Bir su damlası: UĞUR!
Dolabının kapağında siyah beyaz bir ‘Don Kişot ve Sanço Panço’ figürü asılıydı. Henüz üniversite öğrencisiyken günde 12 saat çalışarak çekip çevirdiği o dolup dolup boşalan meşhur cafenin adı da Sanço Panço’ydu. Don Kişot bir maceracı mıydı? Hayal aleminde dolaşan bir çılgın mı? Bu iki kahramanın birlikteliği nasıl bir birliktelikti? Uğur Don Kişot’a mı daha yakındı, yoksa onun hemen yanı başında duran yumuşak bilge kişilik Sanço Panço’ya mı? Don Kişot ve Sanço Panço bir simgeydi; ne denirse densin insanda daima olumlu izlenimler yaratan bir simge… Kimbilir; insanın yeni dünyalara açıldığı, öğrenmeye doyumsuz, dünyayı değiştirmeye hevesli olduğu gençlik yıllarının sımsıcak soluğunu taşıyordu belki bu dostluk her sabah ona. Belki kahramanın kişiliğinde somutlanan netliğe, hedefine ne olursa olsun yürüme kararlılığının yarattığı ilhama aşıktı…
En çok Fatih’e benzerdi
Kimi insanların yüzüne baktığınızda şeffaf, duru bir suya bakıyormuşsunuz gibi bir duyguya kapılırsınız. İçindeki saflık ve temizlik Uğur’un yüzüne yansır, onu fazla söze gerek bırakmadan tanımlardı. Onu tanıyan herkesin altına imzasını rahatlıkla atacağı gibi, bir su damlası misali berraklık ve dinginlik, inandığı dünya görüşü doğrultusunda hesapsız atılganlık ve adanmışlık… Bu UĞUR’du!
Hepimizi biçimlendiren kolektifin hem bütünüyle, kavgamıza kattıklarına bakarak tek tek herbir yoldaşımızla çeşitli noktalardan özdeşleştirebileceğimiz Uğur yoldaş, en çok Fatih Öktülmüş’e benzerdi. Rahat, sımsıcak, çocuksu… Hem kitle örgütçüsü, hem örgüt yöneticisi… Kitlelerle hiç zorlanmadan, abartıya kaçmadan, laf kalabalığına boğan kolaycılığa asla sapmadan doğal bağlar kuran, insanlar üzerine kafa yorduğu için herkesi herhangi bir planın parçası ve sahiplenicisi haline getirebilen, çalışkan ve üretken, dostun düşmanın ‘hakkını teslim ettiği’, kaynağını sınıfsız dünya görüşünden, örgütünden,ve kendine duyduğu güvenden alan sabır ve yaratıcı girişkenlik… Uğur en çok Fatih’e benzerdi…
İnsan her yoldaşını sever.. Fakat sevmek ‘mecburi’ değildir. Sevmek mecburi değildir fakat saygı şarttır! Uğur’u sadece yoldaşları değil tanıyan herkes hem gerçekten severdi hem de büyük bir saygı duyardı. Çünkü, Uğur’u hiçbir baskılanma duymadan sevebilirdiniz; öyle çok seversiniz ki, aynı zamanda ona büyük bir saygı duyarsınız. Öyle sever ve değer verirsiniz ki, en ‘sert’ eleştirileri yöneltirken bile araya yastık koyma ihtiyacı duymaz, ‘diplomatik bir dikkat’ gerektiren sözcükler aramaz, ona özde yatanı dosdoğru gösterebilme şansını yakalayabilir, aynı sakınmasızlıkla eleştirileceğinizden de kesinliklikle emin olurdunuz. Bir komünistin mahrum kalmaktan korkacağı bu tür doğrudan ve hesapsız bağlar Uğur’la bir çırpıda kurulur ve süreklileşirdi.
