Ortadoğu, yeraltı zenginlikleri ve jeostratejik konumuyla geçmişten bugüne emperyalistler arasındaki hegemonya savaşının yoğunlaştığı coğrafyalardan biri oldu. Emperyalistler, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı sırasında daha savaş nihayete ermeden Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması durumunda her açıdan kritik anlamlar taşıyan bu bölgeyi kendi aralarında paylaştı. 1916 yılında İngilizler ve Fransızlar arasında imzalanan, Rusya ve İtalya’nın da onay verdiği Sykes-Picot Anlaşması, günümüzdeki yapay sınırları ve emperyalistlerin marifetiyle örgütlenmiş ulus devletlerin temelini oluşturdu. Cetvelle çizdikleri sınırlar aynı demografik özelliklere sahip etnik yapıları da bölecek sonuçlar yarattı. Bu paylaşımda belirleyici kaygı kendilerinin çıkarlarıydı. Bu nedenle yapay sınırlarla bölünüp ezilen konumuna düşürülen ulusların kaderi onlar için şimdi olduğu gibi o zaman da önemli değildi.
Nüfusu milyonlarla ifade edilen Kürtlerin yaşadığı tarihsel coğrafya bu süreçte üç ulus devlete pay edildi. Tarihsel Kürt coğrafyasının Doğu parçası Osmanlı’yla Safevi Hanedanlığı arasındaki savaşın ardından 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla bugünkü İran topraklarına katılmıştı. Sykes-Picot Anlaşması’yla çizilen ve Osmanlı’nın müttefikleriyle birlikte yenilmesinin ardından maddi bir gerçeğe dönüştürülerek yapay ulus devletler ya da Osmanlı bakiyesi olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti arasında üç ayrı parçaya daha bölünmüş oldu.
Emperyalistlerin böylesine bölüp parçaladığı bölge, o tarihten sonra çeşitli isyanların yanı sıra ulusal-etnik-mezhepsel çatışmaların da sahnesine dönüştü. Emperyalist güçler bu durumu birbirlerine ve bölgede oluşturulan yapay ulus devletlere karşı sürekli kullandı. Oluşan bu ulus devletler de yapay bölünmeler sırasında kendi sınırları içinde kalan ulusal-etnik-mezhepsel farklılıkları birbirlerine karşı kullandıkları gibi asıl olarak birlikte hareket edecekleri düşmanlar olarak kodladı.
Emperyalistlerin bölgeye ilişkin plan ve beklentilerine göre çizdikleri bu yapay sınırların en büyük kurbanlarından biri, nüfusu milyonlarla ifade edilen Kürtler oldu. Akrabaları hatta ekip biçtikleri tarlaları, iç içe geçmiş ilişkileri bu sınırlar çizilir çizilmez bıçakla kesilircesine parçalandı ve Kürtler dört ayrı ulus devlet açısından tarihsel bir tehlike olarak görüldü. Bu yaklaşım dört ayrı devletin aynı stratejide buluşmalarını getirdi: Baskıyla denetim altında tutma, zorla asimilasyon! Bu devletler yer yer kendi Kürt kartlarını birbirine karşı masaya sürse de aslolan bu ortak “tehlikeyi” kontrol altında tutmak oldu.
Hedef oldukları tüm baskı ve saldırılara rağmen Kürtler, dört parçada da ulusal özelliklerini büyük oranda korudu. Hemen her parçada sayısız katliam ve baskıyla karşılaşmalarına, özel asimilasyon politikalarının hedefi olmalarına rağmen bunu başardılar.
Kürt ulusunun, feodal bir imparatorluğun ihtiyaçları temelinde önce beylikler, sonra aşiret ve tarikatlar üzerinden örgütlenmesi tarihsel olarak bütünlüklü bir uluslaşma ve ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişimini engelleyen önemli bir etken olarak işledi. Kürt beyleri ya da şeyhleri üzerinden gelişip lokal kalan isyanlar olsa da bunların herbiri kanlı bir şekilde bastırıldı, bütünlüklü bir nitelik kazanamadı.
Yoksul Kürt köylüsüne dayanarak Kuzey Kürdistan’da gelişen son Kürt isyanı, Kürt ulusunun iç engellerinin, parçalı yapısının, dinsel bölünmüşlük ve tarikat vs. etkisinin aşıldığı modern bir ulusal özgürlük mücadelesi niteliği kazandı. Ulusal kurtuluşla sosyalizm fikrini sentezleyerek yola çıkan bu hareket, çeşitli tarihsel kesitlerde yaşadığı kırılma ve tıkanmalara, ulusal bir hareketin tipik özelliği olan mülk sahibi sınıfların belli kesimlerini de kapsamanın sancılarına rağmen devrimci dinamiklerini koruyarak bugüne geldi.
