de sahip olabilsin şeklinde düşünce bunların kafasında olgunlaşmış. Doğal olarak bunların ordusuyla farklı. ABD ordularının bir biçimde bir yerlerde karşı karşıya gelmeleri de çok fazla, çünkü değişen süreçlerde daha doğrusu yeni dünya sürecinden sonra, yeni dünya düzeninden sonra biraz açık gibi görünüyor.

Birleşmiş Milletler, NATO gibi o kampın neticesinde yani sosyalist kampın varlığı neticesinde ortaya çıkmış, kampların artık bu dönemde çok can alıcı ihtiyaç olmadığı onlar açısından net. Örneğin bir Birleşmiş Milletler’in yine Amerikalı kimi (…) şu an Amerika’nın yönetiminde olan insanlar bir ayak bağları (…) yani çözümde bir (…) Birleşmiş Milletler görece kendi içinde demokratik nüveleri barındırıyor, buna bile tahammül edemiyorlar ya da son savaşta da Birleşmiş Milletler güvenlik konseyi pattadanak girdiler bu işin içerisine. Öyle bir NATO tamamiyle demesek bile büyük oranda Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş bir savunma ve saldırı mekanizması. Şimdi böyle bir kaygının olmadığı bir süreç içerisinde NATO’nun zaten bir biçimde işleri ortadan kalkmış durumda. Avrupa’nın da buna ihtiyacı yok. Bu anlamda kendi ordularını kuran Avrupa’da eski değerler farklı bir şekillenmeye yol açacak kimi (…) atmak durumunda kalacak.

Örneğin, yine Türkiye konusunda, konunun aslında pek karmaşık olmadığını düşünüyorum -bugün Türkiye’nin bunu birçok yazar çizer de dillendiriyor fakat bizim açımızdan da böyle bir şey ayrıntıya koyulması çok önemli. Türkiye bugün ABD’nin Ortadoğu’yu, Avrasya ve Balkanlar’a açılan çok sağlam bir kayıtsız müttefiği idi. Fakat gelinen aşamada Irak gibi Ortadoğu’nun hemen hemen merkezi yönde bulunan bir ülkede (…) bir biçimde kurdu farklı mağlup o çelişkiler olsa da. Ama gelişen süreçte gidişat o ki, oradan gelenleri bir biçimde pekiştirecek. Yani bu zafer (…) ziyade şöyle düşünüyorum, Irak’ta ABD en azından yakın süre içerisinde egemenliğini pekiştirecek ve oradan farklı ülkelere çok ciddi bir tehdit unsuru olarak kalacak o gücü orada tutacak. Zaten bu aşamada şu veya bu( ..) ortadan kalkmış oluyor. Kimsenin eski (…) eski önemi ve ciddiyeti ortadan kalkmış oluyor. Bence bu süreç içerisinde Türkiye aslında Avrupa Birliği için eskisinden daha değerli bir ülke haline geldiğini düşünüyorum ve Türkiye’deki Avrupa Birliği daha doğrusu Avrupa Birliği’ne bağlı ya da daha çok Almanya ve Fransa’ya bağlı kimi güçlerin de bir biçimde daha fazla faaliyetlilik, daha fazla bir aktivite içerisine gireceğini düşünüyorum.

Çok tartışılan konu: Sömürge biçimi değişti mi?

Bu Türkiye’de de örneğin belli sorunları çelişkileri gündeme getirebilir, yani bizim irademiz dışında da Türkiye’de egemenler arasında belli bir çelişkiyi gündeme getireceğini düşünüyorum. Çünkü şu çok büyük bir risk Türkiye için bugün Amerika’nın stratejik yönelimleri belli ne kadar hain olsa da bir Kürt devleti konusunda girişim ve projeleri var. İşte bu kurulduğu süreç içerisinde bir İran’ın içerisinde yaşayan Kürtler, Suriye’nin içerisinde yaşayan Kürtleri ve Türkiye’de yaşayan Kürtleri bir biçimde, bence çok ciddi bir biçimde etkileyecek. Yani bu ülkeler kesinlikle böyle bir şey istemediği için zaten İran, Türkiye, Suriye yıllardan sonra oturup görüşmelere başladılar. Şimdi bu anlamda bunların da tabii gelişen süreçte biz karşımıza yeni politik krizler olarak çıkacağını düşünüyorum. Elbette ki belli bir politikalar oluşturulması gerekiyor.

Bir de bazı şeylerin altının çizilmesi lazım; yani belki siz de not aldınız da şu sömürge biçiminin değişmesi gibi bunlar gerçekten çok sık tartışılan bir konu. Yine bence sömürü biçimi değişmedi, önemli bir değişiklik yok; sadece biçimsel olarak farklı bir yönelim söz konusu. Zaten o pazara daha çok belli sarmal aracını zaten yapacaktı. Daha çok değişen onların kendi içerisinde bulunduğu krizden kaynaklı saldırının kapsamının değiştiği ve biçimi de fiziki olarak artırıldı. O anlamda henüz değişen bir yönü yok. Bir de bugün emperyalizmin egemen olmadığı yer var mı diye de bir yoldaşın tespiti vardı. Ben yani eleştiri olması anlamında değil de yani gerçekten bugün uluslararası emperyalizmin egemen olmadığı bir çok alan var yok değil. Örneğin geçenlerde bir örnek (…) sadece Brezilya’da senelik 80 milyar dolar iç hacmi olan bir pazarın hem Brezilya devletinin, hem ABD ve diğer emperyalist devletlerin kesinlikle kendi egemenliği etkisi dışında halk tarafından oluşturulmuş, yönetim boşluğundan ortaya çıkan bir pazar söz konusu. Bunun rakamlarıyla biraz oynanır ama halkın kendi arasında kurduğu bir pazar sonuçta 80 milyar doları ortaya çıkaran bir pazar. Birçok ülkede emperyalizmin egemen olmadığı yönler var. Örneğin bir Endonezya bugün ABD emperyalizminin tamamiyle -yani tamamiyle demesek bile- ona karşı çok zıt politikalar üreten bir ülke yani sonuçta işte ABD kendi güçleriyle orada bir şeyler yapmaya çalışıyor. Yine bu Kuzey Kore, Irak vardı daha farklı ülkeler var. Yani emperyalizm bir biçimde dünyada ciddi bir alana hakim değil ve ona egemen değil.

Şimdi yaşadığımız bu dönemde örneğin Almanya’da daha farklı dönemlerde belli ülkeler bundan dersini aldı; yani çeşitli emperyalist saldırılar gerçekleştirdi ama yenilgilerle de karşılaştılar ve bugün Avrupa, Almanya gibi ülkeler bir kamp şeklinde hareket ediyorlar farklı çelişkileri içinde barındırmak üzere. Şimdi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sermaye birikimi gerçekten müthiş derecede tamamen ABD’de ise belli bir sürece girdi yani o yayılmacı bir politika izliyor. Ve burada sıra aşamasına göre Irak ve diğerleri olmak üzere egemen olmadığı olamadığı ya da ulaşmak istediği pazarlara yönelmek durumunda; çünkü öyle yerler çok var. Bu anlamda saldırının bir biçimi de bu yönüyle sadece bir petrol olayından ibaret bir şey değil. Yani bugün halkanın veya bir bütünün parçası en önemli parçalarından bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Şu an söyleyeceklerim bu kadar.

Emperyalizm denildiğinde sadece ABD mi?”

Ah: Topraksız köylü hareketinin denetiminde olan bir pazar mı, yoksa halkın kendisinin işte cıncık mıncık, çerçilik yaptığı bir pazar mı orayı anlayamadım. Yani diyelim ki emperyalizme bağımlı olan bir ülkenin ortasında yani ada gibi bir yerde böyle bağımsız bir denetim düşünemedim de. Brezilya bağımsız bir ülke mi o zaman… Ce. şey için diyelim emperyalizm dediğinde sedece ABD emperyalizmi olarak algılamıyorum. ABD emperyalizminin belki denetiminde değildir, Kuzey Kore de dahil, ama öbür taraftan Kuzey Kore’nin Rusya ile birçok yakın ekonomik ilişkileri, askeri ilişkileri olduğunu biliniyor. Yani bu demektir ki Rus kapitalistlerinin bir denetimi söz konusu oluyor. Onların da biraz esnek davranmasıyla beraber Güney Kore ile birlik görüşmeleri hızlandırıldı. İşte Venezüella, şimdi diyelim sonuç itibariyle bu petrol ihracı diyor alıyor satıyor, bilmem bir şeyler yapıyor ama dönem dönem diyelim Chavez liberal bir çıkışıyla beraber antiemperyalist ya da Amerikancı tutumları falan oluyor. O Castro’nun da oluyor, yani o zaman biraz sen mi açacaksın ya da başkası mı açacak bilmiyorum. Ben pek bağımsız yani emperyalistlerin ya da kapitalistlerin denetlemediği şeyi pek kafama yatmadı. Hatta hatta adamlar Mars’ı bile denetim altına aldılar neredeyse ama ABD emperyalizminin belki denetiminde olmayan ülkeler ya da şunlar bunlar falan vardır. Ama günümüzde sömürge olarak diyorum, yarı sömürge ülkeler tabiri olarak kullandığımız ya da yeni sömürge dediğimiz ülkelerde emperyalistlerin ya da kapitalistlerin denetiminde olmayan hiçbir ülke şu anda yok yani görebildiğim.

Ce: Ben daha çok ABD emperyalizmi (…) şimdi mesela Küba’da bile emperyalizmin bir biçimde belli bir denetimi var ama yani konuyu ABD emperyalizminin yeni yönelimleriyle beraber birleştirerek kaydetmek istemiştim. Yani bugün Venezüella ABD’nin temel baş alanlarından bir tanesi; Küba’ya petrolü 4 dolara satıyor ABD’ye (…) dolara satıyor. Fiyatı doğal olarak da onu rahatsız eden şeylerden bir tanesi durumunda. (…) mesela Arjantin’de böyle bir şey söz konusu; Arjantin’de ayaklanmadan sonra halk kendi arasında şeyler kuruyor belli iktidar boşluğundan kaynaklı belli bir pazar ortaya çıkarmış ve bugün Arjantin’i bir biçimde bastırdılar ama yarın bir gün yani şu an oradaki hükümet bu boşlukları tamam doldurdu vs. ama şu an Kuzey Kore mesela ABD’nin temel bir sorunu. ABD’nin Kuzey Kore üzerinde belli bir denetimi yok. Yani bunlar üzerinden yola çıkarak ABD emperyalizmi dünyanın birçok yerine hakim değil. Diğer emperyalistler de aslında tamamiyle dünyanın her tarafına istediği gibi hakim olmuş değil yani onlar açısından da belli boşluklar, ulaşamadığı noktalar var.

Zor ve şiddetle yeni paylaşımlar

Y: Şöyle yapalım; tamam birazdan. Yoldaşın ifade etmeye çalıştığı şey, ifade ettiği anlama gelmiyor. Bir kere, değil günümüzde Leninist emperyalizmin tahlili açısından baktığımızda emperyalizm aşaması aynı zamanda dünyanın paylaşımının tamamlandığı ve artık paylaşımda bir değişmenin yani yeni bir paylaşımın ancak şiddet ve zor araçlarını bir birlerine karşı kullanarak mümkün olduğu bir çağ. Ayak basılmamış, sermayenin bir biçimde dünya çapında kurduğu ilişkiler sistemi içerisine çekmediği tek bir toprak parçasının kalmadığı bir çağ. Ama şimdi çağın temel karakteristiği bu iken, bu şu anlama gelmez. Dünyanın çeşitli yörelerinde, çeşitli coğrafyalarında, ülkeleri ve alanları üzerinde emperyalizmin egemenliğinin ve denetiminin her yerde aynı ve eşit şiddette, aynı düzeyde olduğu anlamına gelmez. Zayıf olduğu alanlar vardır, daha güçlü olduğu alanlar vardır. Zaten bu yüzden emperyalizm çağında genel olarak ülkeleri biz kategorilendirirken sömürgeler, yarı sömürgeler ve görece belirli bir bağımsızlığa sahip olan ülkeler şeklinde gruplandırmalar ana gruplandırmalar yaparız.

Kaldı ki 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni sömürgecilik yönteminin egemen bir sömürü biçimi, emperyalist denetim ve yağmanın egemen bir biçim halini aldığı dönemde bile bu kez dünya çapında ortaya çıkan siyasi ve askeri bloklaşmalar onların birbirleri karşısında yarattıkları güç dengesinin sunduğu imkanlardan dolayı, örneğin bir bağlantısızlar hareketi gibi politik anlamda kendisini böyle ifade eden ve belirli sınırlar içerisinde özerk davranma yeteneğine sahip Hindistan’ın ve o zamanki Küba’nın öncülüğünde ve Yugoslavya’nın öncülüğünde ülkeler ortaya çıkmıştır. Ama temelde baktığımız zaman ne Hindistan, ne Yugoslavya o zamanın, Tito döneminin Yugoslavyası ve ne de o hareketin diğer bileşenleri ekonomik, hatta çok temel konularda politik olarak bile emperyalist sistemden, şu veya bu emperyalist kampın denetiminden bağımsız ve özerk, onun dışında kalan bir karakter taşımamıştır, taşımamaktadır.

Günümüze doğru gelecek olursak, bugün çeşitli alanlarda emperyalist hegemonyanın tam ve mutlak egemenliğinin bütünüyle gerçekleştirilemediği birçok ülke vardır. Şu son tezkere olayının gösterdiği gibi, mesela Amerika’nın Türkiye üzerindeki ekonomik, siyasi, askeri, mali, kültürel hegemonyası, denetiminin bütün gücüne rağmen belirli faktörlerin bir araya gelmesinin sonucu olarak her söylediğini, her istediğini yaptıramadığı bir durum örneği olarak karşımıza çıkması. Ama bu mesela, Türkiye’nin emperyalizmin denetiminin dışında kalan bir alan veya ülke olduğu anlamına gelmez. Ekonomik bakımdan baktığımızda da mesela senin özellikle etkileyici bulduğun o Brezilya’da halkın kendi denetiminde ticari alışverişi sürdürdüğü -yıllık sen söylüyorsun 80 bin dolarlık bir piyasa- öyle birtakım adacıkların varoluşu yine ne Brezilya’nın hatta ne de o ilişkilerin kurulduğu o sosyal topluluğun, yani o topraksız köylü hareketinin bütünüyle emperyalist ilişkiler ağının dışına çıktığı anlamına gelmez. Bir kere ekonomik olarak baktığımız zaman o tür boşluklar, yani 80 milyar dolarlık bir piyasa bugün dünyada dünya ticaretinin ve mali sermayenin hacmini düşündüğümüz zaman trilyonlarca doların döndüğü bir dünyada 80 milyarlık bir şey bizim için büyüktür ama genel ekonomik sistem açısından hiç kaale bile alınmayacak, bir tekelin günlük karı düzeyinde, uluslararası dev bir tekelin günlük karı düzeyinde küçük bir rakamdır. Ama rakam, onun tamamiyle emperyalizmin denetimi altında, denetiminin dışına çıkmış bir alan olduğu anlamına sırf bu yönüyle değil, şu yönüyle de gelmez: Genel ekonomik ilişkiler sistematiği içinde göreli bir özerklik kazanmış olsa bile birçok toplumsal, siyasal (…) aslında Brezilya’nın üzerinden süren emperyalist ilişkiler ve denetimin içerisindedir onun gölgesi altında ortaya çıkan bir boşluğun, güçle yaratılan, -tabii halkın gücüyle yaratılan bir boşluğun ortaya çıkardığı- bir alandır.

Emperyalizmin yeni yönelimleri

Ama şöyle bir genelleme veya söylem ideolojik açıdan bir kere Leninist emperyalizm teorisi açısından yanlış olur. Halen dünyada emperyalist sistemin dışında emperyalistlerin denetleyemediği alanlar vardır demek ideolojik olarak yanlış olur. Kaldı ki şimdi daha geniş konuşacağız, zaten Amerika’nın yeni yönelimleri dediğimiz zaman, yeni stratejisi dediğimiz zaman orada yeni olan şudur; geçmişte özellikle Soğuk Savaş döneminin iki bloklu dünyasının yarattığı dengeler ortamından yararlanarak kimi konularda, görece özerk, görece bağımsız davranabilme inisiyatiflerini bile adam artık ortadan kaldırmaya yöneliyor. Yani bütününü sıraya da koymuş. Bak senin verdiğin bütün örnekler aynı zamanda ABD’nin yeni yönelimlerinde hedef tahtası oluşturan örnekler ve onların herbirinin işini, onun yönelimi ve iradesi açısından baktığımızda bir biçimde görmeye çalışıyor. Kuzey Kore’ye farklı bir yönelimle gidecek ama Venezüella’yı zaten karıştırmak için elinden geleni yapıyor. Sadece Venezüella’da değil Latin Amerika’da konuşmamızın akışı içinde ben ona tekrar değineceğim bir nokta Latin Amerika’da, Brezilyada şu Lula’nın bile seçimleri kazanmasıyla birlikte Brezilya zaten halk ayaklanmalarının politik sistemi felç ettiği Arjantin, işte Küba, Venezüella, Şili ve bunların oluşturduğu MERCASOR sistemi Orta Amerika Ortak Pazarı gibi Amerika’nın NAFTA’sına karşı oluşturdukları bir sistem var. Amerika bir biçimde Kolombiya bütün buralarda kendisinin başını ağrıtan ve kendisi için denetim dışı, otoritesinin dışında ve onu rahatsız edecek gelişmelere göre bütün bu süreçleri de zaten bu yeni stratejisiyle bir biçimde denetim altına almaya çalışacak.

Dünden farklı özellikler

B. Al: Şimdi bugünkü ABD’nin yeni yönelimi, 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı’na baktığımızda aynı özellikler taşıyan bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Şimdi Almanlar 1. Dünya Savaşında başlangıcın sebebi. Üretimin yoğunlaşmasıyla beraber kendi hakimiyet olduğu bölgeden daha çok üretim yapması ve bunu dünya pazarının, yani dünyadan pazar kapma noktasındaki özellikle kendi rakipleri olana İngiltere ve Fransa’nın o sömürge şartlarının olması ve Almanya’nın sömürgesi olmamasından (…) dolayı bir savaşa yöneldiğini Lenin belirtiyor.

Bugün ise, söylendiği gibi dünyanın tüm yerleri emperyalistler tarafından pazarlanmış yani bu yönle yeni dünya düzeni dedikleri yeni bir paylaşımla gündeme geliyorlar. Bu yeni paylaşımda Amerika’nın özellikle işte ekonomik krizi yaşaması, işte üretimin tüketilmemesi bununla beraber kendi askeri avantajını kullanarak diğer emperyalist güçlerden, özellikle Avrupa Birliği emperyalizmi üzerindeki bu askeri dengesinin güçlü olmasını fırsat bilerek bu yönelimi erken başlattı. Bunu da başlatırken esas olarak stratejik bölgeleri hedef aldı. Bu stratejik bölgeler nedir? Ortadoğu ve Avrasya hakimiyetini ele geçirmek. Çünkü buralardan bugün kapitalizm için canalıcı olan enerji ihtiyacını karşılayabilecek rezervlere sahip olması. Bununla beraber Amerika bunu bu yönelimi yaparken gerçekten kullandıkları yöntemlerden biri de işte havuçla, sopa dediğimiz o sopaya ihtiyaç duydu. Çünkü böyle yerlerde özellikle Ortadoğu’da antiamerikancı bir potansiyelin olması, halkın içinde ne kadar dini motiflerle işlenmişse de antiamerikan bir potansiyel var. Bu antiamerikan potansiyele sahip olan Ortadoğu’da ancak ve ancak faşizan bir tutumla, faşizan bir politikayla oraya yönelebilir. Bu yönden burjuvazi demokrasisi yok olmadı mı emperyalist güçler ihtiyaç duyduğu zaman yani faşizan bir yöntem kullanırlar, ihtiyaç duyduğu zaman burjuvazi demokrasisi dedikleri yöntemler kullanıyorlar.

