‘Zamanı..’ Yazısına Eleştiriler

NEYİN ZAMANI? (Zeki/Serdar Ben- 15 Ağustos 2009)

Değerlendirmemi her biri geniş üç bölüm olarak sunacağım. Yazı bu sürecin başından itibaren ısrarla üzerinde durduğum 4 parametre bakış açısı üzerinden, teorik, siyasal, örgütsel olanın birbirini izleyerek ve iç içe değerlendirilmesi biçimiyle hazırlandı. Ö.sel sürecimizin uzun bir döneminin değerlendirilmesini içermektedir. Uzun bir dönem konf. yapmamış bir ö. ve onun Km üyesi olarak benim açımdan bir görev ve sorumluluk, yapılması zorunlu olandı. Ö.sel raporu yazmayı üstlenmiş Km üyesinin bunu yapmaktan vazgeçmesi ve diğer km üyelerinin de yapmayacaklarını söylemelerinden sonra boşluk bırakmamak ve ısrarlı olduğum 4 parametre bütünlüğünü kurabilmek için ö.sel yönü-sürecin değerlendirilmesini de içerecek biçimde yazmaya yöneldim. Bu köklü bir ele alış ve kopuş gerektiren sorunların gelişimi ve tıkanmaları içerisinden görülmesi, sonuç çıkartabilmek için de gerekliydi...”

Zamanı gelen fikirler dünyanın yorumlanmasıyla kalmayıp, onu değiştirmek iddiasındaysa bu değişikliği gerçekleştirecek güç ve yetenekte olduğunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kapsam ve netlikte ortaya koymalıdırlar ve bu ortaya koyuşun biçimi, yöntemi, aracı da iddia olunan değişimle örtüşmelidir. Eğer bunlar yoksa ya o fikrin zamanı gelmemiştir ya da zamanı gelmiştir ama iddiacısı olan özne bu fikrin taşıyıcısı/üreticisi değildir.

Neticede birşeylerin zamanının geldiği açık ama bu, yalnızca F.y’ın (Fuat-nba) öznelliğinin zamanıdır. Bugün Biz’de, Ü’lerin (Konferans delegeleri-nba) konduğu durumda olduğu gibi, öznellik, her zaman nesnelikler üretir.

Normal tepki bu metni sırf bu nedenlerle bile olsa dikkate almamaktır. Ama diğer taraftan bu konulan nesne-liğe tersten meşruiyet sağlayacağı için olamaz.

Üstelik F.Y. bu metinde olduğu gibi tüm süreç boyunca sergilediği tavırla KOPUŞ’u örgütlemeye yöneldi. Yalnızca strat. yönelimde yani içerikte değil, “biçimde” de, yöntemiyle ve bu yöntemle geliştirilen pratik duruşuyla da yapısal bir KOPUŞ’un koşullarını yaratmaya vakfetti kendini.

Artık tek tek Ü’ler ve kolektif bir bütün halindeki Biz olarak yapmamız gerekeni yapalım ve ilerleyelim. Bakalım neyin zamanı gelmiş!

Öncelikle bir uyarı; Bu “sürecin en yıkıcı tavrı peşin hükümle davranmak.” Bu birincisi konuşanın kim olduğuna göre tutum almakla, ikincisi söylenenleri ya hiç dikkate almama ya da içinden en elverişli bölümleri çekip, şarjörünü bunlarla doldurup salvoya girişmekle kendini ortaya koydu ve bu tarz F.y. tarafından yaratılmış olmasa da, O’nun da katkısıyla her seferinde yeniden üretilip, kemikleştirildi. Ben şimdiye kadar böyle bir yolda yürümediğime inanıyorum ve bu yöntem tarafında belirlenen bir pratiğin adamı olmayacağıma inanıyorum.

Bu “peşrev”in ardından gelelim Zamanı Gelen’e.

F. y. yukarıda da kısaca aktardığım şekliyle “görüş ayrılıklarının” varlığına rağmen bunu bırakalım en başında ortaya koymayı, sağlıklı ve olması gereken bir K. (Konferans-nba) sürecini bununla birlikte örmeyi, tek bir söz söylemeden hem de yıllarca bu şekilde sünüp çürümesini, çürüdükçe tüm temel dayanak noktalarımızı ve işleyiş ilkelerimizi, iç ilişkilerimizi ve değerlerimizi de çürütmesini seyredip sonunda her şey yerle bir olduktan ve hepimiz bu yıkıntının altında kalıp ‘sesimi duyan var mı’ diye çığlık çığlığa çabalarken, aynı enkazın altında değilmiş gibi, daha önemlisi, ta 3 K.’a kadar götürdüğü bu durumun belirtilerini gördüğünü söylemesine rağmen bırakalım elle tutulur somutlukta bir önlem almayı, kadroların ancak böylesi bir yıkımla neyin gerçekte ne ve neden olmakta olduğunu anlayabileceğini düşündüğü için önderlik misyonunun abc’si olan, olmazsa olmayacak adımları atmadığını hissettirmeye çalışıyor. Ben işte bundan KOPUŞ’un gerekli olduğuna inanıyorum. Kopulması gereken bir tarzdan sözedeceksek o KOPUŞ her şeyden önce bu “Önderlik” tarzından olmalı. Önce yıkılsın sonra enkaz artıklarında yenisini kurarız ya da daha olumsuzu yıkıntının altında gelişecek çaresizliğe yatırım yapmak… İşte ML bir önderlik sorumluluğu kapsamında asla kabul edilmeyecek bir tavır(sızlık) teorisi olmaktan öteye anlamı yoktur.

Hiçbir muğlaklık kalmamalı. Ben ‘ruhun temizlenmesi şeklinde bir özeleştiri’ çağrısı yapmıyorum. Yalnızca biraz daha mütevazı bir diyalektik yöntem kullanımı gerekliliğine işaret ediyorum. Sorun ancak çözüm koşullarının varlığıyla anlaşılabilir olur der ML Diyalektik Yöntem. Fuat y. iç çatışmalarda kendini yıpratmak yerine sorunu anlamaya ve çözümü bulmaya çalışması sayesinde bugün böyle sakin ve rahat konuşabiliyor. Ama bu, O’nun Örgütsel Önderlik misyonunda bir zaafa da işaret ediyor. Üstlendiği ve yalnızca bileşeni olduğu km’ne (Merkez Komitesi-nba) değil ama ondan da önce kendisine bu görevi veren Ö’ye, yalnızca “akil adamların-Örg. Bilgelerinin” dediğini yapanlar olarak değil, Kom.Par. özneleri olarak diğer tüm üyelere karşı sorumluluğunun pratik bir gereği olaran Rapor’u erteleyerek ve sonunda kişisel görüş şeklinde ve üstelik farklı bir platformun unsuru olarak hazırlayıp, sunarak bunu ortaya koyuyor.

Peki, daha hala kabul etmemekte direndiği bu durumdan bahsettiği şekliyle yeni bir Ö.lik anlayışını nasıl ikna edici olacağını, teorik olarak varsayalım ki doğru şeyler söylüyor olsun bu kez bunlara uygun davranacağına ve bir bütün olarak Ö’nün de bu hatta ilerlemesi için çalışacağını nasıl iddia ediyor? 4X4 bu tavır ve duruşun, öncesi bir yana 3. K sonrası tüm süreç ama özellikle 4.’nün başlamasından bu yana geçen yıllar boyunca sergilenen duruşun neresinde etkindir? Söylenenler söyleyenlerin kendi için değil anlayışıdır bu.

Yine de takılıp kalmayalım. Durmayalım, durmak çürütür yürüyelim ve sorunları yürüyüşümüzün içinde çözelim.

“Bir dönem kapanmıştır…” diye başlanan bu yeni, yeni ve yine yenilerin açılan kapısından her şeyiyle eskiye ait yöntemsel bir geçiş ve yürüyüş mümkün müdür?

F y’a göre mümkündür. Çünkü O, yalnızca fikirsel boyuttan tartışıp çözümlediği dönemin içerisinde (ve tüm sağ ve sol oportünizm-leriyle TDH bileşenlerinin arasında) Biz’i alabildiğine edilgen bir faktör olarak hesap dışı bırakıyor.

Üstelik yalnızca “bilinçsiz süreçlerin bilinçli yürütücüsü” Kom. Ö. olarak Biz’i dışında bırakan bir dönem çözümlemesinin yöntemsel yanlışlığı bir yana, 140-150 sayfada küçük ve geçerken kabilinden değinme nitelikli cümleler dışında işçi sınıfı, O’nun ekonomik ve -bu kapsamla sınırlı/kısmi demokratik- siyasal kendiliğinden hareketi de olmayınca, geriye yalnızca Türk Tekelci Burjuvazisi ve Geri-likten, Orta Düzeyde Gelişmiş aşamaya gelen kapitalist ekonominin ihtiyaçları kalıyor. Devlet Biçimi ve Rejim Tipini yalnızca bunlar üzerinden anlamaya ve tanımlamaya çalışmak, “Devlet ve/veya rejim tipini belirleyen temel faktör sınıf savaşı ve savaşım içindeki sınıflar arasındaki güç dengesidir” temel ML önermesiyle ne kadar bağdaşır? Bu yalnızca adlandırmanın şu ya da bu olup olmaması meselesi değildir. Aslolarak üzerinde varolunan ve fakat değiştirici, dönüştürücü bir etkinlikle varolunacak nesnel koşulların hangi referans noktalarından tarif edildiği meselesidir ki, ortaya konacak olanın geleceğe açılan kapısı yalnızca buradan olacaktır.

Kom. Ö, bu dinamiğin etkinlik ve zaaflarını ve izlediği taktik hattı böyle tanımladığında, girilen dönemi belirleyen koşullarda izleyeceği taktik hattı doğru olarak belirleyebilecektir.

Dönem değerlendirmesini; sadece, nasıl bir proletarya nesnelliği ile karşı karşıya olduğumuzu, yürüttüğümüz faaliyetin, örg.diğimiz politikaların iki Konf. arasındaki dönem boyunca bu nesnelliklerle ne kadar örtüştüğünü ancak bu şekilde görebileceğimiz ve yine ancak bu şekilde eksiklerimizi, yetmezliklerimizi, hatalarımızı bilmekle kalmayıp, geleceğe uzanan dinamiklerimizi ve kazanmamız/donanmamız gereken yeni nitelikleri geliştirecek tamlıkta yeni taktik hattı belirlemek için yapıyoruz.

İçerisinde Biz olamayan değil, Proletarya ve Biz’i, Biz ve Proletarya’yı merkezine koymayan bir dönem değerlendirmesinden “dünyayı değiştirmek anlamında” doğru sonuçlara ulaşamayız. Hele bir strateji değişikliğinin ardından ve öylesine, geçerken bir Genelge ve dergi/gazete haberiyle yapılmış bir strateji değişikliğinden sonraysa bu, her zamankinden çok daha belirgin bir ağırlıkla/kesinlikle olması tercih konusu değil zo-run-lu-luk-tur. Örgt’ü pratikte var eden ve gelecekte de var etmekte sebatkar Kadrolar’a önlerini görmelerini sağlayacak, Sınıf Savaşı’nda kuşanacakları silahı en doğru şekilde belirlemelerini sağlayacak bir donanıma sahip olunabilmesi için artık ödenmesi zorunlu bir borç olmakla birlikte, girilen dönemde önderliğimiz altında birleşmeye ve savaşmaya “davet” ettiğimiz proletarya için ikna edici olunabilmesi de, ancak böyle mümkündür.

Şöyle somutlayayım; strt. değişikliğini yaptık ama bu değişikliğe kol. (kolektif-nba) olarak karar vermeyi önemseme’dik’. Bu değişikliğin hangi zorunluluk tarafından koşullandığının açıklamasını ve açımlanmasını da önemsemiyor’uz’. Peki hala neye dayanarak aklı başında herhangi bir işçinin Biz’e inanmasını, Biz’imle birlikte ve Biz olarak mücadele etmesini istiyor-‘uz’? Yoldaşımız işçiler bile yangından “mal” kaçıran bu tarz karşısında coşku ve heyecendan değil önce şaşkınlık sonra öfkeden “hop oturup hop kalktılar bu buyük dönüşümün” ilan edilme anında. “Siz” olsanız böyle “sarsak” bir işleyişi olan Örg’e, bugüne kadar söylediklerine ve savunduklarına karşı bu kadar ters duruşu olan bir Örg’e, bugün söylediklerine inanıp kendinizi ve geleceğinizi emanet eder miydiniz? Geçmişte ettiniz mi? T..O’dan (THKO-nba) neden ayrıldınız o halde? Bugün ne yapıyor ve daha hala neyi savunuyorsunuz?

Hepimiz biliriz ki, tek tek işçiler de, sınıf olarak proletarya da dediklerimize göre değil neyi nasıl yaptığımıza bakarak karar verirler. Zaten böyle olmasaydı, Savaşçı ve Öncü ve Önder bir Kom. Par. olarak örgtlenmek gerekmez Gazete ve/veya Dergi etrafında gevşek bir biraya toparlanma ve sendikal bir biçimleniş yeterli olurdu.

Devam edelim; F y’ın 11.7.2009 tarihinde nihayet zamanın geldiğine kani olarak Zamanı Gelen başlığıyla önümüze koyduğu “Kendi Platformu”na bakalım:

Bizi de belirleyen bir dönemin devrimcilik tarzının, antifaşist devrimciliğin bitmesi…

“Tarihsel ve stratejik/programatik olduğu gibi, dönem geçişlerinin de taktik değişimi ve taktik esneklikle karşılanmayışı…

“Kapitalist-emperyalist sistemdeki içsel dönüşümle ortaya çıkan dünya ve ülke durumunun önceki düşünüş, örgütlenme biçimi ve çalışma tarzını dumura uğratması ve komünist ve devrimci hareketin felsefi düşünüşten örgütlenmeye birikegelmiş yapısal sorunlarını açığa çıkarması…

“Bugüne yanıt verecek bir devrimcilik tarzının, yeni bir örgütlenme ve çalışma tarzının geliştirilememiş oluşu…

“Ortaya çıkan durumun bizim dar örgüt yapımızın yapısallaşmış sorunlarını, iç örgütlenme, işleyiş, önderlik tarzından sınıfla, kitlelerle ilişki kuruşa kadar, derinleşen bir iç kriz etkeni ve kitlelerle ilişki kurma sorunu olarak önümüze koyması.”

Bizim bugün çevreselleşme, gruplaşmalarla tümüyle bozunuma uğramış işçi sınıfıyla, diğer emekçi sınıflarla bağ kuramayan dar örgüte dayalı örgütlenme ve çalışma tarzımızla, önderlik ve kadro yapımızla değişime uğramış, özellikleri farklılaşmış toplum ve birey durumlarının, işçi sınıfının yapı ve özelliklerinin düşünüş, ilişki kuruş ve örgütlenme yönüyle açık ara çelişmesi.”

tespitleri üzerinden, yepyeni ve bir o kadar farklı olan tarih yazımına girişmiş.

Söylediklerinin pek çoğuna katılmayan y. olacağını sanmıyorum. Bir kısmı ise “resmi tarihimizin” temel unsurları arasında yer alıyor. Buna rağmen kurucu ve geliştiricilerinden biri olduğu geçmiş dönemlerimizin ideolojik olduğu kadar politik ve pratik süreçleri boyunca şimdi ortaya koyduğu netlikte bir reddiye sergilememişken, tüm geçmişimiz ve duruşumuzla ortaya konduğunu söylediği Küçük Burjuva muhalefet hareketi olma hali (Küçük Burjuvazi ile Proletarya. arasında salınımlı) ile mücadele ettiğine dair iddiasına katılamam.

Ekonomik, toplumsal, sınıfsal, siyasal koşullardaki değişimlere uygun olarak kendisini ileriye doğru örgütleyemeyerek, önceki durum içerisinden onun iyi halini geriye getirerek sürdürülmek istenen, bunda ısrar ettikçe tutuculaşıp dogmatikleşen, ara akımlaşıp küçük burjuva halkçı toplumsalcı bir zemine doğru kayıp gerileyen bir devrimcilik tarzıyla net bir proletarya sosyalizmi ve sınıfa dayalı devrimcilik temelinde teoriden programa, stratejiden taktiğe, ö.lenme politikalarına kadar uzanan ve hepsini kapsayan temel değişiklikler yapılması gerektiğinde ısrar eden ve ara duruşu ve eklektisizmi kırmakta kararlı proletarya devrimciliği arasında bir ayrım ve süren bir mücadele vardır.

Fuat yldşın da söylediği gibi artık taşınamaz bir durum var. Benim açımdan O’nun duruşunu ve bu süreçteki pratiğini sorunlu kılan, söylediklerinin ‘külliyen’ yanlış olması değil. Tüm km ü’leriyle birlikte kendisinden beklenen bu PARÇA doğruların çok önce ortaya konmuş olması gerekirken; kdrsl erime, politikaları ve hatta maddi varlığı tartışmalı hale gelmiş Örg’ü halen daha bırakıp gitmiyorlarsa salt kendilerine (bu Ö’ü vareden emeklerine) saygıdan böyle davranan sebatkar y’ların kendi pratiklerinden görüp yıllar önce “yardım” çağrılarında ifade ettikleri siyaseten etkisizleşme hatta, “tasfiye olmaya doğru gidiş” uyarıları tarihin tozlu sayfalarında “unutturulduktan” sonra kımıldanabilmesidir bu feraset-in?

Şimdiye kadar olduğu gibi bir orta noktada buluşulabilseydi, kadroların bugün sahip çıkıldığı hissettirilmeye çalışılan uyarıları ve bu uyarıları yüzüksel (tüzüksel-nba) haklarını kullanarak fiiliyata taşımaları karşısındaki duruş nasıl olurdu?

Platformuna seçtiğin başlıktan ben O SIRALAR ZAMANIN HENÜZ GELMEDİĞİ için böyle davrandığı sonucunu çıkarıyorum.

Nitekim Fuat Yldş’ın “…kadro yapısından başlayıp işçi sınıfıyla ve kitlelelerle ilişki kuruş biçim ve yöntemlerine, çalışma tarzına kadar uzanan ve birbiriyle sıkı bir şekilde bağlantılı olan bugünkü haliyle bozunuma uğramış, çözülme durumundaki fakat en gelişkin halinde dahi işçi sınıfını, kitleleri örgütleme ve önderlik etmeye uzak dar örgüt yapısının devrimci bir eleştirellikle kopuş eksenlerinden birisi haline getirilmesiyle, onu önceki iyi halini geri getirme tutumu arasında” olduğunu söylediği “Temel görüş farklılıkları ve eksenleşmenin” aynı anlama gelmek üzere “iç örgütlenme, işleyiş, ilişki biçimleri, önderlik tarz ve yöntemleri” için de geçerli olduğuna dair alt çizmeleri ziyadesiyle dikkat çekicidir.

Örneğin deniyor ki; “X (TİKB-nba) kimliği bozunuma uğramıştır; fakat bu sadece devrimci militan özelliklerin gerilemesine, yer..nın zayıflamasına, fiili tasfiyecilik halinin yaratmış olduğu tahribata bağlı değildir. Onları da ortaya çıkartan gerek tarihsel, gerek sınıf mücadelesinin dönemsel ve güncel değişen koşullarına yanıt verememekten doğan bozulumdur ve kendisini yeniden yapılandıramayan bir ö. ün giderek amorf, şekilsiz ve eklektik bir yapıya doğru çözülmesi, ARA AKIM-LAŞMASIdır. Daha temel ve yapısal bir sorun olarak ö.müzün proletaryanın sınıf örgütlenmesinin en yüksek şekli olma iddiasına karşın işçi sınıfıyla kaynaşamayarak bir ARA GÜÇ olma durumunda kalmış olma...” hali, tüm tarihimizin bir karakteristiği olarak konmakla birlikte bu cümlenin biraz ilerisinde; “Aslolarak örgütsel düzeyde ’90ların başlarından itibaren böylesi bir eklektisizmi ve bunun ikilemlerini yaşıyoruz.” denmektedir.

Yani bu tarihlemeye göre bile 15 ila 18 seneden bahsediyor Fuat y. Bu koca zaman dilimi içinde neler olmadı, neler yaşanmadı ki. TP ve Hiz, 3.K içe dönük olan kırılma momentleri ve biçimleri, F Tipi, bir kuşağın biçilmesiyle sınırlı olmayıp aslen proletarya ve geleneksel demokrat tabanın güvenin yıkımıyla sonuçlanan ÖO taktiği ve tüm bunların İG gibi, XKK (EKK-Emeğin Kurtuluşu Kurultayı-nba) gibi İşçi Sınıfı içinde bir güç olma araç ve politikaları üzerinde amaçla ilişkilerini geriye doğru baskılayıcı, giderek çözücü etkileri vb. Elbette tüm bunlar olağan dönemlerin sıradan sorunları değildi. Ama zaten bir Örg’ü sadece öncü, sadece savaşçı değil ama önder savaşçı haline getiren de böylesi dönemler ve sorunlar karşısında nasıl duruş sergilediğiyle belirlenir. Olgucu ve buradan beslenen savunmacı-muhalif bir duruş ve bunun temelinde de KB İd. platformun olduğu söyleniyor.

Ne öyle 3-5 yıldan sözediliyor ne de anlık ya da kısa erimli ya da kesitsel hatta tekil dönemsel politika örneklerinden. Öncesi bir yana 90 sonrası koskoca 18 yıl ve bilinen İG ve XKK politikaları ile bunlarla kurulan ilişkimiz madem başka türlü olamazdı neden bu arada -hadi değiştirici olmayı geçelim çünkü o zamanlar henüz bunları şimdiki açıklıkla göremediğini söylüyor peki ama- öncesi bir yana F Tipi yenilgisi sonrası İG’nin yeniden çıkartılmaya başlanması ve XKK politikasının unutulmaktan kurtarılması için ciddi bile değil ama pratik bir çabanın kendisinden değil de geçmişte bunları var etmiş ve o an düşürüldükleri durumu kabullenmeyip değiştirmeye, olması gereken hale ve yola sokmaya kararlı köm bileşeni pratik önderiyle birlikte alan sorumlularından geliyor. Üstelik geçmişleri ve bugünleriyle prestijlerini ortaya koymaya zorlanıp ilk etapta bırakalım politik destek ve yön çizmeyi, mali olarak bile kendi başınızasınız denerek adeta başarısız olunması istenmesi karşısında neredeydi bu Sosyalist Devrimci Önderlik anlayış ve pratiği?

Yanlış anımsamıyorsam eğer, son dönemeçte buralardaydı. Kendisine en fazla ihtiyaç duyulan ve kendisinin de bu ihtiyaca dolaysızca cevap verebileceği koşullar varken, bu Örg’ü; bir politika sallar, iç güçlerini biraz hareketlendirir, 3-5 yeni kadro kazanır sonra hedef neydi, iddia neydi unutur gider yaftasından yani o çokça sınır çizmeye çalıştığı Küçük Burjuva çalışma tarzından kurtaracak olan politikaların yüklenicisi, savunucusu ve pratikte üreticisi kadrolarla kaç defa görüştü?

Örneğin teorik ve siyasal yetersizliklerine ek olarak ezici çoğunluğunun deneyimsizliğine rağmen ortaya koydukları İG’ni (İşçi Gazetesi-nba) işçilerle birlikte çıkarma iradesi ve kararlılığını sahiplendi mi? Hazırlık sitesinde planlama ve üretim aşamalarında ne kadar destek verdi? Kendileriyle birlikte bu Ö’nün de sınırlarını parçalamak için gündüz çalışıp baskı, kağıt ve kargo parası kazanırken röportajlar yapan, gece evine döndüğünde yazısını yazan, fırsat ve bilgisayar-internet bulduğunda diğer yoldaşlarının yazılarına yardım eden, yorumlarla önlerini açan, yoldaşça destek olarak, lafta değil üretimin pratiği içinde kolektivizmi yaşatan her anlamda genç ve proleter yoldaşlara, onların ortaya koydukları iradeye ve kararlılığa ne kadar sahip çıktı? Küçük bir misal, kaç teşvik edici yorum attı? Öyle, önderlik yaptı mı demeyeceğim, omuz verdi mi, destek oldu mu?

Daha pek çok durum örneklenebilir ve bunlar karşısındaki tutumların pratikte ne olduğuna göre bir sonuca varılabilir. Bir kişiyi (ve aynı şekilde Örg’ü de) kendisi hakkındaki düşüncesiyle tanımlayamayız, o söylenenlerin pratikteki gerçekleşmelerle ne kadar örtüştüğüne bakarak karar verebiliriz. ML Diyalektik Yöntem bunu gerektirir.

Bugün km ekseriyetinin tepkici giderek kadroları uzaklaştırıcı tutumlarının oluşturduğu genel ruh hali üzerinden konuşuyor ve tarih yazımına, buradan da alternatif platform inşasına girişiyor. Ama bu tarihte kendisi de var. Hem de belirleyici bir irade olarak.

Gerilikler, “ideolojik kayma”nın görüngüleri, siyasal ve pratik önderlik yetmezlikleri sözkonusu edilirken “km ekseriyeti” öznesiyle yazılıp ve yorumlanıyor. Kendisi ise ya bugünkü netlikte göremiyor oluyor ya da “bilinçli bir tercihin” sonucu bu geri gidişin sessiz bir seyircisi oluyor. Peki ama bu sefer doğru ve tam da olması gereken zamanda ve olması gerektiği gibi gördüğüne nasıl emin olabiliyor ve kadroları bu doğrultuda taraf olarak “geride kalmakla kalmayıp gericileşen” diğerlerine karşı savaşa çağırıyor?

Ya yine eksik görmüşse ya gördüğüne ilişkin değerlendirmesi yine subjetivizmle malülse?

Dün “sessiz seyircilik” şeklinde sergilenen tutum yanlışlığını bugün “zamanı geldi” diye “Kopuşçuluk” biçimiyle ama aynı özle yeniden üretiyorsa?

Bir ö.sel dağılma ve deformasyon yaşanıyorsa km üyelerinin çıktığı kesitte bir ilk toparlanma hamlesi olarak mti tarzı bir adım atılabilirdi.” ve atılmadı. Kahrolsun km ekseriyetiyse Fuat y neden atmamıştır bu adımı?

Üstelik kadrolarda da bu yönde son derece güçlü bir istek ve ısrar olmasının yanı sıra kendisinde; “yeni dünya ve ülke durumunun stratejik bir ön kavrayışı” da olduğu için son derece dar ö.sel gündemli olmayacak, gelecekle bağ kurabilecektik.

Evet F.y. neden atmadın bu adımı? Teorisist eleştirisine haklılık kazandıracak şekilde genel doğruların güncel koşullarda, bu koşulların barındırdığı yeni bulgularla yeniden yinelenmesi şeklindeki teorik gelişim bundan daha mı önemliydi?

Hadi Yusuf y. F Tipi ekseninde varoluş yanlışlığına savruldu, burjuva liberal kesimle buradan çıkış alan bir gerekçelendirmeyle “halvet oldu”. Peki Fuat y. ne yapmıştır?

“Ötekiler”in yapmadı dediği şeylerin kaçta kaçını yapmıştır da bir farklılığı, ayrımı sözkonusu edebilmektedir? Kendi yapmadığı bir şeyi, yapmadı diyerek “ötekileri” eleştirmek Fuat y.’ın uzmanlık alanı olan ML Diyalektik Yöntemde meşru mudur? Üstelik Kur (2006 Mart ayında yapılan işçi kurultayı kastediliyor-nba) gibi bir pratik ve onun yarattığı “moral motivasyon” da yeni ve canlı güçlerle unutulup düşürülen bir stratejik politika bayrağını (XKK)yeniden yükselterek hedef burçlara diken emeğin sahipleri de vardır. Neden değerlendirilmemiştir? Değerlendirmenin pratik gerçekleşmesini bir kenara bırakıyorum neden bu yönde bir düşünsel hazırlık içine bile girilmemiştir?

Mesela “km ekseriyeti”nin Örg’ü toparlayacak yönde inisiyatif ve önderlik ortaya koymamasından ve köm (MÖK-nba) ile iletişiminin bozukluğundan bahsediyor. Peki bu tespitlerin karşıtı pratikleri kendisi örglemiş midir? Örneğin kaç MYO ve gng hazırlanmış, yayımlanmıştır?

Yine Yusuf y. ve diğer km bileşenlerinin çıktıkları ilk dönem de yapılabilecek bir Konf veya mti’nin; “onunla sınırlı kalmadan ve bir yığma da yapmadan kısa dönemde, ilk aşamada yapılacaklar belirlenir; gene bir yığmaya dönüştürmeden stratejik bir yön haritası ve görev belirlemeler yapılabil”mek için gerekli olduğunu ancak, “bunun için dahi son derece katı gerçekçi fakat verili duruma teslim olmayan bir bakış, henüz bütün örg düzeyinden olmasa bile önderlik düzeyinden dünya ve ülke durumunun stratejik kavranışı içerisinden bakabilmek önkoşul“unu karşılamak gerektiğini ve fakat anılanların bu kavrayışa uzak olduklarını söylüyor.

Fakat dikkat; “Bu ikisi olmadığında en dar ö.sel kapsamlı bir Konf. dahi olsa son derece sıradan, etkisi ve sonuçlarıyla da yüzeysel bir Konf. olmanın ötesine geçemezdi.” Bunlarsa; “Deneyimli km üyeleri çıktığında bunun imkanları vardı. km Ü’si bu y.larda yeni dünya ve ülke durumunun stratejik bir ön kavrayışı olmadığı için son derece dar örgütsel gündemli olacak, gelecekle bağ kuramayacak olsa da sonradan ısrarla bir çözümmüş gibi gösterilen bu düzeyden bir toplanma pekala gerçekleştirilebilirdi.” Daha sonra bu imkan değerlendirilmeyerek yokedildi ki, “Eğer (inanmayan varsa-nba.), Yusuf y’ın yazmış olduğu iki Rap. taslağına dönüp tekrar bakarlarsa demokratik devrimciliğin sınırlarını aşmayan siyasal taktiksel yönünü bir yana bırakıyorum, ö.sel yönden dahi asgari bir çözüm ve ileri taşıma güçlerinin olmadığı-nı gör”ebilir. “Bir Kf. yapılmış olacak, bir irade tazelemesi ve ölüm öpücüğü canlılığı sonrasında iki ay bile geçmeden önceki durum devam ediyor olacaktı. Bunun bir örneği km üyelerinin ve yurtdışına çıkmış birçok kadronun da katılımıyla yurtdışında gerçekleştirildi. Yurtdışı K.sı, yurtdışı çalışması yönüyle çalışmanın siyasal yönünü kısmen genişletmesine ve iradeci bir örgütlülük kazandırma kararlarına karşın temel sorunları doğru belirleyip bir eksen oluşturmaya sıçramayamadığı için ilk etkisi kısa sürede geçti ve yurtdışı çalışması hızla geriledi. Bitkisel bir düzeye indi.

Bu nedenle eskiyi üretecek bu yönlü çözüm arayışlarına prim vermeyen Fuat y. en azından bir eksen çizmeye de girişmeden, yalnızca üstlenmiş olduğu R’un yazımıyla ilgilenmiştir. Örg’ten, Ö. ve Kadroların pratikteki duruşundan, bu duruşu belirleyecek olan politikalardan yalıtık ve yıllar süren bir yazım.

Ö bir yerde, Kadrolar ve pratikteki (politikasızlıktan) yönsüzlükleri bir yerde, Fuat y ve yeni strateji inşası başka bir yerde. Geçen her gün “ara akımlaşma” sürüp giderken ve yapı, tüm ilişkileriyle (ML ideolojiyle, olduğu kadarıyla İh. Kom. (İhtilalci Komünist-nba) politik platformuyla, dönemi kazanıp geleceğe yürünecek taktikleriyle, bunları gerçeklik olarak var edecek kadroları ve çalışma tarzıyla) üretilip dururken teorinin ön açıcılığına kilitlenen F y. sonunda önünü açacak bir Örg’ün kalmaması tehlikesi hakkında ne düşünüyor? İzleyegeldiği yöntem ve duruşunun böylesi tehlikelere kapıyı sonuna kadar açıcı olduğunun yine, yeni, yeniden “tasfiyecilikle lekenmemiz”in belirleyenlerinden biri olarak netleşmesi hakkında ne düşünüyor?

Tüm muhtevası “yapılsaydı iyi olurdu ama yapılmaması belirleyici bir sapma değil” olan ve geçerken kabilinden yapılan özeleştirimsilerden de anlaşılacağı üzere, Yeni Par. ve Öndrlk. misyonu ve Gerekleri eksenlerinde bir zaafa işaret ettiğine hiç inanmıyor.

Diğer km bileşenlerinin yapması gerekirken yapmadıklarını kendisinin yapmayı hiç düşünmemiş olması bahis mevzuu olacak bir şey değildir.

Bu nedenle büyük gürültü kopartılan ö.sel gündemli konf, gündem ve içeriği belirlenmiş ötelenip duran bir Konf dururken şapkadan çıkartılıveren mti (İleri militanlar toplantısı-nba) gibi, ” ‘Bir an önce bir şeyler değişsin, toparlanmaya başlayalım, süreçleri kaçırmayalım, müdahale edelim’ gibi beklentilere hitap etse de yeni hayal kırıklıkları ve boşa düşmeler yaratacak önerilerin karşısında olmuştur. Bugün de kendisi önce bir neden değil sonuç ve bir durum saptaması olan fiili tasfiyecilik hali içerisinde ortaya çıkan sorunları, ö.sel ve taktiksel müdahaleyle aşmayı merkeze koyan, çözümü burada arayan tutumlarla uzlaşmayacak“tır. Kendi anlatımından izleyelim.