Hareketin ilk ciddi ideolojik-siyasi kırılması, SSCB’nin çöküşü ve neoliberal inşanın hızlanmasıyla başladı. Sosyalizmin prestijinde yaşanan bu dramatik düşüş, dünya genelinde olduğu gibi çıkışında güçlü sosyalist etkiler taşıyan Kürt özgürlük hareketi üzerinde de etkide bulundu. Bu etkiyle Orak Çekiç bayraktan çıkarıldı, çıkış sürecinde ısrarla savunulan Bağımsız-Birleşik Kürdistan hedefinden zaman içinde vazgeçildi, yerine sistem açısından da kabul edilebilir bulunacağı düşünülen çeşitli formülasyonlar geliştirilmeye başlandı. Giderek Marksizm’le arasına kalın çizgiler çekmeye yöneldi. Marksizm’in artık geçerliliğini yitirdiğini, sınıf mücadeleleri döneminin geride kaldığını iddia edecek düzeye ulaştırdı bu savunularını. Gelinen noktada esas olarak liberal-anarşist bir ekseni ifade eden ve ütopik çizgiler taşıyan Demokratik Konfederalizm formülasyonuna ulaştı. Demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigma olarak tarif edilen ve siyasal olarak demokratik konfederalizm biçiminde formüle edilen bir eksene oturdu.
Fakat bu ideolojik-siyasi kırılmalar, güçlü bir tarihsel birikime ve direniş dinamiklerine sahip olan hareketin devrimci karakterini ortadan kaldırmadı. Savaşan, savaştıkça örgütlenen, üreten canlı bir organizma olarak varlığını sürdürmeye devam etti. Laclau-Mouffe gibi liberal sol ideologların istikrarlı kapitalizm-liberal demokrasi koşullarında sosyalizme inançsızlıkla birleşik olarak işçi sınıfının devrimci rolünün reddi üzerinden geliştirdikleri halkçı-demokratik-liberal ekseniyle yakın duruşuna rağmen bu canlılığını, dinamizmini korumayı başardı. Bu hareket Kürdistan’ın tek bir parçasında değil dört parçasında da örgütlenerek modern uluslaşma bilincinin simgesi oldu.
Yakın zamanın uluslaşma pratiklerinden bir diğeri de Barzaniler önderliğindeki Güney Kürdistan deneyimiydi. Ancak onunla Kuzey Kürdistan’daki özgürlük mücadelesi arasında sınıfsal karakter başta olmak üzere çok ciddi karşıtlıklar vardı. Nitekim asıl olarak feodal aşiret yapısına, ABD emperyalizmi ve Türkiye gibi bölge gericiliklerinin himaye ve desteğine dayanan Barzaniler öncülüğündeki ulusal hareket, gelinen noktada halkına zulmeden çürümüş burjuva bir iktidarı simgelemektedir. Bir aşiret hatta ailenin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan bu ekol, ABD emperyalizmi ve bölge gericiliklerine sırtını dayayan, bunun karşılığında Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle stratejik konumunu bu güçlerin planlarına peşkeş çeken, kendi dar çıkarlarıyla bu planlar arasında ilişki kuran bir nitelik kazanmıştır. Dahası Kuzey Kürdistan parçasından çıkış yapıp dört parçaya yayılan PKK’nin karşısında konumlanacak kadar Kürt ulusal gerçekliği ve çıkarlarına yabancılaşmıştır.
Kuzey Kürdistan parçasında filizlenip gelinen noktada dört parçada da etki sahibi olan özgürlük hareketiyse, bu gücüne esas olarak silahlı mücadeledeki ısrarı, bu ısrarla Kürt yoksul köylülüğü başta olmak üzere emekçi kesimlere verdiği güven, feodal ilişkiler ve Kürt ulusunun iç engellerini aşan bir ideolojik-siyasi duruş sayesinde ulaştı.
Zaman içinde yarattığı güven ve güçle hemen tüm sınıf ve katmanlar açısından bir çekim merkezi oldu. Kürt halk kitleleri içinde mülk sahibi sınıflar, kent-kır küçük burjuvazisi ve orta sınıflar arasında da taban buldu. Bu gelişme ve genişleme, hareketin hem en güçlü hem de zayıf yanını oluşturdu. Güçlü yanı, geç kalmış bir uluslaşma ve ulusal kurtuluş sürecine güçlü bir toplumsal karakter kazandırmasıdır. Bu karakteri esas olarak emekçi katmanların büyük bedeller pahasına yarattıkları direniş hafızası üzerinden sürekli biçimde üretebilmesidir. Zayıf yanıysa her ulusal hareketin doğasında olduğu gibi mülk sahibi sınıf ve katmanların eğilim ve beklentilerini de dikkate almak durumunda kalması, koşullar ve dengelerdeki değişimlere bağlı olarak sık sık bu sınıfların uzlaşmacı liberal eğilimlerine tavizkar davranma basıncıyla karşı karşıya kalmasıdır.