ABD emperyalizmi öyle bir yöntem kullandı ki kendi kurumlarını bile tanımayarak, Birleşmiş Milletler, NATO’yu bile tanımayarak böyle faşizan politika geliştirdi. Çünkü Amerikan emperyalizminin yapabilecek başka politik manevraları kalmamıştı. İşte bu yolla kendisinin Ortadoğu, Avrasya aşamasının tek ve tek bir politikasının savaş olduğunu, şiddetin var olacağını ve bununla da özellikle 11Eylül’den sonra muazzam bir olanak sağlattı bu Amerika’ya. 11 Eylül’den sonra Bush’un söylediği bir şey var “Ya bizden olacaksınız, ya terörist” olarak ilan etti. Aynı zamanda geliştirdiği politikalardan biri de şuydu, özellikle geçmişten terör hareketleri, terör eylemleriyle halk eylemlerini ayrıştırıyordu. Şimdi tamamen bütün hepsini bütünleştirdi. Halk hareketlerini de terör kılıfına sokarak ve buna karşı dünya kamuoyunda kendinin o faşizan politikalarını yasal bir hale getirmek, meşru bir hale getirmek için halk hareketlerini de terör hareketi olarak ilan etmeye çalıştı.

Bu yönde ABD ne kadar başarılı olabilir? Tartışılan bir konudur. Çünkü Ortadoğu’da özellikle Irak’taki savaşta, yani Irak işgalinin doğrultusunda Saddam’a rağmen oradaki halkın direnişi ve aynı zamanda askeri olarak, teknolojik olarak güçlü gördüğümüz dediğimiz Amerika’nın belirli zaafları da çıktı ortaya, bu neydi? Teknolojik olarak çok ilerledi dediğimiz akıllı füzeler vs. gibi şeyler çoğu hedefi saparak hatta kendi güçleri telef oldu, değişik bölgelere giderek hedef oldu. Bununla beraber bugün o savaşın üstünlüğünü ele almasına rağmen hala Irak’ta bir boşluğun varolduğunu, hala yeni bir hükümeti veya iktidarı kurmama sıkıntısı çekmesinin Amerika’nın Ortadoğu ve Avrasya’da uygulamak istediği politikalarında çok kolay olmayacağının belirtisi oluyor. Çünkü bugün Ortadoğu’daki halkların antiamerikancı olmalarından kaynaklanan durumuyla karşı karşıya kaldığında Amerika’nın oradan kendi yönetimini kurma noktasında büyük zorluklar ve engellerle karşılaşacak.

Sovyetler’in yıkılmasından sonra

Bununla ‘91 yılında Sovyet Devrimi’nin yıkılmasıyla beraber dünyaya burjuvazi kalemşörleri, burjuvazi medyası dünyanın artık bundan sonra güllük gülistanlık olacağını ama bunun çok uzun sürmediğini kısa bir süreçte o emperyalist yozlaşmanın ve yarattığı krizle beraber bu propaganda bombası geriye tepti. Bu geriye tepmesiyle beraber AB’nin ve ABD arasındaki emperyalist çelişkiler de yoğunlaştı. Bununla beraber yeniden dünya paylaşımında stratejik hedefler olan yerlere yönelerek Amerika buraları ele geçirip buralardan o ekonomik krizi savaş yoluyla çözmeye çalıştı. Bu Ortadoğu’daki yönelmesinin bir arkadaşın Türkiye’nin rolü zayıflayabilir veya tamamıyla Türkiye’nin burada rolünün Amerika açısından yok olacağını söyledi, ben buna katılmıyorum. Belki bugün Türkiye’nin rolü zayıflayabilir ama Ortadoğu’da Amerika’nın Türkiye’den kolay kolay vazgeçecek bir ülke olmadığını görüyorum. Çünkü Ortadoğu’ya baktığımızda askeri olarak en güçlü olan ülkelerden biridir Türkiye. ABD’nin Türkiye üzerinden oynamak istediği Ortadoğu’da oynamak istediği rolden kolay kolay vazgeçeceği bana göre doğru değil.

Kürtler ve bölge

Son süreçte Kürtler’in üzerinde oynadığı oyununun bu işgalin bitmesinden sonra artık gündemden düştüğünü, Kürtlerin buralarda bağımsız bir devlet kurma noktasında artık Kürtlerin de dile getirmediğini, bunu hem Güney Kürdistan’daki Barzani ve Talabani’nin açıklamalarında hem de bugün Kuzey Kürdistan’da bir güç olan KADEK örgütünün açıklamalarında ortadadır. Yani bağımsız bir devlet talepleri yoktur, bir federasyon talepleri vardır. Bu yönde bunda geriletmenin en büyük etkenlerinden birinin Türkiye olduğunu düşünüyorum. Türkiye ile Amerika arasındaki o ilişki derecesi olduğunu düşünüyorum. Bu AB birliği ile parçalanabilir mi bu süreçte? Bana göre ABD birliği parçalanmaz tam tersi daha güçlenerek yeni müttefikler katarak güçleneceğini çünkü ABD emperyalizme karşı ABD emperyalizmin tek kullanabilecek politikalarından biri budur. Buna yönelik özellikle Almanya ve Fransa’nın geliştirmek istediği politikalar bu yöndedir; bu taa 30 yıl önce Almanya ve Fransa hayata geçirmek noktasında adımlar atılmıştır. Bundan kolay kolay geri dönüşü olacağını da düşünmüyorum. Çünkü ABD’ye karşı üstünlük sağlayabilecek tek bir manevrasının bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü özellikle askeri alanda ne Fransa’nın ne de Almanya’nın ABD emperyalizmine karşı bir üstünlük sağlaması şu an imkansız görünüyor. Ancak bu güçleri birleştirerek özellikle Rusya’yı da bu birliğe ortak ettirerek gelecekte o emperyalist hegemonyasına ABD emperyalizminin hegemonyasına karşı üstünlük sağlayabileceklerini düşünüyorlar. Bu yönde AB emperyalizminin daha gelişerek konumlanacağını düşünüyorum.

Bizim bu konuda ne yapmamaz gerektiği noktasında bazı arkadaşlar proletaryaya daha fazla yönelmemiz gerekeceğini söylüyorlar bizim zaten proletaryaya yüzümüz dönüktür. Bizim 21. yüzyıla denk gelen politikalar, araç ve gereçleri hızlı bir şekilde devreye sokarak, çünkü aynı zamanda bu Amerikan emperyalizmi hegemonyası kitleler arası bir hoşnutsuzluk da yaratmıştır. Bunu, bu fırsatı biz komünistler olarak çok iyi değerlendirip (…)

Ha: Emperyalist herhangi bir devlet bir yere saldırıp da oradaki zenginlikleri kendi elinde topladığı sürece diğer emperyalist devletler buna müsaade edecek durumda olamazlar veya hiç yoktan buna kayıtsız kalacak bir lüksleri yok kendi sistematikleri açısından. Çünkü İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na baktığımızda bile, bir tarafta dönemin en büyük emperyalist devletleri Amerika, İngiltere, Almanya; işte kısmi olarak bir nevi savaşa girmese de o denklem içerisinde Fransa veya 1936’da İspanya’nın yaşadığı sorun. Keza ondan sonra İtalyan Mussolini’si falan yani dünyanın yeniden paylaşılması espirisinde hepsinin yaptığı birtakım hamleler veya oynattığı bir takım atlar var. Şu anda da durum bundan çok değişik değil. Amerika gidip Ortadoğu’yu sömürgeleştirirken Almanya’nın, Fransa’nın veya Japonya’nın, Rusya’nın buna seyirci kalması veya bunu sadece bulunduğu yerden seyretmesi veya buna kayıtsız kalması mümkün değil. Dolayısıyla ben AB’nin de ileriye doğru belki 3-5 sene içerisinde değil ama ciddi şekilde askeri bir örgütlenmeye ve saldırgan bir pozisyon almaya doğru evrileceğini düşünüyorum.

Latin Amerika

Konuşulan başka konulardan bir tanesi Latin Amerika, yani bütün bu denklem içerisinde göreceli olarak daha farklı hareket eden veya hareket etme alanı fazla olan bir Latin Amerika’dan bahsediyoruz. Amerika’nın şu saldırı sistematiği içerisinde veya dünyayı yeniden paylaşma, askeri güçle paylaşma sistematiği içerisinde sıranın Latin Amerika’ya da geldiğini düşünüyorum. Ama bugün niye Latin Amerika’yı sona doğru bırakıyor; bana göre Latin Amerika geçmişten bu yana kıta olarak dünyadaki Antiamerikancı duyarlılığın en yoğun olduğu ülke. Yani Vietnam’ından Küba’sına kadar işte bugün Kolombiya’sına daha birçok ülkesine kadar Arjantin vs. Anti-amerikancılığın çok güçlü olduğu ve bu tür direnişleri yaşamış bir ülke. Dolayısıyla Amerika Latin Amerika’ya girecekse bunu mesela bir Irak’taki gibi çok zamana yayarak -gerçi bu, yani savaş anlamında söylemiyorum bu daha zamana yayma anlamında ama mesela şeye dikkat edersek şu Irak saldırısının güneyden girdiklerini o Umr Kasr’la, Basra’da mesela 10 gün veya iki haftalık bir direnişte kendi içlerinden Pentagon’un bile çatırdaması veya savunma bakanlığına topu atması Rumsfeld’in çıkıp da “Bizim savaş stratejimiz doğru” falan gibi birtakım şeyler Latin Amerika’da kendisini tekrar ederse Amerika’nın oralarda düşündüğünden çok daha fazla kayıp vereceği bir pozisyona doğru evrilmesi de mümkün. Onun için Latin Amerika’da Amerika’nın yapması gereken tek ve sonuç alıcı bir girişime doğru gitmek. Oraya doru bir savaş veya oraya doğru bir operasyonu sıklaştıracaksa veya öyle bir operasyon düşüncesi varsa bunu bu yönlü çözme zorunluluğu var diye düşünüyorum.

Artı işte Latin Amerika’daki o anti-abdciliğin gelişmişliğinden de kaynaklı tekrar bir Vietnam veya Küba yaşamak istemez. Kaldı ki dünya bir Vietnam ve Küba’nın yaşandığı dönemlerdeki kadar da sorunsuz değil. Özellikle Amerika’nın şu son saldırılarıyla Afganistan işte Irak’la birlikte çok daha fazla teşhir olmasının da onun üzerine getirdiği bir basınç ve dünyada aslında işçi sınıfında, emekçi halklarda ciddi bir anti-amerikancılığın kabarması bunun da Amerika’nın kendi açısından da bazı noktalara önem afftetmesini de beraberinde getiriyor diye düşünüyorum. Çünkü girip de başarısız olabileceği bir yerde rüzgar tam tersine doğru Amerika’nın yüzüne doğru esebilecek bir tehlikeyi de içeriyor.

Dünyanın son beş yılı

Hat: (…) bir şekilde geldi ama yine de çok fazla toparlanmış bir şekilde konuşabileceğimi sanmıyorum. Uzun bir süreçten beri dünyada yaşanan olayları izlediğimizde, son 5 yıllık süreç içerisinde yaşanan dünyadaki gelişmelerle birlikte bir araya belki çok fazla gelip daha değişik boyutuyla, daha detaylı boyutuyla geniş geniş konuştuğumuz bir ortamı da bulamadık. Bununla beraber özel yönelimde bu konulara eğilip okuyup, araştırma konusunda çok yeterli olduğumu söyleyemeyeceğim. Ama her şeye rağmen de özellikle bugün konuşan yoldaşların genel olarak parçalarıyla içinden geçtiğimiz süreci, bu dönemi bizim politikalarımızla beraber genel olarak dünyada yaşanan bu süreci değerlendirip ortaya koydukları konuşmalardan biraz şey de kendi kendimle konuşmaya da başladım. (…) burjuva demokrasisinin işlevinin özellikle bende farklı bir etkisi oldu bunu da biraz da DP’nin yeniden yapılandırma yönelimi, 2. Bush Konsepti yazıları ve 11 Eylül’le birlikte bugün gelinen noktada içinden geçtiğimiz süreç içerisinde dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin karşı karşıya olduğu saldırıların içerik ve biçimi ya da karşılaşılan, yaşanan olaylarla bağlantılı onların karşı karşıya geldiği olayların sonucunda hangisinin daha tehlikeli ve hangi boyutta ne kadar vahşi bir şekilde yaşandığının kıyaslamasını yaptım.

Şimdiye kadar yaşanan süreçle birlikte burjuva demokrasisinin biraz da sınıflar mücadelesi içerisinde özellikle de Avrupa’da yaşamamızdan kaynaklı sınıf mücadelesinde buralardaki işçi ve emekçileri sisteme karşı, varolan kapitalist, emperyalist sisteme karşı asıl onu ilk başta tahlil etme, o tahlille birlikte kendi sınıf mücadelelerinin programatik yönelimleri ve politikalarında çok fazla bir araya gelemediğimiz biliniyor. Yani biliniyor derken onlarla çok fazla iletişim kurmak birlikte mücadelenin ortak zeminlerini yaratma konusunda kendi ülkemizin politik yapısından kaynaklı sınıf mücadelesiyle buradaki sınıf mücadelesi arasındaki ortak bulma noktasında sorunlar yaşıyorduk.

Mesela şu yaşanan süreçlerle bugünkü konumuzun başlıklarıyla da birlikte açıklanan konularla birlikte bugün aslında şeyi gördüm ben. Yani sınıflar mücadelesinin emperyalist sisteme karşı, kapitalist, emperyalist sisteme karşı sınıfın ortak mücadelesinin koşullarının daha olgunlaştığı bunun da acı bir gerçek olarak emperyalizmin içine girdiği birlikte onun sömürü biçimindeki o farklılaşma yani o şiddeti daha açıktan (…) barbarca saldırdığı daha açık bir şekilde bugün kendi stratejik hedefi olarak Ortadoğu’da barbarca, vahşi bir şekilde sergilediği o saldırının bugün buradaki ya da genel olarak dünyadaki bütün işçi ve emekçilerin, kendi Amerika’daki sınıf örgütlülükleri açısından da bugün varolan sistem, yani egemen sistemin hangi boyutta, nasıl bir saldırı içerisinde olduğunu, asıl bu saldırılar karşısında kendisinin de dışında olmadığını ve buna karşı da daha güçlü, daha örgütlü, daha bilinçli bir örgütlülük gerektiği bir yanıyla görüldü pratik olarak görüldü. Bunun karşısındaki eylemlikler olarak belki görüldü ama asıl bunun politik olarak, yönelim olarak, örgütlülük olarak bunun neresinde -bu zaten bizim de yakıcı sorunlarımızdan biri ve bununla birlikte- bizim bu örgütlülükler temelinde buradaki enternasyonel dayanışmayı sınıf mücadelesinin örgütlenmesi noktasında bizim üzerimize düşen görevler neler olacak? Nasıl olacak noktasında belki çok fazla şey değil ama asıl politik olarak ya da örgütlenme, kurumlar olarak neler olmalıdır? Biraz benim kafamı bu karıştırıyor, asıl buralarda bunlara yanıt bulabileceğimi düşünüyorum. Burada ona yanıt bulacağımı düşünüyorum. Bu yanıyla belki yanıtlar var, belli pratik şeyler var ama o pratik şeyleri genel olarak politikalarımız haline getirip, nasıl bir politik mücadele olarak belirlenecek ve biz burada buna uygun nasıl örgütlülükler ülkedeki sınıf mücadelemizden de kopmadan ya da kopmak zaten mümkün değil orayı da besleyecek bir biçimde, oradan da burayı besleyecek bir biçimde nasıl bütünlük içerisinde yeni hedef ve yönelimler koyacağız buna cevap bulacağımı umuyorum.

ABD emperyalizmi krizine çıkış bulacak mı?

Mus: Ben de ABD’nin içinde yaşadığı ekonomik kriz, ABD halkının yaşadığı krizden başlayacağım. ABD’nin son dönemlerine baktığımızda uluslararası arenada tekeller bazında çok güç yitirdi. Bir tek silah sanayisinde güçlü bir sanayi, dünya tekellerinin yüzde 50 bilmem kaçını elde bulunduruyor. Amerika’nın içerisinde de müthiş bir kültürel yozlaşma var, Amerikan cezaevlerinde bulunan hükümlülerin sayısı Avrupa ve Japonya’nınkinden daha fazla; demek oluyor ki Amerika’da müthiş bir kriz yaşanıyor, ekonomik kriz ve eşitsiz sermaye dağılımı oluyor. Ama ABD emperyalizmi bunun çıkış yolunu nasıl bulacaktı? Silah sanayisiyle bulacaktı, seçimlerde de o döneme uygun bir iktidar geldi iktidara Bush geldi. Bunun iktidara gelmesiyle hemen 8 tane ülke şer ekseninde 8 ülke, belki Afganistan yoktu bunların içinde sonradan çıktı. 11 Eylül’den sonra Irak vardı, Irak’a saldırdı çünkü Irak’a saldırması Avrasya’ya, Ortadoğu’ya, bir nevi Balkanlar’a, Sovyetler Birliği’nden sonraki Balkan’lara özellikle Türkiye üzerinden TC’lerine girmesi oradaki doğal kaynakları biraz Türkiye’yi de besleyerek girmeyi planlıyordu. Ama Türkiye bu rolünü oynayamadı, Irak’a girmesi her tarafı, hem İsrail’in konumunu sağlamlaştıracaktı sınır ötesi sermayenin uluslararası sınırlar ötesi hükmü diye düşünüyorum.

Bazen kafamda şey düşünüyorum. Acaba teknolojinin de insanlığın bir üst boyutu yaşadığı bir dönemde orta çağa mı dönüyoruz? Çünkü bugüne kadar böyle saldırılar olmamıştır; olmuştur sömürge ve yarı sömürgelere ekonomik bağımlılık olarak saldırıyorlardı ama bu son gelişmeler Sovyetler’in yıkımından sonra emperyalistler arasındaki çelişkiler daha da derinleşti kutuplaşmalar daha da farklılaştı tek kutup oldu. Bunun yanında kültürel yozlaşmalar yaşandı tek ülkenin Amerika’nın müthiş bir etkisi oldu kültür yönüyle, oradan daha çok vurdular. Yeni dünya düzeni yeniden mi yapılanıyor diye bir de soru sorayım. Konuşmaya başlayınca aklıma da gelmiyor. Emperyalistler arası çelişkilerdeki yeni boyutlar… Bir de Ortadoğu’ya saldırılar mutlaka Avrasya planı içerisinde oluyor ama bunun diğer getirileri ne? İsrail’le ilgili bir soru sormak istiyorum: Irak’a saldırı, İsrail’in güvenliğini de pekiştiriyor mu? Filistin sorunu nasıl çözülür? Bir soru daha soracağım. Emperyalistler eskiden böl, parçala yönet; şimdiki gelişmelerde şeyi görüyorum mesela Kürtler açısından da düşündüğümüzde ileriye yönelik bir Kürt devleti kurulsa 4 parçadan 4 ülkenin Kürt devleti kurulsa 4 ülkenin içerisinde 4 parçalı yönetim olacaktı. Ama şimdi bir ikinci İsrail mi olacak? ABD emperyalistlerinin kurduğu bir Kürt devletine biz nasıl bakarız?