’90’ların başında dünyada ortaya çıkmakta olan yeni durum, patlayan siyasal olgular üzerinden görülmeye başlandı ve çürümüş revizyonist sistemin karşıdan gelen basınç ve içerden patlayan, örgütlenen dalgalarla hızla çökmesi, Sosyalist Arnavutluk’un da benzer bir çöküşle yıkılması karşısında siyasal ve teorik düzeydeki ilk reflekslerimiz, bu gelişmelerin karşılanma biçimi doğru olarak k ve d hareketin gelişen büyük tasfiyeci dalgaya karşı güçlü bir direncin ortaya konulması yönünde oldu. Tasfiyeciliğin Son On yılı, Yeni İhanet Çağı, Aynadaki Yüz Kimin? gibi temel yazılarımız bu dalgayı karşılayan yanıt ve duruş oluşturan niteliktedirler. İçsel bir dönüşüm sürecine girmiş emperyalist kapitalist sistemin çürümüş revizyonist sistemi, sadece onu değil Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’ni yıkmış olması, dünya devrim dalgasındaki işçi hareketleri ve halk hareketlerindeki yenilgi ve büyük geri çekilme karşısında gösterilen d (devrimci-nba) refleks, tasfiyecilik karşıtı duruş, son derece doğru ve bizim yapı ve özelliklerimize son derece uygun olandı. Bununla birlikte süreçteki ve tarihsel durumdaki derin değişimleri anlamaya yeterli değildi. D.Pr. nın çıkmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıkmakta olan tarihsel durumu anlamaya ve çözümlemeye yöneldik. D.P.nın Çıkış yazısında bu açıkça belirtilir. Bir dizi halinde yayınlanan Emp. ve İşçi Sınıfı yazıları, daha sonraki yıllarda yazılan Devletin Yeniden Yapılandırılması yazısı bu yeni durumun teorik düzeyden analizini içeren çalışmalardır. Bunlar ve bunları izleyen birçok yazımız, çözümleme yönüyle, değişmekte olanı, farklılaşanı belirtirken özellikle sonuç çıkarma noktasına gelindiğinde ya ucu açıktır/belirsizdir, ya da önceki bakış açısının dışına çıkmayarak aynı sonuçlara ulaşır. Yeni durumun bütünsel bir kavranışına, temel değişim ögeleri üzerinden düşünme ve tutum almaya geçilemez. Neticede değişmekte olan bir şeyler vardır -bunlar parçalar üzerinden çözümlenmektedir- fakat değişen hiçbir şey yoktur!

Belirtilenleri izleyen yazılarımızda anti-kapitalist içerik daha belirgindir. Kriz eleştirilerimiz sistemiktir. K. Özgürlük Dünyası, Küçük burjuva liberal Anarşist Ütopyaların eleştirileri, Toplumsal İlişkiler Bütünü olarak İnsan, daha sonraki yıllarda yazılan Zaman gibi sosyalizmi konu alan diğer yazılarımız, yeniden canlanan küçük burjuva liberal ve anarşist görüşlerle sınır çekici olduğu gibi, s-k yönünden de yeni ön açılımları içerisinde barındırmaktadır. EKK açılımıyla birlikte sınıf çalışması yönünden de politika yeniden içeriklendirilmeye başlanmış; “Faşizme ölüm halka özgürlük” sloganı yerine “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Emekçilere özgürlük”, “6 saatlik iş, 8 saatlik ücret” “boş zaman-2005 sonrasında, İnsanca yaşanacak zaman” gibi sınıfsal sosyalist içerikli slogan ve yaklaşımlar öne geçmeye başlamıştır. Kurtuluş d.de/ Kurtuluş s.de ve Krize karşı d/ Kapitalizme karşı s sloganları da bu döneme aittir. Sınıfa karşı sınıf vurgusu artmıştır. Fakat, emperyalist kapitalist sistemdeki içsel dönüşüm, toplum, sınıf yapıları, proletaryadaki değişim ve dönüşümler, çelişkilerdeki farklılaşma, sosyalizmin yeni ve gelişen maddi önkoşullarının bu temelde ele alınışı olmadığından, en önemlisi bir eksene kavuşmadığı ve teori-program bütünlüğüne dönüşmediğinden günlük çalışmaya dolaysızlaştırılarak indirilememiş, bunun kavrayışı da gelişmemiştir.”

Anılan yazılar ve günlük çalışma; “İki farklı düzey değil iki ayrı anlayış“. Günlük çalışmaya indirmek formülasyonu hele “emperyalist kapitalist sistemdeki içsel dönüşüm, toplum, sınıf yapıları, proletaryadaki değişim ve dönüşümler, çelişkilerdeki farklılaşma, sosyalizmin yeni ve gelişen maddi önkoşullarının bu temelde ele alınışı” kalıbıyla ortaya konduğunda bu düzlemler artık farklı olmakla kalmayıp karşıtlaştırılmışlardır.

Bu karşıtlık olanca çıplaklığıyla ortada dururken ve bireysel olarak olsun, organsal olarak olsun artık daha fazla taşınamaz hale geldiği defalarca dillendirilmiş olması bir yana, politikaların dönemle ilişkisi ne kadar güçlü olursa olsun onların güce dönüşebilmesinin ancak faaliyetin örgütlenişi ve yürütülüşünde de ileri yönlü bir gelişimle desteklenmesi halinde mümkün olabileceği oysa verili yapı ve ilişki biçimimizin yani örgüt anlayışımızın buna cevaz vermediğine, pratikte seferber edilen tüm emeğe, maddi olarak gerçekleştirilmiş tüm “açılımlara”, ulaşılan güçlere, genişleyen ilişki/çevre güçler ağının “biçimimiz ve bu biçimin üreticisi anlayışın kurumsal temsiliyetiyle” girdiği sayısız çatışmada idari tedbirlerle bastırılmaları sonucundan da izlenebilir.

Tüm bu “çatışmalar” sırasında da Fuat y’ın olumlu yönde herhangi bir müdahale sözkonusu olmamıştır. “Koşullar,daha o zaman, anılan her bir sloganın yükseltildiği, her bir politikanın hayata geçirilip, gerçek dünyada üretilmeye çalışıldığı yıllarda ‘yeni bir eksensel bakışı, program ve strateji değişimini zorunlu kılmakta'”ydı “ve”; bu temel adımı(n) at(ıl)mayışınız, siyasal, toplumsal durumun, sınıf ilişkilerindeki değişimin kavranışını” boşa çabalamakla geçen her gün bir öncekinden daha fazla “flulaştırarak, siyasal ve ö.sel çalışmanın sağlam akslar üzerinden yükseltilmesine geçilememe“sini koşullamıştır. Yani ML’nin materyalizmin diyalektik yöntemiyle değerlendireceksek yaşanmış olan geçmişe karşı o zaman gerçekten nesnel olabilmeliyiz ve hepimiz kadar hatta misyonu gereği aslolarak Fuat yol’ın kendisi.

Temel sorunun çözülmemiş olması -örneğin, bunun bir parçası olan o kesitte SD dememiş olmamız- nedeniyle bir dönem içerisinde, yaşanılan süreçlerde yapılabilecek fazla bir şeyin olmadığı ve bu durumun kaçınılmaz olduğu biçimindeki bir görüş yanlıştır. Sosyalizm ve sınıf devrimciliği bakış açısından dahi yaklaşırsak yapılacakların varlığını ve bunların az da olmadığını görürüz. Böylesi dönemlerde belirtilen kapsam içerisinde yapılabileceklerin varlığını görmeyen bir bakış açısı sorunu maksimalize eder. Fiili tasfiyecilik halinin konformist düşünüş ve ilişki ortamının dışına çıkarak değil onun içerisinden düşünmeye devam eder. Bu şekilde düşünüş ve maksimalizasyon sadece dünün yanlış değerlendirilmesiyle sınırlı bir etkiyle de kalmaz. Bir durumdan bir başka duruma bir anda bir sıçramayla geçemeyeceğimiz, sosyalist devrimci strateji, programatik yönelim ve hedeflenmelerle hareket edecek olmamıza karşın önceki ö.sel durumun bir anda değiştirilemeyecek oluşu ve sınıf mücadelesi koşulları da bir anda değişmeyeceğine göre önümüzdeki dönemin güçlüklerine de hazırlanamaz; duvara çarpar ve yenilgiye uğrar. Eğer teorik ve politik, örgütsel sorunların ileriye doğru kavrayışıyla birleşen bir örgütsel önderlik gerçekleştiriliyor olsaydı çözümlenmemiş temel sorunların varlığı ve dönemin geriletici etkisiyle hızlı ve istikrarlı bir gelişim gösterilemez, temel sorunlara çarpılır fakat örgütümüzün yönü ileriye dönük olarak bu sorun ve konular tartışılırdı. Bu gerçekleştirilebilmiş olsaydı lafazanların hiç bir çözüm oluşturmayacak görüşleriyle süreci manipüle etmesinin önüne de geçilmiş olunurdu. Bu görülmelidir.”

Pekala Y.lar. görelim. Biz ne zaman ve nasıl SD (Sosyalist Devrim-nba) dedik? Dedik de ne oldu? Fiili Tasfiyecilik hali yıkıldı mı? Yeni bir SD Atılım dönemine mi girildi? Sol lafazancılıkla maskelenmiş “Hareket her şeydir. Nihai amaç mı, hadi canım sende“ci km ekseriyetinin “kendiliğindenci-sağ oportünizmlerinin Örgüt’ü sistemiçiliğe zincirleyen kelepçeleri” mi parçalanmıştır? Misal “Bir duruş yetti“yi “ekseriyetin intihara meyilli ruh halinin Örgütü ve kadroları nasıl çözdüğünün” örneği olarak anan F. y’ın, “Gecikerek te olsa, yanlış değil yalnızca bilinen zorunlulukların biçimlendirdiği bir yöntemle” Örg’ün kucağına bırakıverdiği büyük dönüşüme karşı stratejik atılım ve bu atılımı belirleyen pratik için aynı şeyi dolandıra dolandıra yazması nasıl veya hangi bir ruh halinden beslenip, nasıl bir (“Kopuş”) duruş(-u) ve konumlanış(-y)la gerekçelendiriliyor? Son derece belirgin olan bu durumun altını çizmekle yetineceğim. F y’ın pek çok doğrusundan birine uygun davranmaya “çalışarak”; sonuçlara saplanıp boğulmadan, nedenlere yönelmeye çalışacağım.

Bir teori, kendi maddi toplumsal temeliyle birlikte ve oradan beslenerek gelişebilir. Bilimsel teorinin çıkış noktası ve tek gelişim kaynağı bu değildir; fakat bundan ayrı, tümüyle bağımsız bir teorik gelişimden söz edilemez. Ancak sınıfın varlığı koşullarında, işçi sınıfının mücadelesi ve o mücadelenin içerisinde ve önünde oluşumuzla birlikte sınıf siyasetini ve teorisini geliştirebiliriz.” çokça dolambaçlı bir tarif ediş ki, F. y.’ın duruş ve pratiğinden başka türlüsü olamazdı. Olamazdı çünkü, bugün artık apaçık olan gerçeğe, tüm dönemsel ve stratejik yönelimimiz ile bunun Program bağıntısı XKK politikası ile kurulmaya çalışılıp, bunda yıllar ve yıllar sonra ve belirleyici dinamiği pratikteki yürütücüler ve yöneticilerin emekleriyle yol açılıp (ancak dönem ama daha ziyade kendi nesnelliğimizle ölçülebilecek bir) başarı sağlandıktan sonra tıkanıp geriye doğru bir çözülme yaşanırken ve bu durumla belirlenip, büyüyerek isyansal patlamalar şeklinde açığa çıkan tepkiler ortadayken değinmeden geçmek olmazdı.

Fakat yalnızca değinmek, sorunun çözümüne dair arayış çabasının olduğunu göstemek için yeterli midir? Elbette ve kesinlikle değildir. Çünkü; “Leninizmin temelini teşkil eden proletarya devrimciliğidir; sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketinin kaynaşmasıdır. Leninizm bu zemin üzerinde vardır; her zaman bu zemin üzerinde olmuş, onun üzerinde siyaset yapmış ve gelişmiştir. (ve) Leninizm’de olup bizde olmayan budur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak ideolojik temsille sınırlı, fakat hiçbir zaman işçi sınıfıyla bütünleşerek sınıfın temsiline dönüşmemiş bir varoluş biçimimiz olmuştur. X’in en temel yapısal sorunlarından başta geleni budur. Bu dönemde de EKK’yla başlatılan sınıf açılımı -tek değil birkaç etmene bağlı olarak- sürdürülemeyince SD temelinde siyaset yapmaya geçişin itici bir vektöründen yoksun kalınmıştır.

Buna göre, devrimin karakteri (SD mi, iki aşamalı devrim mi) subjektif faktörün etkinliğine (ö.lülük düzeyi itibariye hem de bunun bir bileşeni olarak sınıfla ilişkisine) göre belirleniyor. Oysa devrimin karakteri sorunu, bir ülkenin sosyo ekonomik gelişkinlik düzeyiyle ilgili bir sorundur. Ayrıca SD temelli bir politika yürütebilmek için de önce bir SD temeline sahip prg’a olunması gerekmektedir. Tüm bunların yokluğu yalnızca Ö’nün yönsüzlüğü olarak okunabilir. Tüm gecikmelerin ve ihlallerin nedeni, burada da görüldüğü gibi, nesnel gerçekliğin, kafalardaki subjektif düşüncelere uydurulmaya çalışılmasıdır.

YD çalışmasının ve bu çalışmanın yönetici organı üzerinden “ekseriyet”i eleştiriler ve mahkum etmekte kullanılan yöntem XKK ve köm üzerinden de gerçekleştirildiği için ve tüm metnin ruhunu yansıtarak F.y’ın duruşunu örtük biçimde içermesinin yanında, y’ın doğrudan müdahale edebilme koşulları bakımından en azından XKK’nın Kur’la maddileştiği kesitteki Önderlik ve yönetim koşulları arasında benzerliklerle neyin nasıl yapılıp, yapılmadığının ve çizilen ayrımın ne kadar ML nesnellik ilkelerine uygun olduğunun sınanmasına fırsat vereceğinden ele alınmayı hakediyor.

Zamanı gelen fikir; tarihsel toplumsal gelişimin ortaya çıkardığı nesnellik karşısında “ekseriyetin eskiye çakılıp kalan” duruşunun aşılması gereken iç engel olması ve bugünün yakalanacak halkasının bu olduğudur. Yurtdışında proletarya temelli bir çalışma yöneliminin, emekçi ilişkilerde bu eksenden bir planlama ve ilişki çabasının olmamasının nedeni budur. Bu nedenin sonucu ise bugünkü tasfiyeci yıkım ve hiçleşme-dir.

“(Yurtdışı çalışmasının politik ve pratik önderlik mekanizmasından) MK’ine temsilen katılan yoldaş çalışmalara daha üstten ve bütünden bakan, perspektif koyucu ve tıkanma noktalarında ön açan, çalışmanın toplamında düzlemi yükselten bir önderlik gösterememektedir. Organda etkin olamamaktadır.

MK düzeyinden de hedef koyma, yapılacakları belirtme ile sınırlı bir önderlik yapılmaktadır. Bu, belirli bir örgütlenme seviyesine ulaşmış, istikrarlı bir yön kazanmış bir ö. açısından yeterli görülebilecek olsa da her bakımdan ve her alan ve düzeyde kuruculuğu gerektiren bir önderliğe ihtiyaç duyulan bugünkü koşullarda hiçbir yeterlilik oluşturmamaktadır. Çalışmanın sorunlarına, takılma noktalarına içerden müdahale, temel çalışmaların planlanması, geçiş evrelerinin takip ve önderliği ve yurtdışı çalışmasına daha ileri bir temel kazandıracak teorik-programatik çalışmaların yürütülmesi konularında .. önderliği de yetersizdir.

Son dönemde azalmış olmakla birlikte çevreci tarzda dış müdahaleler olmuştur. Bunların bazıları bir işin yapılmasıyla ilgli zorunlu müdahalelerdi. Ortaya çıkan boşluklardan, kopukluklardan kaynaklanıyordu. Bununla birlikte bu işleyişte bir deformasyon, çok başlılık yaratıyor(-dur ve). Bunlara son vermeliyiz(-dir).”

Şimdi buradaki yöntemle ‘ülke’deki durum ve faaliyet, faaliyet ve gelinen durum için kullanalım. F. y’ın cümle kuruşlarıyla, fikrini oluşturma ve ifade ediş biçimiyle en küçük bir örtüşme görebilir miyiz? Yoksa zaten apaçık olan “dışardanlığın” yeniden ve bir kez daha yeniden vurgulanarak bu durumdan hiçbir rahatsızlığının olmaması bir yana bunun olması gereken olduğuna dair “inancını mı” okuruz?

Yeni, yeni ve bir kez daha yeni Par. ve önderlik tarzı, SD’ci bir bakış açısı bunun neresinde? İdari tedbirler, yeni düzenlemelerle yeni organ yapı ve bileşimleri ortaya çıkartılmamış olması değildir sorun. Bunun temel bir zorunluluğun, içsel bir sorumluluk bilincinin gereği, olmazsa olmazı olarak alınıp alınmadığıdır. 4X4’e uygun bir duruşun sahibi olunup olunmadığıdır. Tüm görüşlerinin yalnızca bir eleştiri taşıyıcısı olarak gündeme getirilip getirilmediğidir. Teoride gerçekleştirilen atılımın bir ayrım çizmekle sınırlı işlevlenip işlevlenmediği ve bunun için Politika ve de Örgütlenme ayaklarıyla nasıl birleştirilmeye yönelindiğidir. Yeni Parti ve yeni Önderlik anlayışını halihazardaki Ö. ve Kad. yapı ve bileşimiyle içerdenleşip içerdenleşmediğidir. Bu içerdenleşmeyi geliştirecek bir Dönemsel Taktik ve bunun bileşenlerini geliştirme, olmayanları oluşturma bütünlüğüne sahip olup olmadığıdır.

Bu nedenle; “Devrimci bir kopuş ve sıçrama için eleştirel devrimci bir tarih okumasının gerekli olduğu, tutuculuklarımızı aşmak ve değişmiş koşulları yeni bir bakış açısıyla kavramak için canımızı yakacak bir köktenciliğin gerektiği bir dönemde yüzü geriye dönük bir tarih okuması ve dogmatikleşip gericileşmiş görüşlerle de ortaya çıkan, nedenleri de çözümleri de dar ö.sel ve taktiksel bakış açısının içerisinde gören bu görüşün hiç bir geleceği yoktur. Üstelik X’in d. miras ve geleneklerinin “bizim tarihimizin” kötü sahiplenicileridirler; çünkü MLnin ilkesel kavranışından revizyonizm ve oportünizmle uzlaşmazlığa, profesyonel de.likten ö. adamlığına uzanan yaratılmış değerlerimiz yeni koşulların içerisine değişime de uğrayarak taşınmadığında gelecekte olmayacaklardır. Bunu değişen koşullara yanıt vermeyen siyasal çizginin geriye doğru çözülmesinde, en iyi haliyle bizi artan ölçüde ara akımlaştıran, bu y.ları küçük burjuva milliyetçiliğine, orta sınıf sosyalizmine savuran görüşlerde de görebiliriz. Genlerimize işlemiş f.e (faşizme-nba) karşı mücadelenin kazandırdığı mi.lığın, direnişçi karakterin bugün hızla ve tümüyle içinin boşalıyor olmasında görebiliriz. Bu nedenle, siyaseten sağa kaymış, mücadele yönüyle de solluğu da kalmamış lafazanlığa dönüşmüş gürültülü karşı çıkışlara, bunların önceki düşünüş ve alışkanlıklar üzerinden yaratmak istediği etkiye taviz vermeden kararlılıkla ilerleyeceğiz.” şeklinde ilan edilen duruşun; bugün ve bu koşullar içerisinde bir çağrı olabilmesi için teorik doğrularla sınırlı bir yinelemenin ötesine geçmeli. Doğruların yalnızca savaşımın karşı tarafındaki sınıfın ve savaşımın gerçekleştiği ve gerçekleşeceği öngörülen koşullarla bu koşulların belirleyen bileşenlerinden biri olan cephenin karşı tarafının durumuna dair tespitlerle sınırlı bir koyuş, tanımlama ve gerekçelendirme tüm bunların üzerinde varolacak ve fakat değiştirici, dönüştürücü bir etkinlikle varolmak durumunda olan Kom Ör’ün özneleşmesi için yeterli değildir. Hatta bu yöntemsel ele alış, ilişkiyi Proletarya ve onun Dev. Pol. eylem ve örgütlenmesi merkezinden kurup, bu kuruşu “metin” boyunca baştan sona Politik çıkarsamalar, belirlemeler, görev tespitleri ve bunların gerçekleştirilmesini sağlayacak örgütlenme ve çalışma modelleri ve tarzlarıyla içiçe üretmediği sürece yalnızca yorumlayan olarak kalmaya mahkumdur.

Yazı boyunca değişimden bahseden, değişeni salt görünen bile değil yıllardır parça parça çözümlenmiş olduğundan bilinen yönlerinden vurgulayan F. y. iş bugünkü tıkanmayı aşmaya, bunun için olmazsa olmazlar olan Parti-Devrim-Sosyalizm ilişkisinin somut biçimlenişinin ne ve nasıl olması gerektiğine gelince ketumlaşıyor.

Sayısız kez yinelediği “yeni” kavramı bir türlü somutlaşmıyor. Geride yalnızca eski ve bu eskinin üretken temsilcilerinden kurtulalım sonrasına bakarız kalıyor.

Örneğin; “PROLETARYA HAREKETİ VE PROLETARYA D.Nİ VE KENDİMİZİ ÖR.NİN YENİ KOŞULLARINA DAİR BİRKAÇ SÖZ.” başlığıyla bir iddia ortaya koyan bölüm daha ilk paragrafta; “Stratejik olarak da burjuvazi-proletarya çelişkisinin belirleyici çelişki haline geldiği, süreç boyunca çürüyen kapitalizmin ancak artan iç dengesizlikleri ve gelişim eşitsizlikleriyle her alanda ve her düzeyde çelişkileri büyümüş ve yeni çelişkiler üreterek derin kırılmalar oluşturarak varolabileceği tarihsel durum içerisinde, proletarya d.inin yeni koşullarına yanıt verecek sıçramalı geçişlere uygun bir strateji ve taktik, bir ö.lenme ve çalışma tarzının geliştirilmesi; gelişkin bir strateji, stratejiden kopmayan son derece esnek ve hızla değişebilen, çoklu bir düşünüşün hakim kılınabildiği son derece kıvrak taktiklerin uygulayıcısı olabilecek yeni bir p. ö.lenmesi düzeyine çıkılması, mücadelede önderlik koşuludur.” diyerek olması gerekene dair bir durum tanımı koyuyor.

Peki bu tanımlı durumun, tanımlı bir biçimle ilişkisi kuruluyor mu?

Kapitalist üretim ilişkilerinin dünya ölçeğinde hakim hale gelmesi, öncelikle burjuvazi- proletarya çelişkisinin hakim hale gelmesi, belirleyici çelişki olması demektir. Bu sadece ideolojik siyasal temsille sınırlı kalmayan doğrudan sınıfa dayanan bir dev. ciliği, proletarya devrimciliğini, proletarya sosyalizminin açık ve net savunuculuğunu, sınırların bu yönden çekilmesini birinci koşul haline getirir.” demekle birlikte devamında duruşun yönüne göndermelerle yetiniyor.

Bunlar olmadan bir proletarya temsili olamaz. İkincisi, diğer sınıflara bakış, komünistlerin ve proletaryanın diğer sınıflarla, en yakın olanlar dahil müttefikleriyle ilişkisi ancak ve ancak bu temel üzerinden yükselebilir. Proletaryayı değil de diğer emekçi sınıfları, ezilen ulusları, köylülüğü, kent küçük burjuvazisini, kent ve kır yoksullarını önceleyen, ara sınıf ve ara güçlere dayalı kalan ve bunlar üzerinden siyaset yapan bir konum ve duruşla kesin bir ayrım çekmeyi zorunlu görür. Dolayısıyla proletaryanın dışta ve geride olduğu aktörleri diğer güçler olan verili durum ve sürecin belirlediği konjonktürel siyaset yapmaktan çkıp proletaryanın sınıf çıkarlarını temel alan ve önceleyen, proletarya hareketini geliştirecek biçimde siyaset yapmaya açık net bir geçiş yapılmalıdır.

Yapılmalıdır, edilmelidir, …dır, …dir. Hepsi bu. Yöneticiler, kadroların bu …dırlara uygun bir pratiği nasıl örgütleyeceklerini, nasıl yöneteceklerini bilmelidirler. Fuat y. ise bunun ne kadar oldurulduğunu, olan olduktan sonra, ortaya çıkan ve çıkmayanlara bakarak değerlendirecektir. Bugün, bu süreçte ortaya koyduğu duruşun yönü budur ve yapılanlarla söylenenler kendi içinde tutarlıdır.

Hep durum tespiti, olması gerekene dair alt çizmeler ama bunun nasıl olacağı, oluşun somutta nasıl biçimleneceğine gelindiğinde yalnızca “kopulması gereken eski anlayış ve bu anlayışın kişileşmiş hali olan km ekseriyeti” başka bir şey yok. Onlardan bir kurtulsak yepyeni bir yeni olup çıkacağız.

Girilmiş olunan dönem, dünya ve ülkemizin bugünkü koşulları, bugünkü ö.sel koşullarımız, önceye dayalı olan, önceki koşulların ve durumların içerisinden geliştirilen hiçbir çözümün çözüm olamayacağı yeni bir durumu ortaya çıkartmıştır. Önceki program, önceki strateji, önceki taktik yaklaşım, önceki örgütlenme biçimi, önceki çalışma tarzı, önceki önderlik yapısı, önceki kadro yapısı, önceki iç işleyiş ve iç ilişki sistemi, önceki kitlelerle ilişki kurma biçimleri, önceki politika yapma biçimi geçersizleşmiştir. Bunların tümünde devrimci bir kopuş, net ve kesin bir kopuşla birlikte sürekliliğin sağlanması zorunludur.” Peki ne yapılmalıdır, nasıl ve neyle yapılmalıdır?

Bu noktaya her gelişinde F. y. bir tek şey yapıyor; “Devrimci bir dönüşümü göze alamayan, göze alsa da gerçekleştiremeyen kom ve dev. p.ler yokolup gitmeye mahkumdurlar. Erime, bozulum ve yok olma geleceğe ait bir konu ve sorun olmaktan da çıkmıştır, gerçekleşmekte olandır.”, risklere dair yine, yeni, yeniden alt çizmeler biçiminde korkutmaya girişiyor. Ama hakkını yemeyelim bir de, her seferinde yinelenen ayrım çizgisinin artık fikrin kendisinin de üzerini kaplayan kara, kapkara kalınlıkta vurgulanması var.

Bu koşullara kim, isterse en iyi haliyle dünkü biçimlere özlem duysun ve geriye getirmeye çalışsın, isterse bizdeki lafazanların yaptığı gibi “en dev”, “en mil.” biçimleri önersin ve geliştirmeye çalışsın, önceki düşünüş, program, strateji, örgütsel biçimler, politika yapma tarzı, önderlik ve ilişki biçimi, önceki kadrosal şekilleniş içerisinde kalarak önceki ideal biçimleri gerçekleştirmeye çalışsın bu yolla gidebileceği hiçbir yol yoktur. Dünyadaki ve ülkemizdeki ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel koşullarda, sınıfların ve bireylerin durumlarında ortaya çıkan değişiklikleri çözümleyerek, program, strateji, örgütlenme, taktik yaklaşımlarında köklü değişimlere geçmeyen, sınıf örgütlenmesinden kadro yapısına, önderlik tarzından kitle çalışmasına kadar köklü değişiklikler gerçekleştirmeyen bir ö.ün geleceği yoktur. Tümüyle kapanmakta olan dönemle birlikte onun de.lik tarzı da, düşünüşü de, iş yapış tarzı da bitmektedir. Antifa. halkçı de.liğe (Antifaşist halkçı devrimciliğe-nba) dayalı, içi boşalmış lafazanlığın gürültüsüne, yaygarasına, yoldan çevirme çabalarına, eklektisizmin sürdürülmek istenmesine karşın bu dönemi kesin adımlarla bitirmeliyiz. Bu ara akım ve ara güç olma durumuna son vermeliyiz. Bu, gelecekte varolabilmenin de, ideallerimize bağlı kalarak komünizme doğru yürümenin de koşuludur.”

Bunun için de, Teori-Politika-Örgüt-Pratik zincirinin yalnızca kavranacak halka soyutlamasıyla saltlaştırılmış, kendinde şeyleştirilmiş bir halkasını değil bütüne hakim olmamızı sağlayacak halkasını kavrayabilmeliyiz. Bugün bu ne tek başına Pratiktir, ne Örgütlenme, ne Politika, ne de Teoridir. Tek tek hiçbiri ama her birinin diğerleriyle ve tümünün bütünü yaratan içsel zorunlu bağıntılılığıyken, F y ve metni bu fikre alabildiğine uzaktır.

Örneğin Teori’de ‘sıçrama yaptığımız’ Kuantum ve Diyalektik ve örneklediği siyasal dergideki açılımlarından sonra, üstelik Kur ve İG’nin alan güçleri yönetiminde ve onlar eliyle var edilmesi gibi bir örgütlenme ve pratiklerinin hemen ardından geriye doğru çözülme ve çöküşün, merkezi politika alanında boşlukla yaratılan yönsüzlükten kaynaklanmış olması hakkında hiçbir şey söylemiyor. Çünkü bu “km ekseriyeti”nin kendisine dair eleştirilerine meşruiyet kazandıracaktır.

Üstelik “Kuantum’la ulaşılan bilgi düzeyi, yaşanan kopuklukla birlikte ortaya çıkan “başaşağı” durumunu tersine çevirerek İh. Kom. (ihtilalci komünist-nba) etkinliğin yeniden ayakları üzerine basacağı zemini sağlamıştır. Buna rağmen yürüyemememiz, kendi geriliğimizden ama daha önemlisi bu geriliğin bilincinde dahi olmamamızdan ve iplerle ‘yukardan kumanda edilmenin’ kolaycılığıyla yetişmiş olmamızdandır. km ekseriyeti bu geriliğe oynamakta, onu üretmekte bu sayede varlığını ve eski yöntemin devamlılığını sağlayabilmektedir” vb. vs.

Daha fazla uzatmak anlamsız olsa da, şu teorik açılımlardan ve ulaşılan düzeyi karakterize edenlerden biri olarak hiçbir ihtiyat payı bırakmadan (Henüz daha bir program değişikliği söz konusu olmadan ya da bir seçkin çekirdek dışında kimsenin bilmediği bir dönemde taraftar nitelikli aydın bir y olan düş y’nin kendi politika kavrayışı ve ihtiyaç algısı üzerinden kendi inisiyatifiyle yaptığı bir çalışma olarak ortaya çıkmıştır Kent Yoksulları. Ne kadar derinlikli olduğu ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, str değişikliğini böylesi çaba ve ürünler üzerine inşa eden bir anlayışın genelge ve açık alan toplantısıyla bunu duyurması ve bunda hala bir özeleştiri gereği görmemesi de normaldir. ‘Olan olması gerekendir’ nasılsa.) yinelenen Kent Yoksulları konusunun durumumuzla ilişkisine dair “amele takımımızın” getirdiği eleştirinin F y’ın baştan beri ortaya koyduğu duruş ve çizdiği yönü karakterize etmesiyle anlamlı olmanın yanında girilen dönemde yakalanacak halkayı pratikte ve netlikle ortaya koymasıyla değerli buluyorum.

Diğer taraftan bu eleştiri ve onun öznesi karşısında onları ve ihtiyaçlarını (taktik doğrultu-politika), bunları en başından beri parça-bölük bile olsa ortaya koymuş olmalarına rağmen hala görmezden gelinmesi, görülmek zorunda kalınan zaman ve yerlerde de, “hazır politika beklentisi içinde olduklarına”, “önlerine konulan politikayı 4×4 eksen ve etkinliğiyle kavrayıp, hayata geçirememelerine” izafeten “gerilikleri nedeniyle önlerindeki pol.ları olması gerektiği gibi hayata geçiremedikleri ve sonuçta başlanan noktanın bile gerisine düşülmesinin kendi suçları olduğu” hissiyatı örgütlenmeye çalışılıyor. İşte 21. YY’a Sosyalizmi Yazacak Parti’nin Önderlik bilinci.

Devlet ve Devrim, Nisan Tezleri, Ne Yapmalı, Bir Adım İleri, İki Adım Geri, Emperyalizm hatta Kapital külliyatı ile Fuat y’ın geleceğe açılan kapımız dediği yazın örneklerini yöntemsel bakımdan karşılaştıralım, bir örtüşme var mıdır? Bir tek meta kavramı için yüzlerce sayfalık tarihsel gelişim ve ilişki “hikayelemesi” yapılması hacmi büyütse de, bunun bilgisiyle silahlanacak sınıfın algı, kavrayış ve bilgi düzeyi hiç dikkate alınmamış denebilir mi? Aynı şekilde Sovyetik İdari Model’i bir kitle inisiyatifi olarak geriye doğru sönümlenmekten kurtarmakla değerlenen sayısız makale içinde “tekil bir konu/sorun olarak” Yönetim Biçimi ve Proletarya ilişkisini ele alış ve çözümleyiş yöntemi yalnızca pratiğin kendinde sorunlarının tartışılması olarak görülebilir mi?

Hiçbir şeyi, ileri doğru atılan hiçbir adımı küçümsememeliyiz ve fakat tek yönlü girişimlerle toplam sonuçlar alınacağı zannıyla yaşayıp, olmadığındaysa (olması zaten mümkün olamayacağı için bu yönlü düşünce ve reflekslerle ayrımı hiçbir şüpheye yer bırakmamak üzere çizecek şekilde) kadroların gerilikleri üzerine teoriler inşa edilmesini de kabul edemeyiz, etmemeliyiz.

4×4’ün üzerine oturduğu “Dev. teori, dev. pratik içindir” zeminidir. Bu, teorinin ele alınışında olduğu gibi, tek tek her konu ve alanın üzerine onun ışığı düşürülürken tüm pratik çabanın merkezinde olup, o çabanın pratik gerçekleşmesinde yani ortaya çıkartılan üründe her seferinde yeniden üretilmelidir. Hatta bugünün koşulları, ve ortaya çıkardığı yeni niteliklerle kadro bileşimimizin sınıfsal niteliği ve deneyim-bilgi donanım düzeyi ve kapsamlılaşan, içiçe geçip giriftleşen sorun ve gelişmelerin kaotikleştirdiği “süreç” dikkate alındığında çok daha açık, belirgin ve doğrudan olmalı üretim de, üretmek için seçilen konu ve alanlar da.

Son bir nokta ise, bu mahiyette bir üretim hiçbir denetim olmaksızın altlara hatta Parti Dostu nitelikli güçlere ihale edilip kendiliğindenciliğe bırakılmamalı. KP’nin politikalarının taraftarlar ve/veya ilişkiler eliyle belirlendiği bir durumu savunmak bir yana bunu olması gereken bir şey olarak teorize etmek hiçbir koşulda, işleyişin normali olarak kabul edilemez. (RSDİP’de, Iskra YK’sının kong ve konf’larda seçildiğini hatırlayalım.) Diğer taraftan böyle bir işleyiş, o güçlerin Örg’e yakınlaşması bir yana, olması gereken dönüşümü gerçekleştirmelerinin önünü kesmekle kalmaz, sınıfsal özelliklerinin meşrulaşmasıyla örg. içinde doku bozulumunun km eliyle yukardan örgütlenmesi anlamına gelir.

Yalnızca bu son noktadaki pratiği-“miz” ve Fuat y.’ın bunun karşısındaki sahiplenici tavrı 4 Parametre ve 4×4 eksenlerinden kavranacak halka tespitindeki yanlışlığını görmeye yeter.