Hareketin iç sınıfsal yapısı arasındaki gerilim pek çok konuda devam etse de emekçi sınıflara dayanan gerillanın varlığını koruması, toplumsal tabanının ağırlığını hâlâ Kürt yoksulları, işçi ve emekçilerinin oluşturması onun diri kalmasının da garantisi oldu. Kürt özgürlük hareketinin klasik milliyetçilikten uzak ideolojik şekillenmesi de esas olarak bu gerçekten beslenmektedir.
Gelinen noktada Kürdistan’ın dört parçasında da toplumsal bir güce dönüşen hareket Rojava parçasında somut bir düzen inşa etmiş durumda. Adına ne denirse denilsin orada esas olarak fiili bir statü kazanılmıştır. Rojava parçasında kazanılan fiili statü demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü demokratik konfederalizm paradigmasına dayanmaktadır. İnşa edilen toplumsal ilişkiler güçlü halkçı özelliklere sahiptir. Kadın özgürlüğüne merkezi önem atfeden, bölgenin toplumsal yapısına rağmen seküler niteliğini kaybetmeyen, mülkiyet ilişkilerinde komünleri-kooperatifleri esas alan ve tekelleşmeye karşı tetikte olduğunu belirten ilişkiler inşa etmiştir. Bu açıdan demokratik-halkçı karakterde özgün bir örnektir.
Kürt uluslaşma sürecinde bir başka statü de Güney Kürdistan’da elde edilmiş, ancak özgürlük hareketinin ilerici-devrimci karakterinden farklı olarak oradaki statü burjuvalaşan feodal mülk sahibi sınıfların denetiminde, onların sınıfsal karakterlerine denk olmuştur. Buradaki statüyle Rojava’da elde edilen arasındaki fark, esasında Kürt uluslaşma sürecinin sancılı karakterini olduğu kadar post Marksist radikal demokrasi anlayışı gibi liberal sol anlayışların reddettikleri sınıf gerçeğinin hâlâ nasıl canlı ve geçerli olduğunun somut örneğidir.
Kürt özgürlük hareketi bu parçada da (Güney Kürdistan) tüm engel ve baskılara rağmen siyasete içerden nüfuz edecek bir dinamik haline gelmiş ve belirli bir toplumsal taban da oluşturmuştur.
Modern Kürt özgürlük mücadelesi, her parçanın özgünlüklerini kavrayan esnek yapısıyla İran’daki Doğu Kürdistan parçasında da azımsanmayacak bir etkiye ulaştı. Bu etkinin çapını Jina Mahsa Amini isyanında da gördük. İran’daki hareket hem silahlı bir güce ulaşmış hem de toplumsal bir taban elde etmiştir.
Kürt özgürlük hareketi çıkışından itibaren 1990’ların başına kadar “sömürge Kürdistan” temel teziyle bağlantılı olarak Bağımsız-Birleşik Kürdistan hedefini deyim yerindeyse fetişleştirdi. Bu yaklaşımındaki ısrar ve netlik, devrimci politikalar ve silahlı mücadeledeki ısrar onu Kürt emekçi kitleleri nezdinde özel bir çekim merkezine dönüştürdü.
Fakat ‘90’ların başından itibaren bu yaklaşımını değiştirdi. O tarihlerden sonra Kürdistan’ın dört parçasının özgünlüklerini de dikkate alarak bulundukları ulus devletler içinde bir statü kazanılmasını ifade eden yeni bir stratejik yaklaşım geliştirdi. Ulus devlet fikrinden vazgeçti. Bu, özünde, neoliberal ideolojik hegemonyanın o dönem estirdiği rüzgârların etkisiyle gelişen ideolojik bir kırılmaydı. Aynı dönemde Meksika’da Zapatista çıkışı yaşanmış, Kolombiya, Sri Lanka, Bask Bölgesi, İrlanda sorunlarında da sistemin gerilla hareketlerini özümseme çabaları yoğunlaşmış, katliam ve diplomasinin iç içe geçtiği süreçler yaşanır olmuştu.