ABD emperyalistlerinin kurduğu bir Kürt devletine biz nasıl bakarız?

Y: Nasıl bakarız sence?

Mu: Yoldaş bir Kürt olarak şunu düşünüyorum, bir komünist olarak da şunu düşünüyorum. Biz desteklemeyiz ama kurmalarına da biraz sessiz kalırız diye düşünüyorum. Yani biraz öyle talihsiz bir şey olacak ama; çünkü bir İsrail’in kuruluşuna baktığımızda ilk SB bu İsrail’i tanıyor. Yani belki ilk kurulduğunda biraz ulusal motifleri olacak Kürt devletinin, çok geri olacak, ilk dönemlerde biraz ulusal motifi olacak ama böyle tarifsiz bir şey.

Er: İsrail’i Sovyetler mi tanıyor?

Y: Evet, ayrıca SB Filistin’e Yahudilerin göçünü onaylayan ve belli ölçüde destekleyen bir konumda ama onun tarihsel nedenleri var. Bir de daha sonraki sürecin gösterdiği gibi şimdi benzer bir durumla karşılaşırsa aynı yaklaşım sergilenir mi sergilenmez mi, (…) sergilenmez. Tarihsel sürecin gösterdiği bir şey; bu konu açıldığı için kusura bakma senin lafını bölmüş olduk.

SB’nin, Stalin’in o dönemdeki yaklaşımının temelinde şu vardı. Yahudiler tarih boyunca özellikle de 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı’nda vatansızlığın getirdiği o parçalanmışlık içinde bulundukları her yerde çok büyük acılar çekiyorlar. Bulundukları her ülkede Rusya da dahil olmak üzere. Devrim öncesini hatırlayın, özellikle de faşizmin çıkış ve iktidar olduğu süreçlerde Almanya başta olmak üzere ve Avrupa’da ırkçılığı ve her türlü gerici akım ve hareketi bunun hedefi haline getirerek güç topladığı ve topluluk muamelesi görüyorlar. Bunlardan hareketle SB yahudileri kendi devletlerine sahip olmaları yönünde zaten kendi dışında varolan, işlemekte olan dinamiği de dikkate alarak buna karşı çıkmıyor. Bunu bir hak olarak tanıyor, kabul ediyor. Fakat orada bana göre gözden kaçıralan bir şey var, Yahudilerin ulusal hak talebinde bulundukları topraklar aynı zamanda Filistin’le, Arap halkının da tarihsel hak iddialarında bulunduğu ve haklı nedenlerle onların da en az Yahudiler kadar geçerli nedenlerinin olduğu topraklar. Ve o topraklarda bir devletin kurulmasının, bir Yahudi devletinin kurulmasının teşvik edilmesi, demin sözünü ettiğim tarihsel nedenlerden kaynaklı politik, bir de her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına saygıdan dolayı, politik ve vicdani, ahlaki geçerli nedenlere sahip ama işin diğer taraflarının gözden kaçırılması var. Bütün boyutlarının ve süreç içinde doğurabileceği sorunların görülmemesi var. Tabii ki bu sonuçlar İsrail devletinin bugüne kadar ve özellikle son 30 yıldır, ‘67 savaşından bu yana izlediği pratiğe baktığımız zaman o pratiği, o günden görmek mümkün olmazdı. Yani İsrail devletinin böyle ırkçı, faşist bu (…) doğrultusunda ırkçı, faşist, yayılmacı bir devlet haline gelmesi mutlak bir sonuç değildi.

Mesela orada gözden kaçırılan etkenlerden birinin de şu olduğunu düşünüyorum: Yahudilerin 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın o yıllar boyunca çektikleri acıları, o toplumda demokratik duyarlılıkları ve insani şeyleri, yani kendi başlarına gelen tarihsel tecrübenin onlarda hümanist bir şey yaratmış olabileceği beklentisi veya umudu diyelim, bu da rol oynadı. Ama şimdi yaşanmış bir sürecin pratikte tecrübe ve yönteme baktığımız zaman şöyle bir politika dünyada kaçınılmaz olarak yeni sorunlar (…). Hakettiği topraklarda kurdurulan, yapay bir biçimde, biraz zorlamayla kurulan devletler genel olarak süreç içerisinde de yeni sorunlarla birlikte kontrol edilemeyen ve tahmin edilemeyen süreçleri de tetikliyor.

Sovyetler Birliği’nin bana göre işte gözden kaçırdığı, iyimser davrandığı, tarihsel bir iyimserlikle Yahudi devletinin Filistin topraklarında kurulmasına göz yummasında şu etkenin de rolü olduğunu düşünüyorum. Sovyet Devrimi’nden sonra, esasında birçoğu Çarlığın asimilasyon politikalarının sonucunda yok olmanın eşiğine gelmiş halkları ve ulusları biliyorsunuz yeniden onlara kazandıran bir politika izleniyor. Birçoğunda bağımsız Sovyet Cumhuriyetleri kurmaları imkanı tanınıyor. Hatta küçük topluluklar haline gelmiş Çeçenler, İnguşlar vs. gibi küçük toplulukların bile dilini, kültürünü yeniden canlandırıcı, adımlar atılıyor ve bu politika -genel olarak ulusların kendi kaderlerini tayin etmeyi haklarına saygının doğurduğu bu politika- Sovyet genelinde olumlu bir sonuç veriyor. Ve bu, 2. Dünya Savaşı sırasında da sınanıyor. Sovyetler Birliği Yahudileri aynı iyimserlikle Yahudilerin de kendi komşularına Arap komşularına, Filistinli komşularına bizim ‘67’den sonra tanık olduğumuz tarzda bir saldırganlık eğilimi içerisine girmeyebileceği umudunun da, kendi deneyimlerinin yarattığı o iyimserliğin de büyük payı olduğunu düşünüyorum. Ama o pratik Sovyet deneyimi gibi gelişmedi. Yahudiler geçmişte kendilerine ne yapılmışsa bugün Filistinlilere yapıyorlar hepimizin tanık olduğu gibi… Toparlarsak, yoldaş kaldığı yerden devam etsin; yani Yahudi devletinin Filistin’de kurulmasında…

Yahudi devletinin Filistin’de kurulmasının anlamı

Se: Ama doğru bir politika olmadığı da ortada.

Y: İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği, Amerika da arkadan destekliyor.

Er: Ama kurulmasında en büyük rol İngiltere’nin olduğunu düşünüyorum.

Y: İngiltere zaten oralarda, geneli onun denetiminde; ama Fransızların da payı var, zaten o (…) Amerika, İngiltere ve Fransa’yla kurduğu koalisyonun yarattığı bir iyimserlik içerisinde de taş koymuyor, yani destekliyor, teşvik ediyor Sovyetler Birliği’ndeki Yahudileri. İlk İsrail devletine toplu olarak göçenler, o kamplardan, Nazi kamplarından kurtarılan Yahudiler oluyor ve Sovyetler kapıları açıyor. Sovyetler’de (…) aslında bu yakın döneme kadar ve hala, yaşlanmış o Siyonist yöneticilerin, teknik adamların, askeri stratejistlerin, politikacılarının çoğu Sovyet kökenlidir.

Mu: Benim sorularım bu kadardı, şeyi söyleyeceğim emperyalistler arası çelişkilerde bize de yeni imkanlar doğuyor, onların yarattığı imkanlar sivil toplumculuk, bu tür örgütler işte 3 bin tane örgütleri var. Bunların içerisinde bizim politika yapma imkanlarımız, alanlarımız var bir de yoldaşlar da belirtti enternasyonal, güçlü bir enternasyonal olamaz mı? Şimdilik olma zemini yok ama bu küreselleşme, antikapitalist hareketler içerisinde böyle bir imkan da var, söyleyeceklerim bu kadar.

Bu çalışma içerisindeki yöntem

Y: Bu çalışmada yöntem olarak geçen çalışmadan daha farklı bir yöntem izleyeceğim; belirli bir planın akışı içerisinde sizlere sık sık önümüzdeki kaynaklardan alıntılar okuma yönelimini tercih edeceğim. Buradaki ana yönü -yönlendirme yazısında sizlere bazı kaynakları önerirken orada da belirttiğimiz gibi-, genel olarak bu çalışmalara katılan yoldaşların pratik yükümlülükleri, zamansızlıkları, olanaksızlıklarını dikkate alarak bu kaynakları olabildiğince sınırlı ve dar tutmaya çalıştık. Fakat konu gerçekten çok geniş bir bakış açısına sahip olmayı gerektirecek önemde bir konu, dolayısıyla gerek sizlere önerdiğimiz sırada bilgimiz dahilinde olduğu halde zamansızlık bakımından okunmayacağını düşündüğümüz için önermediğimiz kimi kaynaklar var. Gerekse de geçen süre içerisinde yine bizim konumuzla ilgili olarak yeni rastladığımız birtakım kaynaklar var. Dolayısıyla onlardan belli bölümlerin, burada doğrudan bizlerin yorumunun dışında doğrudan aktarılması konunun kavranışı açısından eğitici bir rol oynayacak. O düşünceyle zaman zaman böyle küçük parça okumalar yapabileceğiz.

Şimdi bu bölümde ilk başta biraz da konunun derinliklerine inmek açısından üzerinde duracağım ilk nokta “ABD’nin yeni emperyalist stratejisinin ayırdedici çizgileri nelerdir” olacak, yanlız bu konuya yaklaşırken önce ‘yeni’ kavramının kullanımında bir açıklık kazanmamız gerekiyor. Biz bir ‘yeni’den sözedeceğiz, yeni strateji onun yeni öğeleri ve çizgilerinden söz edeceğiz. Ama o ‘yeni’ yakın döneme, bundan bir-iki yıl öncesine gelene kadar izlenegelen ve tanık olduğumuz çizgiden farklı olanı ifade eden bir yeni olacak. Ama diğer yandan zaten o yeni çizgilere baktığımız zaman da görüyoruz ve göreceğiz ki, aslında yeni olan hiçbir şey yok. Burada yeni bir stratejiden, stratejik yönelim onun temel mantığı ve gerisinde yatan nedenlerden, temel mantığından her söz ettiğimiz yerde, karşımıza iki temel gerçek çıkacak. Bunlardan bir tanesi şu: Bunların hepsi esasında emperyalizmin zaten doğasında yatan eğilimlerin, yönelimlerin, bir anlamda sistem olarak emperyalizmin, kapitalizmin emperyalist aşamasının zorunlu ve nesnel dinamiklerinin ta kendisi olacak. Örneğin sınırsız egemenlik, dünya çapında tekelcilik, ‘imparatorluk’ kurma eğilimi… esasında yeni olan bir şey değil. Emperyalizmin ortaya çıktığı andan itibaren, hatta onu ortaya çıkaran dinamikler içerisinde yer alan bir etken. Diğer birçok bileşeni açısından da bu anlamda (…) dediğimiz her şey, birincisi sistemin zaten doğasında varolan süreçlerin, dinamiklerin güncel biçimlenişi olacaktır; bu anlamda bir yenilik taşımayacaktır. Bunlar özellikle de Leninist emperyalizmin tahlilini bizzat Lenin’in 1916’da Emperyalizm kitabını yazdığı yıllarda koyduğu bazı tespitler.

Yeni” kavramı

Y: ‘Yeni’ kavramını kullanırken ikinci olarak bunun tırnak içinde bir yeni olduğunu bize hatırlatması gereken bir dinamik daha var o da şu: Her ne kadar biz bu politikanın somut uygulamalarını ve pervasız dile gelişinin örneklerini son bir-iki yıldır, özellikle de şu son 6 aylık süreçte yoğunlaşmış bir biçimde daha sık ve daha yaygın olarak görüyor ve duyuyor olsak bile, aslında ABD’nin bugün yürürlüğe koyduğu stratejinin kendisi de bu birikim içerisinde veya son aylarda ortaya çıkmış bir strateji değil. Daha öncesi bir yana -yani sistemin doğasından kaynaklanan etkenler ve onun o tarihsel süreçlerdeki şekillenişi bir yana-bugün uygulanmakta olan stratejinin başlangıcını kabaca Reagan’ın 1980’de iktidara gelişiyle başlayan bir sürecin artık olgunlaşmış ifadeleri olarak görmemiz lazım. Reagan’la başlamıştır bu süreç, daha sonra baba Bush döneminde zaten ilk kavramsal ifadesini bulmuştur, “Yeni Dünya Düzeni” kavramını telaffuz etmiştir. 1. Körfez Savaşı öncesinde daha sonra araya giren bir Clinton yönetimi dönemi vardır; aslında o dönemin de -bütün liberal görünümüne rağmen- stratejik yönelimler ve tercihler konusunda bugün uygulanmakta olan politikanın unsurlarını içerdiğini kaynakları incelerken görebileceğiz.

Bir diğer boyutu şu; bugün uygulanmaya konulan stratejinin kendisi, Amerika’nın içerisinde -Reagan dönemi ve sonrasını hariç bıraksak bile- ‘92’lerde başlayan bir tartışmanın daha doğrusu 92’lerden itibaren yoğunlaşarak süregelen bir tartışmanın, Amerikan tekelci sermayesi ve yönetim çevrelerinde egemen konuma yükselmesiyle uygulama şansı bulmuş olan bu politik yönelimdir, stratejik yönelimdir. Sizlere önerdiğimiz kaynaklarda da karşılaşmışsınızdır; bugünkü stratejinin mimarları olan düşünce kuruluşları, araştırma kuruluşları, Paul Wolfowitz, Brezinski, (…) vb bütün öndegelen akademisyen ya da politikacı, bütün savunucuları esasında bu stratejiyi, bu yaklaşımları Amerika’nın küresel hegemonya (…) içerisine girmesi gerekliliğini ‘92’lerden itibaren yoğunlaşmış bir biçimde sistematik bir tarzda formüle etmişlerdir. Bu yönüyle de aslında bugün daha olgunlaşmış ve ana çizgileri belirginleşmiş olarak çıkmış olan olgu, bu yanıyla da son birkaç ayın ya da son birkaç yılın olgusu değildir. ‘Yeni’ kavramını kullandığımız her yerde bu gerçeği de aklımızda bulundurmamız gerekir.

Bu uyarıdan sonra konunun kendisine geçersek şunlar kafamızda çok net olmalı yoldaşlar: Amerikan emperyalizmi, gerek genel olarak diğer emperyalist güçlerin veya emperyalizmin doğasında yatan kendisinin de zaten tarihsel bakımdan sahip olduğu eğilimlerin dışavurumu biçiminde de olsa hakikaten son, özellikle Yugoslavya’nın parçalanma sürecinin belli bir noktasından itibaren, o sürece müdahil olduğu andan itibaren hızlı bir tırmanış gösterecek şekilde bundan önceki yıllardan farklı bir stratejiye girmiş ve yönelmiş durumda. Bu stratejinin kimi unsurları, kimi uygulamaları, geçmişte karşılaştığımız birçok uygulamadan bize ilk bakışta çok da farklı görünmeyebilir; biz bu filmle daha önce değişik tarihsel kesitlerde veya değişik siyasal süreçlerde karşılaşmış olabiliriz. Ama şu hata ve yanılgıdan kendimizi korumalıyız; yani “Burada değişen bir şey yok, çok farklı bir durumla karşı karşıya değiliz, her şey eskinin devamı” gibi bakarsak, aslında önümüzdeki süreçte daha da büyüyerek ve çok ciddi tehlikeler ve sonuçlar doğurabilecek bir sürecin kavranmasında kendi kendimizi körlüğe mahkum etmiş oluruz. Hakikaten bu anlamda da yepyeni bir dönemin içine girdiğimizi görmemiz gerekiyor.

Bu yepyeni dönemin, yeni stratejinin karakteristik olarak bütünü değil, ilk başta mutlaka her seferinde gözönünde bulundurmamız gereken bana göre 4 ana çizgisinden söz etmek doğru olur. Bunlardan bir tanesi şu; bu yeni stratejinin ayırdedici yeni olan çizgileri anlamında, artık politikanın aracı olarak savaşlar ve askeri güç kullanımı ön plana çıkmıştır, yeniden başat bir duruma gelmiştir. Bir başka ifadeyle, emperyalizm artık iradesini bugüne kadar alışılagelenden farklı bir biçimde diplomasinin, ekonominin, ticaretin, mali birtakım yöntemleri, araçları ve diliyle yürütmenin de önüne geçecek şekilde silahı, kaba güç kullanımını, askeri güç kullanımını merkeze oturtmuştur. Bu herbimizin yakından tanık olduğu gibi, Yugoslavya’nın parçalanması sırasında ve özellikle de Sırbistan’a karşı hava ve kara operasyonları sırasında kendini göstermeye başlamış; onun hemen arkasından Afganistan örneği gelmiştir, Irak örneği halen yaşanmakta olan bir örnektir ve hepinizin bildiği gibi önümüzdeki süreçte sıra başka ülkelere -bunlar Ortadoğu’da olabilir Suriye ve İran şu anda hedeftedir, Kuzey Kore’ye dönük olabilir- gelecektir; bu konuda hazırlıklar ve niyetler vardır.

Birbirine bağlı yönelimler ve sonuçlar

Yine gözlerimizden kaçırmamamız gereken bir alan olarak Afrika’da özellikle de Sudan, Somali -Somali üzerinde yeniden denetim kurma- ve Afrika’nın bazı bölgelerinde karşımıza çıkacaktır. Tabii ki Latin Amerika’da -sabahki konuşmalar sırasında değinilen- birtakım gelişmelerin önüne geçebilmek için de belki bir Irak operasyonu şeklinde büyük ordu güçlerinin kullanıldığı askeri müdahaleler şeklinde olması bile, Amerikan Birlikleri’nin de işin içine gireceği darbeler tezgahlamak biçiminde kendisini gösterecektir. Yani silahlı gücün kullanımı, ordunun kullanımı -burjuva akademisyenlerin ve politikacıların kimilerinin söylemiyle söyleyecek olursak-, ‘ordunun, siyasetin birinci dereceden enstrümanı olarak kullanımı’ olgusuyla önümüzdeki süreçte çok daha yoğun ve sıklaşmış biçimde karşılaşacağız. Bu anlamda bu stratejinin yeni olan ayırdedici olan birinci temel özelliği budur. Bu yönelimle birlikte zaten bunlar birbirine bağlıdır ve birinden kaynaklı sonuçlar olarak karşımıza çıkar.