Teori düşmanlığına da hatta yalnızca teoriye ilgisizliğe karşı da dikkatli ve uyanık olmalı, fakat elbette, 4X4 bütünlüğü içinde ortaya konan ve ortaya konuluş biçimiyle de bu bütünlük bilincini üretmeyi sağlayacak bir teoriyi anlamalıyız bundan. Böyle olsaydı zaten yüzlerce sayfalık gerekçelendirmelere de, yine-yeni-yeniden açımlama ve örneklendirmelerle amacın ve ortaya konulan ürünün amaçla ilişkisinin izahı çabasına da gerek olmazdı.

Teoriyi pratiğe en yakın halkadan ele almak sanıldığı gibi yalnızca pratiğin sorunlarını araştırmak değildir. Her ne araştırıyor ve çözümlüyorsak bu çabanın merkezinde Örg’sel ihtiyaçların olmasıdır. Pratikte yaşanan sorun ve sıkışmaların çözümünde etkinleşip etkinleşmediğidir bunun ölçütü.

Sonuç olarak Fuat y’ın Zamanı Gelen başlıklı metni bunca zamandır süregelerek dönüştürücü, sıçratıcı gücünü büyük oranda yitirmiş bir 4’te, bu eleştirilerime rağmen önemlidir. Çünkü bu sayede kim kime ne dedinin ötesinde ne yapacağımız, neyi nasıl ve neden yapmamız gerektiği ve bunun için nereden başlayacağımız gibi sorunların araştırılmasında ve tartışılmasında itici bir rol oynadı.

Bugünün zamanı geleni, herhangi bir ö değil, yalnızca biçimsel işleyişi itibariyle ö değil, işçi sınıfının devrimci-sosyalist savaşımını ör.leyecek ve yönetecek bir kom.par olarak ö inşasıdır. Yalnızca dönemle ve proletarya ile buradan bağ kurabileceğimiz için değil, teorimizi de bu halkadan sınayacak ve derinleştirecek/geliştirecek olmamızdandır. Sos. Dev.-Sos. Türkiye’yi öylesine sallanan güzel bir slogan olmaktan çıkartıp hayatın-proletaryanın, sınıf savaşının içinde var etmemizi sağlayacak halkanın yakalanması, herşeyin bu halkaya göre belirlenmesinin zamanıdır, gelen zaman.

Üzerinde hemfikir olacağımız metnin çizeceği yön ve X’in bu yönde ilerleyişine kumanda edecek km bileşimi vb. her şey bunun merkezinde olacağı bir kavrayışla belirlenecektir. Dolayısıyla teorik inşanın çatılması gereken katları da, olması gerekenin bugünden, bugünün koşullarının içerisinden geçerek nasıl oldurulacağı sorusunun cevabının hiçbir şüpheye yer bırakmayacak doğrudanlıkta verilmesi olmalıdır.

Politikanın teorik kapsamlılık, detay bolluğu, dolaylı ilişki ve örneklere göndermelerle sonsuza uzanan olasılık dizilimleri şeklinde konarak fiilen işlevsizleştirilmesi anlamına gelen soyutlukta değil, teorinin politik netlikte neden sonuç ilişkileri ve ihtiyacı hissedilen sorunların kavranarak, çözümlerin bulunmasını ve işçi sınıfının içerisinde maddi bir güce dönüşerek, o güçle beslenmemizi sağlayacak bir bilinci geliştirecek şekliyle somutlayarak üretimidir. (Bu “devenin yumurtlayarak kuş çıkartmasını istemektir” demesin kimse. Fuat y’ın üzerini tramlamakta tereddüt dahi etmediği tarihimizde biraz yukarıda örneklediğim Lenin’in eserlerindeki yöntemle üretilmiş pekçok teorik ve stratejik politika açılımları vardır. “Kesintisiz Dev. ve Oportünizm”, “Tasfiyeciliğin Son On Yılı”, “Yeni İhanet Çağı”, “Aynadaki Yüz Kimin”, yaşı 40’ın altındakilerin bilmemek bir yana duymadıkları Faş. ve Faş. Dik. hakkındaki çalışma -sanırım teksirle basılıp, çoğaltılmış çünkü ben de ancak epey eski bir kopyasını ancak fotokopi olarak görmüş ve ancak gözden geçirebilmiştim-, sonraları Sezai y. yönetimindeki DP’ler hem politik yön çizen, hem teorik derinlikli ama okuyanı boğmayan, hem de doruk noktası (İspanya İçsavaşı’nı ve bu savaştaki İKP ve Ent. Kom. Har.’in duruşu üzerinden Faş.e karşı III. Ent çizgisini örnekleyen) “Non Passaran” gibi kavramlardan/biçimden değil içerikten beslenen ajitasyonal tarih anlatımlarıyla andığım içiçe üretimi gerçekleştirebil-miştik.

Bunlar şu veya bu oranda küçük burjuva ideolojik leke barındırıyor olabilir. Sorun bu değildir. Asıl sorun tüm bunların üretiminin belirleyici dinamiği olan ideolojik formasyonun ne olduğudur. Başından beri pro. merkezli bir faaliyet yürütülüp yürütülmediğidir. Kadr. bileşiminin pro. ağırlığını ve pro. kadr.ların Ö. içinde yöntc. orgnlarda istihdamında (moda tabirle) pozitif ayrımcılık uygulanıp uygulanmadığı ve genel olarak kdr.ların Ö. yaşamı-faaliyeti içinde proleter yaşam standardına uygunluk, proleter çalışma disiplini ve kültürel olarak da proleter alçakgönüllüğe uygunluğu kriterlerinden değerlendirilip değerlendirilmediğidir.

Bunlarda bir sorun olduğu açık. “yüz yıllık km”mız içerisinde bir tek çekirdekten işçi y.ımızın olmaması ve bunun karşıt kutuplardaki ne Yusuf ne de Fuat y’ı rahatsız etmemesi, bu konuma, göreve, sorumluluğa aday andığım nitelikteki kadroların yıllar ve yıllar geçtikten ama kendileri eşikten geçememelerinden sonra ya sessiz sedasız çekip gitmeleri (‘Havva’nın eşi’) ya da Hizp. gibi kirli yöntemlere başvurmaları hep zincirin tutulmasındaki yanlışlıktan kaynaklanıyor.

Yakalanacak halka ve kolektivizm ile her ikisinin yalnızca pratik düzeyinde, pratiğin gerçekleşme süreç ve mekanizmalarında değil asıl ve öncelikle Merkezi Politik üretim ve bu üretimi de belirleyen Teorik inşanın süreç ve mekanizmalarında varedilmelidirler. Bu var ediliş tanımlı ve denetlenebilir bir şekilde gerçekleşmeli, yani Örgüt Disiplini en başta bu en üst organ ve faaliyetlerinde gerçekleşmeli. Km’nin ister kol. faaliyeti olsun ister tek tek her bir Ü’nin faaliyeti olsun Ü’lerin-Konf.’un kendilerine vereceği görevin önüne geçmesine izin verilmemeli. Yani bu organ ve üyelerinin varoluşlarında da, olması gereken disiplin X’in bütününde üretimini sağlayacak sekilde gerçekleşmeli.

Ama bu zorunluluk F y’ın hiç umurunda değildir. O, ne diyor olursa olsun yalnızca Yusuf y ve km çğl.nu dövme hesabındadır. Ne kadar ayrım noktalarımız strtjk muhtevadadır derse desin iş somuttan konuşmaya geldiğinde artık F y. açıkçası şansını fazla zorlamaya başlıyor. İG’mizin çıkarılışı, hedef kitlesiyle buluşturulması ve pro.nın yaşamının içinde üretilmesinde ortaya konan iradenin ne hedefinde anti-fa bir muhteva vardır ne de kesintiye uğratılması buradan kaynaklanan bir kavrayışsızlığın yani her bir aşama ve satırında alınteri olan işçi y.ların anti-fa geçmişe özlemlerinden kaynaklanmamışken, soyut ve toptancı ve subjektif “çözümlemeleriyle” bu Ö’ün P’li geleceğinin kurucu öznelerini küçümsüyor. Oysa bugün bunları söylediği şu temel platformumuzu dar bir Ö seçkinleriyle değil, Biz olmanın temel göstergesi Ö. kdrlrıyla gerçekleştirilmesi için “bedel ödemeyi” göze alarak öne çıkanlardır onlar. Yoksa daha öncekilerde olduğu gibi “geçmişin KB lekeleriyle ‘malül’ y.larla kendi arasında çalıp, söyleyecek ve alınacak kararları alkışlamaları için kdrlr. dönülecekti. Sosyalist Demokrasi ve yeni tipte kp dediği böyle bir şeydir. En küçük bir özeleştirellik içermeyen tarih yazımı, tersine keskin bir reddiye şeklindeki ve km çğlğ. dense de onlara karşı kendisiyle birlikte ortaya çıkmayan ve “önce ne diyorsun ne öneriyorsun açıkça koy” diyen herkese karşı ve bu nedenle bugüne kadar yaptıkları, yaptığımız, yapılan herşeyi de bunun aracı kılarak hedeflediği eleştirelliğin hiçbir yeniliği yoktur. Hem öyle eski ki, değil geleceği kazanmak, bu hattan bugünden yarına yürümek bile olanaksızdır. Çünkü tek pltfrmu, Yu. gillerin silkelenmesi amacına yönelmiş durumda. Beklemediği şekilde hemen el kaldırılmaması hem de Yu. y.la bunca kavga edilmesine rağmen böyle olmaması karşısında da bocalıyor ve yüzlerce sayfa laf çevirip duruyor.

Bu yüzlerce sayfa içinde dolandırılan bunca lafın arkasında dün çok erkendi yarınsa geç olacaktır tam zamanı bugündür diyerek tüm Tzksl işleyişi, kolektif iradeyi ve en geri taraftarından en üst yönetici komiteye kadar hepimizin iradelerimizi çiğneyip geçilerek yapılan ve gerçekleştiriliş biçimiyle konf iradesine paralel bir km iradesi oluşturulması da dahil herşeyi soru işareti çengeline asan SD ilanı ve bunu örgütleyecek Yeni Tipte KP hakkında dokundurmalar ama asıl olarak ne olmadıkları konusundaki yinelemeler, yinelemeler, yinelemeler dışında bir şey söylemiyor, söyleyemiyor, söyleyecek yeni hiçbir şeyi yok çünkü.

Halihazırda yalnızca bir adlandırma değişikliği yapmışken ve henüz ne bunu resmileştirmiş ne de altını dolduracak bir program ortaya koymuşken “ver gazı” kabilinden kdr. dolduruşuna girişiyor. Prgrmsız bir SD’ci faaliyete slogan yetiştirmeye girişiyor. Net olalım, değil proletarya, kendi taraftar ve sempatizanlarımızca bile ciddiye alınması mümkün olmayan ve bunca gayrı tüzüksel ve tarihsel sorumluluk bilinciyle ilintisiz bir şekilde, bu hatta yürümekte berdevam kararı çıkar yani bu metinler ajitatif söylemleriyle ama olanca soyutluklarıyla kabul edilirse bu “kervan yolda düzülürcülükle” bir adım öteye gitmemiz imkansızdır. Bunu ne kendimi önemsediğim ne de bir ‘tehdit’ olarak değil, bu yolda yürünebileceğine inanmadığım için söylüyorum.

Özellikle doğrudan işçi sınıfı içinde faaliyet gösteren y.larımızın Zamanı Gelen’de çizildiği gibi bir kadro ölçütü ve militanlık saplantıları yok. Hatta tam tersine Fuat y’ın yalnızca dokunup geçtiği SD..ci bir militanlık kavramsal tanımı olmaksızın her günkü faaliyetlerinin içinde var ediliyor. Kurultayı bu militanlıkla var ve gerçeklik kıldılar, tıpkı onun gibi ölüme terkettiğiniz İG’ni bu militanlıkla dirilttiler. Anlaşılan bu yüzden hiç sahip çıkmamışsınız, hiç el, omuz, destek vermemişsiniz. Kendileri ne kadar bilince çıkarmışlardır bilemiyorum ama bugün şu temel platform halen var ve “iyi-kötü” işler haldeyse ve Fuat y’ın “ya onlar ya ben” diye kestirip atamamasının da, kendi kafasında da net olmadığı için ayrım çizgisinin geçtiğini söylediği Anti-fa D. ile SD konusunda nerede ne kadar farklı-karşıt olduğunu koyamayıp laf çevirmek zorunda kalmış olmasının da nedeni onların bu dava adamlıklarıdır, bugün durdukları yerde vücut bulan militanlıklarındandır.

Bu militanlık Fuat y’ı bocalatıyor. Ne olduğunu, neden ve hangi muhtevayla Yu. y ve km “çğlğ”ndan farklı olduğunu içerikten koymak yerine onları yalnızlaştırmaya yöneliyor. Bu yöntem O’nu iliklerine kadar subjektivist tarza sürükleyerek kendi kendinin anti-tezi olan tezler oluşturmaya yöneltiyor. Fuat y., X kadrolarının önüne bir politika mı koydu, işçi sınıfıyla örgütlü ve eylemli ilişki için bir perspektif mi getirdi ve bunlar hayatta karşılığını bulduğu halde mi bir umutla gelen insanlar hızla umutsuzluk ve güven yıkımına savrularak geri düştükleri için suçlayabiliyor. Fy’ın SD Öndrlk sorumluluğu anlayışının pratiği bu mudur? Bunun altında, etrafında toplanmaya çağırıyor X del.leri. Teşekkürler ben almayayım.

Bir ikna çabası içerisine girmek zorunda kalan Fuat y, hazırlıklı ve alışkın olmadığı durumu elmalarla armutları aynı tezgaha dizerek karşılıyor. Örneğin, zamanında, bunun olanakları da varken, Yu y’nin F tipi ve öo için yaptığı görüşmelere müdahale etmeyen F y. şimdi bunu bir malzeme olarak kullanıyor. Zamanı Gelen’i satır satır okuyan bir El Salvador devrimcisi dönüp, “Stalin de Hitler Almanyasıyla el sıkışmıştı” derse ne diyeceksin. Muhalifliğe karşı alternatif olduğunu ortaya koymaya çalışmalıydın. Muhalifliğin muhalefeti olmak, bir farklılık değildir. Kendisi de biliyor ve bile bile ısrar ediyor. Laf çevirmeleri bundan. Ne yapalım, kolay gelsin.

F y. durmadan bir doğrultu gösteriyor. Ama bu yönteme-biçime dair olmanın bir adım ötesine gitmiyor. KP’nin politika yapış tarzının biçimi hakkında kavramsal belirlemeler, genel doğruların altını çizmelerle yetiniyor. Yinelenmesi, bir refleks haline gelene kadar kalın kalın altı çizilip belirginleştirilmesi zorunludur. Ama ya bunun içeriği? Hiç mi önemli değil? Detay mı?

İçeriğe değinmek zorunda kaldığı yerlerden birinde Dem D.ci bir muhtevayı kanıtlamak için talepler, bunların sloganal biçimiyle ifadelerini koyarken aynı ayraç içinde ezilen ulus ve mezhebin özgürlük talepleriyle 1 Mayıs’a özgürlük talebini sıralıyor. Bu son talep hangi muhtevada ilk iki sorunla aynı ayraç içinde ele alınıyor? 1 Mayıs’ın yalnızca tatil olmasıyla sınırlı bir siyasal niteleme yapılıp buradan bunun Dem hak ve özgürlüklerin, demokratik taleplerin bir bileşeni olarak değerlendirilebilir mi? Biz onu böyle mi ele aldık şimdiye kadar? Onun proletaryanın enternasyonal hareketi, 8 saatlik (bugün artık 6 saat olması onun anlamında bir aşılma yaratmaz) işgünü, kadın işçinin katmerli sömürüsüne karşı başkaldırısı gibi nitelikler üzerinden belirginleşen sosyalist karakteri, ne olmuşur da bir yana bırakılarak ezilen ulus ve mezhep sorunlarıyla birlikte anılabilmiştir? Budur F.y.’ın “yeni” SD’ci politik açılımı.

Kavramsal tartışmayı somuta indirdiği her yerde bocalar. Eski diyerek tüm geçmişin üzerine çarpı atmaya ve yeniliğini bu çarpıların birleştirilmesiyle ortaya çıkacak bir ara-bul şeklinde zeka oyunuyla ortaya koymaya çalışması içeriksiz bir biçimle yola çıkmasındandır. F y’ın Zamanı Gelen metnine ruhunu veren de, bu metne gelene kadarki süreç boyunca ortaya koyduğu tavır ve tavırsızlıkta geleceğe ilişkin önerileri de yalnızca Yu gillerden kurtuluş amacıyla şekilleniyor. Bu yüzden içeriksiz bir biçim diyorum. İçeriğe her girişinde, her açma çabasında sonsuz olasılık dizilimleri, bolca kavramsal tartışma bu yüzden. (Yu. gilleri savunmak gibi bir derdim yok. Ama sadece bunun üzerine bir gelecek kurgusunun da gerçekte bir geleceksizlik dinamiği üretecek olmasıdır sorunum. TP sürecinde dikkatlerin gerçek iç sorunlarımızdan hiz.e çekilmesinde olduğu gibi, bugün de yine bir “dış düşman” yaratılarak, bu kez de dikkatler Yu.lara çekilmek isteniyor. Böylece F y. her dönemin kazananı olarak çıkmak istiyor süreçlerden.)

Bu nedenle, yeni bir öncü işçi kuşağı yaratmak, sorun ve sıkışmalarını işçi sınıfının içinde, tek tek ve gruplar halinde işçilerle birlikte araştırarak ve tartışarak bulmaya çalışmak, çözümleri bu araştırıcı emek sürecindeki kolektif emeğin düşünsel ürünü olarak geliştirmeye çalışmak, bu çabanın ortaya çıkartıcı politikası olarak Kur’un bulunulan bölgelerdeki diğer işçi gruplarına ve toplamda proletaryaya götürülmesi için gerekli araçların/örgtsl biçimlerin birlikte bulunup, amaç doğrultusunda gerçekleştirilmesi vb. vs. pratiğimizin hali hazırdaki doruklarının es geçilip bir Broşür ve entelektüel bir faaliyetle örneklenen, somutlanan, açımlanan vs. vs. vs. bir “yeni ve çıkışını komünizmden alan, güçlü ve derinleşen bir kapitalizm eleştirisiyle kapitalizmin karşısına sosyalizmi cepheden canlı ve aktüel olarak dikme” çabasıyla F y’ın ısrarcısı olduğunu söylediği SD-S.Türkiye çizgisini pro. kitlelerin yaşamının içinde içsel bir ihtiyaç olarak örgütlenebileceği iddiası güzel ve bir o kadar boş iddia olarak bu sayfalarda kalmaya mahkumdur.

Buradan ileri giden bir yol yoktur. Hala somut bir politika ortaya koymadan strateji-taktik ilişkisinin nihai amaç bağıntılılığıyla kurulmasının ne ve nasıl olacağına dair yalnızca somut değil hiçbir şey söylemeden gelecekten haber vermeye çalışan Fuat y. işçi sınıfıyla üret. vd. kültürel, sanatsal, sosyal faaliyetlerin propagandasıyla gidilmesini öneriyor. Bunu yapmadığımız için ne proletaryayı örgütleyebildik, ne de adının hakkını veren bir Parti olamadık. Bu hatta ilerlediğimizde olacağızdır? Kültürel ve sosyal düzlemlerde sosyalist bir içerik ve biçimle varoluşu örgütlediğimizde yeni tipte, yepyeni bir KP olabileceğizdir? Örneğin inşaat -baraj gibi devasa ölçekli ve elktr. elktrnk. içermesiyle birçok emek türünü barındıran kapsamda- işçilerini, hani şu son dönem Tv yarışmalarındaki gibi harabeler içinde yıkım ve küçük çaplı yeniden yapım yarışmaları arasında sohbetlerle örgtlemeye yönelmeliyizdir? Kendisinin de, yöneticisi olduğu X, onyıllardır bunu yapmayı düşünemediği, köm böylesi bir kavrayışta olmadığı ve XKK’yı bu “derinlikte” ele almadığımız için sönüp gitmiştir. Yoksa politikasızlık çok da önemli hele belirleyici değil ki Fuat y. Kf. Del’ne özeleştiri versin.

Eğer Fuat y. bir alternatif olma iddiasında olmasaydı Ona “alternatifi koyacak mısın yoksa ne olmadığın hakkında alt çizmelerden bir adım öteye gitmeyecek misin” denmeyebilirdi. Fakat F.y. bu iddiada, üstelik Kuantum ve Diy Mat. konusunda bahsettiği açılımı ve kişisel düzeyde de olsa sıçramayı yapmış olsa bile hiç de yeterli değil. Hala nereye çağırdığını söyleyemiyor. Bu mudur Fuat y, 21. YY’ın ML Önderliği? Herşeyi yıkarak ama hiçbir şeyi yapmayarak, kurmayarak yürümeye çağırmaya devam etmekte kararlıdır. Ben şimdiden böyle bir yıkıma ortak olmayacağımı belirteyim. Belirsizlikler içindeki bir “gelecek muştusunun” gerçekte geleceksizlik teorisi olduğunu en iyi kendisi biliyor olması gerekirken ML diyalektik yöntem bir yana, öncesini geçtim ne olmamak gerektiğiyle ve bu sınırlılık içinde varolmaya girişen Hizip’in durumunu kendi deneyimiyle de en iyi bilenlerden birisi Fuat y. olmalıydı.

Olmalıydı ama olamıyor. Fuat y. yalnızca strateji değişikliğinin övüncüyle yetiniyor. Bu değişikliği nasıl km çoğunluğuna rağmen gerçekleştirdiği üzerinden onlarla bir adım daha ilerlenemeyeceğinin propagandasıyla yetiniyor. Peki olması gerekenlerin nasıl olabileceğine, hangi somut sloganlar ve örgütsel biçimler üzerinden gerçekleşeceğine, talepsel ifadelerinin neler olması gerektiğine ve bunların strateji bağının nasıl kurulacağına dair bir fikrin var mı Fuat y, yoksa; “benden bu kadar, ötesini de siz bulun artık ya da şu eskinin temsilcisi eski kafalı Yusuf’gilleri silkeleyin ondan sonra söyleyeyim” mi diyor?

“Alternatifliğin” ne olmadığı ve ne olması gerektiğine dair alt çizmeler dışında somut ve net olarak ne olduğunun ortaya konmadığı sürece olup olabilecek yegane anlamı budur. Zaten Fuat y da farklı bir şey söylemiyor. Şu vurgulu “subjektif koşulların oluşturulması”nın getireceğini söylediği şeyler olan “program-strateji-taktik-örgütlenme” ilişkililiği hep Yusuf’gillerin silkelenmesine, onlardan KOPUŞ şartına bağlanıyor. Yeni’nin tek tanımlayıcı unsuru, Fuat y’ın “…subjektif yönün aşırı geriliği“ne tek çözümü Yu’gillersizlik oluyor böylece.

Hatta Fuat y bu ‘KOPUŞ’u çözüm gerektiren bir numaralı sorun olarak koyuyor. İki numaralı sorunun, 3.sünün çözümlerini merak edenler önce 1.ciyi çözmeliler. Neden böyle bir “çözüm” veya böyle bir “çözüm”ü nasıl mutlak bir şart olarak öne sürdüğünün cevabı yani kendi platformunun ne olduğu ise yok. Hala yok. Ne olmadığını belirginleştirip duruyor ama ne olduğu yok kere yok.

İşte farklılık bu ve gerçekten büyük bir farklılık. Çünkü üzerine kocaman bir çarpı attığı ve üreticilerinden olduğu tarihimizde tüm silik yanlarına, lekelerine, geriliğine rağmen somut bir politik platforma sahiptik. Şimdiyse F y yalnızca ne olunmaması üzerinden bir alternatife çağrı yapıyor. Gerçek kırılma budur işte.

Bu bir başarılsa, ah bir gerçekleştirilse Fuat y’ın çizdiği yoldan yürünse; o zaman… Yani eskiden ve eskinin temsilcilerinden kopulduğunda Parti de olunacaktır. Hatta Parti olabilmenin ön koşuludur bu. Fuat Y bu yüzden ne politikalardan ne yeni taktik hattan bahsetmiyordur. Bu yüzden nesnelliğe ilişkin belirlemelerle yetiniyordur. Önce şu gerek ve yeter şart bir sağlansındır…” burjuva sınıf egemenliğinin bugün ulaşmış olduğu düzeyde, proletarya devriminin gelişen yeni koşulları içerisinde proletaryanın devrimci sınıf savaşımını en üst düzeyden örgütleme, sosyalist devrimi gerçekleştirme hedefiyle örgütlenecek, örgütlenme ve varoluşunun temel koşulunu BU (abç) oluşturacaktır.”

Yalnız Fuat y’ın işaret etmelerden, alt çizmelerden, sınır çekmelerden çıkıp şeylerin adını koyması olmaksızın “bu”nun gerçekleşmesi mümkün değildir. Km çoğunluğu kötü, KB sağ oportünizm ile sol lafazanlık arasında salınıp duruyor. vs. vs. Peki kendisi ne öneriyor? Ne olmadığın ve ne olmayacağın konusunda kafamız açıldı ama ne olduğun, X’i hangi farklı doğrultuda nereye ve ne yapmaya çağırdığın konusunda doğru dürüst birşey yok?

Diyor ki; “Komünist partisi, önderlik, kadro yapısı, örgütlenme ve çalışma tarzıyla, iç işleyişi ve kitlelerle ilişki kuruşuyla ruhunu ve felsefesini komünizmin oluşturduğu yeni bir örgütlenme temeline sahip olacaktır.”

NASIL mı? Çok basit:

Bunun, bizim gelişimimiz ve örgütsel gerçekliğimiz içerisindeki gelişimi, bugün bütünüyle bozunma uğramış, çevreselleşmiş dar örgüt önderlik, kadro yapısı, örgütlenme ve çalışma tarzından köklü bir kopuşla birlikte gerçekleşecek olmasıdır. Eskimiş, çürüyen, bugüne yanıt vermeyen yanların kopartılıp atılması ve X’in gelişkin yanlarının da dönüşümüyle gerçekleşecek, sürekliliğini bu şekilde oluşturan bir devrimci kopuş olmadan yeni ve daha gelişkin bir parti görüşüne sıçranamaz.” Yani tüm sorun şu ‘lanet olası eskinin temsilcisi eski kafalı” Y.gillerden kurtulmak, kopmaktır. Bu başarıldığında yepyeni bir yeni olarak yeniden doğulacaktır.

Bu o kadar böyledir ki, F y “Y.giller” üzerinden bugüne kadar sahip olduğumuz platform ve onun üzerindeki varoluşumuza karşı alternatif olduğunu hissettirmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Yalnız hep eleştiren konumundan yaparak eleştirdiği durumla kendi arasına km çoğunluğu barikatını kurarak yapıyor ve bu nedenle de durumları sıfatlar üzerinden tanımlamakla yetiniyor. Çünkü tanımlı durum kendisini ve kendini ‘Fuatçı’ olarak konumlandıran y.ları ve onlarla ilişkilerini de bağlayacaktır. Farklı sınıflardan ve/veya sınıf içi bireylerarası ilişkilerin sınıfsal konumlardan ayrı ve salt kültürel formuyla ifade edilişi olarak ‘kankalık’ın P. önceli bir Kom. Ör. için tanımlanır olması ve bu tanımlamanın meşru görülmesi -ki, F y ve F.çı y.lar arasındaki ilişkiler hakkında yazılanlar buna işaret eder- riskiyle maluldür. Resmi Tzk. dışı her ilişki bahsettiği ‘kankalık’ kapsamındadır.

Aynı teorik karmaşa işçi sınıfının sömürüsü konusunda da vardır. Nispi ve mutlak artıdeğer sömürüsü emek gücü sömürüsünün iki temel yöntemidir. Bunlardan başka bir artıdeğer sömürüsü yöntemi yoktur. İster çalışma saatleriyle oynayarak olsun, ister işin örgütlenmesi ve/veya organizasyonel değişiklikler ve otomasyon aracılığıyla işçinin ve sahibi olduğu emek gücünün niteliklenmesi dolayımıyla metaya katılan değerin büyütülmesi ya mutlak ya da nispi artıdeğer sömürüsünün biçimleridir. Bunlardan başka veya yeni bir artıdeğer sömürüsü yöntemi yoktur. Ama F y varolduğunu söylüyor ki; Kap.in Emp’den sonraki yeni ve üst bir aşaması göndermeleriyle uyumlu ve fakat ML ile çelişiktir.

Bu çelişmeler de normaldir. Çünkü F. y., ML zemininde durmak iddiasında olsa da, politikayı kapitalizme ve kapitalistlerin iktidarına karşı değil Komünist Örgüt içinde bir kesime karşı yapıyor. Hedefinde onlar var ve diğer her şeyi bu politikayı başarıya ulaştırma amacı doğrultusunda tanımlanıp, işlevlendiriliyor. Bu da Zamanı Gelen başlıklı deklarasyonun hemen her satırında ML’le ve bugüne kadarki kendi ve Biz’im doğrularımızla çelişmesini, çatışmasını koşulluyor.

Bu yöntemi nedeniyle örneğin; “9) SOSYALİST DEVRİM PROLETARYANIN SİLAHLI AYAKLANMASIYLA GERÇEKLEŞECEKTİR.” başlıklı bölümde uzun uzun sistem ve hali hazırdaki parametrik değişmeler anlatılıyor. Bölüm boyunca yapılan alt çizmelerinin hepsine tamam demeyecek X’li olacağını sanmıyorsam da, bunları ortaya koyarken kapitalizmin son ve en üst aşaması olarak Lenin tarafından sınırları çizilen emperyalizm tanımı hilafına böylesine sistemli kullanılmasıyla bilinçli bir tercih olduğu ortaya çıkan kapitalist emperyalizm nitelemesi açıklanamaz. Emperyalizm ile kapitalizm arasına sokulan ve kanırtılarak özsel ayrım yaratan kamanın bu şekilde işlevlenmesiyle biraz ileride küçük burjuvaziyi proletarya ile eşitleme anlamına gelen analiz ve öneriler uyumludur ama tüm bu teorik yenilik örnekleri ML ile uyumlu ya da ona içerili değildir.

Sermayenin yeni birikim koşullarının, kapitalist küreselleşmenin, meta egemenliğindeki artış ve derinleşmenin en fazla sarstığı, alt üst ettiği sınıflardan birisi küçük burjuvazidir. Kırsal alanda küçük üretime dayanan orta köylülük hızlı bir gerileyiş ve çöküş, proleterleşme-proleterleşememe sürecine girmiştir. İşsizlik, açık ve gizli işsizlik olarak yaygındır. Küçük burjuvazi, kentlerde de sermayenin katlanarak hız kazanan tekelci gelişiminin saldırısı altındadır. Hem üretim hem tüketim yönüyle (Dikkat, feodaliteye ait bir kesimden değil, kapitalist bir sınıftan bahsediliyor-nba.) meta egemenliğinin kıskacı altındadır. Mülkiyet kaybı, işsizlik, işçileşme bu sınıfın bir çok kesimini vurmaktadır. Kendisini ekonomik olduğu gibi toplumsal olarakta bir anaforun içerisinde hisseden ve acı çeken, derin bir ümitsizlik ve öfke patlamalarının sarkacında gidip gelen küçük burjuvazi, bu durumunu teorileştirmekte, siyasetleştirmektedir. Yeni toplumsal hareketlerin-Sosyal Forumların, işgale karşı ve antiemperyalist hareketlerin- ana gücünü oluşturmaktadır. Kapitalist küreselleşmeyi, emperyalist saldırganlığı, yıkıcılığı, barbarlığı kendi sınıfsal toplumsal durumu içerisinden görmektedir. İÇİNDE BÜYÜMÜŞ OLAN ‘BARBARLIK İÇİNDE YOKOLUŞ’ KORKUSUYLA ‘BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN’ ARAYIŞI BU SINIFIN HEM HALETİ RUHİYESİNİ HEM DE -HEM REFORMİST HEM DE RADİKAL KESİMLERİNİ KAPSAYAN- SİYASAL TUTUMUNU OLUŞTURMAKTADIR.” (abç.) şeklindeki üstünkörü analiz bunun örneği olmanın yanında km çoğluğuna karşı yöneltip “küçük burjuva sosyalizmi taraftarlığı. “Ara akımlaşmanın dinamikleri”, “Düzeltilmiş kapitalizmin bayraktarları” vs. gibi nitelemelerde bulunup artık kazanılamayacak denli derin bir oportünizm açımlaması yaparak, (sisteme değil) Yusufgillere karşıt Pltfrm geliştiriyor. Bu yöntem verebileceği sonucu ortaya çıkartarak tam da alternatifini koymaya çalıştığı durumu kendisinin üretir hale gelmesine yol açıyor.

Hele bir de Proletarya için; “bu hareketlere kısmen katılmış, nicel katılımı düşük sayılarda olduğu gibi nitel olarakta komünist örgütlerin, komünist strateji ve politikaların etkilerini artırdıkları bir varoluş olmamıştır.

Bugün proletarya yeni koşullar içerisinde henüz kendisini örgütleyebilmiş değildir. Proletaryanın bu sınıfa, küçük burjuvazinin hareket halindeki kesimlerine önderliği, öncelikle bugün gerilemişte olsa bu hareketin çekim etkisinin dışında…” dır denmekle kalmayıp; “Kapitalist küreselleşmeyi, emperyalist saldırganlığı, yıkıcılığı, barbarlığı kendi sınıfsal toplumsal durumu içerisinden görmektedir. İçinde büyümüş olan “Barbarlık içerisinde yokoluş” korkusuyla “Başka bir dünya mümkün” arayışı bu sınıfın hem haleti ruhiyesini hem de-hem reformist hem de radikal kesimlerini kapsayan- siyasal tutumunu oluşturmaktadır” saptaması yapıyorsanız gerçekten tehlike altındasınız demektir.. Çünkü ML literatürde “Barbarlık içerisinde yokoluş”la içiçe bir süreklilik ilişkisindeki “Başka bir dünya mümkün” kavrayışının küçük burjuva kesimlerin siyasal tutumunda belirleyici olduğunu söylemenin yegane anlamı vardır: Proletarya ne en devrimci sınıftır ne de kapitalizmi yıkarak yeni bir toplumsal ilişki temeli üzerinde “Başka bir dünyayı”, Sosyalizmi kurabilecek dinamiklere sahip tek sınıftır. Küçük burjuvazi de (kavramın kullanılışı bu. Tek tek, küçük burjuvazi içinden sınıf intiharını yaparak gelen, gelecek bireylerden değil, sınıf olarak küçük burjuvaziden söz ediliyor) pekala bu sloganlarla ifade edilen kavrayışa-bilince ulaşabilir; F.y. öyle diyor.