Kürt özgürlük hareketinin de bu dalgadan etkilenmemesi mümkün değildi. Neoliberal hegemonyanın atak yaptığı bu dönemde onun klasik ulusal kurtuluşçu paradigmadan koparak bulunduğu ulus devletlerin sınırları içinde çözüm formülasyonları getirmesi tarihsel olarak ideolojik bir kırılmayı ifade etse de bu kırılmaya rağmen özgün tarihsel gelişimi ve nitelikleriyle varlığını koruyabildi ve dahası dört parçaya yayılacak bir güce kavuştu. Başka bir anlatımla, ardı ardına yaşadığı ideolojik siyasi kırılmalara rağmen Kolombiya ya da İrlanda örneklerinde olduğu gibi çözülmedi. Hareketin özgün tarihsel gelişimi, sorunun derin kökleri ve 1984 sonrası yaratılan devasa birikim onun devrimci dinamiklerini korumasının da garantisi oldu. En büyük garantisi de halk içinde derinleşmiş bir örgütlenmeye, ruhsal bütünleşmeye sahip olmasıydı.
Gerek ABD’nin belirleyici olduğu emperyalist hegemonyanın SSCB’nin yıkılmasıyla güçlenmesi gerek dünya düzleminde sınıf ve toplumsal mücadelelerde yaşanan gerileme ve kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı siyasal-toplumsal sonuçların etkisiyle şekillenen bu kırılmayla KÖH kendisini yeniden üretecek yol ve yöntemler aradı. Hareketin etkisinin genel bir yurtseverlik ve onu da aşan siyasal-örgütsel bağlılık düzeyinde tüm sınıf ve katmanlar içinde kök salmaya başladığı bir dönemdi bu aynı zamanda.
Buna rağmen belirtmeliyiz ki, söz konusu gelişmeler ulusal özgürlük savaşı yürüten bir hareket açısından her ne kadar bir kırılmayı ifade etse de ezilen ulusun devrimcilerinin ayrılığı mutlaklaştırmak yerine her iki ulustan işçi ve emekçilerin birliğini esas alan bir yaklaşımı benimsemesi halklar arasındaki kardeşliğin pekişmesi açısından değerlidir.
Pratikte bunun oldukça zorlu hatta mevcut kapitalist-faşist devletler gerçekliği içinde neredeyse olanaksız bir zemin üzerinden dile getirildiğini belirtmek gerekir. Elbette Kürt direniş dinamiğinin gücü, dünyadaki konjonktürel gelişmelerle de bağlantılı olarak bu devletleri belirli dönemlerde belirli esnekliklere zorlamıştır. Hemen her parçada böylesi kesitler ve örnekler yaşanmıştır. Ama sorunun gerçekten demokratik çözümü, esas olarak o devletleri de demokratik dönüşüme zorlayacak o ülkenin işçi ve emekçilerinin yaratacağı güçlü bir demokratik halk hareketiyle, dahası devrimsel gelişmelerle mümkündür. Bu nedenle, Kürtlerin bulundukları ilhakçı ulus devletler bünyesinde bölgesel özerklik bağlamında dahi belirli statüler kazanmaları, siyasal varlıklarını o ulus devletlere kabul ettirmeleri oldukça zorlu, o devletler demokratikleşmezse aslında imkansıza yakın bir olasılıktır.
Tarihsel olarak geriye doğru atılmış bir adım anlamı taşımasına ve içerdiği risklere rağmen Kürt özgürlük hareketinin bu yaklaşımı ve gücü, onun Kürt milliyetçiliği dolayısıyla burjuva-feodal sınıfların eğilimleriyle arasındaki ayrım noktalarını oluşturmaktadır. Keza Kürt siyasi haritasında bugün en keskin milliyetçi söylemlerle ona karşı çıkanlar, esas olarak mülk sahibi sınıfların eğilimlerini dile getirdikleri gibi ulusal sorunun çözümünde en gerici eğilimlerin temsilcileridir. Bu kesimler, modern Kürt özgürlük mücadelesini ulus devlet fikrinden uzaklaştığı için kıyasıya hatta düşmanca eleştirirlerken ulusal kurtuluş fikrini en gerici ittifaklar üzerinden bina etmeyi içine çoktan sindirmiş Barzanicilik türü bir burjuva-milliyetçi gericiliği benimsemiş, uluslaşma sürecinde tek bir sıyrık almadan ahkam kesen gerici bir odağı ifade etmektedirler.