İkinci ayırdedici bir nokta olarak artık emperyalist sistem içerisinde klasik ittifaklar ve koalisyonlar dönemi kapanmıştır. İşte sizlerin de konuşmalarında ifade ettiği gibi sadece BM’ler iflas etmemiştir, fiilen artık boşluğa düşmemiştir; NATO -ki bugüne kadar emperyalist sistemin en temel, paylaşım savaşı sonrasının en temel kurumlarından birisi olan NATO- yeni bir sürece girmiştir. Uluslararası ticaret sistemi, uluslararası para sistemi, uluslararası emperyalist askeri, diplomatik ilişkiler sistematiği, gelenekselleşmiş kuralları bunların hepsi hemen hemen artık eski hükmünü yitirmiş, bazılarının yeni içerikler, yeni biçimler olarak karşımıza çıkacağı bir sürece girilmiştir. En somut örneğini işte Irak’a Amerikan ve İngiliz saldırısı hazırlık ve uygulama sürecinde gördük. Batı emperyalizminin kapitalist emperyalist siteminin belkemiğini oluşturan NATO’da cisimleşen Atlantik İttifakı bugün çözülme sürecine girmiştir. Bugün iki ayağını oluşturan Amerika ile Batı Avrupa ve onun başını çeken Fransa, Almanya arasındaki ilişkilerde artık kriz öğeleri belirgin bir biçimde öne çıkmaktadır.

Ve zaten soğuk savaş yıllarında ve onu izleyen ilk yıllardan farklı olarak bugün Amerika’da bu stratejinin sahibi ve savunucusu olan çevreler, bu stratejinin ayırdedici noktalarından biri olarak eski klasik ittifak ilişkilerine, klasik diplomasi yöntemlerine artık eskisi gibi aldırmayacaklarını çok açık bir dille ifade etmektedirler. Mesela bu stratejinin mimarlarından Paul Wolfowitz şöyle söylüyor : “Terörizme karşı savaş -ki bu Amerika’nın esasında kendi emperyal çıkarları için yürüttüğü savaş- bundan sonra artık esnek ve değişken ittifaklar gerektiriyor”. Bu sözün açılımı şudur ‘bundan sonra artık NATO örneğinde olduğu gibi kurumsallaşmış, süreklilik gösteren bir ittifak ilişkileri yerine zaten emperyalizmin doğasında yatan pragmatist durumun gerektirdiği ittifaklara rahatlıkla girilebilecektir’. Bunun karşımıza çıkacak sonuçlarından biri, artık dünyayı kalıplarla düşünmeyi her alanda terketmeliyiz. Ama önümüzdeki yıllar ve süreçler açısından baktığımızda emperyalistler arası ilişkileri, çok daha açık bir biçimde dar kalıplaşmış biçimler içinde hiç düşünmemeliyiz.

Wolfowitz’in bundan sonra “Terörizme karşı savaş esnek ve değişken ittifaklar gerektiriyor” sözünün anlamı şudur: Bugün Amerika’nın önüne hedef olarak koyduğu amaçlara ulaşmak için en yakın müttefikleri yarın bir başka konuda Amerika’nın mualifi konumunda karşımıza çıkabilirler. Tersi de olacaktır; belirli bir konuda Amerika ile çelişkiye düşen ve onunla hatta son Irak saldırısı öncesinde Fransa ve Almanya örneğinde gördüğümüz gibi bu çelişkiyi çok açık bir biçimde ifade eden güçler, yarın bir bakacağız ki, dünyanın bir başka yöresinde, bir başka süreç veya olaya müdahale sırasında birbirleriyle pekala taktik bir ittifak içerisinde bir araya gelmiş sıkı fıkı güçler olarak karşımıza çıkabilecektir.

Türkiye’nin rolü

Bu esnek ve değişken ittifaklar yaklaşımının, stratejik yaklaşımın Türkiye’nin rolü konusunda da doğuracağı sonuçlar vardır. Onu örneklemeyi -sizlerin kafasında hep temel bir sorun olarak çıktığını gördüğüm için- başlı başına ele aldığımızda buna yeniden değinebiliriz. Ama bu yeni stratejinin ayırdedici noktaları içerisinde ifade ettiğimiz klasik ittifak anlayışı, klasik yöntemlerin devri kapanmıştır. Artık bunların dışında bir arayıştan söz ederken şu tür genellemeler ve kesinlemelerden kaçınmak gerekir : “Türkiye’nin önemi azalmıştır” diyemeyiz, nedenlerini o bölümde tartışmak üzere şimdi bir sonuç cümlesi olarak söylüyorum. Ne mutlak bir biçimde artık Türk-Amerikan ilişkileri eskisi gibi güçlü ve kuvvetli gidecektir diye kesin belirleme ve genellemelerde bulunabiliriz ne de tersini iddia edebiliriz. Örneğin; bir Amerikan-İngiliz ittifakının da aynı sağlamlıkta gidebileceği şeklinde tersine bir kesinleme ve belirlemede bulunabiliriz. Keza bu klasik ittifaklar, koalisyonlar ve ilişkiler sistematiğinin değişmesinde, yine bu stratejinin başını çeken adamlardan biri Richard Perle’ün bir sözü var diyor ki ; “ABD gerektiğinde ulusal çıkarlarını savunmak için kendi başına davranmaya hiç bu kadar istekli olmamıştı”. Bunun Türkçesi şudur: Amerika bundan sonra kendi ulusal çıkarları kapsamında gördüğü herhangi bir konuda hiç kimseyi umursamadan kendi başına hareket etmeye isteğine de, gücüne de, niyetine de sahiptir.

Yani adam bildiğini okumaya devam edecektir, bunun anlamı budur -ki yine bunu tamamlayıcı bir şey vardır. Yani o küstahlık, birincisi, askeri güç kullanımındaki pervasızlıkla birleşen bir küstahlıktır. Amerika Savunma Bakanı, yine o şahinlerin başını çekenlerden biri olan Donald Rumsfeld’in hatırlayacaksınız, Irak saldırısına karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki sürtüşmelerin yoğunlaştığı kesitte verdiği bir demeci vardı. Fransa ve Almanya’yı açıktan hedef alarak, “Onlar eski Avrupa’yı temsil ediyorlar. Fransa ve Almanya artık eski Avrupa’dır, yaşlı Avrupa’dır bizim bundan sonra muhatabımız genç Avrupa olacaktır” . Genç Avrupa diye kastettiği de Avrupa Birliği’ne o günlerde aday üye durumunda olan işte Macaristan, Romanya, Bulgaristan, İspanya vs. Yani daha çok Avrupa Birliği’nin periferi durumunda olan ülkelerdir. Tabii o genç Avrupa’yı muhatap almanın nedenlerini yine konunun ilerleyen bölümlerinde göreceğiz.

Tanrıya şükür ki Birleşmiş Milletler öldü”

Amerika’nın bu emperyal siyasetinin yeni stratejisini uygulayabilmek için çoğu zaman bizlerin de gözünden kaçabilen gizlice yürüttüğü bir şey var. Dünyanın her yerindeki üsler ağını Amerika hızlı bir biçimde son iki yıldır artırmakta, tırmandırmaktadır. Ve bu saydığımız ülkeler -aynı zamanda bunlara Gürcistan’ı falan da ekleyecek olursak- Amerika’nın özellikle son iki yıldır çok büyük askeri operasyon üsleri kurduğu ülkeler olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Yine bu adamların artık klasik ittifaklara, koalisyonlara aldırmayan pervasızlığının bir örneği olarak yine Richard Perle’ün bir yazısı var sizlere biraz özetleme ve okumayı düşündüğüm parçalardan biridir başlığı bile şu; “Tanrıya çok şükür ki Birleşmiş Milletler öldü”. Bu yazıyı 21 Mart’ta yabancı bir yayında yayınlamış, yani savaşın başlamasından sonra. Ben bazı bölümleri atlayarak ama önemli gördüğüm noktaları okumak istiyorum. “Saddam Hüseyin’in terör rejimi sona ermek üzere, kısa süre sonra çekip gitmiş olacak. Ancak giderken beraberinde Birleşmiş Milletler’i de götürecek, belki tamamını değil. Birleşmiş Milletler’in iyi çalışmaları kalacak, sözgelimi düşük riskli barışı koruma bürokrasileri kalacak, Hudson Birleşmiş Milletler’in üzerinde bulunduğu nehir, üzerindeki koyun melemeleri devam edecek. Ölecek olan Birleşmiş Milletler’in yeni dünya düzeninin kurucusu olduğu fantezisi. Enkazı kaldırdığımızda Uluslararası Hukukla kurulan o kibirli, liberal güvenlik fikrinin nasıl bir entelektüel yıkıntı olduğunu daha iyi göreceğiz.”

Devamında şunu söylüyor bazı bölümlerini özetleyeceğim. Diyor ki bu savaş bittikten sonra, savaş sonrası dönemin uzlaşması atmosferinde diplomatlar unutkanlığa yakın olurlar ama biz ve dünyanın halkları Birleşmiş Milletler’in hem kendi yurttaşlarını, hem de dünyadaki diğer toplumları terörize eden, haydut devletler karşısında geri çekilmeyi gerektirdiğini vaaz eden köleleşmiş düşüncelerle uzlaşmamalıyız ve bunları unutmamalıyız. Irak Savaşına karşı çıkan bazı kişilerin öne sürdüğü gerekçe askeri güç kullanımının sadece Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla meşru olabileceğinden ibaret. Askeri gücün bizzat Birleşmiş Milletler’in kararlarına uyulmasına sağlanmak için geçirildiğinden söz eden yok. Devam ediyor, “Eğer” diyor “bu karara göre uygulanmazsa onlara göre askeri güç kullanımı anarşi olacak, dünya düzenine dair bütün umutları yerle bir edecek. Bu son derece yanlış ve tehlikeli bir düşünce, çünkü ahlaki ve hatta hayati politik askeri kararları alma imkanını Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üyeleri olan Suriye, Kamerun, Angola, Rusya, Çin, Fransa -sayılan ülkelere dikkat edin. Suriye, Kamerun, Angola, Rusya, Çin, Fransa- ve bunlara benzer başka ülkelerin insafına terk ediyor. Bir politikanın ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi onay verirse doğru olabileceği iddiasını öne sürenlere sadece Komünist Çin veya Rusya ya da Fransa veya küçük bir şamatacı diktatörlük onay vermedi diye bir politikanın nasıl olup da yanlış sayılabileceğini sormak lazım. Bu noktada düzen ve anarşi denklemi bir kez daha düşünülmeli. Güvenlik Konseyi düzeni koruyup bizi anarşiden korumaya muktedir bir kurum mu, tarih öyle olmadığını gösteriyor” deyip şunu söylüyor “Birleşmiş Milletler bugüne kadar aslında soğuk savaş döneminde hiçbir olumlu sonuç uygulamadı. Sovyet imparatorluğuna karşı yapılan mücadele kazanılarak Doğu Avrupa’nın özgürleştirilmesini Birleşmiş Milletler değil NATO gerçekleştirdi ve Birleşmiş Milletler esasında Rusya tarafından esir alındı”. “Dolayısıyla 21. yüzyılda yeni dünya düzenini korumanın yeni yollarını arayıp bulma umudu var, fanatik terörü, ona karşı yürüttüğümüz savaşı kök bulduğu ülkelere taşıyamadığımız sürece ne alt edebilir ne de engelleyebiliriz. Bu da bazen teröristleri koruyan devletlere karşı askeri güç kullanmamızı gerektirecek. Ve bundan sonra da” diyor “Birleşmiş Milletler’le falan biz bir deneme tahtası gibi oralarda oyalanmayacağız. Şimdi bu işi yapmaya niyetli olanlarla bir koalisyondayız, bu koalisyon yeni dünya düzeni için tehdit değil en büyük umut ve Birleşmiş Milletler’in vahim başarısızlıklarının yarattığı anarşiye karşı gerçek bir alternatif.”

Yeni stratejinin temel noktaları

Şimdi bu yazıda, yazının mantığının kafanızda canlanması için okuduğum bölümlerin de gösterdiği gibi çıkarılması gereken bu yeni stratejinin, yeni özellikleri açısından da birkaç temel nokta var. Bunlardan biri şu, artık adam diyor ki “Ben Birleşmiş Milletler de dahil” -küçümsemeye bak- “komünist Çin ya da Fransa ya da Rusya veya küçük şamatacı bir diktatör onay vermedi diye, yapmak istediğimi yapmaktan beni kimse alakoyamaz ben bundan sonra böyle davranacağım.” İkinci olarak burada söylediği bir şey daha var, onun tabiriyle “fanatik terörü ve onun kök bulduğu bölgelere savaşı taşıyamadığımız sürece biz bu işin önünü yani terörü altetmeyi başaramayız” diyor. Bunun anlamı terör tanımında da görebileceğimiz gibi Amerika’nın çıkarlarına aykırı politikaların, tutumların, eylemlerin, örgütlenmelerin olduğu her yere biz bundan sonra askeri güçle müdahale edeceğiz. Bu zaten o yeni stratejinin ayırdedici noktalarından birincisi olarak koyduğumuz askeri güç kullanımındaki pervasızlık, bu mantığın ve yaklaşımın sonucu.

Şimdi bu yeni stratejinin veya bugün için Amerikan stratejisinde yeni olan dikkat çekici bir farklılaşmanın üçüncü bir örneği şudur; artık adamlar çok açık ve pervasız bir biçimde emperyal bir güç olduklarını, emperyal amaçlar taşıdıklarını ve bunda hiç de gocunulması gereken bir taraf olmadığını söylüyorlar. Şimdi kafalarınızda bir çağrışım yapması için şöyle söyleyeyim. Hatırlarsınız bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ‘60’lı yılların, ‘68 sonrası ve özellikle 70’li yıllar boyunca kapitalizmin açık savunuculuğunu yapmak toplumda resmen ayıp sayılan, kınanan kimsenin kolay kolay entelektüel hatta politik bir cesaret gösteremediği durumlar vardı. Ama ‘80’li yılların o liberalleşme döneminden sonra ne oldu? Artık kapitalizm, serbest piyasa, serbest piyasanın kutsallığı bunu savunmayanlar kınanır ve dinazorlar olarak aşağılanır hale geldi. Yani düşünsel düzeyde, fikri düzeyde, ideolojik düzeyde genel olarak devrimci ideolojinin, sol ideolojinin güçlü olduğu dönemlerde sağ ideolojiyi kapitalizmin açıktan ve cepheden bütün yönleriyle savunulması mümkün değildi, çünkü solun ideolojik bir baskısı vardı. Dünyada dengeler değişti, sosyalizm prestij ve güç kaybetti, liberal dalga hakim hale geldiği zaman tersi oldu. Sosyalizmi savunmak kınanan ve aşağılanan bir hale geldi. Ama tarihin hiçbir döneminde bu Amerikalı yeni stratejinin mimarları ve ideologlarının gösterdiği bir pervasızlıkla ‘biz emperyalistiz dünya çapında emperyal amaçlar güdüyoruz ve bizim bugün bütün uğraşımız da bu emperyal amaçlarımızı ve hegemonyamızı gerçekleştirmektir’ diye bunu bu kadar açık sözlü bir pervasızlıkla dile getirmek mümkün olmadı.

Bunun bir istisnası var, emperyalizmin tarih sahnesine, dünya sahnesine bir sistem olarak çıktığı 1890’lı yılların sonu 1900’lerin başı. O dönemde de özellikle Amerika’da ve İngiltere’de emperyal bir politika “evet biz emperyalistiz dünya çapında kendi hegemonyamızı kurmak istiyoruz, kendi değerlerimizi hakim kılmak istiyoruz”, savunusunu yapan, açıktan yapabilen çevreler vardı. Aradan geçen 100 yıl boyunca bu aslında ayıp sayılan bir anlamda geriletilmiş bir cesaret tabii ki varlığını sürdürüyordu ama en emperyal geçinenler bile onu liberal, sosyal devletçi ya da başka söylemler altında -bu bazen barış söylemi oluyordu, insan hakları oluyordu bunun altına gizlenmiş bir biçimde- yapıyordu. Ama şimdi adamlar açık bir biçimde amaçlarının aslında dünya çapında egemen bir emperyal hegemonya olduğunu büyük bir pervasızlıkla dile getiriyorlar.

Stephan Peter Rossen’den inciler…

İşte size önerdiğimiz kaynaklar içinde yer alan bir yazıda da çeşitli alıntılar var ama en çarpıcısı Harward Üniversitesi’nden Stephan Peter Rossen denilen adamın söyledikleri: “Amacımız bir düşmanı yenmek değil, zaten böyle bir düşman da yok, hedefimiz emperyal konumumuzu korumak ve emperyal düzeni sürdürmek”. Şimdi aynı şeyi, aynı pervasızlığı, aynı küstahlığı Amerika’nın yeni stratejilerinin, mimarları ve savunucularının başkalarında da görebiliyoruz. Örneğin Kissinger, büyük bir açık sözlülükle şunu söylüyor, “Küreselleşme esas olarak Amerikan modelinin küresel çapta benimsenmesidir”. Adam aynı zamanda küresel liberalizm, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha fazla refah getireceği şeklinde ‘90’lı yıllar boyunca pazarlanan küreselleşmenin içyüzünü, amacını ve işlevini işte bugün büyük bir açıklıkla söylüyor. Yine şu Fukuyama ünlü tarihin sonu tezini yazan herif “ABD dünyadaki en ileri kapitalist toplum, ABD’nin kurumları da piyasa güçlerinin mantıksal evriminin bir ürünü. Dolayısıyla Amerikanlaşma küreselleşmeyle birlikte gidecektir. Bunun tersini de söylemek mümkün, küreselleşme Amerikanlaşma anlamına gelmektedir ve stratejinin zaten amaçları hedefleri içerisinde bu var” diyor.

Son bir örnek gene şu ünlü 4 yıllık Savunma Değerlendirme Raporu’ndan, (…) Savunma Bakanı Rumsfeld’ın önsözünde var : “Bugün gerçekten küresel çıkarları olan tek bir ülke vardır o da Amerika’dır”. Bu örneklerin de gösterdiği gibi ya da Amerika’nın o 4 yıllık savunma değerlendirme raporunun da söylediği gibi açık sözlülükle ayırdedici bir diğer çizgi toparlıyorum, emperyalizm ve -yanlış bir kavram ama tırnak içinde kullanıyorum- ‘imparatorluk’ vurgusunda, savunusunda artık bir pervasızlık, daha önceki yıllardan farklı, dikkat çekici, ayırdedici bir özellik olarak karşımıza çıkıyor.