Hem görev adamı, hem yaratıcı öncü
Uğur yoldaş görev adamıydı; ama kelimenin geniş anlamıyla. Boşluk bırakmaz, zorluk tanımazdı. Sadece verileni eksiksiz yerine getirmeye çalışanlardan değildi, ‘durumdan vazife çıkarırdı’. Bunun sınırı, ondaki kişisel yaratıcılığın sınırlarından fazla bir şeydi. İşin içine herkesin yaratıcılığını ve yeteneklerini hiç zorlanmadan katabilirdi. Emeğinin geçtiği her yoldaş tanıktır ki, kolektif denilen sınırsız havuzun kapasitesini bilgi, bilinç ve sezgiyle kavrayanlardandı ve tek bir damlayı boşa harcamadan, tersine damlaları adeta biriktirerek aralıksız akabilmelerini koşullayacak bir zemin yaratmanın ustasıydı. Sadece yoldaşlarda değil hemen hemen herkeste sevinç ve coşkuyu, iş yapma isteğini kışkırtırdı. Etrafına öyle bir hava yayardı ki, onun yanında ne boş boş oturabilirdiniz ne de bezginlik duyardınız. İster bir eğitim çalışmasında olsun, ister o maharetli elleriyle yoldaşları için bir şeyler hazırlıyor, isterse iç karartıcı bir kesitten geçiliyor olsun… insanda, içinde bulunduğu sınırları parçalama duygusu yaratırdı.
Hizipçilerin ortalığı dağıtmaya giriştikleri kesitte, ‘görev adamı’ olduğu gerekçesiyle en hedefli okların yöneltildiği yoldaşlardan biriydi. Bildiklerinin, özümsediklerinin inkarını öneriyorlardı; sükunetini korumayı bilse de sakin değil, müthiş öfkeliydi. Programın ‘tarım sorunu’ başlığı üzerine çalışmaya o kesitte başlamıştı. Her zamanki sevimliliğiyle, «Bu görev bana düşer. Ziraat mühendisi olan kaç kişi var partide?» diye, başka zamanlarda hiç anmadığı mesleğiyle hepimize takılırdı.
Kurduğu hiçbir ilişki asla tek bir hamleden, tek bir gözkamaştırıcı edimden, tek bir atılım ve ‘sürpriz’den ibaret değildi. O ‘süreklilik içinde kopuş’un canlı bir örneğiydi. Dünyanın en zor ama en geliştirici ‘iş’ini yapıyordu; insanla uğraşıyor, kitleleri örgütlüyordu. Yoldaşlarını örgütlüyor, kendini onlardan öğrendikleriyle donatıp besliyordu. Gençlik çalışmasında sıçramış, emekçi memur çalışmasında pişmiş, örgüt çalışmasında bütünsel bir ustalığa ulaşmıştı. Her alanın emektarıydı ama; ancak kendinden sonuna kadar emin olanların adanmışlığıyla her işin içinde, her adımın arkasındaydı. Gecesini gündüzüne katanların, hep daha ileri koşmaya niyetli olanların dayanıklılığı ve sağlamlığı vardı onda.
Uğur yoldaş ölmüş!
«Uğur yoldaş ölmüş!» En ‘dayanıklıları’ bile çarpan bu ‘ihtimal dışı’ gerçek nihayet kavrandığında, cezaevi kitlesinin 8 yüz kişilik isyanına tanıktık. Çok sevdiği şiirle onu uğurlarken -«Bir kırmızı karanfil daha düştü toprağa/Can yoldaşım, güzel bacım, kardeşim…»- hem gözlerde ama hem de belleklerdeki kalıcı yaşların izini görebiliyorduk. Erdemlerini, yaşantısını, doğallığını, komünist eylem adamlığını, sınır tanımazlığını, öfkesini ve sevincini biliyordu çünkü herkes. Olduğu gibiydi, ‘olunmaması gerekenler’ belirlemiyordu yaşam çizgisini; cilaya, ‘…mış gibi’ görünmeye ihtiyacı yoktu. Barışıktı kendisiyle…
Sorsanız, onu tanımayanlar da içinde olmak üzere geniş bir «bilinçsiz dostlar» topluluğu, fakat emeğinin geçtiği her yoldaş, aynı acıyla yeniden sarsılsalar da gülümseyerek bir şeyler söyleyeceklerdir:
Onun öğrencileriyiz…
«…Uğur yoldaşa dair ilk izlenimlerim yanıltıcıydı: ‘Çok rahat, geniş, hatta biraz vurdumduymaz’ şeklinde özetleyebileceğim bir ilk intiba… O görüntünün altında yaşamını anlamlandırdığı idealle kurduğu dupduru bir bütünleşme vardı oysa… Görüntüdeki rahatlığı, doğallığı da zaten buradan geliyordu. Yaptığı her işi, sanki daha önce defalarca yapmışcasına rahat, abartısız yapıyor; bunu size de bir biçimde taşıyordu. Tüm yaşamı, her şeyi bilen edasında kasım kasım gezinerek etrafındakileri, ‘bilinmesi ve yapılması gerekenleri’ yerine getirmedikleri için adeta küçük gören kasıntılı, halkçı/küçük burjuva devrimciliğini gözler önüne seren ve özümsenmesi elzem bir pratikti aynı zamanda. Uğur yoldaş, çocukluğumdan beri tanıyıp iç içe olduğum devrimci demokrasi kültürüyle, komünist olmak arasındaki farkın sağlamasını yaptığım bir ayna olmuştu.