Gerçeğin bir yönünü bu oluştururken öte yandan modern Kürt özgürlük mücadelesi de demokratik konfederalizm paradigmasının nesnel gerçeklikten uzaklığının engellerine sık sık çarpmaktadır. Nesnel gerçeklikten ilk kastımız, Ortadoğu genelinde, özel olarak Kürdistan’ın parçalarının içerildiği ulus devletler bünyesindeki sınıf mücadelelerinin ve bu mücadeleler üzerinden yükselen en azından demokratik bir dönüşümün var olmamasıdır. Kürt özgürlük hareketinin neoliberal dönemde benimsediği paradigma -içerdiği ideolojik-yapısal zaaflar da bir yana- her şeyden önce böyle bir nesnel zeminin varlığı koşullarında demokratik ilerici karakterini koruyarak var olabilir. Bu zemin ve dengelerin olmadığı koşullarda ise büyük bedeller ödemek zorunluluğuyla karşı karşıya kalacağı gibi kendisiyle de çelişkiye düşeceği büyük tavizler vermek zorunda kalır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi esas olarak neoliberal hegemonya çağında alıcı bulan Laclau-Mouffle ikilisiyle Bookchin’in savunularına dayanan bu paradigma, neoliberal modelin çöküşüyle birlikte bugün aslında iflas etti. Kaldı ki KÖH’ün Kürdistan genelinde elde ettiği konum ve gücünü korumasının da garantisi, kapitalizmin istikrar dönemlerine ve liberal demokrasi koşullarına mahsus olup devrim fikrini öteleyen teorilere dayanan paradigmalarda değil esas olarak ona karşı net bir tutum almasında saklıdır. Ne zaman ki tavizler vererek, esneyerek gücünü koruyabileceğini düşünmeye, sistem içi sınırlarda dolanmaya ve esasında devrim fikrinden vazgeçiş anlamına gelen bütünlüklü bir paradigmaya dümen kırmaya başlamışsa dört parçada güç olsa bile kritik eşiklerde ciddi bocalamalar, güven krizleri ve içten içe gerilemeler yaşamıştır. Onu daha kötüsünden koruyan hep en net tutumlarla sistem karşısında durduğu dönemlerin yarattığı birikim olmuştur.
Kaldı ki artık bölgesel bir eksene oturan sorunda Kürdistan’ın en büyük parçasının ilhak edildiği Türkiye Kürdistanı’ndaki (Kuzey Kürdistan) devrimci ulusal kurtuluş mücadelesinin ulaştığı düzeyle ezen ulus sosyalistlerinin gücü, dolayısıyla demokratik-sosyalist karakterdeki sınıf mücadelesinin düzeyi arasındaki eşitsiz gelişim ortadadır. Bu eşitsizlik sayısız nedenle yıllar içinde aşılamamıştır. Bu açıdan ezilen ulusun özgürlük mücadelesi en büyük dayanağından tümüyle olmasa da büyük oranda yoksundur.
Türkiye’deki irili ufaklı devrimci sosyalist güçlerin yaşadıkları büyük güç kaybı (nedenlerinden bağımsız olarak) ortadadır. Reformist solun sosyal şoven bir kumaştan dokunmuş olması da işler çetrefilleştikçe daha da netleşmektedir. Bu açıdan, Kürt özgürlük hareketinin hem sosyalist güçlerle daha içerden etkileşim içinde olması, onlardan güç alması, Türkiye işçi ve emekçilerinin tarihsel gericilik birikiminin en iğrenç ifadesi olan şovenizm ve Kürt düşmanlığından uzaklaşarak ezilen ulusun özgürlük talebini somut olarak desteklemesi koşullarından söz etmek mümkün değildir. Zaten bu söz konusu olsaydı bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık. Bu eşitsiz gelişim içerisinden Kürt özgürlük hareketinin esas dayanaktan yoksun kalmasının azımsanmayacak bir ağırlığı ve hareketin politika ve taktiklerini belirleyen bir etkisi vardır.
Güçlü bir bölgesel halk desteğinden yoksunluk başta olmak üzere tablo böyle olunca, Kürt özgürlük hareketi gerçekleri kendi paradigmasına uydurma çabasıyla çoğu zaman ciddi kayıplar ve kırılmalar yaşamakla karşı karşıya kalmaktadır. Bu çok ciddi ideolojik kaymalar şimdilik devrimci dinamiklerin sönümlenmesi biçimini almamıştır. Keza güçlü tarihsel direnişçiliği ve onun yarattığı birikim, dayandığı esas güçlerin sınıfsal karakteri ve tarihsel çıkışının sosyalist damardan beslenip o damarı azımsanmayacak ölçüde korumuş olması bugün de hareketin kendisini devrimci temelde üretebilmesini mümkün kılan önemli bir dayanaktır.
Fakat esas koşullar olmadan (özellikle güçlü bir bölgesel demokratik hareket ve ittifaklar anlamında) ve daha ciddi handikaplarla karşılaştığında hayatı paradigmaya uydurma eğilimi yarın onu daha ciddi handikaplarla karşı karşıya bırakacağı gibi çok daha vahim ideolojik-siyasi kaymalara da açık hale getirebilir.