ABD’nin yeni stratejisinde yeni olan, ayırdedici olan nedir?’ sorusunu yanıtlar, düşünürken asla gözden kaçırmamamız gereken bir diğer özellik şudur, sizlerin sabah değindiği noktada biçimde (…) dünyada klasik sömürgeciliğe, dominyon tipi yönetim tarzına bir geçiş süreci başlamıştır. Bu bir geri dönüştür. Şimdi sömürgeciliğin tarihsel gelişimini gözönüne getirecek olursak, klasik sömürgecilik ilk örneklerini o zamanların gelişmiş denizcilik ülkeleri olan İspanya, Portekiz, Hollanda ve hemen onların arkasında İngiltere’nin yarattığı klasik sömürgeciliğin ilk biçiminin karakteristik çizgisi nedir? Amerika kıtası başta olmak üzere daha sonra Hindistan ve Afrika’ya donanmalarını göndererek (…)

Neosömürgecilik, yeni kolonyalizm kendini göstermeye başladığı andan itibaren yeniden kompradorlaşma süreci diye tanımlanan o kavram adı altında birtakım yeni teorilerin ortaya atıldığını hepimiz biliyoruz. Türkiye’de işte İşçi Partisi’nin şovenizme doğru evrilen milliyetçiliğinin temel dayanaklarından biri bu teoriler olmuştur. Bu ve buna benzer teorilerle ki son dönem buna DHKP-C’nin de kendini artık fazlaca kaptırdığını görüyoruz. Başka çevrelerin de bu eğilimin içerisine gördüğünü görüyoruz. Doğru içeriklendirmek koşuluyla ve bu tehlikeli milliyetçi sapma ve savrulmalarla aradaki sınırları kalınca çizmek koşuluyla bu süreci daha önceki emperyalist sömürü ilişkileri biçiminden farkını ifade etmek için, yeni sömürgecilik, neosömürgecilik gibi kavramlar kullanılabilir, çünkü zaten kavramın kendisinden de ziyade olgunun kendisini görmek, oradaki farkını görmek önemlidir. Dolayısıyla klasik sömürgecilik yöntemlerinin -tabii ki tıpatıp aynı değil-; aradan geçen yılların yarattığı birikim ve halen emperyalizmin bütün görünür gücü ve iradesine rağmen ona karşıt yöndeki dinamiklerin de varlığını dikkate alacak olursak, o yeni çizgiler kazanmış bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Fakat bakın Irak’ta yapılmaya çalışılanı gözümüzün önüne getirelim. Adam egemen bir devletin, resmen kuzuyla kurt hikayesinde olduğu gibi ‘sen benim suyumu bulandırdın’ diye bir bahane yaratıyor, gidiyor askeri gücünü kullanarak oradaki rejimi yıkıyor. Orayı işgal ediyor ve bununla da yetinmiyor başına kendisinin emekli bir genaralini vali olarak atıyor. Ondan sonra da orada kurulacak hükümeti kendi belirliyor; oranın bütün kilit görevlerine yine kendi ülkesinden şirket yöneticileri, emekli askerler, diplomatlardan oluşan bir yönetici çekirdek kadro gönderiyor. Düşünün İngiliz İmparatorluğu’nun klasik sömürgecilik çağında Hindistan’ın yönetiminden ya da Hollanda’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın, Afrika’nın değişik bölgelerini 1800’lü, 1700’lü yıllardaki yönetim tarzından hiçbir farkı yok. O klasik sömürgeciliğin de yöntemi silah zoruyla işgal edilen ülkelere askeri vali ya da genel vali atamak, ana ülkeden ve onun yönetimi denetimi altında oradaki askeri gücüne dayalı olarak orada bir yönetim sistemi kurmak. Dolayısıyla bu yeni stratejinin daha önceki yıllardan emperyalizmin daha önceki yıllarda izlediği stratejiden farklı ve ayırdedici yönü aynı zamanda dünya çapında giderek sayıların artacağı görülen klasik dominyon tipi, klasik sömürge tipi yönetimler kurma eğilimini gözönünde bulundurmalıyız. Bu eğilimin yol açacağı sonuçlar içerisinde sizlerin de değindiği örneğin Kürt sorunu ve Kürtler’in bir devletleşme imkanının doğup doğmadığı konusu var. Onu bağımsız olarak değerlendireceğiz.

Ama şu veya bu ulusa ya da şu veya bu kıtada/bölgede nasıl şekillendiğinden bağımsız olarak şunu da görmemiz lazım. Aslında bu bir anlamda yine tarihin gerilerine doğru gidiş anlamına gelecek bir başka sonuç daha doğuruyor o da şu; ilk çağların, antik çağın Atina sitelerine benzer site devletleri biçiminde dünya coğrafyasının daha önceden egemen tek bir toprak bütünlüğüne sahip ülkeleri, site devlet biçiminde irili ufaklı beyliklere, devletçiklere ya da bölgelere bölünmesi gibi bir eğilimini de beraberinde getiriyor. Aslında bugün Irak’ta kurulmaya çalışılan (…) federal demokratik Cumhuriyet denilen şey filen bir sömürge valisinin Amerika’nın atadığı emekli bir generalin sömürge valiliğinin altında Irak’ı resmen en azından 3 parçaya ayırıyor. Belki daha küçük parçacıkların da şekilleneceği bir süreç olacaktır.

Son yıllarda tarihsel kesitler

Bu süreci biz esasında Irak’tan önce Yugoslavya’nın parçalanmasında gördük. İşte Bosna diye bir şey icat ettiler, yani Hırvatistan, Slovakya vs. gibi az çok Yugoslavya’nın 2. Dünya Savaşı öncesi döneminde tarihsel temelleri olan parçalarının tekrar bağımsızlaştırılmasının dışında Kosova icat edildi, Makedonya icat edildi, Karadağ Cumhuriyeti icat edildi ta orada başladı. Ondan da önce Sovyetler Birliği’nin parçalanması sürecinde gördük ve hala bazı bölgelerde Çeçenistan’da falan olduğu gibi yani Gürcistan’da olduğu gibi küçük küçük, irili ufaklı daha doğrusu milliyetçi temelli çatışmalara yol açıyor. Yani bu eğilimler aslında 80’lı yıllardan itibaren 90’lı yılların başında itibaren başlamış bir eğilimdi ve bugün Amerika’nın yeni emperyal stratejisinin çıkarlarının gerekleriyle de örtüşen çizgiler taşıdığı için önümüzdeki süreçte bu tür parçalanmalara ve site devletleri biçiminde esasında her yönüyle emperyalizme, özel olarak da Amerikan emperyalizmine bağımlı devletçikler veya devlet görünümünde derebeyliklerin kurulmasıyla önümüzdeki süreçte daha sık karşılaşacağımızı şimdiden görmemiz lazım.

Amerika’nın yeni emperyal stratejisi derken ilk ağızda saydıklarımız bunlardır yoksa bu stratejinin bütün çizgileri bundan ibaret değil. Bunları farklı kılan, onu daha önceki dönemlerden faklı kılan ve daha özgün bir karakter kazandıran ana çizgilere değinmelerdir. Hem onu bugünkünden farklı kılan hem geçmişteki stratejilerle de bağlayan ve emperyalizmin doğasına, sistemin kendisinden kaynaklı köklerine de inmemizi sağlayan bir veriye de dikkat etmeliyiz. Yani bir veriyi daha gözden kaçırmamalıyız. O da şu: Bu stratejinin amacı ne? Ne yapmak istiyor bu adamlar? Bu konuda da aslında yorum gerektirmeyecek kadar büyük bir pervasızlık ve açık sözlülük içindeler, çok açık bir biçimde söylüyorlar. Hem resmi belgelerinde hem de bu stratejinin savunucularının ağzından -mesela o 4 yıllık savunma stratejisi belgesinin amaç bölümünde- adamlar şunu söylüyorlar. Amerika’nın yeni savaş ve savunma stratejisinin temelini 2015 yılına kadar karşısına küresel bir rakibin çıkmasını önlemeye odaklıyorlar. Orta vadeli hedef bu. Daha yakın vadeli hedefse ABD’nin küresel egemenliğinin önündeki engelleri kaldırmak. Kaynağı yarın getireceğim yarın okuruz.

Zaten 4 yıllık savunma değerlendirme raporunun girişinde Umur Talu’nun bir zamanlar bir yazısında aktardığı iki paragraf vardı; aklımda kaldığı kadar size özetleyeyim şunu söylüyorlar: “Dünyada en gelişmiş kapitalist sitemin en gelişmiş ve en mükemmel ifadesi Amerika’dır ve Amerikan yaşam tarzıdır.” Dolayısıyla sistemin devamı için Amerikan yaşam tarzı, Amerikan değerler sistemi dünyanın her yerinde egemen kılınmalıdır. ‘Her kim kapitalist sisteme karşı çıkıyorsa Amerika’ya karşı çıkıyordur ya da Amerika’ya karşı çıkıyorsa esasında kapitalist sisteme karşı çıkıyor demektir.’ Dolayısıyla Amerika’ya ya da kapitalist sisteme kim karşı çıkıyorsa o bizim düşmanımızdır. Ve bizim bu düşmanların sistemi yıkıcı faaliyette bulunmalarını önleyebilmek için de, önleyici saldırı doktrini denilen o stratejinin askeri ifadesini oluşturan stratejik yaklaşımı formüle ediyorlar.

Washington Post’tan bir örnek

Yine mesela bu adamların amacı o kadar pervasız ki, o kadar açık dile geliyor ki o resmi belgenin dışında… Brezinski üstelik 20 Şubat 2002 yılında Washington Post gazetesinde yazdığı bir makalede şunu söylüyor: “Amerika’nın amacı bize bağımlı olanları sürekli bağımlı kılmak. Uysal olmalarını ve biz tarafımızdan korunmalarını sağlamak ve barbarların kendi aralarında birleşmelerini önlemek olmalıdır.” Şimdi bakın burada yine dikkat çekici bir mantık var: Amerika’nın dışında kalan ve Amerika’ya karşı birleşecek olan bütün güçler, Amerika’nın gözünde barbarlar olarak görülüyor ve niteleniyor. Adamlar amacı koymada da bu yönüyle pervasızlar. Şimdi yine yarın olanak olduğu ölçüde sizlere okumak üzere getireçeğim bir kaynak var. Henry Kissinger’ın, Amerika’nın diplomasi tarihini kaleme aldığı Diplomasi başlığını taşıyan bir kitabı var. Orada bundan 100 yıl önce yani 1890’lı yıllardan itibaren Amerika’da yeniden emperyal bir politika izlemek gerekir mi gerekmez mi tartışmalarının yapıldığı dönemlerde dile getirilen bir akım görüşler var. Garip bir biçimde neredeyse kelimesi kelimesine aynı mantık, aynı mentalite 100 yıl öncesinde de var. Adamlar o zamanda bu Thedor Roosevelt ile o dönemin dışişleri bakanları ve düşünür olarak geçinen adamlarına bakıyorsun söyledikleri özetle şu: “Amerika dünyada mümkün olabilecek sistemlerin en mükemmelini yaratmıştır. Şimdi Amerika’nın görevi bu uygarlığını dünyanın her tarafına taşımak ve buralarda hakim kılmak olmalıdır. Dolayısıyla Amerika buna uygun bir askeri strateji ve politika izlemelidir”. Aradan geçen 105 yıl, 110 yıl sonra bu adamlar bugün bizim karşımıza aynı şeyle emperyal mantık ve pervasızlıkla çıkıyorlar.

Güçsüzlüğün ve korkunun ifadesi

Fakat bütün bu vurgulardan sonra şunu görmemiz lazım. Burada kendi dışındaki bütün güçlere kibirle bakan, küçümseyen, küstah ve kabadayı bir mantığı, çok güçlü, önünde karşı durulmaz olarak gören bir gücü görüyoruz ama biz komünistler olarak o güçlülüğün altındaki güçsüzlüğü yakalamak zorundayız. Aslında bu stratejinin kendisi olsun, onu savunmak ve temellendirmek için işte bir kısmına değindiğimiz söylemler ve tezler olsun, bütün buralarda o pervasızlığa baktığımız zaman aslında bunun temelinde yatan şöyle bir şey var: Bu bir güçten daha ziyade görünürde bir gücü ifade ediyor. Ama temelde bir güzsüzlüğün ve bir korkunun ifadesi. Zaten biz o korkuyu uzun yorumları da bir tarafa bırakarak şu 4 yıllık savunma değerlendirme raporu resmi gerekçelerinden de görebiliriz. O korku, o pervasızlığın altında nasıl sırıtıyor. Şimdi adamlar stratejilerinin gerekçelerini söyle açıklıyorlar: “Yeni dönemde ABD düşmanlarının kim olacağını ve savaşların nerede çıkacağını tam olarak bilemez ve bilemeyecektir. Dolayısıyla kimin nerede ve ne zaman saldıracağından çok olası bir saldırganın hangi olanaklarla saldırabileceğini düşünerek biz ona göre hazırlanmalıyız.”

O rapora temel teşkil eden düşünsel materyallerde, think-tank raporlarında, yazılarında adamların mantığı şu. En büyük düşmanın belirsizlik olduğunu ifade ediyorlar. “Amerika’yı tehdit eden en büyük düşman belirsizliktir”. Bu belirsizlik korkusu özellikle de 11 Eylül eylemleriyle Amerika’nın kendisine en güvendiği noktada, aklından bile geçirmediği bir darbeyi yemesinin yarattığı psikolojiyle de birleşerek buna karşı önlem alınması gerektiğini, eğer belirsizlikleri denetleyebilir bir güce ve konuma ulaşamadıkları taktirde doğacak boşluklardan sadece 11 Eylül’deki gibi günlük, anlık darbeler yemekle kalmayıp, sistemi çözülüşe doğru götürecek gelişmelerin oradan fışkırabileceği korkusu bu adamların bütün bu pervasızlıklarının altında yatan belirleyici etkeni oluşturuyor. Bunu biz şu ifadeden de görebiliriz -sizlerden birisi atıfta bulundu-, Pentagon biliyorsunuz 4-5 yıl önce yaptığı bir değerlendirmede 21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak dedi. Asıl o raporun önünü ve arkasını okuduğumuz zaman, burada bugünkü konumuzu oluşturan yeni strateji ve onun temellerini yönelimlerini o raporda da görebiliriz. Ama o rapor aynı zamanda bize, ayaklanmalar yüzyılı olacak korkusu bu ayaklanmaları önünü alabilmek, doğmadan boğabilmek için çok daha pervasız bir askeri saldırganlık, ideolojik saldırganlık çizgisini Amerika’nın önüne bir zorunluluk olarak getirip dayattığını da gösteriyor. Dolayısıyla burada karşımıza bütün pervasızlığına rağmen bir güçle birlikte o gücün gerçekten nasıl bir güçsüzlük olduğu gerçeği de çıkıyor.

Dolayısıyla bizim kafamızda şu noktanın da çok net olması gerekiyor. Yine buradaki konuşmalar içinde değinilen bir konudur; peki böyle bir değişime Amerika neden gitti, durduk yere mi gitti ya da Wolfowitz ve Perle, Abromowitz, Rumsfeld ve Dick Cheney gibi birtakım bireylerin ırkçı-faşist bir kafaya sahip oldukları açık bireylerin işgüzarlığının onları sürüklediği bir sonuç mu? Aslında bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu konu şundan da önemli, eğer biz bu adamları buna zorlayan nedenleri bütünsel olarak kafamızda doğru canlandıramazsak şu tuzaklara düşeriz. İşte Irak Savaşı öncesinde ve sonrasında olduğu gibi, Amerika’da sanki ipini kopartmış bir şahinler grubu var bir de karşısında Powel gibi ve onda cisimleşen dengeleyici, daha ılımlı, sözünü ettiğimiz pervasızlıktan daha fazla korku duyan güçler varmış gibi propagandalar ya da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu tür saldırganlıkların önüne geçebilecek bir rol oynayacakmış gibi yanılsamaların yeşermesi için bir zemin bulabiliriz.

ABD’nin yöneliminin 4 temel noktası

Bu esasında Lenin’in emperyalizm tahlilinde defalarca vurguladığı gibi emperyal siyaset dünya çapında sınırsız ve mutlak hakimiyet tekel gibi egemenlik kurma eğilimi şu veya bu kliğin şu veya bu bireylerin niyet ve arzuların ötesinde yine sistemin kendi mantığının dayattığı bir zorunluluk. Zaten emperyalizme can çekişen kapitalizm özelliği kazandıran da budur. Kendisini yıkacak birtakım dinamikleri bizzat kendi doğasının üretiyor olmasıdır. Şimdi emperyalizmin bu genel özelliğinin ışığında baktığımız zaman Amerika’yı neden bu dönemde niye böyle bir yönelim içerisine girdi borusunun nedenlerinin yine belli başlılarını 4-5 noktada toplayabiliriz. Bunlardan birincisi ve başta geleni, sizlerin de işaret ettiği gibi krizdir. Ama bu sadece Amerikan ekonomisinin krizi değil genel olarak sistemin, emperyalist sistemin yaşadığı krizdir ve sistem aslında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra tarihin sonunun geldiğini iddia edebilecek kadar rakipsiz bir konum kazandığı anda, yani en güçlü göründüğü anda aslında aynı zamanda en zayıf noktayı, en zayıf halini yaşamaya başlamıştır.

Çünkü genel olarak o Sovyet sisteminin yıkılmasından sonra gelişen Asya krizini, Japonya krizini, Arjantin’i, doların değer kaybetmesini vs. gözümüzün önüne getirecek olursak sürekli derinleşen bir kriz, bütün sistemi artık çok hassas ve kırılgan bir noktaya sürüklemiş durumdadır. Bu konu bizim yazılarımıza falan çok fazla işlendiği için değinip geçiyorum. Bu krizin içerisinde özel olarak durulması gereken nokta şu Amerikan ekonomisinin de yaşadığı bir kriz vardı -onu bugün ya da yarın zaman ölçüsünde rakamlarıyla ve verileriyle ortaya koyacağız. Ama şimdi Amerikan ekonomisi de aslında bir daralma ve durgunluk resesyon eğilimi içerisindedir, eğilimin de ötesinde resesyon bir olgu olarak Amerika’da 1-2 yıldır ortaya çıkmıştır. Ancak Amerikan ekonomisinde bir durgunluk, sistemin genel krizinde bir derinleşmeden söz ederken bunu söyle mutlaklaştırmayalım. Bir zamanların dar algılanmasını terk etmemiz lazım.

Bir ülkede ekonominin krizde olduğu söylendiği zaman bütün alanlarda adeta genel ve toplu bir gerileme ve çökme varmış gibi algılanır TDH’de; ama yaşadığımız süreçler ve olguların gösterdiği gibi, bu kriz böyle düz bir çizgide ya da canlılık düz bir çizgide gelişen süreçler değildir. Mesela Amerikan ekonomisi genel bir gerileme ve zayıflama -artık açığa çıktığı gibi-, bir resesyon, durgunluk sürecinin içinde; aynı zamanda Amerika sanayi üretimi düşüyor ama aynı zamanda özellikle yeni teknolojiler alanında dünyanın -şu anda Japonya’nın da önüne geçecek şekilde- en hızlı gelişme kaydeden ekonomik güçlerinden biri. Fakat Amerika asıl askeri bakımdan, askeri bakımdan ve askeri teknoloji bakımından hepimizin bildiği gibi dünyada tek ve rakipsiz bir güç durumunda. Şimdi sistemin genel krizi, onun içerisinde özel olarak Amerikan ekonomisinin -özellikle de sanayi üretiminde gerileme düşüş ve diğer buna bağlı işsizlik artışı, orta sınıfların köpük ekonomisi denilen ve ‘90’ların başında dünyanın diğer yörelerinden transfer edilen paraların yarattığı yapay rahatlığın kaybedilişi dolayısıyla Amerika’da orta sınıfların ciddi ölçüde tehdit eden süreçlerin yaşanmasına rağmen- bazı alanlardaki üstünlüğü devam ediyor. Hızı yavaşlamış bir biçimde de olsa, gelişmesi devam ediyor.

Ekonomi’de…

Dolayısıyla zaten bugünkü stratejik yönelim, bu çelişkili durumun zorladığı doğal ve kaçınılmaz bir sonuç olarak önümüze çıkıyor. Bunu şöyle özetleyebiliriz kabaca, Amerika ekonomide uzun vadeli trendler açısından esasında geriye düşmeye başladığını görüyor ve hissediyor. Özellikle de Almanya’nın birleşmesi, AB’nin siyasi birlik yoluyla kaydettiği gelişmelerin ekonomi alanında da sonuçlarını da gördükten sonra uzun vadede artık hala önde gidiyor görünse de nefesinin tıkanmakta olduğunu ve tıkanacağını görüyor. Dolayısıyla bugün elinde, öbürlerinde olmayan bir şey var: Çok yetkin bir askeri güç! Amerika’nın bugün 1 yıllık silahlanma harcaması kendisinden sonra gelen 20 ülkenin toplamından daha fazla. Silah sanayine bu kadar büyük para akıtması, Amerika’nın ekonomisini yeniden canlandırabilmek gibi bir amacın yanı sıra Amerika’ya şöyle bir avantaj sağlıyor.