Adana’da cuntadan sonra köklü bir toparlanma yaşadığımız günlerdi… Öğrenci hareketi içinde temel belirleyenlerden biriydik. Hatta yurtseverlerden sonra temel belirleyendik. Ama sadece öğrenci hareketi içinde değil, bir bütün olarak Adana’da her alanda bir hareketlenme, toparlanma vardı. Biz öğrenciler, kampusla sınırlı bir devrimcilik yapmıyorduk. Hepimiz aynı zamanda Adana’daydık. Hepimiz Adana çalışmasının bir parçası olarak vardık. Bu, öğrenci devrimciliği ile kolektifi bütünden görüp, kolektifle ve geleceğimizle daha baştan hayli derin, kapsamlı ve anlamlı bir ilişki kuruşun zeminini hazırlıyordu. O dönemki yoldaşlar -bugün çoğu aramızda olmasalar da- profesyonel örgüt kadrosu gibi bakarlardı tüm işlere. Adana’daki her şey, bölgenin en ileri komitesi kadar ilgi alanımızdaydı bizim de. Uğur yoldaş bunun en ileri temsilcisi, bu kültürün bütüne yayılmasının öncüsüydü. Asla bir alanla, tek bir işle sınırlanmayan, yapıp ettiklerini hep bütünden bakarak anlamlandıran, daima ileri hedefler belirleyen bir yaklaşımı vardı. Ve en önemlisi, bu özelliğini o engin alçak gönüllülüğü ile karşısındakine de taşımaya çalışır; o engin alçakgönüllüğü sayesinde bunda çoğu kez başarılı olurdu. Uğur’la ‘mesaisi’ olup da bundan ‘nasibini almayan’ neredeyse tek bir kişi yoktur. Bunu, bir şeyleri gözünüze soka soka değil; komünist kişiliğinde billurlaştırdığı duruş netliği ve zenginliği ile yapardı. Doğal bir örgütçüydü.
O kolektifimize gerçek anlamda aşıktı. Bu çarpık bir fetişleştirme olarak değil, gücünün ideolojik sağlamlıktan geldiğini bilmenin, kavramanın yarattığı doğal bir sonuçtu. Her şeyiyle bu bütünün mükemmel bir prototipi olmaya çalışırdı. Bunu en çok teorik konulardaki yaklaşımlarında hissederdim. O diliyle, anlatım zenginliği ve gücüyle bu kolektifi kendisinde varetmeye çalışırdı. Kullandığı kavramlar, çözümleme yaparkenki tanımları hepsi kolektifin hazinesindendi. Bunlar onda bir taklitçilik olarak değil, her şeyiyle aynılaşma isteğinin ifadesiydi.