Rojava’da ABD ile kurulan zorunlu taktiksel ilişki, Kobanê direnişinin etkileyici gücü yanında dünya haklarının bu direnişi sahiplenmesi üzerinden gelişti. Bu sahiplenme esas olarak kendi gücüne dayalı direnişçilik ve halkların bu direnişçilikten etkilenmesi, ona saygı ve sempati duyması temelinde yükseldi. Bu olmasaydı ABD Suriye’de hegemonya kurmak için IŞİD’in ilerleyişine seyirci kalmayı sürdürecek ve bugün HTŞ örneğinde tanık olduğumuza benzer şekilde bu gerici güçle iş tutacaktı. Fakat beklenen olmadı. Kobanê direnişindeki netlik, bu netliğin dünya hakları nezdinde yarattığı sempati, enternasyonal dayanışmanın çeşitli biçimlerde gelişmesi eşitsiz koşullarda yürütülen savaşta IŞİD’in belinin kırılmasıyla sonuçlandı.
ABD bu gerçeklik karşısında bölgesel hegemonya arayışında Kürtlerle taktiksel bir ittifaka bir bakıma mecbur kaldı, fakat emperyalistlerin sınıfsal tutumları Rojava’da oluşan özerk yönetimi siyasal olarak tanımama biçiminde devam etti. Her zamanki gibi istedikleri zaman eğip bükebilecekleri belirsiz bir ilişkiydi bu ilişki.
Gelinen noktada Suriye’de ve aslında bölgesel dengelerin tümündeki farklılaşmalar, ABD’deki siyasal değişiklikler bu ilişkiyi de zorlamaktadır. Türkiye’nin yayılmacı hayalleri, henüz hiçbir devletin siyasal olarak tanımadığı Rojava’daki fiili statüyü ortadan kaldırmak için yanıp tutuşması ve bu konuda elindeki tüm kartları masaya sürdüğü gibi tavizlere de hazır olduğunu deklare etmesi dört bir yandan sarılmış Kürtler açısından ciddi riskler barındırmaktadır.
Kürt özgürlük mücadelesi bugün çok kritik bir tarihsel kavşaktadır. Bu dönemeçte gerek Türkiye’deki sosyalist-ilerici-demokratik güçler gerekse bölgedeki ilerici hareketler ve dünya halklarının öreceği barikatların gücü hissedilmezse sadece Türk burjuvazisinin özlemi olmayan Rojava’nın yerle bir edilmesi hayalinin gerçekleşmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir.
Bu noktada asıl korkutucu ihtimal, yine aynı dayanaklardan yoksunluğun belirleyiciliğiyle Kürt özgürlük hareketinin yarattığı bembeyaz sayfayı ABD ve İsrail’le kuracağı sağlıksız ilişkilerle lekelemesi, elde ettiği kazanımları fetişleştirerek sıkıştığı noktada ilkelerinden taviz vermesidir. Ki bu da ölümün başka bir biçimidir. Fakat gücünü aşan nedenler yüzünden dövüşerek alınan bir yenilgiden farklı olarak bu siyaseten çok daha ağır ve yıkıcı tarihsel bir yenilgi olur.
KÖH, en elverişsiz koşullarda tavizsiz duruşuyla kendisini var eden bir hareket oldu. 1980 askeri faşist diktatörlüğünün üzerinden kısa bir süre geçmişken, dışarda yaprak kımıldamaz hale gelmişken nesnel koşulların elverişli olup olmadığına bakmaksızın ilk kurşunu sıkma cesareti gösterdiği için bugün vardır. Kazanım hanesini büyütebilmesinin esas sırrı hep bu netlik, nesnel duruma teslim olmama, kendi özgücüne dayanma motivasyonuyla hareket ettiği kritik eşiklerdir. Bugün Rojava’da da aynı sınavla karşı karşıyadır. Koşullar kendisi için ne kadar elverişsiz olursa olsun bu netlik ve özgüce dayanan devrimci duruş ona kazandıracaktır. Yenilse bile aslında kazanan o olacaktır.
Bu açıdan Kobanê direnişi yeterince öğreticidir. Şimdilerde koşulların hem çok elverişsiz hem de emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki çelişkiler dolayısıyla “elverişli” olması gibi bir tarihsel eşiktedir. Bu eşikte çubuğu ikincisine büktüğü, çatlaklardan yararlanmayı onlara taviz vermek üzerinden kurduğu oranda kendisini, Rojava Devrimi’ni, o devrimde somutlaşan anlam ve değerleri de imha etmesi işten bile olmayacaktır. Çatlaklardan devrimci tarzda yararlanmak, ilkeli ve özgüce dayalı bir tutumla mümkün olabilir. Bu olmadığında Rojava Devrimi’nin kaderi herhangi bir ulusal kazanım derekesine düşecektir.