Kabaca anlatacak olursak, Amerika diyor ki, bu üstünlüğü, bu rakipsiz gücü bugün olabildiğince avantajlı konum elde edecek şekilde, en etkin şekilde kullanarak diğer yönlerde zayıflamaya başlamış olan üstünlüğünün o zayıflamanın açıklarını şimdiden kapatmak. Bir başka ifadeyle karşımıza çıkan gerçek şu, emperyalist güçler arasındaki gelişmenin eşitsizliği yasası, bugün karşımıza Amerika’nın rakipsiz askeri gücünü, şu an elindeki en önemli kozunu büyük bir pervasızlıkla oynayarak diğer alanlardaki zayıflığının ve göreli gerileyişinin doğurabileceği tehlikelerden kendisini mümkün olduğu kadar korumak için kullanmak mecburiyetinden kaynaklanıyor. Yani dolayısıyla bu bir grubun şahinliği, keskinliği saldırganlığından değil Amerika’nın emperyalistler arası, emperyalist güçler arası gelişmenin eşitsizliğinin ortaya çıkarttığı bir sonuç, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Bizim yazılarda da vurgulandığı gibi, bu politikanın uygulayıcısı olan örneğin Bush, niye bir mahkeme kararıyla başkan yapıldı? Bu bir zorunluluk olarak ortaya çıktığı için buna uygun kadroların, buna uygun güçlerin, bir politik yönelimin Amerika’nın ihtiyacı olduğu için… Bunlar aslında ekonomik ve politik süreçlerin ortaya çıkardığı sonuçlar olarak karşımıza çıkıyor.

Hangi zorunluluklar?

Üçüncü bir şey yine krizle bağlantılı; yani “Hangi değişme ve etkenler böyle bir politik veya böyle bir stratejik yönelimi zorunlu kılıyor?” sorusunu yanıtlarken gözden kaçırmamamız gereken, yine krizden kaynaklı bir etken ise şudur: Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, tekelcileşme dünya çapında artıyor. 320 tane belli başlı tekel, dünyada yaratılan değerlerin toplamının yüzde 80’ine yakınına el koyuyor. Yani bir General Motors’un yıllık cirosu bugün birçok orta gelişmişlikte Avrupa ülkesinin yıllık milli hasılasının bile üstüne çıkacağı bir güce ulaşmış. Şimdi bu sermaye merkezileşmesi ve yoğunlaşması kriz ortamında belirsizlik ve yarının ne olacağının öngörülemeyişiyle de birleşerek, şunu da beraberinde getiriyor. Kuruş bile -hani Türkçe’de bir deyim vardır; ‘5 kuruş için 5 mermi yakmak’tan söz edilir yani o artık bir şeyin zorunluluk şiddetini artırışı anlatan bir deyimdir- bile çok değerlidir! Gerçekten bugün emperyalist tekeller bütün o devasa cirolara, korkunç paranın döndüğü karlara sahip oldukları dönemde bile kuruş için beş kurşun sıkabilecek haldedirler.

Zaten Amerika’nın bu emperyal yöneliminin -egemen devletleri parçalama, kukla yönetimler kurma, eski sömürge tipi, dominyon tipi yönetimler kurma- altında yatan da budur. Oralardaki kaynak transferinin, işbirlikçi güçlerle bile mümkün olduğu kadar azını paylaşacak şekilde doğrudan doğruya ana ülkenin kasasına aktarabiliyor. Ve bunun bakın en somut uygulamasını, en pervasız uygulamasını fazla yoruma bile gerek bırakmayacak tarzda şunda görüyoruz. Irak’ın yeniden yapılandırması adı altında ne yaptı adamlar? Daha silahların namluları soğumadan hangi ihalenin, hangi Amerika tekeline verileceğini peylediler. Irak’tan ne kadarlık petrol satacaklarını ve o gelirin nerelere gideceğini şimdiden planladılar. Dolayısıyla bir zorunluluk olarak bu stratejik yönelim karşımıza çıkıyor. İşte o zorunluluğu doğuran temel etkenlerinden biri de -yine krizle bağlantısı içerisinde- emperyalist sermayenin azami karlarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için kendi dışındaki kaynakları, dünyanın diğer yerlerindeki kaynakları hiç kimseyle paylaşmayacak bir cimrilikle, hasislikle kendisinin el koyabileceği koşulları yaratmaya duyduğu ihtiyaçlardan kaynaklanıyor. İki şeye daha değineyim kısaca öyle bitirelim. Bakın burada bir bu zorunluluğu, bu yönelimi, bir zorunluluk haline getiren bir diğer gözden kaçırmamamız gereken (…)

En büyük tehlike belirsizliktir”

Y: (…) Tabii 3 sene önce oluyor; yani bundan 1 sene önceki karının yüzde 55’i devlet tahlillerine yatırdığı paralardan (…) Koç Holding ki Türkiye’de sanayi sermayesinin temsilcisi olarak adlandırılan, otomotivden beyaz eşyaya, lastikten bilmem gıdaya kadar yani üretim alanında büyük yatırımları olan bir tekel. Şimdi dünyanın en ticaretçi ülkesinde bile rantiyelerin geliri, dış ticaret gelirinden 5 kat fazladır demek ki (…) emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın özü budur. Şimdi bakın aynı dönemde karşılıklı (…) bu olgu aradan 100 yıl geçtikten sonra rakamlara ve istatistiklere bu gözle bakılacak olursa -bizim yayınlarımızda da var bunlar- aynı olguyla bugün de karşılaşıyoruz. Mali sermayenin etkinliği ile ekonomik faaliyetler içerisindeki yeri ve ağırlığının artışı beraberinde şunu getiriyor o sermayenin yapısından dolayı. Para sermaye aynı zamanda en (…) sermaye türüdür; çünkü doğasından dolayı bir yerde hafif rüzgarların değiştiğini hissetsin bir şeylerin kendisi için tehdit olacağını hissetsin hemen kaçar. Asya krizi sırasında falan gördük bunları. Şimdi dolayısıyla demin size okuduğum 4 yıllık savunma raporun girişinde de “en büyük tehlike belirsizliktir” diyorlar ya; işte belirsizlik korkusunu en fazla duyan sermaye mali sermayedir. Ve Amerika ekonomisi bugün birçok iktisatçı tarafından köpük ekonomisi olarak adlandırılıyor. Çünkü mali sermaye hareketleri Amerikan ekonomisinin içerisinde çok özel bir ağırlık kazanmış durumdadır.

Na: Özellikle geçenlerde bir Amerikan şirketi kendi yıllık cirosunu şişirdiğiyle ilgili mahkemeye verilmişti. Onun bütün gelirleri incelemeye alındı. Devlet tarafından ve sonradan kimi yazarlar Amerika’da yıllardır şirketlerin cirosunun aslında şişirildiği ve gerçek olmadığı bu da mali sermaye (…)

Egemenliğin eski yöntemlerle sürdürülemez hale gelmesi

Y: Pardon, pardon Enron. Amerika’nın bugün böyle emperyal bir siyasete yönelmesinin yani askeri gücü merkeze koyan, silah zoruyla, silahını konuşturarak egemenliğini sürdürebilir hale gelmesinin nedenleri içerisinde ona da değineceğim. Ki onunla ilgili de veriler var; çünkü bu bir güç, ilk bakışta rakipsiz bir güç ama aynı zamanda temelinde bir güçsüzlük yatıyor. Bu güçsüzlüğün karşılığı şudur: Dünyayı eskisi gibi eski yöntemleriyle sömüremez hale gelmenin zorunlu kıldığı bir sonuç… Lenin’in devrimin nesnel koşullarının içinde saydığı ‘eski yöntemlerle egemenliğini ve sömürüsünü sürdüremez hale gelmesi’ olgusu bugün uluslararası planda ve özel olarak Amerikan emperyalizminin yöntemleri arasında karşımıza çıkıyor. Amerika’da böyle bir stratejik yönelim -ki bu Amerika’ya özgü değil, ona da zaten yeri gelince değineceğiz. Ama şimdi bizim konumuz, Amerika olduğu için ve onun cisimleşmiş en yetkin ifadesi Amerika’nın bu yönelimlerinde yeni stratejisinde kendisini gösterdiği için biz hep Amerika diyoruz. Ama siz onu hep emperyalizm olarak anlayın. Amerika dediğimiz her yerde Fransa’yı da düşünün, Almanya’yı da düşünün, Rusya’yı da düşünün -ilginizi de çok çekeceğini düşündüğüm kaynaklardan biri de Almanya’nın özellikle askeri güç haline gelebilmek, en zayıf noktasını bir an önce güçlendirmek için nasıl sinsi sinsi bir yönelim içerisinde olduğuna dair veriler olacak. Dolayısıyla Amerika dediğimiz her yerde siz onu diğer emperyalistler olarak da algılamalısınız.

Şimdi bir diğer etken şu; neden böyle bir yönelim ortaya çıktı; bunu mümkün, aynı zamanda zorunlu kılan etkenler nelerdir diyoruz. Burada son olarak işaret edeceğimiz nokta, soğuk savaşın sona ermesi. Dünya sistemleri dediğimiz zaman tarih boyunca şunlardır yoldaşlar: İşin temelinde her zaman güç olmuştur. Biliyorsunuz, siyaset güçle yürütülür. Ekonomik güç ve ekonomik gücün sağladığı askeri güç bu ikisinin sağladığı diplomatik güç ve kültürel güç. Ama gücün temeli ekonomik ve askeri güçtür ve dünya kurulduğundan, sınıflı toplumlar ortaya çıktığından beri özellikle de kapitalizmin tarih sahnesine çıkışıyla, ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte çok daha yoğunlaşmış bir biçimde politikanın aracı güçtür. Ama bu güç, tarihin her döneminde de o tarihsel kesitin kendini özgü koşulları tarafından belirlenen sınırlar içinde kullanılabilmiştir.

Örneğin Prusya bir güç olarak çıkmıştır ama Avrupa’da Prusya’yı ya da ondan önce Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu dengeleyen Fransa gibi bir güç vardır. Ve dolayısıyla nasıl ki Napolyon bütün gücünü sınırsız bir biçimde kullanamamıştır; sonuçta Avrupa’nın diğer güçleri karşısında Rusya seferi, sonra Almanlar karşısında kaybetmiş ve gücü adım adım zayıflamıştır… Karşı güçler tarafından aşındırılarak sonunda da yenilgiye uğratıldığı bir sürecin sonunda bir Avrupa farklı bir şey şekillenmiştir. Avrupa’da esas olarak da 30 yıl savaşlarının sonunda Westfalya Barış Anlaşması’yla şekillenen bir uluslararası denge siyaseti oluşmuştur. Aslında yakın ya da eşit güçlerin aralarındaki koalisyonlara da dayalı olarak birbirlerini dengelemeleri üzerine, 1648’deki Westfalya barışından sonra Avrupa’da bir siyasi sistem oluşmuştur. Şimdi tarihi hızla atlayalım.

2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra da hepimizin bildiği gibi dünyada yeni bir denge kendini göstermiştir. Bir yanda Amerika’nın başını çektiği ve o kamp içinde hegemon konuma geldiği Batılı emperyalist kamp, diğer taraftan daha sonra da revizyonistlerin eline geçen Sovyetler Birliği’nin başında olduğu doğu Varşova Paktı, Doğu Bloku denilen iki büyük kamp şekillenmiştir. Ve bakın o tarihten Sovyetler Birliği’nin dağılışına -yani ‘80’lerin ortasına- kadar dünyadaki bütün süreçler, politikalar, hamlelerle karşı hamleler aslında bu iki büyük gücün birbiri üzerine kurduğu dengeye bağlı olarak şekillenmiştir. Ama Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte, güç dengesinde terazinin bir kefesinin boşalmasıyla birlikte, bu taraflar ‘tarihin sonu’ vs. demagojilerine de zemin hazırlayacak şekilde, daha önceki denge siyasetinin, tahterevallinin bu tarafında rakipsiz bir güç kalmıştır. Bu rakipsizlik ‘89’la ‘90’lı yılların ilk yarısında, ‘95 kadar olan dönemde Batı Bloku’nda da bir boşluk hali bir geçiş dönemi yaratmıştır. Hatırlarsanız bakın, “NATO’nun yeni rolü ne olacak”, “Birleşmiş Milletler’in bundan sonra rolü ne olacak”, “IMF ne olacak” tartışmaları o dönemlerde başlamış tartışmalardır. Tabii Sovyet sisteminin çöküşünün arkasından ortaya çıkan dünya koşullarında, hele bir de Batılı emperyalist kampın lideri ABD’nin özellikle askeri bakımdan adeta tek güç olarak kaldığı bir durumda, ortada eskisi gibi bir ortak düşman da kalmayınca, diğerine karşı oluşmuş olan bu ittifakın iç çelişkileri artar, onları birleştiren asıl etken ortadan kalkınca ABD de kendi üstünlüğünü konuşturmaya başlamıştır.

Her devrimin arkasından ihtilal kendi evlatlarını yer’

Dolayısıyla bugün Amerika’yla Avrupa Birliği ve diğer ülkeler arasında daha da olgunlaşmış bir biçimde karşımıza çıkan çelişkilerin bir diğer ayağı soğuk savaş döneminin sona ermesi; dünyadaki güç dengelerinin, güç ilişkilerinin sözünü ettiğimiz değişikliğe uğramasıdır. Bu sefer ne olmuştu; kapitalizm dönüp kendi içinde -daha önce bir biçimde halledebildiği- basınç altında tuttuğu bütün çelişki ve sürtüşmeler kendini konuşturmaya başlamıştır. Bunu şuna benzetebilirsiniz; Fransız Devrimi’ni düşünün, İran’daki Mollalar Devrimi’ni düşünün. Hani ‘Her devrimin arkasından ihtilal kendi evlatlarını yer’ şeklinde iç çatışmalar yaşanır. Neden? Çünkü o zamana kadar aslında birbirinden farklı çıkar ve beklentilere sahip olan güçler ortak bir düşmana karşı savaşta birbirleriyle birleşmişlerdir ama ortak düşman ortadan kalktıktan sonra, kim kimden daha önce davranır ve kim kimden daha güçlüyse o öbürünün gırtlağına binmiştir. Onu ya giyotine göndermiştir, ya içeriye göndermiştir. Şimdi benzer bir durum işte soğuk savaşın, (…) Sovyet sisteminin çöküşüyle birlikte Batılı kapitalist sistem içerisinde ortaya çıkmıştır. Peki, Amerika’nın bugünkü atağı neden o bugün oldu? Mesela Reagan çok daha saldırgan üsluba, söyleme sahipti. Neden o dönem olamadı? İşte bundan olamadı, yani bugün ortaya çıkması bu yanıyla da bir tesadüf değildir. Tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir zorunluluk haliyle karşı karşıyayız. Bunu hiç unutmamalıyız. Bu bölümü böyle kapatalım.

Bu aslında yeni bir süreç değil bunun bir geçmişi var. Her şey bir yana Reagan’dan sonra ve ‘90’lı yıllar boyunca Amerika’nın içinde de tartışılan bir süreç (…) Bir de amacına işaret ettik ya bakın, o ikisini birleştiren bir veriyi size sunmak istiyorum. Soğuk savaşın ertesinde ABD tek süper güç haline gelince ister istemez yeni bir dış politika paradigması oluştu. ABD bu sefer güç olma konumunu diğer bir deyişle hegemonyasını nasıl koruyacak? Bu soruya ilk kapsamlı cevabı bugün Savunma Bakanı yardımcılığında bulunan Paul Wolfowitz 1992’de bugünkü başkan yardımcısı ve o zaman baba Bush’un Savunma Bakanı olan Dick Cheney’in yardımcısı olduğu sırada yönetti. Paul Wolfowitz Savunma Planlama Rehberi başlıklı raporunda Amerika’nın amacını ve stratejiyi söyle koyuyor. Amerika’nın yeni amacı Sovyetler Birliği gibi yeni bir rakibin çıkmasını engellemektir. Bu yaklaşım dost ülkelere yönelikte olarak da geçerlidir. Yani Fransa, Almanya vs. ABD onların da liderliğini sorgulamasını caydıracak koşulları oluşturmalı dünya düzeninin nihayi garantörünün Birleşmiş Milletler değil ABD olduğunu açıkça anlatıyorlar. Evet şimdi tartışmalı özellikle kafanızda yeni uyanan sorular varsa bu bölümü onların tartışmasına ayıralım isterseniz.

Emekçi sınıflara yansıması

Se: Konuyla ilgili bazı sorular daha var, klasik sömürge ilişki biçimlerinin yeniden yaşandığıyla ilgili temel tespitler falan da yaptık. Peki bu üretim ilişkilerine nasıl yansıyacak ya da sınıf ilişkilerine hangi ölçüde yansıyacak? Bunlar şimdi bu sadece klasik sömürgeciliğe yansıyış ya da sömürge biçiminin değişmesi doğal olarak egemen üretim ilişkilerine de yansıyacaktır. Bu doğal olarak toplumun tüm dokularına, sınıfın ya da orta kesimlerin tümüne de bir biçimde yansıyacaktır. Keza artık ittifaklar dönemi yani klasik ittifaklar dönemi kapanmıştır belirlemesi… Burada geçmişte şey vardı, yani emperyalistler arası kendi aralarında birlikler vardı. Birlikler etrafında ilk defa yeni bir dönemi de ifade ediyor. Bir biçimde o sömürge ilişkileri açısından da. Buradan DP’nın, yani emekçi sınıfları yansıması nasıl hangi ölçüde olacaktır? Ya da bizim örgütlülüğümüze ne biçimde yansıyacaktır ya da bizim örgütlülüğümüz aynı klasik tarzda bu biçimiyle mi örgütlülüğünü ifade edecektir? Eğer bu sömürge biçimi bu noktaya gelmişse doğal olarak senin savaştığın gücün, askeri, stratejik tüm yönelimlerini değiştirdiği ve bir biçimde de bütün araçlarını ona doğru yöneltiği, sen hangi araçlarla bu noktada hareket edeceksin? Şimdilik temel öngörü yani kısaca -cümle düzeyinde söylüyorum- altı doldurulacak şeyler.