Böylece giriştiği ML’i geliştirme işinde daha da “ilerliyor”. “PROLETARYA DEVRİMİ VE PROLETARYA SOSYALİZMİNİN AYIRD EDİCİ ÇİZGİLERİ; TEORİ, PROĞRAM, STRATEJİ, TAKTİK VE ÖRGÜTLENMEDE TEMEL KOPUŞ HALKALARI” başlıklı ve iddiasının açıkça ilan edildiği bölümde; Kolektif Emekçi ve Kolektif İşçi Bilinci tanımları ve bunun üzerinde yükselen politikanın içeriğine değiniliyor. Ama bu değinme yeni karışıklıkları da beraberinde getiriyor. KİB’ni Siyasal Sınıf Bilinci yerine ikame eden F. y., bir çağ değişikliğinin de ötesinde durumdan söz ettiğinin farkın mıdır? Marks ve Engels’in Kapital külliyatı ile gerçekleştirdiği sistem çözümlemesi yalnızca Komünist Manifesto’nun kimlere sesleneceğinin anlaşılmasını sağlamakla değil, bu çağrının içerik ve biçiminin belirlenmesini sağlamasıyla da ön açıcı olmuştur.

Yani “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların” belirlenmesiyle birlikte bunu nasıl başarabileceğinin saptanması bu bilimsel araştırmayla belirlenmiştir.

Sınıf bilinci o dönemin mücadelelerinin içinde tek tek atölyelerin, tek tek işçilerinin, tek tek kendi patronlarına karşı mücadele bilinci olduğu kapitalizmin henüz gelişme aşamasında olunan ve devletin sınıf olarak kapitalistlerin tekeline geçmediği ve kapitalistlerin feodallerin egemenliğine karşı proletaryaya ihtiyacının olduğu koşulların bilinci olarak daha ziyade sendikal bir kapsamda tanımlanmıştır. Ama burada proletaryanın parçalılığı ve gençliğinin yanında bunu da belirleyen bir kapitalizmin gelişme düzeyi ve devletin yapı ve bileşimi kriterlerinin içiçe- birlikte ele alınması vardır. Nitekim Emperyalizm ve buradan çıkış alan en zayıf halka olan tek ülkede üstelik kapitalist gelişim düzeyi en, en, en olan değil Rusya gibi orta düzeyde gelişmiş olmasına rağmen belirgin bir feodal ilişki artıklarıyla içiçe olduğu bir ülkede SD bayrağı yükseltilirken -nesnel koşullar dışında- bir tek koşul belirlenmiştir: Proletaryanın siyasal sınıf bilincinin ve bunun somut gerçekleşme düzeyi olarak Parti’nin (yalnızca üyeleri olarak değil, doğrudan ve dolaylı örgütler ağıyla Parti) saflarında örgütlülüğünün düzeyi.

Siyasal sınıf bilinci tek tek işçilerin tek tek kendi patronlarına karşı yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesinin bilinci değil, bir bütün olarak kapitalist sınıfın iktidarını yıkmaya ve kendi iktidarını kurmasını koşullayan bir kavrayış olarak yeniden tanımlandı. Tüm günlük faaliyet bu bilincin geliştirilmesi, bu bilinçle donanmış bir hareketin örgütlenmesi içindi. Bu nedenle Öncü ve Önder bir Kom Par. kendiliğinden mücadelelerin içinde (ve önünde) yer alıp proletaryanın gerçekleşmekte olan çatışmaların içerinde güçlenen algısını bir tramplen olarak değerlendirmekle birlikte o, aslolarak kapitalistlerin doğrudan yönetim, baskı, şiddet tekelinin aygıtı olan devletin yıkılması ve yeni ve farklı bir yönetimin ve bunun için de yeni ve öncekinin karşıtı bir toplumsal düzen ve ilişki sistemi geliştirilmesi zorunluluğunun kavrayışını kazandırmaya çalışmalıydı; siyasal sınıf bilinci işte böyle tanımlanırken, bu hedefe kendiliğinden mücadelelerle geliştirilebilecek, sendikal ve bu kapsamda bir siyasallıkla ulaşılamayacağı için hangi toplumsal sınıfı ve/veya kesimi olursa olsun tekelci kapitalistlerin özgürlük düşmanı her girişimine karşı proletarya en önde dövüşmeliydi, bunu gerçekleştirebilmesini sağlayacak olan da, Kom Par.’nin siyasal teşhirleri, siyasal ajitasyon ve propagandasıyla birlikte her parça soruna karşı pratikleştirilen her küçük eylemi bu amaca bağlayacak bir içerikle önderliği altında örgütlemeliydi. Çünkü eylemden, küçüklü-büyüklü kitleler olarak sınıf düşmanı ve onun-onların bekçi köpekleriyle karşı karşıya gelip fiilen dövüşmeden, özgürlüklerin ve karşısındaki yasal ve fiili ve hatta kültürel barikatların kapitalist düzenle iç içeliğinin bilgisine yalnızca okuyarak, dinleyerek ulaşamazdı.

Bu nedenle siyasal sınıf bilinci en başta “teorik” değil pratik bir bilinçtir. Şimdi Kolektif İşçi Bilinci’nin aşağıdaki gibi bir içeriklendirilişi KİB=”Yeni” bir Siyasal Sınıf Bilinci demektir. Bu da Leninizm tekelci kapitalizm/emperyalizm çağının Marksizmidir ve ve emperyalizm de kapitalizmin son ve en yüksek aşamasıdır tespitleri küçücük bir risale ile birleşerek “Yeni bir çağ, emperyalizm ötesi bir kapitalizm, Leninizm ötesi bir Marksizm” ilanı demektir.

F y’ın örneklediği yazılar, araştırmalar, anlama çabası örnekleri bu çağ dönümünün; “Sistem Çözümlemesi-Marks ve Engels’in Kapital’i, Lenin’in Emperyalizm’i” gibi birer manifestodur demektir. Ortaya konan politika hayata geçmiyorsa, doğruluğu-yanlışlığı, yeterliliği-eksikliği pratikte sınanmıyorsa nedeni bunu kumanda edecek yöneticilerden başlayarak tüm kadrolardır diyen Fuat y. önce söylediklerinin muhtevasına bakmalı. Bunların hiçbiri küçümsenemez, hafife ya da alaya alınamaz ama bunların kendiliğinden politik açılımlar oldukları hele anılan kapsam ve derinlikte oldukları da iddia edilemez.

Ama Fuat y iddia ediyor. Yalnızca şimdilik bunu Yusuf y ve km “çoğunluğu”nun hataları üzerinden yapıyor. Kadroların tepki ve öfkelerinin arkasına sığınarak yapıyor. Km sorumluluğunun üzerinden atlayarak yapıyor. Ama yine de eksensel koyuşa her girişinde, “ötekilerin” söylediklerini eleştirmek değil de, kendi görüşünü ortaya koymaya başladığında dili sarihleşiyor. Aslında ne kendinde bir örgüt, örgütlenme, kadro, yönetim anlayışı sorunu olmadığını, bunları da kapsayan parti-pro ilişkisi ve bunun dönem-stratejik politikalar bağlamıyla birleşerek eksensel bir kapsamda değerlendirilmesi gereken bir muhtevada olduğunu söylüyor. Bu böyledir diyor Fuat y. ve zamanın geldiğine karar verip, bayrak açıyor.

Ama biz bu şekilde düşünmemeliyiz çünkü, bu; “şekilde açıklamaya çalışan her düşünce, öncelikle durumu ve sorunları doğru yönde kavramaktan uzak“-mış. “Tutumlarımızın belirleyeni duygularımız ve niyetlerimiz” olmamalıymış. Bunlara benzer bir dizi koşul daha sıralıyor sorunları ve tartışmaları nasıl okumalıyız, okuduklarımızı nasıl anlamalı ve çıkardığımız ve daha da çıkartacağımız sonuçları nasıl değerlendirmeliyiz vb.

“Okuyucu”ya bunca kayıt, koşul koymak yazanın yazdığının olası sonuçları hakkında şüphelerine işaret eder. Nitekim bu şüphelerde haksız değildir F y.

4. Konferans delege çoğunluğunun Yu y. ve km çğ.na öfkeleri ne kadar büyük olursa olsun ‘son düzlüğe’ girildiği Del. Top’undaki tartışmalarda belirginleşen duruş yönleri ve seçilen O… bileşimi, “durum”un hiç de göründüğü gibi olmadığının farkedilmesini sağlamıştır. Bu yüzden bocalayan F y. bir yandan yüzlerce sayfa laf çevirip bir türlü sadede gelemiyor. Kdr. desteğine ihtiyacı olduğu halde Yu y. ve km “çğ” üzerine bir çarpı atmayan dlgler üzerinden tüm X kadrolarına “giydiriyor.”

En büyük yanılgı,” diyor Fuat y; “görüş ayrılıklarımızın kişiye dayalı ve yüzeysel olarak görülmesi olacaktır. Bu artık aşılmakta olan, aşılmış bir düşünce olmakla birlikte görüş ayrılıklarımızı hala parça ve kendinde konular olarak görmek, eksensel bir bakışla değerlendirmemek yaygındır.” Bunun nasıl olabildiğinin, aşılmış bir düşüncenin hala görüş ayrılıklarını eksensel bir bakışla değerlendirilemediğinin yegane cevabı vardır, o da biz kadroların geriliğidir.

Dahası vardır. “Bu şekilde düşünenler, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullardaki, sınıfların ve bireylerin durumlarındaki değişimle birlikte devrimci hareketin bütününde yaşanılan krizi, zemindeki değişimle birlikte buna yanıt veremeyen ö.lerin hemen hepsinin hızlı bir güç kaybına uğradıklarını ve nasıl bir krize girildiğini, örgütlerdeki çözülmeyi, bir- iki örgüt için sözü edilebilecek farkların göreli olduğunu da göremezler.”

Kör gözüm parmağına gerçekleşen bu dönüşüm sürecini göremeyen kadrolar da, ne rejim tipindeki değişimi anlayabilir ne de, “toplumun ve sınıfların durumları, temel sınıf karşıtlıkları“ndaki değişimi. “Önceki devrimcilik tarzı, düşünüş ve pratiğiyle, program, örgütlenme ve çalışma tarzıyla sürüdürülemez hale gelmiştir” ve “BİR DÖNEM ARTIK TÜMÜYLE KAPANMAKTADIR. SORUN SADECE DÖNEMSEL DEĞİL TARİHSEL VE YAPISALDIR; KÖKLÜ BİR DÖNÜŞÜMÜ, ANCAK DEVRİMCİ BİR KOPUŞLA BİRLİKTE OLABİLECEK KÖKLÜ BİR DÖNÜŞÜMÜ GEREKTİRMEKTEDİR.”

Oluşan yeni dünya durumuna, ülke koşullarındaki değişimin yeni bir kavrayışıyla devrimci bir özeleştirellikle iç içe geçen yeni kurucu yapılanma ne olmalıdırın cevabı soru işaretinden çengele asılıdır. Hep korkutma, hep tehlikelere işaret.

Üstelik fiili tasfiyecilik gibi bir leke de var üstümüzde. Hepsine tamam da hala olmayan KP ve İşçi Sınıfı Hareketi ilişkisi ile Parti Yapısı-İşleyiş İlkeleri ve yalnızca içinde etkinleşilen dönem ve koşulların getirdiği zorunluluklar değil ama asıl kurulmasına önderlik edilen toplumsal sistemin bir modellemesi olarak KP anlayışını ne kadar karşılıyor yazılanlar?

Bu, yalnızca vurguların ağırlığıyla değil, esas olarak bugünkü sürecimiz ve onun gerçekleşme biçiminin yansıması olan (başından beri dar bir yönetici çekirdek Mrk. ve onun hemen altındaki kom.’lerdeki y.lerle sınırlı tartışma ile sonuca gitme yani ne kadar dar veya geniş olduğu ve “ileri” ya da geri olduğu bir yana Kdr.ların karar mekanizmaları dışında tutularak fiilen yaşanmakta olan karar vericiler/Teor.-Pol. gelişkinliğe sahip Kadr.ların Kadrosu nitelikli üstün-aşkın kişilikler ile onların söylediklerini ve söyleyeceklerini anlamak ve hayata geçirmekle sınırlı bir varoluşun aşılamaz sınırlılığıyla malül prtkçiler şeklindeki “içten ve derin ayrımlı” Ö. anlayışının yansıması olan) sorunlu bir seçkincilik teorisinin bugünkü Ö. yapısı ve işleyişinde aşılması bağlamı üzerinden gelecekle doğrudan ilişkilendiriliyor ve çözüm veya sonuçlara buradan mı ulaşılıyor?

3. Konf.’ımızı bilinen gelişimi ve sonuçlarıyla yaratan ve 4. Konf.’umuzu bu hale getiren de bu mu? Ya da/yalnızca değil asıl olarak bu mu? Fuat y bir ayrım çizgisi koymuştu ve bunu belirginleştirmek için çalışıyor, yazıyor. Ama bu yazım ne Yusuf y ve “km çoğunluğu”nun bulunduğu mekan ve koşulların gerçekleşme tarihinden önceye gidiyor ne de çözümler üzerinde yoğunlaşıyor. F y hep reddediyor. Reddettiğini “netleştiriyor”. Netleştirdiğini mahkum ediyor. Mahkum ettiğiyle sınır çiziyor.

Çözüm ne sorusuna yalnızca göndermelerle sınırlı cevaplarla, ileri bir tarihe verilen randevularla yetinmemizi öğütlüyor. Tabii bir de, sorumluluğumuzu hatırlayıp biraz çaba harcamamız gerektiğini hissettiriyor. Onca tarih ve kadro değerlendirmesi açılımı boşuna yapılmadı değil mi?

Fuat y. 4 Parametre hakkında uzun uzun yazıp devamında; “Ö. müzün dönüşüm parametreleri bunlardır, bunlardan çıkartılacak sonuçlar üzerinden bir ekseni ortaya çıkartmaktır. Hedef ve yön tayinini de, programatik açılımları da, ö.sel açılımları da, pratiğimizi de belirleyecek olan bunlardır. Bu Ö. ün niye büyük kesintiler yaşadığı, neden ancak krizli geçişlerle kendisini tekrar toparladığı, neden sınıf mücadelesinin yeni dönemlerine, sürecin başlangıcından değil de sonrasında giriş yaptığı, onu karakterize edenin neden direnişçi dar bir devrimciler ö. kimliği olduğu, neden kitlelerin önünden onları ö.leyerek yürüyemediği, neden kurucu ve sınıf mücadelesinde önderleşen bir karaktere değil eleştirel muhalefet biçimiyle alternatif oluşturmakla sınırlı kaldığı, neden bunca zamandır sınıf demesine ve proletaryanın fiili önderliğinden söz etmesine karşın sınıf içerisinde mevzilenemediği, neden organlaşma ve kurumsallaşmanın sağlanamadığı, neden bir süreklilik yaratılamadığı, neden en geri bir iç işleyiş ve ilişki sistemine sahip olunduğu, neden bu kadar kadro ve çevre güç erozyonu yaşandığı” diyerek soruyor. Soruyor. Soruyor. Hep soruyor.

Sorularla sorunu öznesizleştirirken (çoğul özne kullanımı, kullanan birinci düzeyden sorunlu bir konumdaysa aslında sorumluluğun reddine, sonuçların olumsuzluğuna ve bu olumsuzluklar üzerinden Ö’e dışardanlaşmaya işaret eder) kendisini sorumluluksuzlaştırıyor. Tek cevabı anti-faşist devrimcilik yapış tarzımız. Bu tarzla şekillenen dar direnişçi örgütsel yapımız.

Peki bu durum nasıl aşılacaktır? Bir sonraki Konf.’a kadar izlenecek taktik hat ne olmalıdır? Örneğin genel olarak işçi sınıf içinde çalışma, proletaryanın bütününe dönük sloganların nasıl ve neler olacağı toptancılığıyla değil, Türkiye İşçi Sınıfı’nın hangi sektörlerde “çalışan” hangi emek türlerinin taşıyıcısı olan öznelerini örgütlemeye yönelmeliyiz ki, hem proletaryanın bütünü üzerinde yalnızca “manevi” değil fiili-siyasal etkimiz olsun hem de, Türkiye’nin iktisadi altyapısı üzerinde gerektiği anda harekete geçebilecek kilitleyici bir gücü elde edebilelim. Bunu sağlayacak taktik politikalar ne olmalıdır? Bu politikaları hangi sloganlarla somutlayacak ve nasıl bir örgütlenmeyle hayata geçireceğiz?

Bu sorunu şöyle somutlayabiliriz; geçmişimizin en ayırt edicilerinden biri Kürdistan’da Askere Gitme sloganı etrafında örülen ve yalnızca dergi yazıları, teşhirler, pankart, afiş vb. araçlarla propagandasının yapılmasıyla sınırlı olmayıp imza metniyle ve toplanan binlerce imzayla yürütülen politikaydı. Bugün çok geri bir faaliyet gibi görülebilse de, savaşın en kirli, en kitlesel kırımlarla geliştiği, her gün gelen birkaç asker ölüsüyle şovenizmin gericilik birikimini kanırtarak yükseldiği bir dönemin koşullarında insanların adını vererek buna karşı çıktığını ilan etmesi (ki toplanan imzalar dergimizde yayınlanıyordu) başlıbaşına önemli ve anlamlıydı. Daha sonra bu imzaların, önünde yapılan bir eylemle Parlamento’ya götürülmesi veya buna aracılık edebilecek Parlamenter-lere yapılacak bir basın toplantısıyla teslim edilmesi vs. yapılamaması politika yapış tarzımızın karakteristiğidir. Tek tek insanlarla tanıştık, bir kısmıyla örgütsel ilişki de geliştirdik. Peki bugün liberallerin önayak olduğu “Beyaz Başörtü” gibi biçimler ve her iki tarafın analarının aracılığıyla bu sonuçlandırmayı gerçekleştirmek olamaz mıydı?

Benzer şekilde Büyük Marmara Depremi sonrası tüm yoldaşlarımız ayaktaydı. Deprem bölgelerine gidip kurtarma çalışması, çadırlarda yaşamak zorunda kalanlara erzak yardımının örgütlenmesi vb. birçok parçadan işi yaptılar, örgütlediler. Peki tüm bu inisiyatifler ve yapılan ajitasyonlar bir politikayla birleşti mi? Konut sorununun bileşkesi olarak ayakta ve öylece boş duran binaların, dairelerin işgalini örgütlemek, bir kısım ülkelerde halen süren benzer işgalleri buradan başlatmak akla geldi mi?

İşte bu bizim politika yapış tarzımızdır. Yalnızca içerikte anti-fa devrimcilikle malüliyetten kaynaklanmıyor.

Bu tarzın meşruluğu örgütsel yapı ve bileşimimizi de belirliyor. İşçi yoldaşlar bu nedenle hep Örgüt İşçisi olarak kalıyorlar. Çünkü onlar çözümlemeci, görev koyucu değil iş yapıcıdırlar.

Bu “sürecin” bir kesitinde, bir yldaşın metninde Ad., Kaz., Tahsin y. somutluğuyla örneklendi. Kadroların değil SİZlerin işçi sınıfı içinde örgütlenme-işçi sınıfını kendisi için sınıf bilinciyle örgütlemenin X’in genel olarak faaliyetinin “yoğunlaşma alanlarıyla”, genel olarak kadro bileşiminin sınıfsal yapısıyla değil en alttan en üste mücadelenin ve örgütün yönetici, karar verici mekanizmalarının bileşiminde, hatta aslolarak bunda özelleştirilmiş bir dikkat ve yoğunlaşma ve zorunluluğun bilinci anlamında özel bir tercih konusu olup olmadığı. Bugünümüzü, dündeki bu özensizlik değil, dikkatsizlik değil tam olarak küçük burjuva elitizminin kabul ve ilanı olmadan anlayamaz ve anlatamayız. Bunu hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kat’ilikte reddi ve özeleştirisi olmaksızın partili geleceğin bir adımı olarak için ilan etmekte alabildiğine cevval davranılan Sosyalist Devrim-Sosyalist Türkiye güzel fakat içi boş bir slogan olarak kalmaya mahkumdur.

X olarak biz ise; ne yapmalıyız ki, dışardan önderliği işçi sınıfının dışından buyruk çıkarmak olarak yürütmekten, çözümlemeleri sonuca götürüp işçi sınıfının eyleminin önünü açacak, onunla bu eylemin içinde dinamik bir ilişki kuracak politikalar olarak somutlamamaktan ve ne yapması gerektiğini söylemekten ama iş onlarla birlikte yapmaya geldiğinde tıkanıp kalmaktan kurtulabilelim. Bugünün cevabı aranan sorunu budur.

Tarihimizin farklılaşan iki örneği Kur. ve İG’nin işçi yoldaşlar eliyle hazırlanıp finanse edilerek çıkarılması bu nedenle çok önemlidir. Çözümümüz bunlarda somutlanmaktadır. Bu pratiklerin örgütlenmesindeki ve gerçekleştirilmesindeki örgütsel ve kadrosal politika ile önderlik çizgisi üzerinden gidilmeli, gitmeliyiz. Sosyalist Devrimci bir önderlik çizgisinin olmazsa olmazı bunları gerçeklik haline getiren emeklerin sahiplerinde maddileşmektedir.

Fuat Y’ın “Zamanı Gelen”ini zamansız kılan işte bu merkezi boşluktur. Merkezinde Ö. yoktur ki, nasıl bir Ö’ün cevapları olarak O’nun yapı ve işleyişi kadar kadro bileşimi, faaliyet alanları ve içeriği vb. üzerinden partili geleceği araştırabilelim, buna doğru yürüyebilelim.

Bu ne kolay çözümdür ne de kısa vadeli bir idare etme arayışıdır. Hepimizin canını ziyadesiyle yakacağı ise kesindir. Fuat yoldaş ve Zamanı Gelen’i yürüyüşü dinamize etmekten, yön çizmekten uzak. Durdukça çürüyoruz. Konf. Del.’si y..lardan bile çekip gidenler olurken; süreçleri, gelişen fırsatları uzaktan seyrediyoruz.

Yanlışlar yapılabilecektir. Ama artık yanlış da olsa yapalım. Bırakın artık biraz da işçi y..lar yapsınlar bu yanlışları. Bırakın artık “yukarıdan gelen fetvalardan” değil, yanlışlarından, iş yapışlarından, sonuçlardan öğrensinler. Seçkincilikle, P’li geleceği barikatlayacak şekilde faaliyeti durdurup teorik tartışmalarla bu tartışmalarda en iyi, en güzel, en bütünlüklü çözümlemeleri yapanların (zihinlerinin derinliklerinde hala var ve güçlü olduğunu türlü çeşit davranışlarla, tavır ve tutum belirleyişle ortaya koyan) küçük burjuva gururunu okşayıp, K.Hareketi hareketsizliğe mahkum etmeyelim.

Bu anlayışla öne çıkmayan hiçbir “Zamanı Gelen”, Biz’im zamanımızın geleni olamaz.

15.08.09

Zeki/Serdar Ben

****

Ermişlik, büyük dönüşüm hapı, inkarcılık ve kopuş fetişizmi (Okan/Murat-19 Ağustos 2009)

Bünye bir kez zehirlenmeye görsün, zehirlenmenin farkında olunmadığında, olunsa bile zehri vücuttan söküp atmadığında vücudu sarıp, merkezi sinir sistemini kontrol altına alması, hücreleri işlemez hale getirmesi, dolayısıyla kendisine uyarlaması kaçınılmaz oluyor.

Yaşadığımız fiili tasfiyeciliğin hepimizde ve herkeste yarattığı etkinin kapsam ve derinliği ile birleşik, örg.sel değer ve birikim adına ne varsa her şey başaşağı edilmiş, kişi kültünün yıkıcı etkisi bütün sonuçlarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Soyut genellemeler ve bıktırıcı tekrarlar ile somut olarak yaşadığımız gerçeklik boğuntuya getirilmiş/perdelenmiş, içine yuvarlandığımız durum ve sorunlar, özneden soyundurularak, kendinde şeyler ve nesnelcilikle açıklanır hale gelmiştir. Sunulanlar içerisinde, kopuş fetişizminin mimarının “Zamanı gelen fikirler durdurulamazlar” yazısı bunun belgesi niteliğindedir.

Öncelikle bu yazı niçin yazılmış/sunulmuştur? Dört yıldır ör.ün kaderinin bağlandığı o meşhur BD yazısı, sürecimizin sonuna ramak kala hala ortada yokken zaman ve enerjinin bu içerikte bir yazıya harcanmış olmasının anlamı nedir? Bu yazı ne anlatmaktadır? BD bu mudur? Yoksa ör. raporu mudur? Nedir? Kafada ne varsa her şeyin boca edildiği bir bulamaç çıkmıştır ortaya. Bu bir eksen midir? Eksen nerededir?

Bu yazının neresinden tutup, nasıl muhatap alacağını şaşırıyor insan. Özlü olarak ifade edersem: ‘Her şey benden sorulur, her şeyi ben bilirim, her şeyin yön ve sınırını çizerim, buna bakın yola yordama gelin’ diyen bir yazı bu. Bu yazıyı da okuduktan sonra ör.de yaşanan alameti, kopuş fetişizminin geldiği/ö.tü getirdiği noktayı daha çıplak görüyor insan. Yazı çoktan kafada bitirilmiş üzeri çizilmiş olan y.lerin dışında kalan del. bileşenini -kendimin de içinde olduğu- kopuş fetişizmine yedekleme kendi deyimiyle “ikna etme”(sözlü ifade) kafasıyla yazılmıştır.

Bu yazı bırakalım bir dev. ör.ünü, basit bir kurumda bile olmayacak bir biçimde ör.ü bozuma uğratan -bizde olan- hamleler yığını ile birleşik, ör. tarihi okumasındaki kendi resmi tarih yazıcılığına dair bir belge çıkmıştır ortaya. Ayağa kalkmanın koşullarını yaratmaya geçmiş ör.ü bozuma uğratan aktif ve pervasız hamleler yığınını kendi diliyle ortaya koymuştur. Ta 2005’teki mektuplaşmalarda belli y.leri hedefe çakarak (“Düşüncem sizlerle tartışmak ve fikir ve yön birliği oluşturup diğer y.da tartışıp zorlayarak ikna etmekti. Bunun zor olacağını daha ilk konuşmada anlamıştım ama belki bir, iki, üç y. dışında ikna edeceğimden de emindim. Duvarı siz ördünüz. Konuyu her düzeyde tartışmaya hazırım. Bu yapı buna hazır mı, hatta sizler hazır mısınız, sonuçlarıyla birlikte soruyorum ve düşünüyorum bunu.” (…) “Durumun, koşulların, sıkışmaların ortaya çıkarttığı yanlış bir düşüncenin yanlışlığını göstermek, ortak bir düşünce ve psikoloji oluşturduğundan biraz zaman alır ama çok uzunda sürmez. Ama, benim sizleri kazanma sorunum var…”) ifade ettiği niyeti, “üç yayın, üç kurultay” hedefiyle tasfiyecelikten çıkmaya doğru hamle yapmış, kendini silkeleyerek ayağa kalkmaya çalışan ör.ü çözerek gerçekleştirmiştir. Bu yazı bunun açık bir belgesidir. Bu yönleriyle beni ikna etmiştir! Onun için çok net ifade ediyorum ki çizgi ve eksenim ‘kopuş fetişizmi’ değil, ‘süreklilik içinde kopuş’tur.

Üçüncü konferans iradesinin yaptığı “Bir dönem kapanmıştır” tespiti ve kendimiz açısından yeni bir dönemi açamamış olmamız bir realite olarak kendisini gündeme taşırken, bunun neden böyle olduğuna dair getirilen açıklama; “Üçüncü Konferansımızın “Bir dönem kapanmıştır” tespiti, o günden bu yana çok daha ağırlaşmış ve yıkıcı sonuçlarıyla kendisini gösterdi, gösteriyor. Belirli bir tarihsel dönem içerisinde var olan, içlerinde bazıları büyük güçlere ulaşan parti ve örgütler, bugün yokoluşla karşı karşıya. Önceki güçlerinin çok çok gerisinde bitkisel bir yaşam sürdürüyorlar.” bu genel doğrunun içerisine kendimizi, öznelliğimizin üzerinden atlayarak yerleştirme biçiminde oluyor. Bu anlayışa göre biz kimi “parça adım”ları atmış olsaydık -buna konf.da dahil- dahi, “Büyük dönüşüm” kapsamında bir “kopuş” gerçekleştiremeyeceğimiz, buna hazır olmadığımız için bu sarmalı yarma şansımız olmayacaktı. Nesnelliğin arkasına sığınan ve her şeyi onunla açıklayan bu kaderci anlayışa göre biz bu tablo içerisinde bir kaçınılmaz sonu yaşadık/yaşıyoruz. Bize öğütlenen bundan ders çıkarmamız, “kopuşta süreklilik” çizgisine -kopuş fetişizmine- sarılarak her şeyi unutup geleceği “fethe” çıkmamızdır. Çünkü kendince bugün ör. içinde bu iklim yaratılmış, her şeyin tasfiye edilmesi başarılmıştır. Bu geçmiş gelecek ilişkisinin kuruluşunda, geleceğin kazanılması adına geçmişin/temelin yıkılıp, varlığının tamamen ortadan kaldırılmasıyla geleceğin üfürülmesidir.

Bu anlayışa göre, bugüne kadar 4’ü yapmış olmak da “parça” adım kapsamındaydı onun için bu “parça”nın gerçekleştirilmesi engellenmiştir. Bu kendi kafasındaki, o dönemde neyin nasıl yaşandığından kopuk gerekçelendirmelerle; “Bu ikisi olmadığında en dar ö.sel kapsamlı bir konf. dahi olsa son derece sıradan, etkisi ve sonuçlarıyla da yüzeysel bir konf. olmanın ötesine geçemezdi.” itirafıyla çok açık biçimde ör.ün en üst iradesi olan konutun gerçekleştirilmesinin nasıl engellendiğinin de itirafıdır.

Kendi kafasındaki temayüle göre ör.ün kaderiyle bu kadar rahat oynayabilen bir anlayış, grup-şef kültüne tekabül eden ve keyfiyetten beslenir hale gelmiş yapısal zayıflıklarımızdan kopuşu nasıl sağlayabilir? Kopuş fetişizminin sarmalı içerisinde tasfiye edilmesi başarılmış olan ör.ün bu noktaya gelmesinden başta en üst kurullarda yeralan y.ler olmak üzere bu anlayışa prim verip, çözülmenin derinleşmesine neden olan, ona yataklık eden bizler, tarih karşısında sorumluyuz.

Rahatlığa bakın ki, benim kafamdakine uymadığı için konut gereksizdi, o zaman mti (kastedilen 2005 öncesidir) yapılmalıydı deniyor. Ör. bd yazılacak diye uykuya yatırılıyor, sonra ör.ün önünü açacak olan mti sabote ediliyor. Kafada bir dünya yaratıp her şeyi onun içine sıkıştırmak böyle bir şey olsa gerek.

Konutun gereksizliği iddiasını, yd çalışmasına bir yön kazandıran yd konutunu da geçersiz ilan edip çalışmanın belli yönleriyle gerilemesini de buna bir kanıt sunarak güçlendirmeye çalışıyor. Ör.ün toplamında birçok şeyin uykuya yatırıldığı, çürütüldüğü bir dönemde, yd konutun kazanımlarının kimi yönleriyle boşa düşmesi sürpriz olmasa gerek. Yd çalışmasında yapılan ve yapılmaya çalışılan şeyleri değersizleştirme çabası da bu kopuş fetişizminin şaha kaldırdığı toplam düşünce yapısından kaynaklı Fu. y.da saplantı düzeyinde bir hareket seyri kazanmıştır. (DİPNOT: Yd’ye çıkışları spekülasyon malzemesi haline getirmek konusunda ise vites büyütmüştür. “Bizim ö.tarihimizde olmayan bir durumdur bu. X’nin 12 Eylül dönemindeki tasfiyeciliğe karşı temelde -özellikle o dönem için- doğru olan yurtdışına çıkmayı yasaklayan politikası terkedilmiş, bununla tümüyle karşıt sağ bir politikanın uygulanmasına geçilmiştir.” Bu durumda sormazlar mı adama madem böyle düşünüyordun, ülkede kalmanın olanaklarının görece daha fazla genişlediği bir zamanda sen niye çıktın yd’na?)

Şunu açıkça ifade ediyorum ki; söylediklerimin ve söyleyeceklerimin kopuş fetişizminin mimarı açısından bir kıymet-i harbiyesi olmayacaktır. Çünkü bu y. kendi geliştirdiğini düşündüğü soyut çözümleme ve birikimle kafasında yarattığı çerçevenin içine girmeyen hiçbir şeyi kabul etmeyecek kadar kapalı devre, dışsallaştırıcı bir düşünce yapısına sahiptir.

Bu öylesine taşlaşmış bir yapısallık ki, kendini almaya tamamen kapatmış daha doğru bir ifade ile söyleyecek olursam, kimse de almaya/öğrenmeye değer bir şey bulmayan, her şeyi kendinden menkul gören bir kapalı devrelilik. idealizmin diliyle konuşacak olursam ermişlik!..

Bu ermiş kişilik kendi düşünce yapısının doğal sonucu, kendi organındakiler ve kadrolara güvensizlik başta olmak üzere, ör. organlarına, işlerliğe, kong. ve konf.lara hep “çözüm olmayan çözümler” (yazıda kendi ifadesi) odağından bakmış, küçümsemiştir. Bu konuda kendini ilahlaştıran Apo bile bu düzeyde yapmıyor.

Önce sadece ÖO gündemli, sonra son derece dar ve sübjektif, örgütü bu durumdan çıkarma ve geleceğe yürütme değil fatura kesme kafasıyla yazılmış ö.sel rapor gündemli -şimdi bir başkası da sunulmaya hazırlanan ve muhtemelen biraz eklektize edilmiş, kabuğu soyulduğunda ne olduğu kolaylıkla görülecek-bir konf.un bir çözüm olarak sunulmasında da ifadesini bulan bu görüşe karşı oldum.” Burada da ifadesini bulan bu yargıçlık ve peşin hükümlülük artık bir niyetin de dışa vurumudur.