Bir Şubat ressamı
‘Uğur yoldaş, 90’lar Adanasını Adana yapan yoldaştı’ diyebilirim. Çünkü hepimiz Onun etkisi ve dönüştürücülüğü ile bu Adana’nın bir parçası oluyorduk. Emeğinin geçmediği tek bir yoldaş yoktu. Hepimizin benliği ve siyasal şekillenişindeki doğal, içten ve hedefli fırça darbeleri onundur. Bir şubat ressamıdır Uğur.
Uğur’u her hatırladığımda, tüm çevresini, olanaklarını örgüt ihtiyaçlarına göre anlamlandırması gelir aklıma. Çocukluk arkadaşları, komşuları, okul arkadaşları… herkes bizimle bir şekilde ilişkiliydi; imrenilesi bir doğallık içinde. Bu Uğur’un insanlarla kurduğu ilişkinin niteliğince belirlenmişti. Onlara asla salt ‘işlerimizi’ cözecek nesneler olarak bakmazdı. Anlamaya çalıştığımız, öğrendiğimiz, paylaştığımız; farklılığımızı, yani komünist kişiliğimizi bu bütünün içinden hissettirdiğimiz bir ilişkiler bütünü olarak değerlendirirdi. Gidip geldiği yerlerde komünist kişiliğine duyulan saygıyla açardı yolunu. Kişiliğinde somutlananı insanların yasamına usul usul akıtmasını bilirdi. Onların yaşamının içine, içine dalabilirdi. En sıradan gibi görünen ilişki bile bu anlamda son derece politikti. Uğur yoldaşın bıraktığı izler -bunlar kolektifimizin izleridir- aradan 15 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün hala inatla sürülüyor…“
Uğur’lar ölmez!
Onu ‘99 Nisanında yitirdik; bir Pazartesi günüydü… Herkes için inanılmaz olan, böylesine sağlıklı ve canlı bir insanın bir gece içinde ölüvermiş olmasıydı. Hastaydı oysa birkaç gündür; ‘basit bir grip işte…’ diye hafife alıyordu. Hafta sonu yanına uğradığımızda buram buram terlediği halde, gülümseyerek bizi rahatlatmaya çalışıyor; az ötedeki yoldaşlardan birine, kaşığın dönme hareketini yaparak -bu onun klasiklerindendi- çay koymaları için sinyal veriyordu. Sırf genç yoldaşlara söz verdi diye, o gün o halde maç bile yapmıştı; hepsiyle önder bir arkadaştı.
Uğur yoldaş Ümraniye’de TİKKO ile birlikte yürüttüğümüz tünel çalışmasının baştan beri içindeydi. Ağırlıklı olarak antifaşist semt gençliğinin tıkabasa doldurulduğu koğuşlarda kimselere hissettirmeden böyle bir eylemi kimselere hissettirmeden sürdürme çabası, çıkarılan toprak için ‘depo’ arayışları, malzeme yaratma seferberlikleri, bu işlerde deneyimli kadro sıkıntısı işimizi zorlaştırıyordu. Binbir parçaya bölünür yine de işleri aksatmazdı. Ne maçı, ne eğitim çalışmalarını, ne idareye verilmesi gereken olağan görüntüyü, ne diğer yapılarla sürdürülen ilişkileri…
Gerçekten son derece zorlu bir iş olan tünel çalışması ağır ilerliyordu. O, ‘bir santim bir santim daha…’ diyerek, yaptığı işle ölümüne bütünleşerek, sağlığı da içinde olmak üzere her şeyi buna odaklamıştı. Ardarda kaç gece o pis suların içinde yürüdü, havasızlığın zehrini soludu… Ve sonunda mikrop kaptı; ciğerleri iflas etmişti…
“Sen türkülerini söyle…“ Onun yumuşacık sesinden dinlemenin, nakaratlarına, vermek istediği bütün mesajları duyumsayarak katılmanın onurlu tadı var damağımızda. Onun mütevazı ama belirgin çizgilerle kolektife akıttığı adanmışlıkla dolu çoşkun bir türkü misali yaşamı, ’Hep bir ağızdan türkü söylemeyi’, dolu dolu söylemeyi, yeni mısralar eklemeyi, koroyu durmaksızın genişletmeyi, dünyaya yaymayı esinliyor.