Rojava yönetiminin ABD ve İsrail gericiliğiyle kimi ilişkileri, diplomatik girişimleri, açıklamaları kaygı vericidir. Özellikle Kürt milliyetçi kesimlerinin Rojava’daki statünün her ne pahasına olursa olsun korunması yönündeki telkinleri, Filistin’de soykırım gerçekleştiren İsrail’in himayesini ‘normal’ bir şeymiş gibi propaganda etmeleri, Rojava yönetiminden kimi siyasetçilerin de statünün korunmasını bu ilişkiler üzerinden sağlanabileceği algısı yaratan girişimleri her şeyden önce bölge halkları (Kürt, Arap, Fars ve Türk) arasındaki tarihsel önyargıları hortlatıp güvensizlik ve düşmanlık duygularını alevlendirme riski açısından son derece tehlikelidir. Biz komünistler açısından tarihin her döneminde esas olan emperyalizm ve bölge gericiliklerinin planlarıyla aramıza belirgin bir mesafe koyup haklar arasındaki düşmanlığı teşvik edecek-derinleştirecek tutumlardan uzak durmaktır.
Fakat “Ne pahasına olursa olsun kazanılan statünün mutlaklaştırılması mı o statünün ideolojik ilkeler temelinde korunması mı?” sorusu ve Kürt hareketinin bu soruya pratikte vereceği olası olumsuz yanıtlar ne kadar önemliyse, yüz yıllardır bir parça özgür vatan hayali kuran, gelinen noktada onu bile değil siyasal varlıklarının kabulünü isteyen Kürtleri bu noktada oturduğu yerden/tribünlerden eleştirmek de o kadar ayıptır. Ezen ulusa mensup devrimciler, ilericiler, demokratik güçler bu noktada eleştiriye soyunurlarken önce yüz yıllardır ezilen bir ulusun ezeli özlemlerini ifade eden bu taleplerin herhangi bir emperyalist güce ya da bölge gericiliklerine dayanmaksızın elde edebilmesi için kendisine düşen görevleri ne ölçüde yerine getirdikleri sorusunu da yanıtlamalıdır.
Kürtlerin kazandıkları statünün ideolojik ilkeler temelinde korunabilmesi, kendilerinin ilkesel duruşları kadar Kürdistan’ın dört parçasındaki ilhakçı ulus devletlerin işçi ve emekçileri başta olmak üzere dünya halklarının destek ve dayanışmasıyla mümkündür.
Tüm nesnel ve öznel koşullarla birlikte düşündüğümüzde KÖH’ün demokratik konfederalizm olarak formüle ettiği paradigmanın ütopik karakteri açıktır. Bu paradigmanın sınıf ekseninden uzaklığı bir yana, bu haliyle bile emperyalist kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda yaşam bulma şansı demokratik devrim koşullarını gerektirir.
Özgürlük hareketi her ne kadar ML’in ulusların ayrılmak dahil kendi kaderini tayin hakkını yaşanmış kimi olumsuz deneyimler üzerinden eleştirse de ulusal sorunların en sağlıklı çözümü halen bu formülasyondadır. Nitekim özgürlük hareketinin sınıfsal özünü farklı tanımlasa da formüle ettiği “demokratik konfederalizm” de aslında bu formülasyonun deforme edilmiş ifadesidir. Keza ML’in çok uluslu devletlerde ezilen ulus konumundaki uluslar açısından en makul çözümün bölgesel özerklik olduğu vurgusunu akılda tutmak gerekir. Fakat bunun hayat bulacağı koşulların devrimle mümkün olduğunu unutmamak kaydıyla.
Gelinen noktada biz ML’ler yaşanan süreçle nasıl ilişkilenmeliyiz:
*Bizim için aslolan halklar arasındaki önyargı ve güvensizlikleri derinleştirecek girişim ve pratiklerden kaçınmak, bunu derinleştirecek her türlü gericilikle aramıza mesafe koymaktır. Her şeyden önce gözeteceğimiz sorumluluk budur. Kürt halkının ezeli özlemleri, o özlemlerini gerçekleştirmek için ödediği bedeller, onlarca yıldır yaşadığı baskı ve zulme rağmen davasını ısrarla sürdürmesi, bırakalım sosyalist-komünist olmayı tutarlı demokratlar açısından da ayrılma hakkı dahil ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını gerektirir. Tutarlı bir demokratizmin bu asgari gereğine uzak durmakla kalmayıp ulusal hareketlerin heterojen yapısından kaynaklanan hata ve yanlışları merkeze koyarak üstenci bir tavırla ahkam kesmek şovenizmin dik alasıdır. Kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmakla kalmayıp halklar arasındaki önyargı ve güvensizliklere kan taşımak anlamına gelir.