Bahsi geçen, dönem itibariyle de (2005) delegelere açılmaktan alıkonulmuş, okuyan km ve köm üyeleri özellikle ikinci bölümünden yola çıkarak; “Özellikle “yeni bir sistem kurmak” başlıklı bölümde “duyarsızlığın toplumsal kökenleri, stratejik bilinç, sistem dinamiği, kadro sorunu üzerine” yazılarımızda geliştirilmeye çalışılan yeni bir ailevi sistem perspektifinin bir kademe somutlanmış biçimiyle heyecan verici yeni açılım unsurları var.” (Ali/Teo); “Taslağın özellikle “STR HEDEF VE YÖNELİMLER” bölümüne (kimi itiraz noktalarıma olmasına karşın) hemen tümüyle katılıyorum. Yazıda bir bütün olarak sistemimizi sorgulamaya ve yeni bir sistem kurmaya girişilmesini, geleceğimize dönük son derece önemli ve anlamlı buluyorum.”(Bahar/Sevgi) “Sonuç olarak, yukarıda söylediklerimi bir kenarda tutarsak;

3)Metnin bu akışı, sorunların ele alınışı, vurgular, ulaşılan sonuçlar ve koyulan hedefler bence UYGUNDUR. İşlevli de olacaktır.” (Süreyya) “Taş.ın temel izleklerini açıklık, bütünsellik, yeni bir sistem yönünde güçlü bir çaba ve iktidar bilincini gerçekleme arayışı olarak görüyorum. Bu izleklerin yerli yerine oturması ve herbirimiz tarafından daha güçlü kavranıp işletilmesi için ise bence yapılması gerekenler var.” (Fatma/Aliye)

“Yazının ikinci bölümü, yapısal ö.sel sorunlarımızla bağ kurması, Kuruluşumuzdan bu yana süregelen, köklüleşen zaaflarımıza operasyonel yaklaşımı, konuları belirli başlıklar altında toplaması ve vurgulu bir anlatımın olmasıyla daha çözümleyici akılda kalıcı ve almayı kolaylaştırıcı ve bu yönüyle iyi olmuş…”

“Bu bölümde ‘önderlik krizi-çekirdek krizi-sistem krizi ‘ başlıkları altında sorunun konuluşu, grup\dar or.yapısından gelen bize özgü yapısallaşmış sorunlar temelinde inceleniyor. Doğru, isabetli, köke inen çözümlemeler…”

“..İktidar bilinci, Yapısallaşmış zaaflarımızdan biri olarak alınıp operasyonel bir şekilde yönelinilen bu konu, sorunların en temeline yerleştirilip çözümünde çıkış noktası olarak gösteriliyor. Kendi içerisinde derinleştirilerek işlenmiş…”(Oylum/Fu) bu tanımları yapmıştır. Fakat Fu. y.in konutun önüne örülen “çözüm olmayan çözüm” barikatı aşılamamış buradan ilerlenememiştir.

Hadi bunu eksik, yetersiz, yanlış buldu. Peki bugün daha sunulmamış bir taslak hakkında bu hükmü nasıl verebiliyor? Bu kendi dışında kalan kadrolara, örgüte yaklaşımda yapısallaşmış, bulutların üzerinde gezinen kopulması gereken taşlaşmış anlayıştır. Maalesef bu anlayış kendim başta olmak üzere birçok y.in edilgen duruşundan kaynaklı, öncesi de bir yana son 4 yılı alıp götürmüş, örg. felce uğramıştır.

Kuşkusuz kişiyi, artık işin içine niyetin de girdiği fakat ondan da bağımsız bu noktaya götüren bir nesnellik vardır. Toplamdaki yetmezlikler, gelişmedeki tekyanlılıklar, kendini gelişkin ve daha üst bir düzlemde yeniden örgütlemedeki zayıflıklar mevcuttur. Bu da bireylerden bağımsız bir sistem sorunudur. Sistemi farklılaştırmak bunun için keşiflere çıkmak adına, halihazırdakini çürütmek çözüm değil görüngüleri yaşandığı üzere bataklık üretir.

Kendisini bir yüksek çözümleme mercii olarak gören Fu. y. kafasında oluşturduğu “olgucu”, “dar deneyci” yaklaşımla hesaplaşmak adına bugün yaşadığımız ör.sel krizin nedenlerini; “Örgütümüzde ve Türkiye devrimci hareketinde bu tür durumlarda yaygın ilk düşünüş, nedenleri öncelikle hatta tümüyle ö.sel alanda arama ve bulma biçimindedir.” eleştirisiyle tanımlamaya başlıyor. Bu kendisini ör.sel alana dönük yaşadığı yabancılaştırma efekti-teorisi olarak öne çıkan bir yaklaşımın ürünüdür. Ör.ün öğütülmesini, erimesini ve bunun içinde taşıdığı kendi payını realize etme çabası/yaklaşımıdır. Bu yapısallaşmış, artık bizimle anılan, üzerimize yapışmış zayıflıkların üzerinden atlamanın yanında, nesnelci bakış açısından çıkış alan ve doğası gereği nesnelliği etkileyip değiştirme iradesinden kendini soyundurmanın da bir ürünüdür.

Birikegelen sorunlarımızın patlamasıyla da yaşadığımız kırılma içerisinde öncesi bir yana son 4 yılı harcamamızı nasıl açıklayacağız? Gerçekler acıdır, “olguculuk” eleştirisiyle onlardan kaçamayız. Dünya ölçeğinde yaşanan kriz, onun sarsıntılarının yarattığı etkiler, bunun mayalandırdığı kapitalizme karşı kıpırtıların, devrimci bir müdahaleyi azami düzeyde zorunlu kıldığı bir zaman dilimini harcamayı, bunun ortaya çıkardığı sorunları biz “ör.sel alanda” değil de nerede arayacağız?

Burada “ör.sel alan” olarak darlaştırılan, küçümsenen şey, aslında tam da ideolojik sorunlarımızın çıkış noktası, dev.cilik anlayışındaki farklılıkların şu yüzüne vurduğu zemindir. İçimizde keskin bir sapma olarak ortaya çıkan aydın entellektüelizminden farklı olarak, Marks’ın “Aslolan dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir”de ifadesini bulan fikrin işaret ettiği dev.ci. eylemin konuşacağı yer olarak “ör.sel alan”, bizde başlangıç noktası haline gelmiştir. Bu böyle olmasa, Fu. y. yüzlerce sayfayı bulan metinleri buna neden ayırsın!?

Bugün ve yakın gelecekte yüzünü sınıf mücadelesine dönmeyen ve ona müdahaleyle açımlanmayan hiçbir çözümlemenin yaşamda bir karşılığı ve anlamı yoktur. “Ör.ün teorik atılımına kadrolar yanıt veriyor mu”nun bugüne taşınmış biçimi olan, teoride kuruculuk adına kutsanan, kişi kültünün bütün emarelerini ele veren bu yazıdaki serencam, bir enkaza dönmüş olan bugünkü halimizin resmidir. Fu. y artık “Benim teorik atılımıma ör ve kadrolar yanıt veriyor mu”nun versiyonlarını üretmeye başlamıştır. Bu ve bu eğilimle örtüşen, son on yıldır yaşadığımız derin tasfiyecilik ve devrimci hareketin yenilgisi ile birleşik içimizde yuvalanıp üreyen post modern aydın entellektüelizmi, kurdukları çevreci iç ilişkilerle de proleter sosyalizmin militan mücadele hattından kopma noktasına gelmişlerdir.

Aradan 4 yıl geçmiş ve hala ortada olmayan büyük dönüşüm çözümlemesi adına neleri kaybettiğimizin örg bütününde ve ilişkiler sisteminde nasıl bir erozyona uğradığımızın, bunun fiili olarak ör.ü nasıl çözdünün farkında olmamak mümkün müdür? Tasfiyecilik mi yaşanmış üzerinden atlayalım, son 4 yılını da postmodern biçimde yaşadığımız fiili tasfiyeciliğin yarattığı bozulmayı geçelim. Çünkü ona göre bunların hepsi sonuçtur. Kabalaştırarak ifade edecek olursam bu düşünce öz olarak; ‘bunlar yaşansın tarih böyle aksın, kapitalizm krizini yaşasın, üretici güçlerin gelişim seyriyle onu aşma yeteneğini göstersin, biz her şeyiyle yüksek bir çözümlemeyle masa başında alternatifini koymakla uğraşalım. Dünden kopup, bugünün üzerinden atlayarak geleceğe hazırlanalım diyor.’ Bu daha bu noktaya gelinmeden bir y. tarafından haklı ve isabetli olarak adı konulmuş “neo koordinasyonculuk” değil de nedir?

Peki “çözüm olmayan çözüm” kapsamında komplocu düşünce sistematiği ile engellenen konutu biz 4 yıl önce yapsaydık ne olurdu? Yapmadık bugün ne oldu? Ne yazarsak yazalım, hangi soyutlamaları yaparsak yapalım, gerçekliğe ne kadar takla attırmaya kalkarsak kalkalım bu soruların yanıtını oluşturan somutluk, yaşadıklarımız ve halihazırda yaşamakta olduklarımız ortadan kaldırılamaz. Sürüklendiğimiz fiili tasfiyecilikle birlikte son on yılımızı tükettiğimiz süreç, hiç haketmediğimiz bir noktaya getirdi bizi. Biz 6 yıldır bir konut süreci yaşıyoruz. Sündükçe sünen, sündükçe çürüyen, çürüdükçe çürüten bir süreç. Konut kararı alındıktan bu yana fiili tasfiyeciliğin beslediği keyfi tutumlardan kaynaklı iki yıl onu gündemleştirmemekle kaybedilmiştir. Son 4 yılda konutu “çözüm olmayan çözüm” olarak gören, onu bd’nin yazılmasına tabi kılan ve hala ortada olmayan bu yazının yazarının tutumuna teslim olunmuştur.

Bu da bu ör ve kadrolarının, bizlerin temel yapısal zayıflıklarından biridir. Bu tutum aşılıp yürünmeliydi. Öncesi bir yana gündemi netleşmiş 4 yıl önce biz bu konutu yapmış olsaydık, her şeyden önce bir örgütsel düzeltme, irade tazelenmesi ve atılım yapmakla kalmaz bugün tartıştığımız konularda, kolektivize olmuş, herkesin özneleştiği ve bugün tartıştıklarımızı daha bir derinleştirmiş, gelişkin bir düzleme taşımış olurduk. Öyle betimlenerek ifade edildiği gibi bu konut “ölüm” değil yaşam “öpücüğü” işlevi görürdü. Bugün ise yeni bir kong./konf. orada belirlenen esasların ışığında yapılır ve bugün her yönüyle daha gelişkin ve farklı bir düzlemde olurduk.

Kendi bulunduğum alan üzerinden açıklıkla ifade ediyorum ki biz 4 yıl önce kuyruğundan yakalanmış “büyük dönüşümü” daha sağlıklı tartışıyorduk. BD kopuş fetizmi ile birlikte, her şeyin üstüne çıkarılmaya başlandı, bu uğurda konf “çözüm olmayan çözüm” olarak görülüp engellendi, çok sonrasında delege iradesinin önünü açacak mti baltalandı, bozulmayan bir tek şey kalmadı ve bu noktaya geldik.

Kopuşçuluğun ve bu bozulmanın fikir babası Fu. y., başından beri kafasında nasıl bir planla hareket ettiğini yazdığı bu metindeki itiraflarıyla ele veriyor. “Kendi görevlerini tanımlayan, bunları merkeze koyan, en başta kendisi bunları gerçekleştirerek ve ö.ü oraya doğru çekerek ö.leyen bir Mk konumuna çıkılmamıştır. Bunu MK çalışmalarına dahil olduğum bir süre süren bir dönemi kısmen hariç tutarak söylüyorum. Bu, kısa bir dönemin ardından görüş ayrılıklarımızın her konuya doğru genişlemesi ve derinleşmesiyle, kendi cephemden bu Mk’yla olmayacağına, yürünemeyeceğine, bir gelişim ve sıçrama gerçekleştirilemeyeceğine kesin kararı vermemle bitmiştir.” Bu kadar açık ve basit. BİTMİŞTİR. (DİPNOT: “’97-’98 yıllarında sosyalist devrim dememiz gerektiği düşüncesi bende oluşmuştu. Fakat strateji değişikliğini öncelikli sorun olarak görmüyordum. O dönem yazdığım temel yazılar kapitalizm-sosyalizm karşıtlığı üzerine ve sosyalizm için bir teorik çerçeve oluşturmaya dönük yazılardır. GELİŞKİN BİR PROGRAM İÇİN TEORİK TEMELİN YENİLENMESİ GEREKTİĞİ, YENİ BİR BAKIŞ AÇISI OLUŞTURMAK VE BİR KADROSAL DÖNÜŞÜM YARATMAK BASKIN VE ÖNCELİKLİ DÜŞÜNCEYDİ.” Bu nasıl bir önderlik anlayışı ve misyonudur ki böylesine stratejik bir konuda kafada oluşan şey kendi içerisinde olduğu kurum başta olmak üzere onu çevreleyen önderlik konumundaki y.lere dahi taşınıp tartışılmıyor. Ki işaret edilen tarih aynı zamanda fiziki olarak yan yana olunan koşullarda ve kopuş fetişizminin “zirve” olarak tanımladığı -gerçekte ise ör. tarihinde en büyük kırılma noktası olan- 3’ün peşinden gelen kesittir. İşte “kopuş” adına, güncel örneklerinden de görüldüğü üzere bugün kökleştirilip, geleceğe taşınmak istenen bu anlayış ve kafadır. Bu nasıl bir kopuş anlayışıdır? O gün öncelik ör.ün stratejik konumlanışı değil, kendisini her şeyin üstünde gören ermiş kişi kültünün tercihidir. O’nun “kadrosal dönüşüm yaratmak” gibi bir önceliği vardır. Bugün de konutun engellenmesi de dahil suç teşkil eden olgular gerçekleştirilebilmiştir.)

Bu kirli bir politika yapma tarzıdır. O zaman o toplantılarda ve örg. bütününde, delegasyon nezdinde bu niye açıktan deklare edilmedi. Bu ör. niye bu biçimlerde oyalandı. Kafada bu vb. kararların alınıp ör.ü bu kararlara tabi kılma intiharımız olmuştur. Kişi kültünün kafasının arkasındaki planlar ve aşamalandırmalarla hareket etmesi buna dair taktikler geliştirmesi konutu da “parça” olarak görüp engeller, ör.ü de parça-pinçik eder.

Proleter tevazudan yoksun, kendini bulutların üzerinde gören bu hareket tarzı Fu. y.de tarihsel bir devamlılık ilişkisine sahiptir. TP içerisindeki konumlanış, sonrasında MK seçimi de dahil, ör.ün yeniden örgütlenmesine dair bir çalışma planının çıkartılamaması, başına buyruk hareket etme, konutu engelleme, İMT’yi engelleme bunlardan başlıcalarıdır. Bu kirli yöntemlerle nereye kadar gidilebilecek ki! Hangi soyut teorik formülasyon, kağıt üzerinde hangi parametre dile getirilirse getirilsin, bu çıplaklıktaki, proleter kültürün tam karşıtı, burjuva hesap ve planlarla hareket eden bu kafa sosyalist bir gelecek yaratamaz!

Böyle bir kafadan beslenen değişim-dönüşüm algısı ve özellikle ondan çıkarılan sonuçlardaki farklılık, devrimci olanla postmodern entellektüelizm arasındaki farklılıktır. Bugüne kadar tasfiyeciliği derinleştirip örg.ü tamamen çözen bu postmodern aydın entellektüelizmi anlayışıyla uzlaşma günahı işleyenlerimiz çok oldu. Artık bunun karşıtı, devrimci olanı geliştirip büyütmekteki ısrardan başka çıkış yolu yoktur.

Gelinen noktada ne diyor bahsi geçen yazı? “Sadece siyasal program kapsamıyla değil önceki program ve stratejimizin bütünüyle değiştirilmesi, halkçı demokratizmden, bunun ana unsurunu oluşturan antifaşist devrimcilikten köklü bir kopuşla birlikte, halkçılıktan toplumsalcılığa doğru evrimleşmekte olan küçük burjuva sosyalizmiyle, dogmatik ve revizyonist reformist sosyalizm programlarıyla sınır çeken proleter sosyalist devrimci bir program ve stratejinin ortaya konulması, bir eksenin ortaya çıkartılması acil ve ertelenemez görevdir...” (Buradan aldığı ilhamla İlker buna, ideoloji tanımına da takla attırarak, “eski ideo-siyasal hattımızdan” kopuşu da ekliyor.)

Nedir bu gerçekten? Geçmişimizi lekeleyip, lekelemekle de kalmayarak onu köklerinden arındırmak için niye bu kadar uğraşılıyor. Biz bugüne kadar “halkçı demokratizm” uğrunda mı mücadele ettik? Öyleyse niye vardık? Hangi misyonu yerine getiriyorduk? Yazık gerçekten yazık!

3 sonrasının, fiili tasfiyeciliğin yarattığı en temel sonuçlardan birisi de budur. Sadece kendine ve tarihine yabancılaşmak değil onu toptan inkar. Köklerin sökülüp atılması. Kopuş fetişizmi devrimci mücadelenin dibe vurduğu, ağır yenilgilerin yaşandığı zeminde böyle yeşerebiliyor işte. Gerisi laf-i güzaf.

İşte bu anlayışa ve bu anlayıştan apartılan görüşe göre köklerimizde ve gelişimimizde süreklilik öğesi olabilecek hiçbir şey yok. Köklerimizden köklü bir kopuşu gerçekleştirmeyi kutsamamızı öğütlüyor. Tarihten ve kendi gelişim süreçlerimizden biliyoruz ki, her yenilgi böylesi zigzagları, o güne kadar yaptıklarının 180 derece tersini yapmayı en büyük dev.cilik saymayı kutsamanın koşullarını ortaya çıkartır. Yok olmayacak, bunu başaramayacaksınız! Kopmak isteyen buyursun kopsun. Ben süreklilik içinde kopuş savaşımının militanı olmayı esas alacağım.

Kuşkusuz kopuşçuluğun bu noktaya varması birdenbire ortaya çıkan bir durum değil. Bugüne kadar bizi teslim alan düşünce kalıplarımız içerisinde farkında olmadığımız, bugün yeni yeni ayırdına vardığımız aslında en köşeli kalıplarımızdan biridir. Bu düşünce kalıbımızın içinde “yeniye geçişte zorlanma”, “yeniyi kavrayamama”, “eskiden kopamama”, “Örgütün teorik atılımına kadroların yanıt vermemesi” gibi dilimize pelesenk olmuş kavramlar, tasfiyecilik mağduru-malulu ör.ümüzde neredeyse her dönem, sorunlarımızı objektif bir biçimde tanımlamamızın önüne geçen bir iç engel yaratmış oldu. Nesnelci bir bakış açısıyla yapısal zayıflıklarımızı realize etmemize yol açan bir iç engel!

Hele öncesinden başlayarak 3 ve sonrası, belli bir sisteme ve çalışma perspektifine sahip işlerlikten yoksunluk, sağlıksız ve tekyanlı bir “yeni” algılayışı, giderek dikey hiçbir yanı kalmayan, yatay zemin ve ilişki biçimleri üzerinden ör.lenen “platform” tarzı “yeni” yaratıları, son on yılımızı, Leninist ör.t yapısı açısından yarattığı tahribat ve oluşturduğu kültürle -öncesinden ör. fetişizmi iken- ör. düşmanlığına doğru kırılan bir anafor oluşturdu. (DİPNOT: Yenilgi ve tasfiyecilik sürecinin içerisinde üretilen Sistem Dinamiği getirdiği bütün ileri açılımlara rağmen sürecin ortaya çıkardığı zeminde bırakalım dalgakıran rolü oynamayı ör. anlayışında dikeylikten soyundurulmuş yataylığın dölyatağı olmuştur. Ör. güçlerinde başucu kitabı yapılan Beşinci Disiplin ve sosyal psikoloji üzerine kimi kaynaklar bu etkiyi güçlendirmiştir. “Kuantum fiziği ve belirsizlik felsefesi” ise ML hareketin düşünsel fukaralığını kırmada ileri bir çalışma örneği olmasına rağmen ör. olarak kendimizi her düzeyde bununla oyalayan yaşamdan kopmamızı güçlendiren bir etki yaratmıştır. Bu zaman diliminin de çıplak biçimde yüzümüze vurduğu gibi bütünsellikten yoksunluk-tekyanlılık bizim en temel yapısal zayıflıklarımızdan birisidir.) Başına buyrukluk, kendi doğru bildiğini uygulayan berbat bir federalizm gelişti. Bu bazılarımızda “meğer biz bir hiçmişiz” biçiminde özetlenebilecek bir nihilizm yarattı. Bu hiçlik duygusu, iddiasızlıkla beraber çoklarını saflarımızın dışına düşürdü, kimilerimizde ise geçmişimizi tamamen toprağa gömecek biçiminde ondan kopmayı, uçmayı gündemleştirdi. Saflarımızda sağlıksız bir kopuş fetişizmi doğdu. Ör. iskeleti çatla(tıl)dı, gelinen noktada ise yarıldı. Bunun yarattığı sonuçlar ise bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu yıkıntının içerisinde ayakta kalabilenlerimizle yürüyecek, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve savaşımın çetinliği içerisinde kendimizi yenileyecek, yarını kazanacağız.

Bir sosyal dev. ör.ünün olmazsa olmaz koşulu olan, her düzeyde kurumsallaşmadan kopuk sağlanan gelişimin sakatlığı görülemediği gibi, hep bunun ör.ün geleceğini tehlikeye atan yanlarının üzerinden atlandı. Bu durum tek bir yönde ve biçimde değil, ör. olmanın asgari ölçütlerinin bile yerine getirilmediği bir düzeyde yaşandı/yaşanıyor. Kurumsal işlerlik adına bırakalım ileri örnekler yaratmayı kong.-konf.larını bile yapmayan, dar mahfiller arasında süren tartışmalarını yıllara yayan -açığa çıktığı üzere bunu yapmakla övünülüyor-, bunun çürütücü etkisini bünyesinde taşıyan bir ör.den bahsediyoruz. Kurumsallaşma ve ona uygun işlerliğin olmadığı yerde, her neden bahsedersek edelim, sınıf savaşımı ve onun araçlarının gelişiminde süreklilik yakalamak mümkün mü? Hala bize sorunu “ör.sel alanda aramayın” nutukları çekiliyor.

Rejimin tipine dair tanımlamada ise bir kavramlar yığınağı oluşturularak -illüzyon yaratılarak- ortaya tam bir komedi çıkarılmış. Rejimin yapısındaki farklılaşmayla birleşik faşizmin bugünkü aldığı yeni biçime faşizm dememek için kavramlar yığınından, uydurmalarından oluşan yeni türevleri ortaya koyuyor. Aynı yazı içerisinde kaç kez geçtiği sayılamayan, kimi yerlerde bir satır aralıkla tekrarlanan tanımlardan birkaçını buraya alıyorum:

-“Rejim tipindeki değişimin, burjuva sınıf egemenliğinin faşist diktatörlük biçiminden geri düzeyde neoliberal tipte bir burjuva demokrasisine geçilmiş olduğunun tespitini.

-“Faşist rejimin yerini neoliberal geri tipte yoğun bir gericilik birikimini içinde barındıran bir burjuva demokrasisi almıştır.”

-“Bizde de yaygın ve malesef hakim durumda olan geri olgucu düşünüş içerisinden eğer yüksek derece bir siyasal körlük ve teori yoksunluğu yoksa rejim tipindeki değişim, faşist diktatörlüğün yerini geri düzeyde bir burjuva demokrasisinin almış olduğu kabul edilecektir.”

-“Bu en geri düzeyde, en geri tipte bir burjuva demokrasisidir. Burjuva demokratik biçimlerin içerisinde en geri düzeyde, gerici niteliği belirgin olan bir biçimidir.”

-“Yasa, kurum ve uygulamalarıyla faşist ögeleri içerisinde barındıran, faşizan özellikler taşıyan bir burjuva demokrasisi şeklidir.”

Postmodern kopuşçu yazar, okurken insanı gülümsemekten alıkoyamayan bu tanımlamaları ise şöyle gerekçelendiriyor; “Faşist diktatörlüğü aşağıdan zorlayan bir halk hareketinin olmayışı, faşizmin kale burçlarını yıka yıka ilerleyen, demokratik hak ve özgürlükleri fiilen ele geçiren ve onu gidebileceği son noktaya kadar götüren, demokratik bir devrimle sonuçlanmasa dahi emekçi sınıfların demokratik hak ve özgürlük kazanımının burjuva demokrasisi içerisinde ileri düzeyde gerçekleştiği sınıf karşıtlığına dayalı bir denge üzerine kurulu daha gelişkin bir burjuva demokrasisinin gerçekleşmeme nedenidir.” Rejim tipine dair iki arada bir derede misali tanımlar, netlikten uzak elastiki biçimlere büründürülerek, ‘ben öyle de diyorum böyle de diyorum’a kapı aralayan faşizmi hangi dinamiklerin çözdüğü, tarihsel olarak bu ilerici rolü kimin oynadığı basıncı karşısında yalpalamanın ötesinde bir anlam taşımıyor.

Kopuşçumuza göre faşizmi çözen temel dinamik sermayedir. Fakat sınıf mücadelesi ve onun basıncının bundaki payını atlamadığının altını çizmek için de sermaye örgütlerini imdadına çağırıyor: “TÜSİAD’ in On Yılı isimli kuruluş dönemini anlatan kitapta Vehbi Koç, 1970-80 yılları arasını yaşanmamış ve bir daha asla olmasına izin verilmemesi gereken bir dönem olarak değerlendiriyor.” Sermayenin her düzeyde kendisini yeniden örgütleyip, faşizmi en katı biçimiyle kurumsallaştırdığı 12 Eylül’ü pas geçerek, algısındaki rejim tipinin köklerini, sınıf ve kitle hareketinin rejim üzerindeki etkisini ’80 öncesi ve 12 Eylül’ü koşullayan yıllara dayandırıyor: “’70 li yıllarda kitleler, sivil faşist hareketin saldırılarıyla doğrudan karşı karşıyaydılar, emekçilerin istek ve özlemleri üzerinden yürüttükleri mücadeledeki her gelişim, karşısında sivil faşist hareketi, arkasında da devleti buluyordu. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, MESS, TİSK, TÜSİAD gibi saldırgan mesleki faşist kurumlara sahipti, bunlar dolaylı yer yer doğrudan, yerellerdeki burjuva feodal egemenler ise oldukça dolaysız biçimde sivil faşist hareketin destekleyicisi ve örgütleyicisiydiler. Sayılanlar, faşizme karşı mücadelenin yığınşallaşma, halklaşma ve daha zayıf olarak da sınıfsallaşma zeminini oluşturuyordu. Değişmeye başlayan bu oldu.” TİSK, TÜSİAD, MGK, YÖK, RTÜK şimdi nasıl kurumlar acaba? Bu sermaye örgütleri bize faşizmin çözülmesinin mimarları olarak sunuluyor.

Kopuşçumuz bize, yoğun bir gericilik birikimini içerisinde barındıran toplumsal yapıda, yasa, kurum ve uygulamalarını koruyan onu yeniden biçimlendiren, PSVK’da olduğu gibi kimilerindeki saldırganlığı daha bir pervazsızlaştıran rejimde, “Faşizme ölüm” gibi sloganları terketmemizi öğütlüyor. Çünkü ona göre emek-sermaye çelişkisinin başa yazıldığı yerde kapitalizme karşı savaşım faşizm dediğimiz koşulda mümkün değildir. Bu anlayışa göre bugüne kadar işçi sınıfına dayalı militan bir sosyalizm mücadelesinden bizi alıkoyan faşizm tespiti yapıyor oluşumuzdur.

Kopuş fetişizminin mimarı emperyalist-kapitalizmin dünya ölçeğinde şekillendirdiği siyasal uygulamalar ile işbirlikçi rejimin uygulamalarını iç içe geçen ve çoğunlukla dışarıdakinin içerdekine yön kazandırdığı olgusunu, iki farklı yöne giden, birbirinin zıttı şeyler olarak teorize ediyor:

İşçi sınıfının, sendikaların basıncından kurtulmayı amaçlayan ve bunda büyük ölçüde -Fransa gibi ülkeler kısmen dışında- başarılı olmuş bu demokrasi tipi, 11 Eylül sonrası kendi kaldırdığı taşları da ayağına düşüren politikalarla da içte doğan elverişli -sendikaların ve sol muhalefetin etkisizleştirildiği, “terörist saldırı” korkusunun topluma doğru yayıldığı- ortamı da kullanarak birey hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı, faşizan uygulamalar -özellikle ABD ve İngiltere’de- gerçekleştirmiş, yasalar çıkartmıştır.

Türkiye’de ise neoliberal kapitalizm, geçmişlerinde güçlü işçi mücadeleleri olan gelişkin burjuva demokrasilerine göre zaten daha zayıf olan 12 Eylül faşizmiyle etkisizleştirilmiş sınıfsal sendikal örgütlülükleri çözüp daha da zayıflattıktan ve devrimci hareketi etkisizleştirdikten sonra, faşist siyasal toplumsal yapıyı da çözerek kendi ihtiyaçlarına göre siyasal toplumsal yapıyı yeniden yapılandırmaya girişmiştir.”

Kopuşçu yazar, kopuşta hızını alamayarak “Yaşasın dünya sosyalist devrimi” Troçkist tezine doğru sıçramıştır. Bu sınıf mücadelesinin güncel ihtiyaçları temelinde, sermaye devletini parçalayacak militan sosyalizm mücadelesini pas geçmenin teorik altyapısını hazırlama telaşıdır. Bunu da çoktan ıskartaya çıkmış olan neoliberal küreselleşmeci tezlerin ve Michael Hardt, Antonio Negri’nin “İmparatorluk” tezlerinin ürünü olan ve bunların yörüngesinde hareket eden “yeni” tezlerle kuvvetlendirmeye soyunmuştur. “Geleneksel ulus devlet yapıları ve devletlerararası ilişki biçimleri çözülmekte, içerisi dışarısı ayrımları erimekte, emperyalist kapitalist sistem içerisinde tek bir dünya ekonomisindeki yoğunlaşan ilişkilere ve ortaya çıkmakta olan yeni işbölümü koşullarına göre yeni bir biçimleniş kazanmaya başlayan burjuvazinin sınıf hakimiyetinin karşısında proletaryanın maddi toplumsal temeli güç kazanmış uluslararası hareketinin, bölgesel devrimler ve dünya devriminin koşullarını da ortaya çıkartmaktadır.” Birde ulus-devletlerin sonunun geldiğini teorize eden, bu noktada sermayenin önüne gelen her engeli yıktığını mutlaklaştıran Hardt-Negri ikilisine kulak verelim: “Modernden postmoderne ve emperyalizmden imparatorluğa geçişte, içerisiyle dışarısı arasındaki ayrım giderek silinir” (sf. 201) Çözülen “Geleneksel ulus devlet yapıları”nın yerini ne almıştır? Uzlaşmaz sınıf karşıtlığı ve emperyalizm çağına özgü olan eşitsiz gelişim ve tekelci rekabet içerisinde ulus devletin rolü ve egemenlik ilişkisinin savaşlar biçiminde yaşandığı bir zaman diliminde bu tespitler nereye oturmaktadır? Bunun bir adım ötesi dönek Kautsky’nin kulvarına geçmek değil de nedir?

Ör. olarak öncesinde görüngülerini ortaya koymamıza rağmen, sakat teori yapış tarzımızdan kaynaklı kuyruğundan yakaladığımız BD süreci, kapitalizmin yapısal krizinin içerisinde farklı bir düzleme oturmuş, neoliberal küreselleşmecilerin öngördüğü ulus-devlet yapılanmasının geçerliliğini yitirdiği değil, tam tersi sermayenin yeni birikim modellerinin ortaya çıkardığı krizle birleşik, güç merkezileşmesinin yoğunluğunun yanında korumacı önlemlere duyulan ihtiyacın ürünü olarak devletin rolünün yeniden tanımlandığı bir dönem yaşıyoruz. ABD jeo-stratejistyenlerinden George Friedman’ın “Bu durum bizi ulus devletlere götürür” tezlerine de kaynaklık eden dönüşümün de dönüştüğüne doğru açmalıyız penceremizi. Devletin sonunun geldiği çığırtkanlığının mimarlarından Fukuyama bile bu görüşlerinden çark etmiştir. MDP’deki Devletin Yeniden Yapılandırması değerlendirmesinde hesaplaşılan görüşlerin bugün içimizde hortlatılması, kopuş fetişizminin geldiği yeni duraktır. Sivil toplumcu görüşlerle de beslenen yaklaşımın istese de burada duramayacağı açıktır. Çünkü bu BD okuması üzerinden girilen ve sağcılık üreten bir yoldur. Kişi bastığı zeminin götürdüğü yere gider. Bu yönüyle de kopuş fetişizmiyle bir zemin farklılaşması yaşamaktayız.

İnkarcılıkla iç içe geçen kopuşçu bir teori ve pratik için büyük dönüşüm her derde deva bir hap gibi. Faşizmin çözülmesini de sağlayan bu olmuştur. Yaşadığımız tasfiyecilik, örgütsel kriz ve bozulmadaki roller de içinde olmak üzere büyük dönüşüm hapından içen herkes bütün günahlarından, bunun yarattığı yükten arınmıştır! Bu haptan içmeyenler ise “dar deneyci”, “olgucu”, “tutucu”durlar!

Ör.ümüzü felce uğratan bu sarmal ile yürünemez. Bu sarmalı parçalamalıyız. Geldiğimiz eşikte ciddi düzeyde bozuma uğramış X gelenek ve iradesini kuşanarak, gelecek bilinci ile donanıp, tarihsel yapısal zayıflıklarımızın besleyip büyüttüğü 3 sonrası yaşadığımız kırılmanın üzerine çıkarak yürümeliyiz/yürüyeceğiz! Bunu zor ve sancılı bir iç savaşımın içerisinde yapıyoruz. Sadece ör. toplamı içerisinde değil, bu aynı zamanda kişi olarak kendimizle de savaşımımızdır. Bu savaşımı bayağılaşmadan, bağrımızdaki güçlü değerlerimize sarılarak o değerleri bugünün içerisinden gelişkin bir düzlem üzerinde yeniden kurarak ilerlemeliyiz/ilerleyeceğiz!

Geleceğe taşınacak olan aydın entellektüelizmi değil devrimci olandır! Yaşayıp göreceğiz!..

Y.ca selam ve sevgiler… Okan/Murat / 19 Ağustos ’09

****

ZAMANI GELEN FİKİRLER DURDURULAMAZLAR” YAZISINA DAİR (Tahsin/4 Eylül 2009)

Artık neredeyse tüm yazılarımız birbirimize karşı kara çalmalar, hakaretler, yaşanılanları kendi işimize geldiğince tek taraflı anlatmalar çerçevesinde yazılmakta. “ Zamanı Gelen Fikirler Durdurulamazlar “ yazısı da temel konuları ele almasına rağmen bu durumun dışında değerlendirilemez. Fakat işlediği temel konular açısından da taşıdığı önem görmezden gelinemez. Bu bağlamda, yazıda işlenen belirli konular ve anlatılanlar hakkında bir şeyler yazmamak yazının kendisine karşı “haksızlık” olur.