Diğer bir şey, Avrupa Birliği meselesinde ABD’nin Avrupa Birliği’ni desteklediğini biliyoruz. Zaten Türkiye, Bulgaristan, Romanya vb. ülkelerin de girmesi için çaba sarfettiğini biliyoruz. AB, kendisinin çıkarlarına aykırı olduğunu bile bile böyle bir ilişki içerisine nasıl girebiliyor? Esas olarak da Türkiyeliler, yani bizim açımızdan bu süreçte örgütlülük stratejik duruş, sınıflararası mevzilenmede genel hat nasıl olmalıdır? Ya da bu çelişki -biraz önce ifade ettiğimiz- toplumun tüm ara tabakaların da yani diyelim, küçük burjuvazinin konumunu değerlendirirken milli burjuvazi nedir diye yıllarca tartıştık, sağ mıdır, sol mudur, nedir, ne değildir diye bir sürü şey tartıştık… Ama bu durumda emperyalizmin yani ABD emperyalizminin tüm yönelimi toplumun tüm kesimlerini de aşağı yukarı aykırı duruşlar sergileyecek ve çelişkiler hızlı bir şekilde diğer toplumun katmanları içerisinde de bir keskinleşme gösterecektir. O halde diğer toplumsal kesimler mesela orta burjuvaziyi daha önce yedeğine alıyordu, bir biçimiyle yani tekrar ediyordu. Şimdi ne olacak o sınıflar, o ara güçler? Bizim genel politik hattımız aşağı-yukarı belli, buradaki sınıfsal mevzilenmede bu rolü, bu biçimi hangi noktaya gelecektir? Buradan şeye de varabilir miyiz peki; ABD emperyalizmi -daha önce de 3. dünyayla da ilişkisi olan o Maocu yaklaşımlarla birlikte-, “düşmanımın düşmanı, dostumdur” anlayışının hızlı bir şekilde yaygınlaştırdığı 3. dünyacılık anlayışını da mı geliştirecektir acaba bu ileri süreçlerde?

Bizim açımızdan değil toplumun çeşitli kesimlerinde, diyelim, Alman emperyalizmi çok şirin görünüyor. Savaşa karşı çıktığı için, Fransız emperyalizmi çok şirin göründü, savaşa karşı çıktığı için. Aralarındaki çelişkileri biz kitlelere anlatabilmek, anlatabilecek araçları ve yöntemleri nasıl yaratacağız? Yani bu örgütlülük açısından…

Y: Yoldaş epey kapsamlı sordu bir dakika şimdi, tamam ama soruları kendisi cevaplama… anladım tamam buyurun.

Sermaye ihracı

Ah: Hani klasik sömürgeciliğe geri dönüş dedik, zaten şöyle bir baktığımızda her 50 yılda bir emperyalizm bir yön değişikliği yaşamıştır. Diyelim 1. Dünya Savaşı’nda yeni olması emperyalizmin farklı bir yönelimi var. Sermayelerinden öte, meta ihracaatları var. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, soğuk savaş yıllarından itibaren de sermaye ihracı… 2003’lü yıllarda daha farklı bir yönelime girdi. Şimdi o zaman karşımıza şu çıkmıyor mu? Ya da çıkıyor mu? Artık klasik sömürgecilikle beraber ulus devletleri de ortadan kaldırma teorisinin yani pratikte bir yansıması var. Örneğin işte Yugoslavya devlet olarak ortadan kalktı, ulus olarak parçalandı, Irak hakeza, Afganistan aynı şekilde, yarın diyelim ki orada bir Kürt otonom cumhuriyeti vb. kurulduğu zaman Türkiye gibi (…) devletlerin de parçalandığı yani emperyalizmin, yanı başında güçlü devletler olarak görmek istemediği devletleri de artık küçük küçük yönetimlere bölme düşüncesi de bir anlamda yaşama geçmiş oluyor.

Er: (…) benim bir süre çözemediğim bir nokta kendi açımdan, o yüzden merak ediyorum. Yani bu gelirinin Sabancı, Koç bu bildiğimiz büyükbaş tekeller gelirlerini -en azından ben Türkiye bazında söylüyorum- yüzde 50 bu rant gelirlerinden elde ettiklerini söylüyorlar, Sonuç nerelerden nereye varır, nerelerden sağlandı o yine ranttan geliyor ama bu ne hangi kesimden çıkıyor? Onu anlayamadım. O çünkü şey çok müthiş geliyor bana sadece dünya ticaretine denk bir İngiltere’de sadece bir yerde böyle bir borsada bu nasıl oluyor? Yüzde 50’yi anlayabiliyorum ama orayı hiç anlayamıyorum.

Y: Şimdi senin ilk işaret ettiğin benzer bir soruyu ara sohbette Na yoldaş da sordu; dedi ki “Yeniden klasik sömürgeciliğin biçimlerine dönüşün açıldığını söylemek aynı zamanda yeni bir dönemin, artık daha önceki emperyalizmden ya da klasik serbest rekabetçi kapitalizm döneminden farklı bir dönemin açıldığı anlamına gelmez mi? Kendi içinde bunu taşımaz mı?”

Na: Ben sorumu söyle formüle edeyim: Sonuçta şimdi bu yaşanan süreçte ya da biraz sen açacaksın ama en azından şu anlamlarıyla biraz bana (…) geldiğini söylemiştim. Şimdi sonuçta bir (…) bunun şekillenmesi bir biçimde ortaya çıkması ve her üstyapı değişmesi sürecinde bunu belirleyen temel faktörler altyapı demiştik, yani toplumsal ya da uluslararası üretim ilişkileri belirliyor. Böyle bir ilişki içerisinde yer aldığı zaman hangi altyapı üretim ilişkileri ya da yapısal değişikler oldu ki böyle bir üstyapısal değişime geçiş yaşandı. Yani böyle bir açımlanma….

Yöntemsel dönüşler

Y: Şimdi önce şunun kafalarımıza oturmasına biraz ihtiyaç var. Amerika’nın yeni stratejisiyle birlikte onun ayırdedici çizgilerinden biri olarak (…) yöntemlerine bir dönüşten söz ederken şu anlama gelmiyor. Bu şimdi kendisini zaten olgularla da göstermiştir -işte en son Yugoslavya, Afganistan’da da fiilen benzer bir durum var, o da aslında savaş ağalarının herbirinin kendi bölgeleri üzerinde denetimini güçlendirdiği merkezi bir otoritenin kalmadığı fili bir parçalanma yaşanıyor ve son örnek de işte Irak, Irak’ta kurulmaya çalışılan bir siyasi düzen. Burada bu örnekleri görürken yalnız şöyle anlamamak lazım. Bu yöntemin, bu idari ve siyasi yönetim tarzının emperyalizmin sömürgeleştirme siyasetindeki bu politikanın henüz dünya çapında genel ve egemen bir biçim halini aldığı anlamına gelmiyor. Sadece böyle bir yönelimde artık kendini şu saydığımız örneklerde de olduğu gibi, belirgin çizgileriyle gitgide daha fazla kendini göstermeye başladığına işaret etmek için, bu sınırlar içinde dile getirdiğim bir tespittir bu. Ve şunu hiç bir zaman unutmamalıyız; dünyada ister ekonomik sistemler ve ona bağlı olarak toplumsal siyasal sistem ve biçimler ve yeni birtakım öğelerin ortaya çıkması giderek kendini daha fazla hissettirmesi yayılmaya başlaması, birincisi onun hemen egemen ve evrensel bir sistem haline geldiği anlamına gelmez. İkincisi, her yeni, aynı zamanda eskiyle, eskiye ait olanla iç içe, onunla birlikte aynı anda varolmaya başlar. Yani yeni bir dönem açıldı derken, eskinin defteri bütünüyle kapandı, bütünüyle geçersizleşti artık önüne geçilmez ve karşı durulmaz bir süreç olarak o eski sömürgecilik yönetim tarzına benzer siyasi sistemlerle yönetimler oluşturulacak anlamına gelmiyor.

Bunu şöyle bir örnekle de ben size açıklayabilirim. Mesela kapitalizmin egemen hale geldiği bir ülkede bile, biz o ülkenin ekonomik yapısına, sosyal yapısına biraz yakından baktığımız zaman feodalizme ve yarı feodalizme ait kurumları sömürü ve mülkiyet ilişkilerini görebiliriz. Mesela Türkiye tarımında görebiliriz. Ancak burada söz konusu olan nedir? Yeni ve hatta egemen hale gelmiş olduğu durumda bile eskiye ait kurumlar, eskiye ait mülkiyet/sömürü ilişkileri ya da siyasi biçimler varlığını sürdürmeye devam edebilir. Bugün dünyada söz konusu olan bu yeni tipte -neosömürgecilik olarak adlandırılabilir dediğimiz- küçük parçalara bölme ve onların başına doğrudan bir genel vali atama ya da bütünüyle işte Afganistan örneğinde olduğu gibi Hamit Karzai örneğinde olduğu gibi aslında yerel gibi görünen ama tam anlamıyla ipleri bütünüyle başkalarının elinde olan işbirlikçi kukla- yönetimler kurma sistemi birincisi dünyada yaygın ve egemen haline gelmiş anlamına gelmiyor. Ancak o belirgin, kendini çıplak gözle bile hissettirebilecek açıklıkta yeniden hortlatılmıştır. Ve bu yeniden hortlatmanın kendisi de, eski klasik sömürgeciliği andıran çizgileri fazlaca taşırken bile günün gerçekleriyle de; günün, yaşanmış olan tarihsel sürecin getirdiği bir takım birikimlerin, etkenlerin etkisiyle de kendini yeni bir biçim altında, yeni tıpkısının aynısı şeklinde değil, farklılaşmış olarak gösterir.

Bu süreç sürtünmesiz mi geçecek?

Ve üçüncüsü asıl unutulmaması gereken bir faktör vardır. Biz şimdi burada, Amerikan emperyalizmin yeni yönelimi onun ayırdedici çizgileri ve şimdiden ortaya çıkan birtakım sonuçlarından sözettik. Ama daha henüz şunu konuşmadık: Peki bu süreç, Amerikan emperyalizminin hiç direniş görmeden, hiçbir karşıt gücün ve etkenin devreye girmeden engelsiz bir biçimde alıp başını götürebileceği bir süreç midir? Değildir, bunu unutmayalım. Yani Amerika’nın yeni emperyalist stratejik yönelimi dünyanın çeşitli yörelerinde eski devletleri, toprak bütünlüğüne sahip, sadece rejimi değiştirmekle kalmayıp… Mesela Şili darbesinde adam sadece rejimi değiştirdi. Ama Irak’a müdahalesinde Afganistan’a müdahalesinde, Yugoslavya’ya müdahalesinde sadece rejimi değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda o ülkenin toprak bütünlüğünü parçaladı, o ülkenin siyasi bütünlüğünü parçaladı, o ülkede doğrudan genel vali konumunda ya da ipleri bütünüyle kendisinin elinde olan, bir anlamda maskeli vali biçiminde kukla güçlerini işbaşına getirebileceği rejim modelleri kurmaya başladı. Şimdi bu başlamış bir süreçtir, bu yönelimin mantığında işte demin okuduğumuz “Rakipsiz Küresel Hegemonya” vardır. Özellikle de yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, ekonomik ve askeri bakımlardan stratejik önem taşıyan coğrafyalarda, adam bu modeli uygulamaya çalışacak. Ama bu şu demek değildir, karşısına hiçbir güç çıkmayacak, hiçbir engel çıkmayacak, istediği gibi dizginsizce uygulayacak anlamına gelmiyor.

L: Eski yöntemlerden vazgeçtiği anlamına da gelmiyor. Şimdi sermaye (…) emperyalizmi tanımlama da (…) durmuş mudur? Ama asıl baskın hale gelen ve öne çıkan bu oldu. Bu yöntemleri daha fazla bu süreçte devreye sokmaya başladı, yeni bir yönelim olarak başladı ama diğerlerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Zaten senin sorunun ikinci yanı işte şeyin (…) söylediği şey hani engelsiz bir gidiş mi olacak olmayacak mı, hangi etkenler bunun önüne geçecek? O daha başka bir boyut.

Kaçınılmazlık…

Y: Sınıflar açısından şöyle bir değişiklik olacak yoldaş, gel oraya bir geçeyim zaten bu hanginizin sorusunda vardı? Bizim bundan sonraki ittifaklarımız vs açısından da (…) Sınıflar açısından tabii beraberinde şöyle sonuçlar getiriyor ve getirecek. Bir kere zaten sadece bu yönelimin kendisi değil bunu tetikleyen, bunu zorunlu hale getiren, kriz olgusuna değindik ya, Amerika bunu tercih veya niyet ifadesi olarak birilerinin kafasından çıkan kötü bir fikir olarak uygulamıyor. O kriz içinde olan sisteminin, kendi doğasının adeta onu zorunlu ve kaçınamaz hale getirdiği bir şey anlatabildim mi? Ha bu beraberinde, tabii sınıflar ve sınıfların konumları açısından da ciddi sonuçlar doğuracak bir süreç; zaten bu yönelimiyle değil krizin kendisiyle başlamış. Neyi doğuracak en başta, orta sınıflarda çöküş sürecini hızlandıracak -ve dikkat edin bakın burada aslında karşımıza çıkan olgunun söyle bir özelliği de var, devletler düzeyinde baktığımız zaman dünyanın sınıflarını çözüyor adam. Orta büyüklükteki devletleri küçük parçalara ayırıyor, parçalıyor kendi denetimi altına alıyor -yani siyasal-devletsel düzeyde karşımıza çıkan o olgu, sınıfsal düzeyde çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Ama bu, Amerika’nın son yönelimiyle ortaya çıkan bir şey değil. Amerika’yı bu son yönelime zorlayan sistemin genel krizi ve ondaki genel derinleşme, o derinleşmeye bağlı olarak dünyanın en yağmacı en büyük cirolarına sahip tekellerinin bile artık gözlerini dünyanın öbür ucundaki kuruşlara dahi itecek bir açgözlülükle azami kar hırsıyla saldırması, beraberinde, dünyanın bütün toplumlarında özellikle bu yarı sömürge ülkelerde orta sınıfların çözülüşünü ve onların büyük bir bölümünün hızla küçük burjuvazi ve proletaryanın saflarına doğru itilişini hızlandırıyor. Bunun siyasal bir sonucu var, Türkiye’ye ve dünyadaki şu savaş karşıtı hareketlere baktığımız zaman orta sınıflar bu çözülmenin bu eski statü ve eski konumlarını kaybetmenin de etkisiyle 1990 yıllarda (…)

Y: O küçük burjuvazinin, o hızla mülksüzleşen eski konumunu ve bir üst sınıfa atlama özlemlerini kaybeden kesimlerini akıllı politika ve taktiklerle kendi yörüngesi etrafında toplayarak arkasında yedekleme imkanları artıyor. Benzer bir olguyu dünya çapında görebiliriz. Emperyalizmin bu saldırganlığı arttıkça içyüzünü böyle -demin ifade ettiğimiz- pervasızlıkla kustukça, dünya çapında emperyalizmle ezilen halklar, emperyalizmin saldırganlığına ve yoğunlaşmış, gitgide daha da vahşileşmiş silah gücüyle, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının açıkça yağmalanmaya kalkışıldığı halklar arasındaki çelişkiyi derinleştiriyor. Yani ülkeler bazında küçük burjuva ve orta sınıflar özgülünde gerçekleşen durum dünya çapında ezilen halklar zemininde de kendini gösteriyor. Ezilen halklarla emperyalizm çelişkisi onları emperyalizme karşı seferber etme imkanları ve dinamikleri nesnel olarak artıyor. Ama o beraberinde -bakın hiçbir şey tek yanlı değildir. Zaten biz her olguyu, her tartışmayı ister klasik sömürgecilik yöntemlerinin yeniden hortlatılması anlamında bir yenilikten söz ediyor olalım, ister silahın politikanın en temel argümanı haline gelmesinden söz ediyor olalım, yani yeniden söz ettiğimiz her yerde olduğu gibi hiçbir şey tekyanlı değildir- dünya çapında ezilen halkların, ülkelerde orta sınıflar ve küçük burjuvazinin emperyalizm karşıtlığını derinleştiriyor. Hatta ona artık sistemi sorgulayacak bir içerik kazandırıyor derken, bu beraberinde örneğin şu tür tehlikeleri de getiriyor: Milliyetçi sapma tehlikelerini de getiriyor, Ortadoğu’da olduğu gibi İslamcı motifler de taşıyan yeni bir Arap milliyetçiliği dalgasının doğması ihtimalini de beraberinde getiriyor. Ya da bu bir başka yönüyle Amerika’nın rakibi diğer emperyalistler tarafından, diğer emperyalistler konusundaki yanılsamaların derinleşmesi ihtimalini de getiriyor veya o emperyalistler tarafından desteklenecek Amerika’nın hedefi durumunda olan ya da Amerika’nın zaten askeri operasyon düzenleyerek, denetimi kurduğu ülkelerde yanılsama yaratacak birtakım direniş hareketlerinin filizlenmesi ihtimalini de getiriyor.

Çünkü emperyalist rekabette bu yöntem de var. Nasıl ki bir emperyalist, rakiplerini zayıf düşürmek için onların elindeki sömürgeleri almaya çalışmanın ötesinde ve onlara hiçbir boş alan bırakmayacak şekilde her yere yayılmaya çalışıyorsa, rakibinin de onun o hamlelerini püskürtmek, dengelemek, kendi konumunu, avantajlarını koruyabilmek için ona karşı kullandığı silahlar içerisinde şu vardır. Oralarda doğacak olan karşı çıkışları, direnişleri politik hatta askeri yöntemlerle el altından veya açıkça destekleme. Önümüzdeki süreçte biz bunlarla da çok karşılaşacağız. Almanya ya da Fransa, kışkırtma, destekleme veya Rusya’nın kışkırtmaları, desteklemeleri yani onlar tarafından yaratılmasa bile bu potansiyelleri taşıyan birtakım güçlerin arkasında yarı dolaylı ya da oldukça dolaylı kendilerini kamufle ederek ama onlardan destek alarak, o destek sayesinde atak yapan birtakım güçlerin ortaya çıktığını göreceğiz. Dolayısıyla, dünyadaki sınıfsal mevzilenmede, sınıfların konumunda hem ekonomik bakımdan, hem siyasal ve toplumsal bakımdan hangi değişikler söz konusu oluyor dersek bunlar çok kapsamlıdır; şu anda söylediklerimiz bunların ilk elde sayılabilecek olanları.

Sınıfların temel konumu değişmez

Tabii temel sınıfların konumu değişmez, değişmiyor. Zaten tam tersine orada bir netleşme çıkıyor ortaya. Mesela emperyalizm ve yeni dünya düzeni, küreselleşme konusunda ‘90’ların başında yaygın ve egemen olan bütün yanılsamalar bugün hemen hemen tuzla buz olmuş durumda. Bir netleşme çıkıyor. Yani gerçek niyetin amacın ne olduğunu artık sokaktaki adam bile kendince görebilir hale geliyor. Aynı şekilde proletarya da temel bir sınıf olarak ya da dünyanın ezilen halkları emperyalizme karşı bir güç olarak onların temel konumlarında da bir netleşme oluyor. Artık emperyalistlerle alttan alarak, onlara karşı cepheden bir karşı duruştan kaçınarak onun saldırganlığının hem askeri saldırganlığının, hem ekonomik saldırganlığının önünün kesilemeyeceği gerçeği çok açık bir biçimde kendini gösteriyor. Temel sınıflar açısından bu gerçek var ama ara güçler ve sınıflar açısında da demin sözünü ettiğim milliyetçilik tehlikesi, başka emperyalistlerin kuklası olma, onların piyonu olma tehlikesi gibi daha bir dizi tehlikeyi içermekle birlikte proletaryanın müttefiklerinin genişlemesi, müttefiklerini etkileme imkanlarının artması anlamında nesnel avantajları da artıyor. Zaten bu sürecin getireceği tehlikeler ve olanaklar içerisinde bunlara tekrar döneriz. Bilmiyorum yeteri kadar doyurucu oldu mu?