*Ezen ulus komünistleri, emek sermaye çelişkisini perdeleyen, ezen ulus proletaryasının şovenizmle zehirlenmesine zemin sunan, onu yozlaştırıp kendi sınıfsal çıkarlarının karşısında konumlanmaya taşıyan bu sorunun çözümü için özel bir duyarlılıkla yaklaşmalı, propagandalarını da bu tarihsel sorumlulukla yapmalıdır. Bu ilkesel yaklaşımdan hareketle, en başta ezen ulusa mensup devrimci ve reformist kesimler içindeki sosyal şoven yaklaşım ve eğilimlerle arasına çok net mesafe koymalı, onlarla arasındaki sınırların belirsizleşmesine asla meydan vermemelidir! Kendisini çoğu kez ‘sosyalizmin çıkarları’, ‘işçi sınıfına dayalı sınıf devrimciliği’, ‘anti emperyalist yurtseverlik’ maskesinin arkasına saklanarak gösteren sosyal şovenizmin bütün tür ve görünümleriyle uzlaşmaz mücadeleyi başa yazmalıdır!
*Bugün Kürt ve Türk proletaryası iç içe geçmiştir. Özellikle yoğun emek sömürüsüne dayalı işkollarında Kürt işçiler ağırlıktadır. Proletarya saflarındaki bu iç içelik iki halk arasında doğal bir kaynaşmanın, olumlu anlamda karşılıklı “asimilasyonun” nesnel zeminini sunmaktadır. Kürt işçiler şimdiye kadar sınıfı bölecek ayrı sendikalarda örgütlenmedi, bu gerici milliyetçi tutuma tarihlerinin hiçbir döneminde bulaşmadı. Özellikle inşaat ve tarım işçileri özgülünde kimi tekil örnekler sık sık yaşansa da Kürt işçilere yönelik ırkçı şoven saldırılar da fabrikalarda ve işyerlerinde çizgileşmedi. Emek temelli bir aradalık, iki ulustan işçilerin özellikle de ezen ulusa mensup işçilerin daha saldırgan bir zehirlenme içine girmelerini engelleyen önemli bir dayanaktır.
Bu gerçeğin diğer yanını da Kürt işçilerin ulusal taleplerindeki duyarlılıklarını emek-sermaye mücadelesiyle birleştirmeleri oluşturur. Kürt özgürlük hareketinin geçmişten beri en zayıf karnı budur. Yerinden zorla göçertmelerle birlikte kitlesel olarak kentlere akan Kürt emekçilerinin bu büyük proleterleşme dalgasına uygun politikalar geliştirilmedi. Mevcut sendikalar içinde de ulusal taleplerle sınıfsal taleplerin devrimci sentezine dayalı yaratıcı bir yaklaşım sergilenmedi. İşçi ve memur sendikalarındaki yurtsever kadrolar, sınıf hareketinin genelini dinamize edecek ilkeli devrimci bir politik yaklaşım yerine kendi dar gündemleriyle sınırlı faydacı bir hat izlediler. Bu dar görüşlülük hem o kurumları zayıflattı hem de her iki ulustan işçi ve emekçiler içinde ulusal olanla sınıfsal olanı sentezleme kültürünün gelişip kökleşmesini engelledi. Aynı zaman halklar arasındaki önyargı ve güvensizlikleri de pekiştirdi.
Bu açıdan Kürt örgütlük mücadelesinin bu noktadaki zayıflıklarına göz yummamak, dostça uyarı ve eleştirileri sürdürmek halklar arasındaki ilişkilerin demokratikleşmesi, ilerici bir muhteva kazanması açısından önemlidir.
*Kürt özgürlük hareketi, Suriye’deki son gelişmelerden sonra büyük bir tarihsel sınavla karşı karşıyadır. Onun emperyalistler ve bölge gericilikleriyle ilişkilerini sağlıksız bir zeminde derinleştirerek telafisi ilerde bile zor yıkıcı sonuçlar doğuracak adımlar atmasını önlemek amacıyla dostça eleştirellik ne kadar gerekliyse hareketin nereye evrileceği henüz belirsiz kimi taktik yalpalamalarını bahane ederek düşmanca salvolara tutmak da o kadar yanlıştır.
Kürt ve Türk halkları, diğer parçalardaki ezen ulus devletlerinde olduğu gibi birbirinden koparılamaz bir organik bütünleşme yaşamıştır. Özgürlük sorunu ve özlemi ne kadar derin ve büyükse gerçekleşmesi de o kadar zordur. O açıdan da gelişmelerle konjonktürel bazda ilişkilenmek, açık arayıp anında mahkum etmek önümüzdeki süreçlerde aradaki mesafeleri açmak dışında bir işlev görmez. Dilimize, yaklaşım ve tutumlarımıza özen göstermek zorundayız. Bu, yapılan yanlışlar, stratejik hatalar karşısında tutumsuz kalmak anlamına gelmez. Tersine bu konuda net ve açık olmak samimiyet gereğidir. Ayrıca o samimiyet kullanılan dilde de kendisini hissettirmelidir.
Kürt Ulusuna Özgürlük!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!