Bir önceki yazım olan “ Gerçekler Devrimcidir, Üstleri Örtülemez “ de, Ali-Teo/Can yoldaşın kaleme aldığı “Büyük Tutuculuk” yazısı içerisindeki çarpıtmalarına ve bazı yoldaşlar hakkında şaibe yaratacak söylemlerine, kara çalmalarına tepki olarak yazının bütünsel bir değerlendirmesini yapmak yerine çarpıtılan süreci belirli dönüm noktalarıyla anlatmanın daha devrimci bir tutum olacağını düşünerek kaleme almıştım o yazıyı. Bu yazıda böylesi bir tepkisellikle hareket etmeyerek yazı içerisindeki belirli konular ve yazarın tarzı ve bakış açısı hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Bu çerçevede, yazıma başlarken yazara bir soru yönelterek başlamanın yerinde olacağını düşünüyorum. Yazar (Fuat-nba) yazısının bütününde kadrolara seslenerek, yaşanılan ayrım noktalarını doğru tespit etmelerini, bu ayrım noktalarının doğru tespit edilmesinin bugün ve gelecek açısından önemini vurgulamaktadır. Ki, yazının belirli bölümlerinde bu durum oldukça dikkat çekmektedir.

Kuşkusuz parti içerisinde kendi görüşünün doğru olduğuna inanan ve bunu belirli tezler ortaya koyarak bütünü ikna etmeye çalışmak ve bütüne seslenmekte hiçbir abes yan bulunmamaktadır. Bu doğru olandır. Fakat, süreç bir bütündür ve yaşanılan hiçbir şey bir birinden kopuk değildir ve unutulup bir köşeye atılamazlar. Bu bağlamda, yazının yazarına yönelteceğim soruda tam burada ortaya çıkmaktadır. Yaşadığımız bu süreçte, örgütümüzün geleceğini belirleyen (SD bunun en çarpıcı örneğidir, ama tek değildir) hangi kararda bizlere danışıp fikrimizi sordunuz, anlatmaya çalıştınız? (soru bu değil) Belgelerin bizlere açılma tarihi yanılmıyorsam 2007’nin sonlarıdır. Ama bu yazıların yani temel belgelerin yazılması ve tartışılma süreci bundan oldukça eskilere dayanmaktadır. Bizimle birlikte başlaması ve sürmesi gereken bir süreç bilinçli bir şekilde bizim dışımızda kotarılmaya çalışıldı, olmayınca nihayet bizlere de açılması yönünde karar çıkartıldı. Öncesinden neden bizimde fikirlerimiz sorulmadı? Buna tüzüksel olarak hakkımız yok muydu? Bu konular hakkında birikimimize mi güvenilmedi? Yoksa kendinize çok mu güvendiniz?

Yazar yoldaşa bir soru demiştim ama burada 4 soru oldu. Fakat ben bu soruların cevabını bildiğim için soracağım soru bunlardan hiçbirisi değil. Soracağım asıl soru şudur: Yaşadığımız bunca kırılmadan, bunca hayal kırıklığından sonra yazıların bize açılmasına mutlu mu olmalıyız? Evet, yazardan samimi bir şekilde cevaplamasını istediğim soru bu. Fakat soruma cevap vermeye bilirsinde.

***

Sürecin neredeyse ilk başlarından bu yana tartışılagelen ve ayrım noktalarından birisini de, ilk elde giderilmesi gereken sorunun teorik-ideolojik sorunların çözümü mü yoksa örgütsel-pratik sorunların çözümü mü noktasındaki farklı bakış açıları oluşturmaktadır. Kuşkusuz bu iki sorun da acil çözüm bekleyen olmasa olmazlarımız içerisinde yer almaktadır. Bu noktada yaşanan iki bakış açısının da biri olsun diğeri olmasın veya diğeri olsun biri olmasın gibi abes bir bakış açısına sahip olmadığı kuşku götürmez. Buradaki ayrım noktası, doğru anlamışsam, önce hangisinin temel olduğudur, yani öncelikli olarak zincirin hangi halkasından yakalamalıyız, yaşadığımız dip noktasından çıkışımız hangi sorunu başa yazarak olacaktır.

Evet, bu noktada eğer biraz diyalektik düşünüp geçmişte yazdıklarımıza dönüp baktığımızda buradaki tek doğrunun bu iki halkanın iç içe geçtiği ve birini yakaladığında diğerini de harekete geçirmek zorunda olacağındır. Aklı başında her devrimci bunun böyle olacağını bilir. Ne tek başına ideolojik sorunlar, ne de tek başına örgütsel sorunlar.

Fakat, yaşamda ne yapmışız bu durum karşısında? Yaşamda yapılan apaçık ortadadır, önce teorik-ideolojik sorunlarımızın çözümü ön plana konmuştur. Bu sorunlar çözülmeden hiçbir köklü örgütsel adımın atılamayacağını söylemiştir pratiğimiz. Doğru mudur? Hayır, doğru değildir. Bu sorunun yanıtını zaten yaşam kendiside göstermektedir bizlere. Kent Yoksulları broşürü, Kolektif işçi bilinci ve SD’ nin açıklanması ne değiştirdi?

Yazar bunların kavranmadığından söz ediyor yazısında. Kesinlikle katılıyorum. Üst organ tarafından Kent Yoksulları broşürünün bize getirilişi “alın işte, artık semt politikamız var” olmuştu. (dün üst organda olan yoldaşların bir kısmının bugün de Kent Yoksulları broşürünün gerçek anlamını anlamadıklarını düşünüyorum.) Fakat burada yazara katılmakla birlikte yazarın bu noktada en önemli ayrıntıyı gözden kaçırdığını düşünüyorum. Ve bu ayrıntı yazarı bütünsel bir hataya düşürüyor. Yazarın gözden kaçırdığı, ayrıntı gibi görülen temel nokta, en gelişmiş, en doğru, en mükemmel ideolojik-teorik açılımların kendi başlarına kaldıklarında hiçbir değerinin olmayacağını demeyeceğim ama entelektüel bir çalışma olarak bir köşelerde kalacağı bir gerçektir. Yazarın gözden kaçırdığı nokta ise tamda burada çıkıyor karşımıza İNSAN…Yani KADRO, yani ÖRGÜT, yani KOMÜNİST PARTİ.

Genelgeleri, politikaları, dahası proğramı yaşamda ete kemiğe büründürecek olan bir bütün olarak örgütün kendisidir. O olmadığında en değerli teorik-ideolojik açılımların hiçbir değeri yoktur. İşte bu süreçte biz tamda bunu kaybettik. Yazarın gözden kaçırdığı veya geç fark ettiği (ben öyle düşünüyorum) tamda budur.

Biz böyle olmadığını ne kadar söylersek söyleyelim, karşıdakini ne kadar ikna etmeye çalışırsak çalışalım, ne kadar inat edersek edelim yaşam bize bunun böyle olmadığını gösterdi. Yaşam bize ÖRGÜTSÜZ kent yoksulları açılımının, yaşam bize ÖRGÜTSÜZ kolektif işçi bilinci açılımının, yaşam bize ÖRGÜTSÜZ sosyalist devrim tahlilinin entelektüel bir çalışma olarak bir köşelerde kaldığını gösterdi.

Bu çerçevede, Stalin yoldaşın anlamlı sözleri hiçbir “ama” ya, hiçbir “fakat”a yer vermeyecek açıklıktadır:

Bazıları, zaferin kendi kendine, yani diyelim ki kendiliğinden gelmesi için doğru bir parti çizgisi hazırlayıp geliştirmek, bunu yüksek sesle ilan etmek, onu tezler biçiminde, genel kararlar biçiminde sergilemek ve onu oybirliğiyle benimsemek yeter diye düşünüyorlar. Besbelli ki bu yanlıştır. Yalnız iflah olmaz bürokratlar ve kırtasiyeciler böyle düşünebilirler. Gerçekte bu başarılar ve zaferler, kendiliklerinden kazanılmamışlardır, parti çizgisinin uygulanması uğruna yürütülen amansız bir mücadele içinde kazanılmışlardır. Zafer hiçbir zaman kendi kendine gelmez; her zaman sökülüp alınır. İyi kararlar, partinin genel çizgisinden yana bildiriler, ancak bir başlangıçtır; ancak yenme isteğini anlatırlar, ama yenginin kendisini değil. Doğru bir çizgi, sorunun doğru bir çözümü verildikten sonra, başarı, örgüt çalışmasına, parti çizgisinin pratik uygulaması için mücadelenin örgütlenmesine, adamların iyi düşünülerek seçilmesine, yönetici kademelerin kabul ettikleri kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimine bağlıdır. Bu olmazsa, partinin doğru çizgisi ve doğru kararlar, ciddi olarak tehlikeye düşmek tehdidi altındadırlar. Bundan başka, üstelik, doğru siyasal çizgi bir kere belirlendi mi, her şeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de, onun gerçekleştirilmesini ya da başarısızlığını da belirleyen, örgüt çalışmasıdır. “

SSCB Komünist (Bolşevik) Partisi XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite Çalışma Raporu, 26 Ocak 1934

Bu noktada, ben, o dönem yakalanacak esas halkanın örgütü toparlamak olduğunu düşünüyorum. Fakat bu, ideolojik-teorik sorunlarımızın öteleneceği anlamına gelmemektedir. Burada da karşımıza teori yapış tarzımız çıkar. Yani, neredeyse tüm teorik sorunların tek kişi, tek adam tarafından çözüleceği düşüncesi veya gerçekliği çıkar karşımıza. Sorunu buralardan tartışırsak, yine kadrolara güven sorunu ile karşılaşırız. O yüzden burayı geçelim.

Fakat, madalyonun diğer tarafını da görmek gerek. Yani, Fuat ve Yusuf yoldaşlar o dönem bu konu etrafında aynı görüşü paylaşsalardı bile değişen bir farkla durumumuz aynı olurdu. Neden mi ? Çünkü: Birincisi, örgütü var eden kadrolara güvenmiyorlardı. İkincisi, her şeyi örgüt içerisinde birkaç adam ve kadının yapabileceğini düşünüyorlardı. Onun dışındaki kadrolar neredeyse görüş alanlarına pek girmiyorlardı. Üçüncüsü, hiçbir kadroyu geçmişte verdiği değerli hizmetler nedeniyle, görevlerini yerlerine getirememelerine rağmen bulundukları mevkilerden almayı düşünmüyorlardı. Dördüncüsü, riskleri göze almıyorlardı. Beşincisi, bedel ödemeyi göze almıyorlardı. (4. ve 5. maddeler yanlış anlaşılmasın ) Altıncısı, örgütü, işçi sınıfını sosyalizme, oradan da sınıfsız sömürüsüz bir toplum olan komünizme götürecek bir araç olarak değil, kendi malları gibi görüyorlardı. Bu kafa yapısı ve bakış açısına sahip oldukça, öncelikli olarak ister teori de, ister örgütsel sorunların çözümü de, ne değişebilirdi ki?

Fuat yoldaş yazısının 16 sayfasında, aslında yukarıdaki teori mi örgütsel sorunlar mı ikilemine de bağlı olarak;

Yaşanmakta olan ö.sel krizi, ö.sel yapımızdaki dağılma ve ortaya çıkan deformasyonu, öncelikle fiili tasfiyecilik hali ve fiili tasfiyecilik halinden kaynaklı sorunların çözümüne yönelerek, onu temel halka haline getirerek çözemeyiz. Neden fiili tasfiyecilik halinin yaşandığı, neden içerisinden çıkılamadığı, neden, neden, neden tasfiyeciliğe karşı mücadele eden ve ona karşı dokusal bir sağlamlığa sahip olması gereken bir Ö olarak bütün devrimci ö.leri de sarmış olan krizi, en şiddetli ve ağır yaşayan ö.lerden birisi olduğumuzun cevabını da sadece bundan hareketle veremeyiz. Kuşkusuz sonrası itibariyle kendisi de nedene dönüşmüş olan sonuçlar önemlidir ve başlı başına bir mücadeleyi de gerektirir. Fakat sorunun ne kavranışında ne de çözümünde temel halkayı oluşturmazlar. Sorun, artık hiçbir parça ya da yüzeysel sonuçla, bu şekilde alınan kararlarla aşılamayacak kadar kapsamlıdır, tek değil birkaç temel nedene dayanmaktadır.” demektedir.

Bu alıntıda, neden tasfiyeciliğe karşı mücadele eden ve ona karşı dokusal bir sağlamlığa sahip olması gereken bir örgüt olarak bütün devrimci örgütleri de sarmış olan krizi, en şiddetli ve ağır yaşayan örgütlerden biri olduğumuzun altı çizilmekte. Bu noktada yine karşımıza örgüt sorunu çıkıp dikilmektedir. Bu bağlamda, 20. yüzyılın sarsılmaz gibi görülen komünist partilerinin hazin sonlarınıda göz önüne alarak ve Dünyada ve Türkiye’de bir bütün olarak yaşanan değişimi de göremememiz ve bu değişime göre bir bütün olarak kendimizi değiştiremememiz de içinde olmak üzere (ikincisinin altını öneminden kaynaklı olarak özellikle çiziyorum) şunu söyleyebiliriz. En şiddetlisini, en ağırını, en utancını yaşadık ve yaşıyoruz çünkü, bir dönemi dışında tutarsak, hiçbir zaman gerçek bir örgütsel formatta ve işleyişte olmadık. Hep bir çevre olarak hareket ettik. Bunun en acı ve çarpıcı örneği ise kendi koyduğumuz örgüt kuralları ve işleyişi olan tüzüğümüzü işletmedik, ayaklar altına aldık. Şimdide oturmuş neden en şiddetlisini yaşıyoruz diye kendi kendimize sorular soruyoruz. Bunun nedenlerini neden hep kendi dışımızda arama yoluna gidiyoruz.

Bu örgütü uzun yıllar yöneten yoldaşlardan birisi sen değil miydin? Bu örgüt kendisini bildi bileli sen yok muydun? Bu örgütte alınan tüm kararlarda bir şekilde senin de imzan bulunmuyor muydu? Bu örgütün temel politikalarını üreten yoldaşlardan biri sen değil miydin? Sorunları neden hep kendi dışında arama yoluna gidiyorsun? Tek doğru sen miydin? O halde neden bu hale düştük?

Bunların nedenlerini birazda buralarda aramak gerek. Bunun nedenlerini birazda teori yapış tarzımızda, önderlik anlayışımızda, kadro yapımızda, uzun yıllar konf. yapmamamız da aramakta gerekmez mi? En azından birazcıkta olsa buralarda, kendimizde, kendinde (Fuat yoldaş seni kastediyorum) , kendimde arasak soruların cevaplarına daha doğru bir tarzda ulaşamaz mıyız? Sen ( burada “sen” derken bütünsel bir biz kastedilmektedir , özel olarak Fuat yoldaş kastedilmemektedir, cümlenin kuruluş tarzı böyledir) örgütü örgüt yapan hiçbir mekanizmayı işletmezsen, sen tüzüğü işletmezsen, sen rapor sistemini işletmezsen, sen bir örgütü örgüt yapan hiçbir mekanizmayı işletmezsen her türlü tasfiyeciliğe ve neoliberal saldırıya, anarşist saldırıya, sağcılık, solculuk saldırılarına-tehlikelerine karşı kapıyı ardına kadar açar ‘buyurun girin’ dersin ve sonrada niye içerdesiniz sorusunu yöneltirsin sevimsiz misafirlere. Bu süreçte yaşadıklarımızın hiç biri şaşırtıcı gelmemeli hiç birimize, ama özellikle eski KM ve KÖM’ deki yoldaşlara, çünkü hasat vaktindeyiz, ekilen biçilmektedir.

***

Zamanı Gelen Fikirler Durdurulamazlar” yazısının 14. sayfasında Fuat yoldaş şöyle bir cümle kullanmış:

En büyük yanılgı, görüş ayrılıklarımızın kişiye dayalı ve yüzeysel olarak görülmesi olacaktır. Bu artık aşılmakta olan, aşılmış bir düşünce olmakla birlikte görüş ayrılıklarımızı hala parça ve kendinde konular olarak görmek, eksensel bir bakışla değerlendirmemek yaygındır. Ara bir duruş olarak büyütüldüğü ve uçlaştırıldığı görüşü buradan doğmaktadır. Hangi nedenlerle hareket ediliyor olursa olsun durumu bu şekilde açıklamaya çalışan her düşünce, öncelikle durumu ve sorunları doğru yönde kavramaktan uzaktır. Tutumlarımızı belirleyecek olan duygularımız ve niyetlerimiz değildir. Bu şekilde düşünenler, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullardaki, sınıfların ve bireylerin durumlarındaki değişimle birlikte devrimci hareketin bütününde yaşanılan krizi, zemindeki değişimle birlikte buna yanıt veremeyen ö.lerin hemen hepsinin hızlı bir güç kaybına uğradıklarını ve nasıl bir krize girildiğini, örgütlerdeki çözülmeyi, bir- iki örgüt için sözü edilebilecek farkların göreli olduğunu da göremezler.”

Evet, 8’li deklarasyonda, yaşanan görüş ayrılıklarının iki kişi ( Fuat ve Menekşe/Yusuf yoldaşlar ) arasında yaşanan bir sorun olduğunu kasteden bir anlayış bulunmaktaydı. 8’li deklarasyon da imzası bulunan birisi olarak bugün kesinlikle farklı düşünmekteyim. ( 8’li deklarasyon da imzası bulunan bir çok yoldaşın bugün benimle aynı fikri paylaştığını düşünüyorum ) Artık bu görüş ayrılıklarının kişiler arasındaki bir sorun olmayıp tamamıyla çizgisel bir ayrışma noktası olduğunu düşünmekteyim. Ve muhtemel yaşanabilecek bir ayrışmanın öyle kimilerinin sandığı gibi ‘on akıllı adam bize yeter’ kolaylığında olmayacağı, ( bir yoldaşın deyimiyle, çünkü bugün hepimizi toplasanız bir akıllı adam bile etmeyiz ) her iki taraf içinde işin oldukça zorlu olacağı ve bir çok kadronun da daha fazla dibe vuracağı gerçeğini de göz önüne alarak şunu söyleyebilirim, evet, vücuttaki hastalıklı bölüm gerekirse kesilip atılmalı, yaşanacak olan yaşanır.

Diğer taraftan ise, görüş ayrılıklarının kişilere dayanmadığını bunun bir çizgi sorunu olduğunun altını kalınca çizmeme rağmen, Fuat ve Menekşe yoldaşlar arasındaki ilişkinin geçmişten gelen kişiselleştirilmiş sorunlarla da bağlantısının olduğunu düşünmekteyim.

***

Yazıda örgütsel bölümün anlatıldığı kısım için de çok kısa bir şeyler yazmak gerek diye düşünüyorum. Sanırım artık bazı yoldaşlar (özellikle Fuat yoldaş) yaşadığımız tüm sorunları, tüm tıkanmaları, hatta gökten taş yağsa bunun nedenini değişimi kavramamak olarak açıklamaya niyetli görünüyor. Bu çerçevede, yazının örgütsel bölümünün anlatıldığı kısım ise, tamamen neden’ lerden, niçin’ ler den uzak durularak kaleme alınmış. Tek başına yaşananlar olduğu gibi anlatılarak kaba bir süreç aktarımı yapılmış. Fakat, bize gerekli olan bugün açısından bu değil, tam tersine o süreçleri neden öyle yaşadık, niçin öyle yaşadık sorularının cevaplanmasıdır. Bu sorulardan kaçarak yeniyi asla inşa edemeyiz. Her kim ki, tüm o süreçleri tek başına devlet tarafından gerçekleştirilen operasyonlar ( bunun bir payı olmakla birlikte ) veya değişimi kavramamakla açıklamaya kalkar o kişi samimiyetsizliğin dik alasını yapmış olur.

***

Yazıda, “ Proletarya hareketi ve Proletarya Devrimini ve Kendimizi Örgütlemenin Yeni Koşullarına Dair Birkaç Söz “ başlığı altında yazılanları bugün geçte olsa söylemiş olmayı bile değerli ve anlamlı buluyorum. Bu bağlamda, o bölüme ilişkin söylenecek birkaç noktaya değinmek istiyorum.

Birincisi, burada “değişimi görmemekten” söz etmek tamda yerinde olur. ‘90’lı yılların çok öncesinden başlayan sınıftaki değişim, 90’lı yıllarda göze batarcasına görülmesine reğmen biz görmek istemiyorduk. Çünkü bizim o dönem farklı meşguliyetlerimiz vardı. Öncelikle yüklendiğimiz noktalar semtler, emekçi memur hareketi, özelleştirme saldırısına karşı mücadele ve özellikle kamuya ait büyük işletmelere yüzümüzü dönmüştük. Bunlara yüzünü dönmekte kuşkusuz hiçbir abes yan görülemez. Fakat burada bizim o dönem görmediğimiz şey, tamda bu yöneldiğimiz ve temel çalışma alanları olarak belirlediğimiz noktaların giderek eriyeceği ve elimizde hiçbir şey olmasa da bir şeyin kalmayacağı gerçeğiydi.

Fakat buradan bu noktalara yüklenmemeliydik sonucu çıkarılmamalı. Sadece burada söylemek istediğim, bu noktaları görürken, esas olarak değişmekte olan ve ilerde sanayi anlamında burjuvazinin can damarları olacak olan noktaları gözden kaçırmamalıydık. Biz o dönem esas olması gerekene değil, hareket berekettir anlayışıyla hareketli noktalara tüm gücümüzle yüklendik, başka hiçbir şeyi görmedik. Anlık düşünerek geleceği kurban ettik aslında.

Çünkü diğer taraftan burjuvazi artık bir bütün olarak sanayi örgütlenmesini de kökünden farklılaştırıyordu. Hatta bu farklılaşma “ben buradayım diye bas bas bağırıyordu”. Bizi gelecek açısından sınıf içerisinde maddi bir güç olma yolunda ilerletecek temel çalışma alanları olan OSB ve o dönem hızla gelişen sanayi havzalarının temel alınmasıydı doğru olan. Ki o dönem bunu bir alanda da olsa Tuzla deri havzasında yapan” Köylüler” uzun süre kendilerinden sınıf hareketinde söz ettirdiler.

Sorun kuşkusuz söz ettirmekte değil, buralardan kadro devşirdiler, farklı alan ve fabrikalarda çalışmalar başlatma olanakları yakaladılar. Fakat bunu yapan “Köylüler” bunu bir çırpıda yapmadılar kuşkusuz, büyük emekler, büyük bedeller ödediler sırf o havzaya girebilmek ve tutunabilmek için. Ve tabiî ki en başta büyük bir ısrar ve sabır sergilediler. Bunları başa yazmak gerek, yiğidi öldür hakkını yeme.

Kuşkusuz yukarda sözünü ettiğimiz sanayi havzalarına ve OSB’lere yönelmek bugün de başlıca sorunlarımızdan birisi durumundadır. Fakat, yarın bu bölgelere girmek, buralarda kök salmak dünkünden çok daha sancılı olacağı ( kendi iç engellerimiz dışında) da görülmeli. En basit örneği, burjuvazi tüm bu bölgeleri serbest bölge statüsü içerisine sokuyor, bir kısmı bugünden serbest bölge statüsü içerisindedir zaten. Diğer taraftan, bu bölgelerin hep böyle kalacağı sanılıyorsa burada da tamamen yanılınıyor. Örnek verecek olursak, bir Tuzla Tersanelerini veya Hadımköy havzasını düşünelim. Tersanelerde ufacık kıpırdanmaların yaşanması tüm tersane patronlarını hızla harekete geçirmişti. Tersane girişlerine öncü işçilerin ve devrimcilerin resimleri asıldı, isimleri verildi giriş yapmamaları için. Bırakalım devrimcileri, haftanın 2-3 günü tersane işçilerinin % 50-60’ ının giriş yaptığı geçiş noktalarında tüm işçilere kimlik kontrolleri ve üst araması uygulamasını devreye sokmuşlardı. Bizlerin ise o bölgede kimlik kontrolüne takılmadan yürüyebilmesi şansa bağlıydı. Polisiye güvenlik anlamında muazzam bir güvenlik artırımı oldu. Neredeyse her köşe başına abartılı bir şekilde mobese kameraları kondu, polis sayısı sürekli olmak üzere arttırıldı, sırf o bölgeye 80 yeni polis ekip arabasıyla birlikte Yunus ekipleri aktarımı yapıldı ve bunlar geçici değil sürekli olarak aktarıldı.

Üretim alanları olan tersane içleri de pek farklı değildi. Sivil polislerin işçi gibi çalıştığı söylentileri bile dolaşıyordu öncü işçiler arasında. Peki, orada ki mücadele biraz olsun ivmelendiğinde bu adamlar ne yapacaklar? Polisiye ve mafya terörünün devreye sokulmasının dışında o bölgeye adımını bile atamayacaksın. Adam tüm tersane bölgesine örecek kalın tel örgülü duvarlara iki tane de kapı koyup bekçileri de yerleştirdi miydi tamam işte.

Bununla birlikte, bu sanayi havzalarıyla iç içe giren işçi semtlerini de denetimde tutmaları hiçte zor olmasa gerek. Evet, bunlar en kaba anlamda ilerleyen süreçlerde bu havzalarda çalışma yürütürken karşımıza çıkacak olan zorluklar olarak görülmelidir.

Fakat tüm bunlar bir şekilde aşılır. Adamlar tersaneyi kalın duvarlarla çevirirlerse denizden gireriz, olmadı havadan, buda olmadı, tünel kazıp gireriz, sonuçta gireriz. Aslında, daha önceki bir bilgi notunda “Türkiye’de Gelişen Sanayi Havzaları, OSB’ler ve İşçi Semtlerinde Örgütlenme Üzerine” başlıklı bir yazı yazmayı düşünüyordum, ( aslında bu yazıya farklı bir formatta başlandı fakat yarım bıraktım) fakat olayların farklı gelişmesi nedeniyle bu çalışmayı daha sonraya ertelemeye karar verdim, o yüzden burada bu konuyu kısa kesiyorum.

Bu bölümde üzerinden atlanılmaması gereken ( ki atlanmış ) diğer bir nokta ise, ’80 ‘li ve bunu takip eden uzun yıllar en ileri kadrolarımızın dahi ( buna merkezi konumdaki kimi yoldaşlarımızın da dahil olduğunu duymuştum ) belirli dönemler fabrikalarda çalışarak sınıf çalışması yaptığı gerçekliğidir. Bu benim düşünceme göre bugün de olması gereken bir kültür haline gelmelidir. En ileri, hatta merkezi, hatta önderlik düzeyindeki yoldaşların dahi belirli aralıklarla fabrikalarda çalışması, sınıfı daha da içerden solumaları var olan örgütü birçok nokta da geliştirecektir. Bu hem teori yapış tarzımıza, hem önderlik ve kadroların etkileşimine hem de ruhsal olarak büyük avantajlar sağlayacaktır.

En azından bunun avantajlarını 80 sonrası yaptığımız tarzda yaşadık, gördük. Burada üstünden atlanan ise, 80 öncesi böylesi bir yönelimimizin olmasına rağmen bu neden ilerleyen yıllarda da sürdürülmedi, bir kültür haline getirilmedi? Çünkü, özellikle sınıf hareketinin gerilediği ve yenilgiye uğradığı dönemler kadrolarda ve önderlik düzeyindeki yoldaşlarda sınıftan uzaklaşma, sınıfsal olandan kopma gibi durumlar örgüt içerisinde her türlü sapmaya da kapıları aralamaktadır. Bu dönem için bunun en ucube örneği ise yaşamdaki konformizm olmaktadır. Sınıfın ve emekçi kitlelerin yaşamlarından kopan kadroların ve önderliğin zaman içerisinde nasıl gerilediğinin örnekleri dünya devrim tarihinde de oldukça fazladır.

***

Burada, Fuat yoldaşın uzun uzun sözünü ettiği İşçi Kurultayı ve o dönemki çalışmaların bütününe değinmeden geçmek gerçekten haksızlık olur. Aslında dolaşıma giren diğer bir yazımda oldukça kısa bir şekilde kurultay meselesine değinmiştim ama burada yazılanları gördükten sonra bunun ne kadar yetersiz olduğunu görerek tekrar yazmanın yerinde olduğunu düşündüm. Çünkü, bu bölüm oldukça abartılmış ve yanlış değerlendirmeler ardı ardına sıralanmış. Bunlar ya yoldaş tarafından görülememiş ya da bilinçli bir tarzda üzerinden atlanmış. Ben ikincisinin olduğunu düşünmekteyim.

Bu bağlamda, öncelikle Fuat yoldaşın yazısından o dönemi anlatan bölümlerinden kısa alıntılar yaparak hafızalarımızı bir tazeleyelim:

( 2005 sürecinden söz edilmekte, yani Fuat yoldaşın yurt içinde olduğu süreç) “Bu süreçte yukardan aşağıya zorlamalar olmuş, demokratizm ve federalizmle, part-time’cılıkla, kafaya göre takılmalarla, gerilemiş devrimcilik tarzı ve yaşam biçimleriyle mücadele edilmiş; fakat merkezi kararların dikte edilmesi ve dayatılması biçiminde bir tutum değil, özeleştiri, ikna, sürecin kavratılması öne çıkartılmış, en önemlisi çalışmalardaki farklılaşmayla güven ve özgüvenin kazanılmasını gözeten ve sağlayan bir önderlik politikası izlenmiştir. “

İşçi Kurultayı’nın örgütlenişi, o dönemdeki çalışmalarımız içerisinde kendi içerisinde bir sıçramayı ifade eder. Ö. müzde sınıf çalışması içerisindeki y.larımızın emeğiyle yaratılmış küçük derecikler halindeki ve oldukça dağınık sınıf yöneliminin açığa çıkartılıp iradi olarak sıçratılması ile ulaşılan bir sonuç, bu sonuca ulaşmak için de ö.ün yukardan aşağıya bütün güçlerinin, çevre çeper güçlerinin önceki durumlarının üstüne çıkması, doğru ve giderek gelişkin bir hal alan önderlik politikasıyla hedefe tam kilitlenme ve güçlerin üretkenlik ve işlevselliği üst düzeye çıkartacak biçimde konumlandırılması vardır. Kurultaya teorik ve politik temel kazandıran yazılar, Kolektif işçi bilinci perspektifi, Kurultaydan bir ay önce yazılan “Son kademeler” yazısı, Kurultaydan sonra yapılan değerlendirme bir bütünlük taşır. Kurultayın örgütlenişi yönüyle de özelllikle son bir, bir buçuk aydan itibaren dikeylik ve yataylığın, iç içe geçişliğin ve sarmal gelişimin kurulan organlar, organlar arası ilişkiler yönleriyle giderek yetkinleşen bir uygulaması gerçekleştirilmiş, farklı işlevleri yerine getiren organ ve y.ların kendi çalışmaları ve çalışmaların diğer alanlarında ki gelişimi sonuçlarıyla gördükleri ölçüde işle kurdukları ilişkinin daha da farklılaştığı, ivmenin yükseldiği, son gün tek bir y.la yaşanan parça bir sorun dışında hiçbir olumsuz gerilimin yaşanmadığı bir çalışma örgütlenebilmiştir. “

Yeni Bir Düzleme Geçemeyiş ve Gerileme: İşçi Kurultayı sonrasında faaliyetin temelleri genişlemiş, güçler ileriye doğru örgütlenmiş, sayıca artmış, bir kadro şekillenmesi ortaya çıkmıştı. Organlar sayısal olarak güçlendirildi ve yeni organlar da kuruldu. Fakat faaliyet bu aşamadan itibaren tekrar tıkanmaya ve gerilemeye başladı. Gençlik kurultayı sonrasında yaşanılan, ona göre daha güçlü olarak gerçekleşmesine karşın İşçi Kurultayı sonrasında da yaşanılmaya başlandı. Kurultaylar sürecine ön gelen açılımlar ve Kurultay tebliğlerinde de ifadesini bulan yön verici yeni politikalar, pratik politika açılımları ortaya çıkmıştı. İyice daralmış olan ö.müz, nispi bir alan kadrolaşması da yaratarak yeni güçlere doğru açılma imkanını yakalamış, bunun ilişkileri de ortaya çıkmıştı. Temel kadrolar, çalışmalarda nispi süreklilik oluşmaya başlamasıyla yeni bir ruh haline geçmeye eğilimliydiler. “

Evet, yukarda ki alıntıları tekrar okuyunca, ne kadar çarpıcı olduklarını bir kez daha görüyor insan. Ve ilk alıntıdan başlayalım; İlk olarak burada şu soru sorulmalı, “ fakat merkezi kararların dikte edilmesi ve dayatılması biçiminde bir tutum değil, özeleştiri, ikna, sürecin kavratılması öne çıkartılmış, en önemlisi çalışmalardaki farklılaşmayla güven ve özgüvenin kazanılmasını gözeten ve sağlayan bir önderlik politikası izlenmiştir. “ bu cümlede kastedilmek istenen “önderliğin” (yani o dönem dışarıda olan Fuat yoldaşın) merkezi kararları bir alt organ olan KÖM organına mı dikta etmediği, yoksa bir bütün olarak merkezin KÖM’ e, KÖM’ ünde alt kadrolara yani bizlere mi dikta etmediği anlatılmak istenmekte. İkincisi, aynı cümlede kastedilen bizlerin KÖM’ e mi güveni ve öz güvenimizin tazelendiği. Eğer her ikisinde de kastedilen bizlerde içindeysek orada duralım biraz. Çünkü bu doğruyu yansıtmamaktadır. Bunun böyle olmadığının en basit ispatı, kurultayın hemen sonrasında, hatta bitiminin hemen ilk gününde de diyebiliriz, temel kadrolarda yaşanan kırılmadır.

Fuat yoldaş yazısında bir tek kurultay günü bir kadroyla sorun yaşandığını onun dışında sorun yaşanmadığından söz etmiş. Aynı sorunu kurultay sonrası bende yaşadım. Aslında kurultay salonunda sorun çıkarmamak için ses çıkarmama hali vardı bende, fakat kurultaydan sonraki sorumlu yoldaşlarla yaptığımız ilk toplantı da bende kıyameti koparmıştım. Yanılmıyorsam sorumlu yoldaşlar bunlardan söz etmemiş. Hatta, o toplantıda, kurultay günü bana neden hiçbir görev verilmediğini soran bir yoldaş olmuştu. Sorunun cevabı ise can acıtıcıydı, çünkü tebliği dahi okuyacak beceriye sahip değilmişim. Şimdi sen burada güvenden, öz güvenden söz edeceksin, geçelim bunları bence, bunları bana değil başkalarına anlatın bence.