Se: Söylediklerin noktasında zaten mutlaka (…) politikalarını saflarını gerçekleştirebilecek, besleyecek, güçlendirecek ama orta sınıflar açısından, tabii mutlaka küçülecek, kişiliği zayıflayacak, kişiliği proleterleşecek ya da palazlanacak bilmem ne olacak. Ama esas olarak şu: Amerikan emperyalizminin genel hegemonya kültürünün tüm dünyaya yayılması noktasındaki genel duruşu açısından orta köylüyü, o duruşu sağlayan güçler açısından yani sınıf olarak diyorum. Ezilip o (…) sınıfın kendisini doğal olarak direkt o saldırıları, yani o bütün ticari saldırılar, ekonomik saldırılar işte (…) ve sanayinin gelişmesi tüm borsa vb. her şey bunların üzerinde odaklanacağı için bu sınıfın kendisi de bir dönem devrimci bir işlev gören. Mesela diyelim bir dönem yeniden aynı şeyi işleyebilirim diye düşünüyor. Mesela düşmanlar alabildiğine çoğalacak yani bu saldırı sistemi içerisinde diyelim halk demokrasisi dediğimiz şeyler direkt emperyalizmin (…) ama bugün yeniden o sürecin kendisi yeni baştan yaşanabilir mi diye (…)

Y: Ama onu bilemeyiz; o, yaşanan tarihsel tecrübelerden o hareketlere önderlik edecek güçlerin ne kadar doğru dersler çıkartıp çıkarmadıklarına bağlı olacak. Yani geleceğin halk demokrasileri için şu anda kesin kehanette bulunamayız. Hangi biçimde kurulacağı gibi, onların ömrü, dayanıklılığı, sosyalizme geçmekteki ısrar ve kararlılığı ne kadar olacak… Bu yaşanmış tarihsel tecrübelerden de ona önderlik edecek güçlerin çıkaracağı sonuçlara bağlı olacak. Onu biz bilemeyiz şimdiden; ama biz o yönde o sonuçlarında doğru çıkarılması yönünde çaba harcayabiliriz.

Belli sonuçlarla hareket etme sınırlılığı

Fakat bugünden görebileceğimiz, mesela olanaklar kapsamında bir şey var, yine savaş karşıtı eylemleri gözünüzün önüne getirin. Onun ağırlıklı bileşimini kim oluşturuyordu? İşte şu küreselleşme karşıtı hareketi bugüne kadar protestolarda falan yeralan örgütler ve güçler oluşturuyordu. Bakın şu Irak Savaşı belirgin bir biçimde o anti-küresel hareket içerisinde süren “Programatik yönelimimiz ne olacak? Biz kapitalizmi mi hedef alacağız yoksa işte mali sermayenin vergilendirmesi şu bu gibi taleplerle mi yetineceğiz?” şeklinde bir tartışma vardı, o tartışma açısından bile Irak saldırısı şöyle bir imkan yarattı. Artık sadece belli sonuçlara ya da belli politikalara karşı çıkmanın yeterli olmayacağını, sistemin kendisiyle bir hesaplaşma yönelimi içerisine girmek gerekliliğinin kafalarda canlanabilmesi için çok güçlü argümanlara sahip olduk. Hatta bunu, bizim dışımızda bir takım güçler de keşfetmeye başladı. Mesela küreselleşme karşıtı hareket içerisinde öyle yayınlar ve yazılar çıkmaya başladı ki… James Petras şimdi size önerdiğimiz adamlardan biri aslında liberal birçok görüşün sahibi bir adamdı, ama şimdi bu adamın bir sene önceki yazılarıyla şimdiki yazılarını karşılaştırın. Belirgin bir radikalleşmeyi ve sistemi daha cepheden sorgulayan bir duruşu görebiliyorsun.

Şimdi bu da bir imkan yaratıyor ama bunları tabii mutlaklaştırmamak lazım; adamlar da aynı zamanda farklı birtakım yöntemleri devreye sokarak, bunları yine yolundan pekala saptırabilir. Örneğin, Alman emperyalizmi ya da Fransız emperyalizmi bunu pekala kendi yedeğine de çekebilecek politikalar ve inisiyatifler geliştirebilir. Yani bizim hanemize kendiliğinden bir imkan sağlamıyor. Ama o imkanı artık mümkün hale getiriyor, onu da görmemiz lazım.

Birinci söyleyeceğim, bu sorulardan bilmiyorum eksik kalan yan oldu mu hepsini aklımda tutamadım. Hazır aklımızdayken senin soruna da geçelim: “Ulus devletler dağılıyor mu?” Bakın Ah sormuştu pardon, soru önemli kimin sorduğu önemli değil. Şimdi ulus devletler dağılmıyor, tam tersine bu süreçler, bu süreçte yaşananların da gösterdiği gibi bizzat Amerika’nın kendi duruşunda, devletin ve siyasi iktidarın izlediği politika ve stratejilerin rolüne baktığımız zaman ulus devlet aşınıyor. “Artık gitti tarih sahnesinden silindi” diyenleri yanıltan bir gerçeklik karşımıza çıktı. Şimdi adam Mobil’in ya da Texaco’nun şunun, bunun politikası olarak değil devlet politikası olarak uyguluyor. Öbür yandan bizim zaten işaret ettiğimiz şekilde ulus devletler hiç de öyle kendiliğinden kaybolmuyor, işte Avrupa Birliği içerisinde küt diye kendini gösteren çatlama ve bölünme o “Ulus devletler artık ortadan kalkıyor” diyenlerin en büyük referans kaynağı Avrupa Birliği’nin kaynaşma sürecindeki hızlanmaydı. 90’ların ortalarındaki ortak paraya geçiş, ortaklık iş boyutuyla ortak bir Avrupa güvenlik ve savunma politikası oluşturma, ortak bir ordu oluşturmaya geçiş… Mesela Coşkun Adalı’nın bizim eleştirdiğimiz “Ulus devletlerin sonu gelmiştir” görüşündeki en büyük referans kaynağı durumundaydı. Ne oldu? Avrupa Birliği’nin esasında o sözünü ettiği ulus devleti işlevsizleştirecek ve gereksizleştirecek bir kaynaşma haline ulaşamadığı gerçeği küt diye o bölünmeyle birlikte ortaya çıktı. Öbür yandan ama ulus devletlerde de tabii ki belli değişmeler oluyor. Yani o aynı 1800’lerin sonunda ya da 1900’lü yıllarda ya da 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda olduğu gibi aynı özelliklerini ve aynı konumlarını koruyamıyorlar, en başta şundan koruyamıyorlar: Ulus devletler sisteminin Westfalya düzeniyle oluşmuş bir ilkeleri vardı. Birbirlerinin egemenliğine saygı, içişlerine karışmama -birlikte yaşamanın 5 ilkesi vardır ya-; şimdi bunlar ortadan kalktı. “Hiç bir ülkenin, hiçbir ulusun içişi diye bir şey tanımıyorum” diyor adam. Irak’ta “O bir diktatördür ve ben onu devireceğim” diyor. Sadece bu uygulama değil, bu hükümetler dışı merkez bankalarını özerkleştiriyor, hükümetler dışı, denetim dışı bağımsız kurumlar ve kurullar oluşturuyor -bu bizim dergide falan etraflı işlendi.

Etnik, ekonomik çıkar temelli küçük bölünmeler

Yani ulus devletleri, eskisinden daha büyük, daha geniş coğrafyalar üzerinde egemen olan devletlerin yerine o coğrafyalarda etnik, dinsel ya da ekonomik çıkar temelli daha küçük parçalara bölüyor. Bu yanlarıyla baktığımız zaman da o alışageldiğimiz klasik tipteki ulus devletlerin hareket alanında bir daralma onların kimi yetkilerinde, kimi güçlerinde bir törpülenme, tırpanlanma kendini gösteriyor. Her şeye rağmen adam Yugoslavya’yı istediği kadar parçalasın, parçaladığı yerlerde bile devletçikler çıkıyor, devletler çıkıyor. Hırvatistan çıkıyor, Slovakya çıkıyor, Bosna Hersek çıkıyor. Bir devlet örgütlenmesi yani yine bir ulus devlet modelinin ana çizgilerini taşıyan bir siyasi yapı, rejim şekillenmesi ortaya çıkıyor. Bu anlamda, klasik tipte sömürgeciliğe dönüş süreci olarak adlandırılabileceğini söylediğimiz süreci -kendini göstermeye başlayan ama buna karşıt eğilimler ve dinamiklerin henüz yeni yeni karşı harekete geçtiği, bu anlamda kendilerini daha da yoğunlaşarak hissettirecekleri gerçeğini de göz önünde bulundurarak-önüne geçilmez bir gelişme olarak görmemeliyiz; ama bu süreç ve eğilim sürdüğü sürece tabii ki içinde ulus devletleri ortadan kaldırma potansiyelini de taşıyor.

Mesela şimdi Irak’ta kurulması düşünülen rejim ne olursa olsun bir ulus devlet olmayacak. Amerikalı General Gardner’ın genel vali olması ya da Afganistan’da bugün bir ulus devlet yok merkezi bir ulus devlet yok artık. Karzai başını Kabil’den dışarı çıkaramıyor… Ama bu şu demek değil: Bu eğilim derinleşip genelleşip yaygınlaştığı ölçüde ulus devletleri bazı coğrafyalarda tasfiye edecek. Ama aynı zamanda ana karada, onları tasfiye eden ulus devleti -örneğin Amerika’da örneğin işte o yeniden yapılanma kapsamında Avrupa’da, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de-, burjuvazinin toplumun geniş bir çoğunluğu üzerindeki baskı ve zora dayalı iktidar aygıtını, o devleti alabildiğine güçlendiriyor. Bak bir taraftan bir yerlerde dağıtırken, bir yerlerde de o yok olduğunu söylediğimiz ulus devlet en fazla demokratik görünüm taşıdığı yerlerde bile çok daha merkezi, baskıcı ve despot bir karakter kazanıyor. Bu anlamıyla da diğer bütün süreçlerde olduğu gibi birbiriyle çelişik nüveleri de içinde taşıyan bu konuda bir taraftan dağıtıp parçalarken, bir tarafta yetkinleştiriyor ve alabildiğine güçlendiriyor.

Burjuva demokrasisi tanımı

Hatta o ulus devletler de onu güçlendirmeyle birlikte -yoldaşın ortaya attığı bir şeydi burjuva demokrasisi tanımını artık kullanabilir miyiz diyordu. Bence kullanabiliriz; çünkü bu tür teorileştirmeleri de, dönemsel olarak ortaya çıkan yeni olguları, tahlil etmeliyiz. Onların olası gelişme eğilimlerini ve doğuracağı sonuçlar üzerine de fikir geliştirmeliyiz ama onları teorileştirmede acele etmemeliyiz. Yani burjuva demokrasisinden söz edebilir miyiz derken, örneğin bu dönemin verilerine bakarak ulus devletler artık aşılıyor diyenlerin düştüğü teorik bakımdan aceleci bir hataya düşmüş oluruz. Ama burjuva demokrasisi tabii bir olgu. Yoldaşa bu soruyu sorduran o burjuva demokrasisi, Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkmış ve bugüne kadar süregelmiş biçimiyle eski halinde de hala sürmüyor. Dünyanın en demokratik dediğin ülkeleri, demokrasinin beşiği ya da modeli olarak adlandırılan İngiltere’si, Amerika’sı, Fransa’sı ve Almanya’sı hepsinin güvenlik, sabotaj, teröre karşı önlem adı altında çıkardığı yasalara, polise tanıdığı yetkilere, günlük fiili uygulamalarına baktığımız zaman, bunlar baskıcı karakterlerini daha açık bir biçimde kusan bir özellik kazanmaya başlıyor.

Yani burada da yine bakın bir olgu ama bu olgu ilk bakışta bile görülebilecek çizgileriyle birbiriyle çelişen şeyler taşıyor. Yani hem burjuva demokrasileri hem klasik tipte alışageldiğimiz özelliklerinden gitgide daha faşizan çizgiler, polis devleti özellikleri kazanıyor. Kimileri devleti yeniden yapılandırmada da tanımlamayı bile adını koymakta erken olmaması için (…) o burjuva demokrasisiyle, faşizm arasında ikinciye gitgide daha fazla yaklaşan bir yeni devlet modeli şekilleniyor diye tanımladığımız bir durumdur. Ama adını koymadık, çünkü bu klasik anlamda ne bir faşizm olarak tanımlanabilir ama ne de eski haliyle ve klasik tanımıyla bir burjuva demokrasisidir. Tabii şunu da unutmamak kaydıyla -zaten orada da vurgulanan bir şeydir-, burjuva demokrasinin kendisinin doğasında en demokratik ülkede bile zor ve baskı, temeldeki egemenlik yöntemidir. Ama onun uygulanış biçiminde bir farklılık vardır. Bugün artık o farklılığı da faşizme doğru belirsizleştiren ya da faşizme doğru yaklaştıran birtakım gelişmeler yaşanmaktadır.

 

Seminer için yönlendirme yazısı:

Yoldaşlar,

“ABD’nin yeni emperyal stratejisi, bunun dünya çapında yol açacağı olası sonuçlar, tehlikeler ve olanaklar” konulu seminer çalışmamızın amacını başlıca üç başlıkta özetleyebiliriz:

A) Leninist emperyalizm tahlilinin esaslarına ilişkin bilgilerimizi tazelemek;

B) Bu temelde örgüt çizgisi ve stratejik tahlillerimizin derinlemesine kavranışını sağlamak;

C) Önümüzdeki yıllarda değişik biçimlerde karşılacağımız gelişmeler konusunda şimdiden bir perspektif açıklığı kazanarak ortaya çıkacak tehlikeler ve olanaklar konusunda siyasi/örgütsel donanımımızı güçlendirmek.

Konuya düşünsel hazırlık sürecinde yararlı olacağını düşündüğümüz aşağıdaki kaynaklar, bu amaç gözetilerek belirlenmiştir. Konunun kapsamı ve bağlantıları düşünüldüğünde bu kaynakların yetersiz ve sınırlı olduğu açıktır. Ancak, hem süre hem katılımcı yoldaşların günlük pratik faaliyetleri dikkate alınarak tablonun genel hatlarıyla kafalarda canlanabilmesini sağlayabilecek asgari bir çerçeve ile yetinilmiştir. Bu nedenle, her yoldaş, gerekli zamanı da yaratarak konuya ilişkin daha geniş bir araştırma/inceleme faaliyeti yürütmelidir. Kaldı ki, sadece bugünün sorunu olmayıp gelecekte de sık sık karşımıza çıkacağı için, konuya ilişkin teorik/siyasal ilgi ve yönelimimiz de sürekli olmak zorundadır.

Yapılacak seminer çalışmasının verimli ve eğitici olabilmesi için ana bir çerçeve olarak başlıca şu yönler üzerinde yoğunlaşılmalıdır:

  • ABD’nin 2020’li yıllara kadar izleyeceği politikalara yön vereceği belirtilen “yeni stratejik yaklaşımı”nın esasları ve hedefleri nelerdir? Bunu, daha önceki yönelim ve stratejilerden ayıran, bu anlamda “yeni” olan yönleri nedir?
  • “Emperyalizmin siyaseti, ekonomisinden ayrılamaz” ilkesinden hareketle, ABD’nin 2000’li yıllara ilişkin yeni emperyalist stratejisinin ekonomik temelleri nedir? Bununla bağlantısı içerisinde emperyalist/kapitalist sistemin genel krizi bugün hangi düzeydedir?
  • ABD’nin yeni emperyal stratejisi emperyalizm çağının başlıca çelişkilerini (emperyalizm ile dünya halkları, emperyalistlerin kendi aralarındaki, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiler) nasıl etkileyecektir?
  • Bu bağlamda ABD’nin bugünkü ve potansiyel diğer emperyalist güç ve odaklarla ilişkileri önümüzdeki süreçte nasıl bir seyir izlemeye adaydır? BM ve NATO gibi emperyalistlerin denetim ve güdümündeki uluslararası kuruluşlarla, “uluslararası hukuk” olarak tanımlanan kural ve geleneklerin geleceği ne olacaktır?
  • Antiemperyalist mücadelenin devrim ve sosyalizm mücadelesindeki yeri ve önemi ne olacaktır? Günümüzde emperyalizme karşı savaşımın içeriği ve sosyalizm hedefiyle olan ilişkisi nasıl ele alınmalıdır?
  • ABD’nin “yeni” stratejisinde açıkça ifade edilen “rakipsiz küresel hegemonya düşü” ile burjuva devletleri yeniden yapılandırma yönelimi arasındaki stratejik bağı nasıl kurmak gerekir? Bu bağlamda, tek tek her ülkedeki demokratik mücadeleyle antiemperyalist mücadele arasındaki ilişki nasıl kurulmalıdır?
  • Uluslararası ölçekte emperyalist mücadele, hangi perspektifler doğrultusunda nasıl örgütlenmelidir?
  • Yeni emperyalist hegemonya yönelimi ve bununla bağlantısı içerisinde devleti yeniden yapılandırmanın işçi hareketi ve sistem karşıtı mücadele dinamikleri açısından taşıdığı tehlikeler nelerdir; bunlara karşı alınması gereken ideolojik-siyasal ve örgütsel önlemler neler olmalıdır?

TEMEL KAYNAKLAR

  1. Lenin’in EMPERYALİZM kitabının tamamı okunmalıdır. Ancak özellikle, “Kapitalizmin Özel bir Aşaması Olarak Emperyalizm”, “Kapitalizmin Asalaklığı ve Çürümesi”, “Emperyalizmin Eleştirisi” ve “Emperyalizmin Tarihteki Yeri” bölümleri mutlaka okunmalıdır.
  2. Lenin’in SOSYALİZM ve SAVAŞ’tan “Savaş ve Devrim”, “Proletarya Devriminin Askeri Programı” ve “İkinci Enternasyonal’in Çöküşü” makaleleri;
  3. “II. Bush Doktrini”, Alınteri, Sayı: 61-62-63-64;
  4. “Emperyalist Hegemonya Krizi ve Yeniden Paylaşım Savaşları”, DP, Sayı: 4;
  5. “Asimetrik Savaş”, DP, Sayı: 2;
  6. “Krize Karşı Devrim, Kapitalizme Karşı Sosyalizm”, mDP, Sayı: 3;
  7. “Devleti Yeniden Yapılandırma Yönelimi Üzerine”, mDP, Sayı: 3;
  8. “Amerikan İmparatorluğu Gücünü Nereden Alıyor?”, Philip GOLUB (www.bianet.org/09.03.2003);
  9. “Daha Fazla Askeri Güç Gerileme İşareti”, Merdan YANARDAĞ (www.bianet.org/05.01.2003;
  10. “2003: Savaş, Kriz ve Halk Ayaklanmaları Yılı”, James PETRAS (www.bianet.org/22.01.2003);
  11. “Serbest Piyasada Halklara Karşı Asimetrik Savaş”, (www.sendika.org sitesi) (Sitede önce Arşiv bölümüne girin. Arşivden “makale-yorum” başlığını tıklayın. Yazı bu bölümde).

EK OLARAK OKUNMASINDA YARAR OLAN KAYNAKLAR

  1. “Emperyalizm ve İşçi Sınıfı (I-II-III)”, DP, Sayı: 35-36-37;
  2. “Ortadoğu’nun Ekonomi Politiğine Giriş -Ön Düşünceler”, DP, Sayı: 36
  3. “Emperyalist Hegemonya Mücadelesi”, DP, Sayı: 35
  4. “Büyük Satranç Tahtası”, Zbigniew Brezinski

Mart 2003