Kararların dikte edilmediği meselesine gelecek olursak. Bize getiriliş açısından bu da hiçbir gerçekliği yansıtmamaktadır, en azından benim açımdan. Neredeyse hiçbir önerimiz dikkate alınmadı, kurultayı örgütleme sürecinde yaptığımız neredeyse bütün toplantılar sorumlu yoldaşlar tarafından ızdıraba çevrilmişti bizim açımızdan. Neredeyse toplantılarda konuşulan tek şey bizlerin neden khk’ leri kurmadığımızdı. Olanaklar olmasına rağmen biz kuramıyorduk onlar için. Bizim oradaki tek işlevimiz söyleneni yapacaksındı. Yaşanılan bazı şeyler yazılarak anlatılmıyor işte, tıpkı şimdiki olduğu gibi…

Yazıdan alıntı yaptığımız ikinci paragraf ise o sürecin anlaşılması ve alıntıdaki gibi olmadığını göstermek için geniş bir açımlanmayı gerektirmekte. Bu bağlamda işçi kurultayı o dönem için baştan aşağıya güçlerin harekete geçirilmesi, yeni güçlere açılmak, kıyıda köşede gidilmeyen ilişkilerle tekrar bağ kurulması açısından önemli olanaklar sunmuştur. Dahası, neleri başarabileceğimizi görmemiz ve göstermemiz açısından da yoğunlaştırılmış önemli bir çalışma olarak tarihimize yazılmıştır. Fakat, merkezi olarak açıklanan tasfiyeciliğe ciddi bir darbe indirilmiştir değerlendirmesi tamamen gerçek dışı ve abartılı bir değerlendirmedir. Ben bu değerlendirmenin tam tersini düşünmekteyim.

Merkezi olarak yapılan bu değerlendirme esas olarak neye dayanmaktadır. Soruyu daha doğrudan sorarsak, tasfiyecilik o dönem kendisini pratikte nasıl göstermekteydi? Bunun en çarpıcı göstergesi, alansal hiçbir faaliyetin neredeyse yürütülmüyor oluşu, var olan ilişkilere dahi doğru düzgün gidilmemesi, (birkaç yoldaşın kendi çabasıyla bir şeyler yapmaya çalışması dışında) kadroların tanımsız olması, kadroların ve önderlik etmeye çalışan bir kısım yoldaşın hem kafa hem de yaşam içerisindeki konformizmi, kısacası ve daha doğrudan ifadesi örgütün ortalarda olmaması, kendisini neredeyse hiçbir alanda hissettirememesi.

Kurultay çalışması ile bu söylediklerimiz kısa bir süreliğine giderildi. (yaşamdaki konformizm dışında) Aslında, kadroların ve merkezi olarak da hedefe kilitlenmenin de yarattığı bir durumdu bu. Kurultayın hemen sonrasında yaşanan durgunluk ve temel kadrolarda ve çevre güçlerde yaşanan kırılmada bunun açık ve net bir göstergesidir. Bu kırılma neden yaşandı. Bu konuya kimse yazısında değinmiyor ve bunun açıklamasını yapmaktan kaçınıyor. Teo/Can yoldaş “Büyük Tutuculuk” yazısında bu kırılmayı dile getirmektedir fakat o da nedenlerine girmemektedir. O halde yaşanan bu kırılmanın, hayal kırıklığının nedenini ve sebepleri üzerine birkaç şey yazmak farz oldu.( o dönem kırılanlardan birisi de bendim)

Kurultay öncesi çalışma oldukça tempolu yürütülen bir çalışmaydı. Özellikle kurultaya son 1-1.5 ay kala bu tempo daha da artmıştı. Ve özellikle son 1 ay iç sürtünmelerin doruklara çıktığı ve son günlerde artık kendisini açıktan açığa hissettirdiği ve kurultay sonrasında da iplerin koptuğu bir durum çıkmıştı ortaya. Son 1 ay kala yaşanan gerilimin esas sebebi, birincisi bizlere yönelik üst organ tarafından khk’ları kurun, kuramıyorsunuz tepeden inmeci bakış açısı ve sıkıştırılmaydı.( bu durum o gün açısından bir nebze olsun anlaşılır) Fakat bundan da ötesi, o güne kadar bu çalışmanın bütün yükünü çeken kadroların üstünden atlanarak tebliğlerin farklı yoldaşlarla hazırlanması girişimiydi.

Bu nokta basit gibi görülebilinir fakat bizler orada şunu hissettik, ve bu durum benim için muazzam bir yıkım oldu; “siz ancak buraya kadar yapabilirsiniz, yani işin pratik ve koşuşturmasını, fakat bundan sonrasını bu konuda yetkin olanlar yapacaklar”.

Bununla birlikte, kurultay günlerinin organizasyonu neredeyse kadroların büyük çoğunluğunun dışında organize edildi. Buradaki sorun, tebliğlerin daha iyi yapabilecekler tarafından yazılması değil, buradaki sorun kurultay günlerinin birlikte organize edilip edilmemesi değil, buradaki sorun kurultayda tebliğ okutmamakta değil, hatta buradaki sorun kurultay günü bize en ufak bir açıklama gereği bile duyulmadan elimize tutuşturulan imza metni de değil, buradaki sorun, gecesini gündüzüne katan, geceleri cami ve acil servislerde yatan, mide krampları girmesine rağmen fabrika önlerinde bildiri dağıtmaya devam eden ancak yere yığılmayla birlikte duran, karnını doyurmak için sabah bakkalların önlerine konulan ekmek sandıklarından ekmek çalarak karnını doyuran, soğuktan ayaklarının donduğunu sanarak hastaneye gitmeye çalışan fakat parası olmadığı için gidemeyen, evet daha saymaya gerek yok, kurultay çalışmasını bu zorluklarla yürüten kadroların bir süre sonra adam yerine konmamasıdır, onlara güvenilmemesidir sorun olan. Ve tüm bu yokluklara rağmen tek bir söz söylemeyen, bunlar olması gereken doğal şeylerdir diyerek çalışmaya asılan kadrolara yapılmıştır bütün bunlar. Sonrada dönüp “ne oldu yav” diyorsunuz. Bunları geçelim. Bu bir çoğumuz için “Büyük Bir Yıkımdı”, “Büyük Bir Hayal Kırıklığıydı”, “Büyük Bir Güvensizlikti”. Yaşanan buydu. Yaşatılan buydu. Yaşanılan buydu. Özellikle temel kadrolarda yaşanan o büyük geri sıçramanın sebeplerini birazda bu noktalarda arasak yanlış mı yaparız veya olaya sığ’mı yaklaşmış oluruz?

***

Yaşadığımız böylesi bir süreçte özellikle bazı yoldaşlar tarafından görülmeyen nokta şudur: Kara çalmalar kara çalınmak istenen yoldaşların değil, aslında tam aksine kara çalan yoldaşın kendi değerini düşürür. En azından bu benim gözümde böyledir. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Fuat yoldaşın yazısında yer alan yurt dışındaki yoldaşlar hakkındaki kara çalmalar meselesine. Bu konuda aslında söylenecek pek bir şey yok, sadece Fuat yoldaşa bu konu çerçevesinde iki soru yönelterek şimdilik yazıma son veriyorum.

Soru 1) Bütün bunlar yaşanırken sen neredeydin, ne yapıyordun ve kendini bu olayların dışında mı görüyorsun?

Soru 2) Sen neden hala oradasın?

SON

Not: Yazımı 1 ay önce yazmış olmama rağmen benden kaynaklı nedenlerden dolayı şimdi açıyorum…

Tahsin… 25.08.2009

****

Hejar/19 Eylül 2009

Her şeyin dibini yaşayarak gördüğümüz bir süreç “bitmek” üzere. Bu süreci, aklımıza gelebilecek tüm anlam ve değerlerin paramparça olduğu, ama bunun içerisinden yeni anlam ve değerlerin de kurulamadığı, dolayısı ile her bakımdan çürüme olarak tabir edebileceğimiz bir dip noktasında iken “bitireceğiz”.

Tam da bu noktada henüz hiçbir şekilde yazılı görüş belirtmeyen yoldaşlardan biri olarak kısa da olsa konuşmak istedim. Şimdiye kadar konuşmamış olanlarla ilgili kimi yoldaşlar çeşitli imalarda bulundular; gerilik, tükenmişlik, gelecek perspektifinden yoksunluk, dolayısı ile tükenmişlik…. vs. vs. Bunlara yanıt vermeyeceğim! Keza Can’ın son olay nedeni ile kaleme aldığı “zaptiyeler” yazısında diğer yoldaşlara ve bana dair yaptığı kişilik çözümlemelerine kendimle ilgili olarak onun düzeyine düşerek yanıt verdiğim için pişmanım. Aynı pişmanlığı bir daha yaşamak istemiyorum.

Bugüne kadar neden konuşmadığıma dair birkaç söz söyleyerek bu konuyu geçeceğim. Bu konuda benim açımdan belirleyici olan 2 neden vardır. Birincisi; sürecin giderek bir kopuşa doğru gidiyor olmasını görmenin yarattığı tepkisellik ve aynı zamanda yine bununla içiçe geçen duygusal ketlenme.

Bu durum tartışmaların giderek subjektifleşmesini, uçlaştırmalar üzerinden yürütülmeye başlandığını daha yakından görmem, gözlemlememle birlikte gelişti. Özellikle Fatma ile yaptığımız görüşmeden sonra… O görüşmeden sonra aslında görünen, ama benim görmemek için direndiğim bir gerçeği tüm çıplaklığı ile gördüm. Çıkardığım sonuç; “Leyla-Yusuf’ların tasfiyesine dayalı bir birlik” fikriydi.Leyla ve Yusuf’un her açıdan lanetlenmesi ve bu lanetlemenin de delegeler ağzıyla yapılmasının sağlanması… Kendimi yer yer bir sorgu masasında, yer yer günah çıkarma ayininde konuşmaya “teşvik” edilen, edilmeye çalışılan bir mekanda hissettiren bir konuşmaydı o. Ağzımdan Leyla-Yusuf’un bazı pratik tutumları konusunda “evet doğru değildi” sözleri çıktığında da “bunu nerede söyledin, kimse duydu mu ki!” gibi sıkıştırmalarla “yazmaya teşvik” etme çabasını giren bir Fatma vardı karşımda. Son derece üstenci ve deyim yerindeyse her şeyin sırrına ermiş biri havalarında bir Fatma… Jestlerine-mimiklerine kadar Leyla ve Yusuf’a duyduğu özel öfkeyi yansıtan, sadece “atılmalılar” buyruğunu açıktan dillendiremeyen bir Fatma… Yusuf’ların kimi tavırlarının doğruluğunu savunmam ve kendilerinin pratiklerinin bana göre adını koyduğum kesitlerde de, o sahte tevazu ve “yoldaşça” yaklaşım perdesini yırtıp, dişlerini sıka sıka, öfkeyle konuşan bir Fatma… Ve aslında “defterinizi düreceğiz!” dememek için kendisini epey bir zorlayan bir Fatma… Yer yer kelimenin gerçek anlamıyla sinsice, yer yer zorbaca, yer yer … çoğaltılabilir… bir Fatma…

Her şeye rağmen o anda, “Tamam beni ikna etmeye çalışıyorsun, bu doğal” dedim. Ama ondan ayrılıp, tüm o konuşmayı yeniden düşününce neden orayı terketmedim diye kendime çok kızdım. Her şeye rağmen taşıdığım iyimserliklerin, iyi niyetin hepsi Fatma’dan ayrıldığım o akşam çöktü! Ve ben o günden sonra ciddi bir altüst oluş yaşadım. Samimi olarak söyleyeyim ki o iyimserlik defterini de çok köklü bir şekilde kapattım!

O günlerde yaşadığım duygulardan biri de “bu düşmanlaşma ortamında hiçbir şekilde olamayacağım, gerekirse sessiz sedasız çekip gideceğim” oldu. Bunları yaşamak da, yazmak da kolay değil! Ama tüm delegasyona karşı açık olma sorumluluğu ile, hakkımda ne düşünülürse düşünülsün söylemem gerektiğine inandığım için yazıyorum. “Zayıflık mı”, “yorgunluk mu” ne derseniz deyin umurumda bile değil. Çünkü ben kendimi biliyorum, tanıyorum!

Sonraki günlerde İ, “Fatma ile görüşmemin nasıl geçtiğini” sordu (J de vardı). Ben de ona; “Bundan sonra hiç kimse benimle Fatma’nın yaptığı gibi konuşmalar yapamaz, buna izin vermeyeceğim, bu içerikte görüşmeler yapmayacağım” dedim ve konuşmak istemediğimi söyledim. Sonrasını ise J biliyor… Fatma İ’ye yazdığı notta artık hakkımda ne anlatıldıysa bunun kendi konuşması ile ilgili olmadığını söylüyor. “Başka nedenleri olduğunu” belirtiyor. Neymiş o nedenler bilmiyorum!!! Fatma da Can gibi kişilik çözümlememi yaparsa öğreneceğim. Daha doğrusu bir de Fatma cephesinden nasıl görünüyormuşum onu öğrenmiş olacağım. Ama benim açımdan bu örgütün birbirine düşmanlaşmış olmasının boyutlarının ortaya çıktığı ve bunun artık telafi edilemez bir noktaya ulaştığını görmenin aynası oldu o konuşma! Başka şeylerden sonra yeni bir milat oldu! En büyük milat!!!

O günlerde yazmak için uygun bir mekan arıyorken, Fatma ile konuşmadan sonra; “hiç bir şey yazmayacağım” dedim kendi kendime. Bu arada Fuat yoldaşın yazısını okumuş olmanın yarattığı iç gerilimi, hakkımızda yapılan “yd’dekiler bitmiş” spekülasyonlarının mesela bir Zeki yoldaşın sözleri ile yüzüme tokat gibi inmesinin yarattığı duygusal altüst oluşu da atlamamam gerekir. Kısacası o kesitte yazmam mümkün değildi! Yoldaşlar başka yoldaşlarını yaralamakta o denli sakınmasız olmuşlardı ki benim neyi, nasıl yaşadığım kimsenin umurunda bile değildi! Onlar büyük bir davanın insanları, ben ve benim gibilerse yd’ye kaçmış, oranın rahatı ile ağzına geleni söylemiş, konformist, söylenmese de “çürümüş” insanlardık! Bu atmosfer oluşturulmuştu, işlenmişti! “Yd’ye gelen herkes oradakilerin nasıl yaşadığını, nasıl bir rahat içinde olduklarını anlatmıştı” zaten! Yd şöyleydi, yd böyleydi, yd, yd…. Ha bu arada tüm bunların üzerine şu antifaşist olayı ile ilgili gelişmeler, yd’den bu konu ile ilgili gelen notlar ve üstüne bir de J’nin bir toplantıda, “finale gerek yok, her şey ortada” deyivermesini falan da eklemeliyim…

Evet kendi açımdan gerçek bir alaboraydı yaşadıklarım… Ve katılaşmış olarak çıktım bu alaboradan. Artık öyle her şeye iyimser bakmaktan, ağlayıp zırlamaktan, “bu örgüt bölünürse ölür” diye diye kendimi yiyip bitirmekten vazgeçen bir katılaşma hali bu. Bu örgüt, daha sağlıklı bir ortamda, ön varsayım çerçevelerinden, birikerek kine dönüşmüş öfkelerden, kişiselleşmiş her türlü duygudan arınarak, gerçekten samimi bir yaklaşımla o ayrılık konularını tartışabilseydi bunların önemli bir kısmını aşabilirdi. Hem de tamamlayıcı, geliştirici bir tazda aşabilirdi. 


Fakat neden istenmediğini de biliyorum artık. Fuat ve onun ekseni ile kendisini ifade eden yoldaşlar yeni eksenlerinde engelsiz bir yürüyüş istiyorlar. Bu yüzden de “engel” olabilecekleri ayıklamak istiyorlar! Kendi kişisel tarih anlatımlarına, tarihsizleştirmelerine söz söyleyecek kimse kalmasın istiyorlar. Söz söyleyecekleri ise yürüttükleri kampanyalarla o hale getirmeliydiler ki hiç kimse onları ciddiye almamalıydı! Ve işi tam bir taktik savaşına döktüler!

Yusuf’un Parti yazısı konusundaki tutumları da bu taktik savaşın en uç yansımasıdır. Onlar bu yazıyı Yusuf’un kendisini zayıf hissetmesi ile bağlantılandırarak okudular. Bunu çeşitli yerlerde, çeşitli vesilelerle ya açıktan ya da imalarla dile de getirdiler, getirmişler. Tam bu zayıf anında indirilecek darbelerle işini bitirmeliydiler! Ve o yazıdan sonra her şeyi bırakıp, asıl olarak onu ordan vurmaya çalıştılar. Tüm propaganda ve söylemlerinin merkezine bunu oturttular. Ve dört bir yandan düzenledikleri bir saldırı harekatıyla Yusuf’u oracıkta devirmeye çalıştılar. Bu son bir hamleydi. O yüzden de her taraftan oklar fırlatılmalıydı! Bunu yaptılar!


Bunları geçiyorum… Nerede durduğumu bu denli geç bir tarihte yazılı bir şekilde ifade ediyor olmamın ikinci nedeni ise, son etaplara 2 ay bir süre kala sağanak gibi üzerimize boşalan yazıların kapsamının beklediğimden farklı olması (Fuat’ın yazısı açısından söylüyorum özellikle) ve aslında aklımıza gelebilecek her konuya değinmiş olmasının yarattığı, “nereden başlasam” karmaşasıdır. Şimdi süreç bitmek üzereyken belli başlı noktalarda söz söyleme zorunluluğunun doğması ile tüm bu özetlediğim durumun üzerine çıkarak kapsamlı olmasa da yazmaya çalışacağım.


Yazacaklarıma girmeden önce şunu belirtmeliyim ki aslında bir konferans böyle yapılmaz. Hele bileşimimizi ve tüm bu sürecin nasıl yaşandığını düşününce bu daha çok böyle. Neden? Çünkü örgütün geleceğinin belirlendiği bu eksenler tartışması son derece kapsamlı konularda hızla karar vermeyi dayatan bir süreç sıkışması ile sunuluyor delegasyona. Delegasyonun başından beri süreçle varolan sorunlu ilişkisi de düşünüldüğünde (ve tabi tüm bu toz duman arasındaki şaşkınlığını, yorgunluk ve yıpranmışlığını, iç atmosferimizdeki ciddi aşınmaları, teori konusundaki doğal sınırlarını) bu denli kapsamlı konularda nasıl bir paralizasyon hali yaşandığını ya da nasıl bir kayıtsızlaşma ve giderek yabancılaşma halinin yaşandığını tahmin etmek güç olmasa gerek. Ve bu örgütün geleceği bu denli kısa sürede, bu denli sorunlu bir süreçten sonra ve bu denli yıpranmış bir bileşimle belirlenmeye çalışılıyor. Bu adaletsiz olduğu gibi, bizi doğru sonuçlara götürmeyecek bir durumdur.

Yıllardır yazıları üzerinde çalışan bu örgütün teorik birikiminin en ileri temsilcilerinin bile daha henüz o çalıştıkları yazıları bütünü ile koy(a)madıkları düşünülürse, ne demek istediğim anlaşılır sanırım. (Ki o yazıların önemli bir bölümünün yumurta kapıya gelince yazıldığı da anlaşılmaktadır. Mesela Fuat yoldaşın yazısındaki kimi bölümlerinin aktüel havası bunun kanıtıdır. ) Bugüne kadar teori üretiminde yer almış olanlar açısından bu konuda bir sorun olmayabilir. Fakat geri kalan ve gelecek hakkında söz söylemesi beklenenler açısından bu böyle midir? Vicdanen bakılsa bile, değildir.

Politikleşmeliyiz, politikleşmeliyiz!” demekle de aşılmayacak bir sorundur bu. Bu söylem ve zorlamalarla bir motivasyon yaratmanız mümkün değildir. “Hadi özneleşmek istiyoruz diyordunuz, ne duruyorsunuz gün bugündür” basitliğine indirgenemeyecek kadar karmaşık bir sorundur yaşadığımız. Evet bu süreçler özneleştirir bireyleri de örgütleri de. Ama onca iç gerilim sonrasında ve uzun bir kopukluktan sonra (delegelerin süreçten uzun süre dışlanmış olmasından sözediyorum) öyle ha deyince kimse özneleşemez! Hayatta bunun karşılığı yoktur.

Özneleşmekten kastımız sürece teorik katılım ise bu konuda belirli bir birikime sahip olanlar dışında hiçbirimiz özneleşemeyeceğiz demektir bu. Şimdi sürecin çok yönlü, çok boyutlu hikayesinden koparılarak bireyler yazmadıkları, “özneleşmedikleri” için yargılanıyor. Yazanların yazdıkları ise apolitiklikle damgalanıp, mahkum edilmeye çalışılıyor. Sadece kolay gelsin diyeceğim! Ve bu süreci bu şekilde bitireceğimizi ve koyduğumuz güçlü eksenlerle yeni sayfalar açacağımızı umut ediyorsak biz iflah olmayız diyeceğim!

Bir kopuş-ayrışma olduğunda bu her iki ya da her neyse kesim açısından da varlık yokluk sorununun birincil sorun olması şeklinde yaşanacaktır. Bu dönem hiç değil! Bu söylediklerimden süreç uzatılmalıdır dediğim anlaşılmaz umarım. İçinde bulunduğumuz koşullarda en manasız ve aslında imkansız olan bu olur sanırım. Çünkü biraz daha uzarsa çürüme ile birlikte buharlaşıp, yok olacağız. Sadece kendi hikayemizi resmetmek ve şu çok kızılan del.in neden özneleşemediklerine dair gördüğüm resmi genel hatları ile de olsa çizmek istedim. Biraz da bu noktadan bakılsın diye…

Fuat yoldaşın yazısına dair…

Öncelikle Fuat’ın böyle bir yazı ile gelmesini hem bekliyor, hem de beklemiyordum. Bekliyordum: Çünkü Fuat yoldaş geçen yıl Temmuz’da, “Öne çıkan örgütsel sorunlardır. Parti konusuna yoğunlaşacağım” demişti. Fakat ondan önce (yaklaşık 1 yıl önce) BD’yi (Büyük Dönüşüm) yeniden yazacağını söylemiş ve hatta, “içerik ve kapsamı konusunda önden bilgi sahibi olmak istiyoruz” talebine de uzunca bir bilgi notu ile yanıt vermişti. Temmuz’a gelmeden önce Şubat ayında ülkeden gelen 2 yoldaşın katıldığı toplantıda ise, “yaklaşık 6 ay sonra yazıyı sunacağını” deklare etmişti. (Şu İMT meselesinin kararlaştırıldığı toplantıdan bahsediyorum. Gelen 2 yoldaşın örgütsel raporu kaleme almayı üstlendiği toplantı).

Fakat tarih yaklaştıkça Fuat bu sefer hem İMT meselesi üzerinden gerilimi tırmandırdı (“Konferansın yerine koyuyorsunuz” sözlerini o zaman dillendirmeye başladı), ama hem de BD’yi yazmayacağını ifade etti. “Bunu yapamazsın. Bu Konferans’ın gündemini BD meselesi üzerinden değiştirdin. En son yazıyı yeniden kaleme alacağını söyledin ve önden bilgilenmek istediğimizi söyleyince de düşündüğün kapsama dair bir bilgi notu hazırladın. Şubat’ta yapılan toplantıda sonbaharda açacağını vaad ettin. Şimdi de başka bir şey söylüyorsun” anlamına gelen şeyler söylenmişti kendisine. Sonuçta bu yönde yapılan uyarılar ve gerilimli tartışmalardan sonra en son yine BD’yi vaad ettiği çerçevede yazacağını ifade etmişti. Fakat daha sonra şimdi yazısında da belirttiği gibi, “MK’nın yazması gereken örgütsel raporu kaleme alan çıkmadığı ve bu raporun yazımının 2 MÖK üyesine kalmasını doğru bulmadığı için bu kapsamda bir çalışma yapacağını” söyledi.

Bu tutarlı bir gerekçe değildir. Nitekim öyle olsaydı Fuat yoldaş o Şubat toplantısında bunu bu şekilde ifade edip, ona göre bir beyanda bulunurdu. Kısacası bu sürecin pek çok konusunu belirleyecek olan BD konusunda Fuat’ın tutumu ikide bir farklı gerekçelerle değişen, inip-çıkan bir grafiği andırıyordu. Bu nedenle kendi açımdan BD dışında bir yazı geleceğini bekliyordum. Ama bir yandan da BD için hazırladığı bilgi notu içeriğinde, onu belli noktalardan güncel bir mücadele ekseni olarak tanımlayan, somutlamaya çalışan daha bütünlüklü bir yazı da olabilir diyordum.
Fakat gelen yazı hepsini kapsıyordu.

Fuat yoldaş daha başında 4×4 yaklaşımı ile kaleme aldığını, tüm sorunların bu 4 parametre ile içsel ilişkilerini kurarak ilerlediğini ifade ederek okurda yüksek bir beklenti yaratsa da bana göre yazı kişinin 4×4 algısı ile en başta nesnel olmaktan uzaktı. Ve aklımıza gelebilecek her konuya girerek, ama bunlar arasındaki tarihsel ilişkileri nesnel bir yaklaşımla değil, subjektivizm odağından kurarak gerçek anlamda öznel bir anlatıydı. Yer yer emperyalist kapitalizmin sözü edilen BD içinde nasıl bir nitelik kazandığına giriliyor, yer yer tarih anlatımı yapılıyor (ki bu aslolarak kişisel bir tarih anlatımıdır), yer yer alan çalışmalarına dair konuşuyor (asıl olarak da yd çalışmasına. Ki yazının hemen her paragrafında o çalışmaya dönük birkaç satır vardır!), BD’nin siyasal ve toplumsal sonuçlarına değiniyor, …vs. ve bunlar üzerinden bir mücadele ekseninin teorisini kurmaya çalışıyordu.

Yanı sıra yapılan kişisel tarih anlatımı doğal olarak başka anlatımları da zorunlu kılıyordu! Öyle ki bana göre yüzlerce sayfalık bu yazım çalışmasında satır aralarında ya da yer yer açıktan kişinin önvarsayım çerçeveleri çok fazla konuşuyordu. Bunu sadece bizzat içinde yer aldığım yd çalışması için değil, başka pek çok konu açısından da söylüyorum!

Fuat’ın yazısının ana ekseni emek-sermaye çelişkisi, meta egemenlik ilişkileri, buradan da burjuvazinin toplumsal egemenliğinin boyutları (sivil toplum meselesi) ve liberal demokrasi üzerine kurulmuş. Tarih anlatımı ile birleşik olarak bizim bugüne kadar sınıf devrimciliğine geçiş yapamamamızın esas nedeni faşizmin varlığı olarak gösterilmiş. Ve bu yaklaşımla da rejim tipi sorunu esas halkalardan biri haline getirilmiş.

Bu duyguyu yaşatıyor, çünkü yazının esas fikirlerinden biri bu. Fakat bu sorunlu bir fikirdir. Keza rejim tipi sorununu merkeze aldığı, diğer faktörlerin üzerinden atladığı için sorunludur. İnsanın aklına hemen şu geliveriyor; “İyi de biz çok önceleri emek sermaye çelişkisinden bahsetmişiz (mesela Türk tekelci burjuvazisinin gelişimi broşürü), onu bırak orta gelişmişlik düzeyinde kapitalizm tespiti yapmışız, onu bırak platformumuz hiçbir zaman demokratik devrimcilerin aşamalı felsefesi ile uzlaşmamış, bu anlayışla hep kavgalı olmuş. Peki neden mesela bu tarihe kadar sosyalist devrim diyememişiz. Rejim tipi ve çözülmemiş demokratik sorunlar mı elimizi bağlamış. Şimdi rejim değişiyor diye mi gönül rahatlığı ile SD diyebiliyoruz?..”

Yine aynı mantık içerisinden bakınca; “Peki ama SD dememenin gerekçesi haline getirilen o demokratik sorunlar artık elimizi kolumuzu bağlamayacak düzeyde çözüldü mü?” soruları sıralanıyor.

Bu noktada tarih yazımının subjektifliği, ama bugünün ve geleceğin de aynı subjektiflik içerisinde tanımlanmaya çalışıldığını düşünüyor insan. Ve bu yaklaşım sözkonusu oldukça, “Emek sermaye çelişkisi belirleyicidir, stratejimiz Sd ile belirlendi” desek ne olur, demesek ne olur?! Çünkü ben bizim önceki platformumuzun tüm tarihsel sınırlılıklarına rağmen güçlü bir sınıf vurgusu ve o tarihsel koşullarda bile SD fikrine yakın bir içerikte olduğuna inanıyorum. Buradan bakınca da platform böyle bir eksene oturduğu halde ve her zaman proletaryanın öncülüğü belirleyicidir vurgusunu öne çıkarmış olmamıza rağmen bizim sınıf içindeki köksüzlüğümüzün nedenlerini başka boyutları ile irdelemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Ya da o platformu neden bugüne kadar geliştirmemiş olduğumuz, neden yıllar önce SD dememiş olduğumuz gerçeğini daha açık ve pekçok bağıntısını kurarak ifade etmemiz gerekiyor.


Fuat yoldaşın yazısında bunun esas belirleyeni demokratik sorunların ve özelde de faşizm sorununun bizi sürekli paçamızdan çekiştirdiği ve aslında bu koşullarda SD desek de değişen bir şey olmayacağı yönünde değerlendirmeler var.. Bu noktada da aslında Kızıl Bayrak’ın SD anlayışına benzer bir zemine düşüyor. Çünkü Kızıl Bayrak da demokratik sorunları yok sayarak, hatta bu sorunların en ciddi belirleyeni olan rejim tipini yıllar önce faşizmden kurtararak, geri kalanları da, “SD’de geçerken çözülecek sorunlar” şeklinde tanımlayarak SD demişti. Yani Kızıl Bayrak bugün Fuat yoldaşın yaptığını yıllar önce yaptı, rejimi de yıllar önce çözdü vs. vs.

Biz de şimdi bizi paçamızdan çekerek demokratik devrimciliğin, dar siyasal devrimciliğin, anti faşizmin çemberine sıkıştıran bu sorunları “çözerek” aslında aynı noktadan hareket etmiş olmuyor muyuz?! Diyelim ki koşullar geçen yıllarda planlanan Ayışığı gibi bir darbe yönünde gelişmiş olsaydı ne diyecektik? Yine mi SD demekten geri duracaktık, SD demek bu sorunların çözülmüş olmasına mı bağlı? vs. vs. sorular çoğaltılabilir…

Ve bunu yaparak da bütün tarihsel sorumluluklarımızdan, en başta da önderlik sorumluluklarımızdan kurtulup, ruhumuzu kurtarmış olmuyor muyuz? Yanı sıra aynı mantıksal çerçeveden yola çıkarak şimdi SD demiş olmamız neyi, nasıl değiştirecek meselesi kendi adıma ciddi soru işaretleri taşıyor. Çünkü bu mantık şimdi de hem SD diyebilmek, hem de buna uygun yeni bir mücadele stratejisi oluşturabilmek için bir şeyleri kesip, biçip, çözüyor!

Fuat yoldaş SD demeyi defalarca düşündüğünü söylüyor, hatta tarihler veriyor. Her defasında ciddi demokratik sorunlar ya da emperyalizmin çeşitli egemenlik politikalarının (mesela Irak Savaşı) yaratacağı sorunlar üzerinden simülasyonlar yaptığını söylüyor. Ve bunlardan ulaştığı sonuçlarla “daha erken” dediğini belirtiyor. O bu durumu yazısında meşrulaştırıyor. Tabii bu arada kendisini yine ayrıştırarak, “Ben çeşitli kaygılarla açıktan dile getirmedim ama kendi kafamda aslında SD diyordum ve kadroları daha bütünlüklü bir dönüşüme hazırlamak için uğraşıyordum. Yazdığım kuantum ve belirsizlik felesefesi yazısı ya da çeşitli sosyalizm türlerine dönük eleştiriler hep bu amaçtan besleniyordu.

Tüm olup bitenler her şey ve herkesin üzerinde bir yerlerde duran bireylerin kafasında olup biter, diğer dünyalılar ise onların kafasındakinin olgunlaşmasını beklemek durumundadırlar! Fuat yoldaşın SD konusunda anlattığı hikayesi(miz) işte bunun somut ve çarpıcı bir itirafıdır. Bu noktada bizim dar siyasal devrimciliğimizin anahtarı da onun elinde olduğu için anca şimdi proleter devrimciliğin kapısından girebileceğiz! (Bu söylediklerim elbette ki tek başına Fuat’a dönük değildir. Bu bir önderlik sorunudur! Burada Fuat’ın yazısı şahsında yazdığım için ona dair özel vurgular yapıyorum. Onun yazısındaki subjektivizme dair yazdığım için…) 


Tüm bu olup bitenin biz kadrolar cephesinden bir karşılığı yok mudur? Elbette var! Edilgen, tabiyet ilişkisinin dışına çıkamayan, hep bir yerlerden bekleyen kadroların varlığı ile bu önderlik tarzı arasındaki diyalektik ilişki birbirini sürekli olarak olumsuz anlamda etkilemiş, belirlemiştir. Kadroların genelde teori ve özelde de politika üretimi konusunda süreklileşmiş bir bağımlılık ilişkisi içerisinden hareket edip, kendilerini alanlarında daha yetkin bir düzleme taşıyamamış olmaları, bunun giderek bir kültüre dönüşmüş olması, hepimizin yaşamında sayısız acı deneyimle bilinen bir gerçektir. Çözebileceğimiz sorunları bile hep bir yerlerden beklemeye alışmış, olmadığında da işi seriveren bir kadro tipolojimiz vardır bizim. Bu herbirimizin ruhuna şu ya da bu şekilde nüfuz etmiştir. Ve oldukça karmaşık “sosyolojik” bir sorun olarak ele alınmayı hakediyor. Tabii ki önderlik, örgüt işleyişi, dar örgüt olmamızın kendine has kültürü, aslında pek çok anlamı ile örgüt olamamamız, buna uygun mekanizmaları yaratamadığımız gibi olanları da işletmeyip, kişiler üzerinden süren bir işlerliği “ölümsüzleştirmiş” olmamız, emekler arası farkı olabildiğince alta çekmeyi hedefleyen bir kolektivizasyonu yaratamamış olmamız,.. vs. vs. bunun pekçok nedeni vardır.Tüm bunların aşılması konusunda Yusuf’un parti yazısındaki yaklaşımı benimsediğimi söyleyerek geçiyorum. 


BD MESELESİNDE GELİNEN NOKTA


Aynı şey BD için de böyledir. Yani birileri görene kadar -ki 25-30 yıl sonra- ya da BD denilen şey bütün sonuçları ile kendisini ortaya koyana kadar, biz asıl olarak gerçeği eski parametrelerimize uyarlamaya çalışmışız. BD’yi 20-25 yıl sonra nihayet görebiliyor olmamızın nedeni sadece tarihsel kırmızı çizgilerimiz değildir. Bunca geç bir zaman sonra görüyor olmamız asıl olarak diyalektik özürlülüğümüzdendir. Varolan nesnelliğin diyalektiğini bu bilimsel yöntemle okuyamamış olmamızdandır. Bu konuda kendimizi herkesin üstünde bir yere koymuş olmamıza rağmen, bu böyledir!

Ve bir de bizim ruhumuza işlemiş önderlik tarzı, önderlik kadrolar ilişkisi, teori-pratik üretimleri arasındaki geçirimsizlik, dar örgüt olmanın yarattığı dünyayı kuyunun dibinden gördüğümüz kadarı ile algılamak ve yine bununla bağlantılı olarak sınıf ve emekçi kesimlerle ilişkilerimizin darlığı-sığlığı… tüm bunların yarattığı donma hali, fikir dünyamızın kuraklaşması hali!

BD konusundaki körlüğümüz de göstermiştir ki biz aslında kaba olguculukla aynı zeminde durararak ilişkileniyoruz gerçek dünya denilen dışımızdaki gerçekle. O olguculuk öyle bir hal alıyor ki bu sefer de bütün sonuçları ile kendisini yaşamdaki hükmüyle konuşturan o gerçek karşısında allak bullak oluveriyoruz! BD’nin ilk taslağında olduğu gibi ondan neredeyse yeni bir emperyalizm teorisi çıkarmaya kalkışıyoruz!

Şimdi Fuat yoldaş son yazısında parça parça girdiği BD meselesinde o ilk taslakta, “ben aslında böyle diyordum, Yusuf söylediklerimden subjektif bir yaklaşımla bunu çıkardı” diyerek bazı noktalarda “düzeltmelere” gidiyor . Mesela sermayenin kar oranlarındaki düşme eğilimi ile birlikte spekülasyona yönelmesi konusu BD’de neredeyse hiç vurgulanmamışken, burada bu konuya epey bir yer ayrıyor ve o zaman neden bu noktaya eğilmediği konusunu da yine kafasındaki ‘şunu öne çıkarmak gerekiyordu’ gibi bir yaklaşımla açıklamaya kalkışıyor. 


Aynı şey krizler için de söz konusudur. “O bunu vurgulamıştır ama subjektif Yusuf bilinçli olarak yokmuş gibi gösterip, kadroların kafasını da karıştırmıştır” Fuat’a göre! Ama mesela şu son krizde bile “yok sadece ABD ve ekonomisi ona yakın olduğu için İngiltere’yi etkiler” yaklaşımına bir açıklama getirmiyor. Ki o yaklaşımda BD konusundaki -onun sonuçları anlamında- esas yaklaşımının, şimdi Yusuf’un subjektifliği ile savuşturmaya çalıştığı emperyalist kapitalizme yüklediği istikrar yaklaşımının kodları saklıdır. BD’de sermayenin uluslararasılaşması, ilişkilerin son derece girift bir şekilde iç içe geçmiş olmasının emperyalistler arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmasa da bu çelişkilerin eskisi gibi okunamayacağını, varolan içiçe geçmişlik halinin bağımlılık ilişkilerini güçlendirdiğine çubuk bükmesinin kodları saklıdır.

Bu aslında sermaye açısından “hepimiz aynı gemideyiz” yaklaşımı ve bu aynı gemide olmanın dayattığı “sorunları birlikte çözme zorunluluğu”nun savunusuydu. Nitekim Fuat bunun siyasal ifadesini bu yazıda da ilk taslakta olduğu gibi koyarak, aslında yine aynı noktada durduğunu ifade etmiş oluyor; olup biten uyuşmazlıklar mali oligarşinin ‘dünya devletince’ ele alınır meselesini kastediyorum.

Şimdi Fuat yoldaş, BD’nin o ilk taslağının ruhuna işlemiş olan bu yaklaşımı, “öyle değil!” diye geçiştiriyor. Ama o ilk taslak yerli yerinde duruyor. İsteyen bir daha dönüp bakabilir.
Ya da daha önceki metinde “teknolojik devrime” büktüğü çubukla adeta teknolojik determinizme savrulan Fuat yoldaş, son yazısında bu çubuk bükme durumunu sessiz sedasız geri çekmekte, teknolojik gelişmeleri daha silik bir yaklaşımla vurgulamaktadır… vs.

Daha da önemlisi bu teknolojik gelişimin nedenleri bahsinde kapitalizmin önceki birikim politikalarının bir noktadan sonra kaçınılmaz olarak kar oranlarının düşme eğilimi ile tıkanmış olması, bunun kriz olarak patlaması ve sermaye açısından bundan çıkış yollarından birinin sermayenin değersizleşmesi olduğunu, bu değersizleşmenin de artıdeğer sömürüsünü yeniden genişletecek yeni birikim politikalarına ve bunlara uygun teknoloji de dahil üretim organizasyonlarına yönelme zorunluluğunu getirdiği gerçeğini es geçerek, tüm olup biteni sermayenin içsel dinamiklerine bağlıyordu. Bu içsel dinamikler bahsinde de asıl olarak onun üretici güçleri geliştirmesi yeteneğini belirtiyordu. Yani ona bir çeşit ilericilik atfediyordu.

Aynı şeyi sermayenin bu yeni birikim politikaları ile birlikte eski uluslararası işbölümünü de yarattığı engel nedeniyle değiştirmesinden bağımsızlaştırarak teknolojik gelişimin yarattığı dinamik üzerinden açıklıyordu. O yazıda kriz, kapitalizmin anarşik yapısı, kar oranlarının düşmesi… vs. pek çok şeye de değiniliyordu elbette ki. Fakat tüm bunlar organik bir bütünlük içinde ele alınmadığı gibi, aralarındaki diyalektik ilişki de kurulamıyordu. Ve aslında sonuç olan neden haline getirilerek dediğim gibi kapitalizm için istikrar öngörüsü dışında, ona bir de “gizli” bir ilericilik atfediyordu.

Fuat yoldaş son yazısında bunların hiçbiri yokmuş gibi davranıyor! Davransın davranmasına da, insan nerden nereye geldiğinin de muhasebesini yaparsa bu bir anlam taşır bu! 


Fuat yoldaş emperyalist küreselleşmeyi de (sermayenin genişlemesine ve derinlemesine dünya ölçeğinde yayılması ve içiçe geçmesi anlamında), yine bu teknolojik determinizmle özünde kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğine dayandırıyor(du), onun özsel dinamiklerine yani. Onun üretici güçleri geliştirme yeteneğini, sınıf mücadelesinden ve hangi sınırlar içerisinde, nasıl bir gelişim sorusundan kopararak kendinde şey haline getiriyor(du). Çünkü gerek emperyalist küreselleşme ve gerekse bunun önemli dinamiklerinden biri haline gelen teknolojik gelişmeler (yeni birikim politikaları teknolojik gelişmeler ve onun sunduğu altyapı üzerinden şekillenen üretim organizasyonlarının bileşimi ile artı değer sömürüsünün yeniden rasyonalize edilmelerini kapsar. Ve elbette ki bu sınıflar arasındaki güç ilişkilerinden bağımsız ele alınamaz!), kapitalist sistemin iç engellerinin (kar oranlarının düşme eğilimi) yarattığı krizlerden, sınıf mücadelesi ve bunun sınıflar arasında yarattığı dengelerden bağımsızlaştırarak ele alınamaz. Fuat yoldaş tüm bunlara değindiğinde bile bunlar arasındaki içsel bağlantıları kurmadığından, teknolojik determinizme, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme yeteneğine kapıyı sonuna kadar açıyordu. 


Oysa ki emperyalist kapitalizmin yeni birikim politikalarına ve bununla bağıntılı olarak üretim organizasyonlarına yönelmesi, esas olarak eski birikim politikalarının ve yine onlarla bağlantılı olarak üretim organizasyonlarının tıkanıp, bir krizle iflas eder hale gelmesi ile olmuştur. (‘74 krizi) Bu aynı zamanda eski teknolojik altyapının yetmemesi, varolan teknolojik düzeyin yeni sürecin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar temelinde ele alınıp ileriye doğru geliştirilmesi anlamına geliyordu. Yani krizin kimilerince “yaratıcı yıkıcılık” olarak tanımlanan doğası bunu gerektiriyordu. Ve bu açıdan da teknolojik gelişmeler, tüm olup bitenlerin nedeni değil, önceki kapitalist birikim politikalarının bir süre sonra iç engel haline gelerek, krize dönüşmesinin ortaya çıkardığı yeni arayışların doğal sonucu olarak yaşanmıştır. Sermaye öncesinde de varolan çeşitli teknolojik gelişmeleri daha ileri taşıyarak, yeni birikim politikalarının teknolojik altyapısı haline getirmiştir. 


2. Dünya Savaşı’ndan sonraki uzun istikrar döneminde benimsenen Keynesyen birikim politikaları ve onlarla paralellik arzeden Fordist üretim organizasyonu kapitalizmin varlık nedeni olan artık değer sömürüsünün derinleştirilip genişletilmesi amacından çıkış almış politikalardı (Bu dönemde sosyalizm dalgasının basıncı, sınıflararası güç dengelerinin belirleyici önemi, savaşın yarattığı yıkımın sermaye açısından sunduğu yenilenme ve pazar olanaklarını vurgulamaya gerek yok sanırım). Fakat bir noktadan sonra varolan birikim politikalarının üretkenliği arttırma kapasitesi sınıra dayandı (Ki tüm üretim organizasyonları ve bunların üzerine oturdukları teknolojik altyapı, emek gücünün daha fazla denetim altına alınması, dolayısıyla hem nispi, hem de mutlak artı değer sömürüsünün derinleştirilmesi amacına dayanır). Keza verili bir teknolojik altyapı çerçevesinde oluşturulmuş üretim organizasyonunda emek gücünün sömürülmesinin de sınırları vardır.

Bu elbetteki aynı zamanda işçi sınıfının örgütlülük düzeyi, kazanımlarının boyutu, kısacası sınıflar arası güç dengesinden de bağımsız değildir. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Avrupa metropollerinde işçi sınıfı örgütlülük ve kazanımlar açısından önemli bir denge sağlamış, yine kapitalist istikrar döneminde yedek işgücü ordusunun (işsizlerin) sayısı alabildiğine sınırlanmıştı. Nitekim işçi sınıfının bu örgütlü yapısı ‘60′ların sonlarında yaşanan sınıf hareketinin niteliğine de yansımıştır. Çeşitli ülkelerde harekete geçen işçiler başka şeylerin yanı sıra özünde kendilerini makinanın bir parçası haline getiren ve nispi artı değer sömürüsünü derinleştirmek için o bant sistemini habire yeni teknolojik müdahalelerle hızlandırıp işçinin makinanın hızına endekslenmiş mekanizasyonunun yükselten, daha fazla disiplin, daha fazla üretim dayatmalarının dozunu geometrik bir biçimde arttıran Fordist üretim organizasyonunu sorguluyorlardı. Katı bir disiplin ve itaate dayanan bant tipi üretimin sınırlarının daha fazla zorlanmasına olan tahammülsüzlüklerini ifade ediyorlardı. İş temposunun ve emek yoğunluğunun arttırılması yoluyla üretkenliğin yükseltilmesine çeşitli biçimlerde direniyorlardı. Bu da (başka nedenlerin yanısıra) işçileri yeni bir disiplin altına alabilecek yeni bir teknolojik atılımı ve bunun üzerinden şekillenecek üretim organizasyonunu sermaye açısından zorunlu bir ihtiyaç haline getiriyordu. Asıl olarak da mekanizasyon yükseltildikçe yani cansız sermaye oranı yükseltildikçe, emek üretkenliği artmasına rağmen canlı ve cansız sermaye arasındaki oranda ciddi dengesizlikler ortaya çıkıyordu.

Kar oranlarının düşme eğilimi yasası; sermayenin nispi artı değer sömürüsünü yükseltebilmek için sürekli olarak mekanizasyona başvurması sonucu canlı emeğin kullanımının değişmez sermaye ögelerine oranla giderek azalmasına dayanır. Kar oranı, sermayenin organik bileşiminin (ölü emek-canlı emek oranı) oranının yükselişi ile emek üretkenliğinin artışı arasındaki yarışa bağlıdır. Belirli bir aşamada somut koşullar üretkenlik artışının aleyhine döndüğünde, düşüş eğilimi somut bir gerçeğe dönüşür. Sermayenin yeni üretim teknolojileri ve organizasyonları geliştirmesinin nedenlerinin başında ‘74 krizindeki bu esas sorun gelir: Dünya çapında sermayenin sömürü olanaklarına oranla fazla birikmiş olması! Yani aşırı birikim krizi. Marx’ın deyimi ile: “Kar oranı, emek daha az üretken hale geldiğinden değil, aksine emeğin üretkenliği arttığı için azalır. İşçi daha az sömürüldüğünden değil, aksine daha fazla sömürüldüğünden azalır…”!


Kapitalizmin bu bunalımı sermayenin iki temel eğilimini harekete geçirmiştir: Artı değer oranının daha fazla yükseltilmesi ve değersizleşme. Bu iki eğilim, sermayenin kar oranlarının düşme eğilimine karşı gelişen doğal bir savunma yöntemidir aynı zamanda. Artı-değer oranının yükseltilmesi için çalışma sürelerini uzatmak, ücretleri düşürmek ve emek üretkenliğini arttırma yöntemlerine başvurması gerekir. Bu noktada sınıfın örgütlülük düzeyi belirleyicidir, bu dengenin sermaye lehine dönüşmesi için gerekli önlemlerin alınması, yeni birikim politikalarının geliştirilmesi kaçınılmazdır. Yani sermaye emek üretkenliğini yeniden rasyonalize etmek için neoliberal birikim politikalarına yönelmiştir! Sermayenin bu yöneliminin yıllar içerisinde tüm dünyada hangi sonuçları yarattığını biliyoruz. Parçalanmış, atomize edilmiş, pekçok tarihsel kazanımından soyundurulmuş bir işçi sınıfı!

Bunun boyutlarına ve süreç olarak nasıl bir gelişim yaşandığına girmeyeceğim. Keza kısaca şunu belirteyim ki ingiltere ve ABD’de bu noktada daha hızlı yol alınırken, diğer Batı Avrupa ülkelerinde bu süreç epey sancılı ve zamana yayılarak yaşanmış, gelinen noktada da gerçek anlamda vahşi bir işgücü piyasası yaratılabilmiştir. Diğer bağımlı ülkelerde yaşananlar ise malum: Darbeler ve her türlü zor yöntemi ile sermayenin yeni durumdaki ihtiyaçlarına uygun bir emekgücü piyasası ve aynı zamanda üretimin yeniden organize edilmesi süreci yaratılmıştır!

Kar oranını sınırlayan tek etken sermayenin organik bileşimi değildir. Başka etkenler de sınırlar kar oranını. Ama bu oran yüksek olduğu sürece bunlar sermaye açısından taşınamaz bir nitelik kazanmaz (Hatta bazıları “sosyal barış”ın sağlanmasına katkıda bulunarak kapitalizmin yeniden üretimi açısından olumlu bir işlev bile görür). Ama ne zaman ki bunalım tüm ağırlığı ile kapitalist üretimin can damarlarını sıkıştırmaya başlar, bütün bu etkenler sermayenin yaşam kanallarını tıkayan ağır birer engel haline gelir. Mesela, devlet dolayımı ile yapılan sosyal harcamalar (sigorta, işsizlik parası, eğitim, vs…) emek gücü piyasasında denge kurma siyaseti…

Ki bu harcamalar da aslında birikmiş toplam artı değerin bir kısmının kullanımı ile gerçekleşen “hizmetler”dir. Fakat devlet dolayımı ile gerçekleşmeleri hem devlete farklı bir misyon yüklenmesine (yüceltilmesine) neden olmakta, hem sınıflararası dengenin istikrar kazanmasına yol açarlar. Fakat ‘74 bunalımı ile birlikte sermaye artık değerin bu kısmının da dolaysızca kendisine aktarılmasını buyurmuş, yanı sıra devlet dolayımı ile sunulan hizmetlerin özelleştirilmesi ile bu alanları da kendisi açısından birikimin dolaysız kanalları haline getirmeye çalışmıştır. Ki gelişen teknoloji de hizmete dayalı bu alanların hızlı üretkenlik artışı ile birlikte yüksek kar alanlarına dönüşmesine elverişli bir zemin sunmuştur. (Bu yönelim varolan teknolojik düzeyin bir üst düzleme taşınmasını da belirleyen bir diyalektiğe sahiptir)

Kısacası kriz aklımıza gelebilecek her konuda neoliberal birikim politikalarına uygun bir düzleme sıçramayı sermaye açısından zaruri hale getirmiştir. Eğer onun içsel dinamiklerinden bu kastediliyorsa evet bu böyledir. Ama Fuat’ın yaptığı gibi üretici güçlerin gelişimini kendinde bir şey ve determinist bir ilişkilenişle ele almak anlamına geliyorsa, tüm bu sonuçlar sermayenin kendi iç engeli haline gelmesinin ortaya çıkardığı arayışların ürünü olarak ele alınmıyorsa orada kapitalizme hiç haketmediği anlamlar yüklemek sözkonusu olacaktır.

Fuat şimdi tüm bunlarda sessiz restorasyon yapıyor. Ama tüm bu sürecin gelişim seyrini etkileyen bu konular sessiz restorasyonla geçiştirilemez.


SERMAYENİN DEĞERSİZLEŞMESİ


Diğer taraftan dünya çapında yaygın bir değersizleşme süreci yaşanmıştır. Kar oranının düşme eğilimine karşı emek üretkenliğinin arttırılması için birikmiş sermayenin düşük üretkenlik düzeyinde üretim yapan bölümlerinin piyasadan çekilmesi, sermaye olarak işlev görmemesi, bunların yerine zamanla, daha yüksek üretkenlik düzeyine sahip sermayelerin geçirilmesi gerekmiştir. Canlılık döneminde ekonomi sürekli büyüdüğü, pazarlar genişlediği, kar oranı yüksek olduğu için, en zayıf sermayeler bile genel genişlemeden nasibini alır ve piyasada tutunmayı becerebilirler. Ama bunalım pazarları daraltınca, kar oranları hızla düşünce, zayıf sermayelerin direnme gücü de azalır. Bunların bir kısmı kıyasıya rekabetin sonunda, ya daha güçlülerce yutulur ya da silinirler. Fakat bu değersizleşme sadece zayıf olanları da kapsamaz. Emek üretkenliğini arttıracak yeni bir teknolojik altyapı ve bununla birleşik olarak yeni üretim organizasyonları, en kapsayıcı ifade ile yeni birikim politikaları en güçlü olanların da kendilerini buna uygun şekilde yenilemelerini zorunlu kılar.
Fordist üretim organizasyonun dayandığı temel teknolojik zemin bant sistemiydi. Bu sistem bir noktadan sonra çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi ile sınırlarına dayandı. Sermaye bu nedenle emek üretkenliğini yükseltmekte zorlandı. Bu durum elbette ki sistemin bütününü kendisini buna göre yeniden yapılandırmasını zaruri hale getirdi. Bant sistemi yeni durum içerisinde başka teknolojik araçlarla birleşerek ya da tamamen farklı bir bileşimle üretimin altyapısı bir bütün olarak değiştirildi. Bu en güçlülerin de kendilerini bu temelde reorganize etmeleri, eski ve artık emek üretkenliğini yükseltme sınırlarına dayanmış teknolojileri imha etmelerini gerektirdi. Toplam sermayenin en zayıf bölümlerinin üretimden çekilmesi yoluyla üretkenliğin arttırılması yolları arandı.


EMPERYALİST KÜRESELLEŞME VE YENİ ULUSLAR ARASI İŞBÖLÜMÜ

İşte bu noktada uluslararası işbölümünün de yeniden düzenlenmesi gündeme geldi. Şimdi Fuat’ın BD’nin ilk taslağına ruhunu veren argümanlarından biri de sermayenin teknolojik gelişmeler dolayımı ile devasa bir uluslararasılaşma süreci yaşamış olmasıydı.

Sermayenin tarihte eşi benzeri görülmemiş düzeyde uluslararasılaşmış olması bir olgudur. Fakat bu olgunun krizle ilişkisi güçlü bir tarzda kurulamaz, yine sermayenin içsel dinamiklerine bağlanarak açıklanır, bu içsel dinamiklerin başına da üretici güçlerin gelişimi yazılırsa işte o noktada sermayeye ve onun sistemi olan emperyalist kapitalizme olmayan nitelikler atfetmek kaçınılmaz olur.


Sermayenin uluslararasılaşmada yakaladığı düzey, ‘74 krizinin aşılması arayışlarının doğal bir sonucudur. Yani kar oranlarındaki düşmenin önünün alınması, emeğin üretkenliğinin geliştirilmesi arayışlarının… Bu bahiste eski işbölümünün sermayenin yeni durumdaki ihtiyaçlarına yanıt vermemesi söz konusudur. Eski işbölümünde bağımlı ülkeler, asıl olarak iç pazara dönük üretim yapan ekonomiler olarak örgütlenmiştir. Emperyalist ülkelerle ilişkileri para sermaye ve hammadde kaynakları dolayımıyladır. Meta ithalatı ve ihracatına kapalı yüksek gümrük duvarları vardır (Kimi Asya ülkeleri hariç). Varolan sanayi iç pazara dönük üretim yapmakla sınırlı olduğu için, düşük üretkenlik düzeyinde bir gelişim arzediyordu. Bu durum, dünya çapında üretkenliğin yükselişinin önünde bir sınır oluşturuyor ve kar oranları üzerinde olumsuz etkide bulunuyordu. Ayrıca emperyalist metropollerde pekçok faktörün bir araya gelmesi ile emek üretkenliğinin arttıtılmasının sınırlarına gelinmişti. Başımlı ülkelerin her türlü sermaye yatırımına açılmış pazarlar haline getirilmesi gelinen noktada yeni bir uluslararası işbölümünü zorunlu kılıyordu.


Kısacası krizle birlikte bu tablonun da (ulusalararası işbölümünün) her açıdan değişmesi gerekiyordu. Azgelişmiş ülkeler koruma duvarlarını kaldırmalı, bunlarla bölünmüş dünya pazarı tablosu aşılmalı, bu ülkeler meta dolaşımı ve sanayi yatırımlarına kapılarını sonuna kadar açmalı, sermaye akışının önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. Sanayi üretimini -birkaç istisna hariç- asıl olarak kendi metropollerinde yapan emperyalist ülkeler, gerek kendi ülkelerindeki işçi sınıfının örgütlülüğü, gerekse başka faktörlerin toplam sonucu olarak fordist üretim organizasyonu üzerinden artı değer sömürüsünü derinleştirip, genişletmenin sınırlarına dayanmış olmaları nedeni ile dünyanın geri kalan bağımlı ülkelerinin de tüm sermaye biçimlerinin sınırsızca dolaşımına açılmasını zorunlu görüyorlardı.

Bu hem bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfının da örgütsüz ve deneyimsiz olması nedeniyle daha vahşi bir artı değer sömürüsü için elverişli olmaları, hem de sermayenin değersizleşen bölümlerinin bu ülkelere aktarılarak oralardaki sınıf dengeleri üzerinden bazı yeniliklerle birleştirilerek yeniden değerlenmesi açısından gerekliydi. Ve aynı zamanda kendi işgücü piyasalarını da işçi sınıfı aleyhine çözmelerinin önemli bir dayanağı olacaktı.

Bu yönelim daha krizin ilk yıllarında emperyalist ülkelerin (sermayenin) kimi bağımlı ülkede doğrudan yatırımlara yönelmesi ile somut bir yönelime dönüşüyordu. Bu durum üretim dallarının dünya çapında yeniden dağılımı açısından güçlü bir eğilim yaratırken, aynı zamanda ücretlerin çok daha düşük, iş disiplinin ise çok daha sıkı olduğu ülkelere kaçış, dünya çapında sermayeye işçi sınıfı aleyhine kazanımlar sağlamaktaydı.

Tabii bu süreçte az gelişmiş bağımlı ülkelerdeki sermayenin bu koşullar içerisinde oynadığı rolü, bu koşulları kendisi açısından nasıl değerlendirdiği bağıntısından kopararak okumamak gerekir. Bu sürecin yarattığı sonuçlar bugün kaba bir yaklaşımla ele alındığında bile ortadadır. Eskiden Avrupa sanayilerinin bel kemiği olan pek çok sektör oralardan bağımlı ülkelere kaymış, bağımlı ülkelerdeki sektörel bileşim çeşitlilik kazanmanın yanı sıra, teknolojik donanım itibari ile de giderek emek üretkenliğini yükseltecek tarzda geliştirilmiş, yine teknolojik gelişmenin sağladığı olanaklarla ulaşım ve dolaşımın sınırları anlamsızlaştıran bir gelişkinlikle sağlanması ile tüm dünya sermayenin tüm biçimleri ile cirit attığı çok anlamlı bir pazara dönüşmüştür. Kısacası bu yeni uluslararası işbölümü sermayenin krizi aşma arayışlarından biri olarak ifade kazanmıştır. Bu süreç aslında üretimin dünya çapında yeniden rasyonalleştirilmesi arayış ve yönelimlerinin doğal bir sonucu olarak yaşanmıştır.

Fuat yoldaş, BD’nin ilk taslağında tüm bu süreci (sermayenin uluslararasılaşma düzeyini, emperyalist küreselleşmeyi) sermayenin yapısal krizini aşmak için yöneldiği yeni birikim politikalarından bağımsızlaştırıp, bu yönelimin doğal sonuçlarından birini (teknolojik gelişme) neden haline getirerek ciddi bir hata yapmıştır. Yanı sıra bu yeni durumu yine sermayenin doğasından bağımsızlaştırıp, ona uzun bir istikrar payesi biçerek de onun içsel dinamiklerini, kendini yenileme ve genişletme potansiyellerini abartmıştır.

Bunu o kadar ileri götürmüştür ki son kriz patladığında bile, “Sadece ABD ile ekonomisi yakın olduğu için İngiltere’yi sarsar” diyebilmiştir!

Burada onun bu yaklaşımını haklı çıkarabilecek yegane faktör, sınıf mücadelesinin zayıflığı ve varolan sınıf haritasının (atomize edilmiş, örgütlülüğü dağıtılmış, ama yeni duruma yanıt verecek yeni bir örgütlülük de geliştirememiş olması anlamında) sermaye lehine görüntüsü olabilirdi.

Ancak bu durum bile sermayenin kar oranlarındaki düşme eğilimini engelleyememiştir. Son krizin patlaması bu açıdan son derece anlamlıdır. Neredeyse engelsiz (kimi istisnalar dışında) sömürü olanaklarına sahipken bile bu eğilimini aşamamıştır.

Yanı sıra, teknolojik gelişimin üretimde sağladığı “esneklik”le stok şişmeleri engellenebilir hale gelmiş! İstenilen ürünün istenildiği oranda üretilebilmesi, miktarın talebe göre ayarlanabilmesi, ürün kalitesinin, tipinin anında yenilenebilmesi sözkonusu olabilmiştir. En az maliyetle, birim zamanda en çok ve en kaliteli mal ve hizmet üretilebiliyor hale gelmiştir.

Yine kesintisiz bir teknolojik yenilenme ile emek üretkenliği önemli oranlarda yükseltilmiştir… vs. vs.

Fakat Fuat yoldaş ona onun bile kendisinden beklemediği oranda kendisini yenileme potansiyeli, dinamiği atfetmiş, bu beklenti ile yaklaşmıştır. [DİPNOT: Bu açıdan da “yaratıcı yıkıcılık” yaklaşımı ile kapitalizme ölümsüzlük atfeden Schumpeter’in teorileri ile arasında çok kalın duvarlar yoktur. “Kapitalizm doğası itibariyle hiçbir zaman durağan olmayan ve olmayacak bir değişme yöntemidir. (…) Kapitalist motoru harekete geçiren ve hareket halinde tutan temel itici güç yeni tüketim mamullerinden, yeni üretim ya da taşımacılık yöntemlerinden, kapitalist teşebbüsün sürekli yarattığı yeni pazarlardan ve yeni endüstriyel örgütlenme biçimlerinden gelir” der Schumpeter. Fuat yoldaşın BD’sinin ilk taslağı ile bu yaklaşım arasında ciddi çakışma noktaları vardır. Uzun dalgalar teorisi ile de keza öyle… DİPNOT BİTTİ] 


Elbette ki özellikle sınıf dengelerindeki aşikar orantısızlık, bu krizin aşılmasını nispeten kolaylaştıracaktır. Sermaye emek gücü sömürüsünü rasyonalleştirmeye dönük yeni politikalarla yolunu düzlemeyi yeniden başarabilecektir. Neoliberal birikim politikalarından vazgeçmeden, onları Keynes’in bazı argümanları ile birleştirip yolunu açmaya gidebilecektir mesela. Ama tüm bunlar sermayenin ve bir bütün olarak emperyalist kapitalizmin gelişme dinamiklerinin abartılmış olduğu gerçeğini değiştirmez.

Fuat yoldaş şimdi bunları açık yüreklilikle koyup, özeleştiri vermelidir. Keza bu sürecin kaderini, gelişimini, her şeyini belirleyen, tıkayan onun bu yaklaşımlarını açık bir özeleştirellikle koymamış olmasıdır. Şimdi sürecin bitmesine 5 kala aslında hem aynı yaklaşımda ısrar etmekte, ama hem de bu yaklaşımın en uç yansımalarının ucunu kırmakta, “o zaman da öyle dememiştim” diyerek geçiştirmeye çalışmaktadır. Hatta bunların üstünden atlayarak başkalarının “milliyetçiliğini”, “halkçılığını”, bilmem neyini kanıtlamaya çalışmaktadır. Hem de bir zamanlar kendisine yapılan “bu yaklaşım Bernştayncılığa, Kautskinin savunularına götürür” eleştirilerine nispet olsun kafası ile karşısına aldıklarının bilmem hangi tarihte söylediği sözleri bulacak bir kazı çalışmasına girişerek yapmaktadır. “Bakın işte bana Bernştein, Kautsky anımsatması yapanları görüyor musunuz hangi noktada durarak beni eleştiriyorlar?!” cevvalliği ile yapmakta! Bu doğru bir yaklaşım değildir.

Kendisinin gerçekten bir kazı çalışması ile bulup çıkardıkları ya da bilinçli bir çarpıtma ile -çarpıtma olmasa da kafasındaki önvarsayım kalıplarına uyarlayarak- üzerine teori kurduğu argümanlar, kendisinin emperyalist kapitalizme dönük yaklaşımının ruhunun yanında son derece zararsız ve telafi edilebilir görünmektedir.


Fuat yoldaş ve onunla aynı eksende hareket eden yoldaşlar karşıtlarına dönük öylesine güçlü bir kin ve öfke ile hareket etmekte ki onların bu yaklaşımı kendi adıma beni gerçek anlamda ürkütüyor. [DİPNOT: Tüm bunu bir de “gelecek kaygıları” “proletaryanın davası” adına yapıyor olmaları ise gerçekten en hafif ifade ile acı! Mesela Fuat yoldaş yd’de yapılan bir seminerde (2004 tarihli) Yusuf’un bence de isabetsiz olan bir yaklaşımını teorik inşasının bel kemiği haline getiriyor. O seminer notlarını tümüyle okumadım. O yüzden Yusuf’un kullandığı yeni sömürgecilik yaklaşımının hangi bağlamda, nasıl dile getirildiğini bilemiyorum. Fakat sonuçta bu örgütün başka yayınlarında da aynı yaklaşım konjonktürel basıncın etkisi ile sözkonusu olmuştur. Ki emperyalizmin belirli bölgelere dönük egemenlik politikalarının ajitasyon düzleminde böyle tanımlanmasında bir sakınca da görmüyorum. Ve Fuat açısından sadece şu çelişkiye değinerek geçeceğim: Kendisi SD dememesinin gerekçelerini daha doğrusu teorizasyonunu yapmaya çalışırken mesela ABD’nin Irak’a saldırdığında aynı anda İran’ı da vuracağını, işin bölgesel bir savaşa dönüşmeye kadar gidebileceğine dair simülasyonlar yaptığını söylüyor. Diyeceğim o ki, bunca abartılı değerlendirmeler -ki o dönem Afganistan’a da müdahale edildiği düşünülürse- kendisi açısından mübah oluyor da -ki bu yaklaşımı da zorlarsan karşıtlarına yaptığı eleştiriyle aynı noktaya varacağını görürsünüz- başkaları yapınca Kievskicilikten tutalım da bilmem ne oluyorlar!!!

Bu arada kendisinin o dönemde nelerle uğraştığını, dışardan gelen basınçla asimetrik savaşla ilgili bir yazı kaleme almak durumunda kaldığını da es geçiyor tabii!

Bunu neden söylüyorum. Bu örgütün hiçbir zaman anladığımız tarzda kolektif bir önderlik anlayışına sahip olmadığının çarpıcı göstergesi olarak gördüğüm için söylüyorum. Onca önemli-kritik dönemlerde bile kolektif bir politika oluşturmak yerine, kişilere bırakılmıştır politika belirleme, süreçleri teori düzleminde ifade etme sorunu! Şimdi Fuat, Yusuf’u eleştirirken aslında kendisini eleştiriyor diyeceğim! Fakat kendisini aklamak, hatta Yusuf’u mat etmek için kullanıyor bu argümanları. Bu yaklaşım bana göre bizim o tarihsel hastalıklarımızdan birinin acı, ama çarpıcı bir dile gelişinden başka bir şey değildir! Ve bu kafa ile gidersek iflah olamayacağımızın! DİPNOT BİTTİ]


Fuat yoldaş teorisini emperyalizm denilen şey yokmuş gibi kuruyor. Emek sermaye çelişkisi üzerinden konuşarak da bu durumu perdelemeye çalışıyor. “Sonuçta kapitalizm karşıtlığının yegane düğüm noktası bu değil midir?” diyerek yapıyor bunu. Evet, bugün dünya düzleminde emek sermaye çelişkisi belirleyici çelişki olmuştur. Fakat bu emperyalizm bağıntısından koparılamayacağı gibi, emperyalizmin diğer sınıf ve sınıf kesimleriyle olan çelişkisini de ortadan kaldırmıyor. Keza tüm dünya işçileşmiş değil henüz. Ve tüm dünyada antiemperyalist içerikte pekçok demokratik sorun varlığını sürdürmektedir.

Bunu söylemenin öcü haline getirilmesi (söyleyen halkçı damgasını yiyiveriyor!) yeni eksenin ne menem bir şey olduğu konusunda anlamlı veriler sunuyor bence. Hegemonya ve güç mücadelelerinin, egemenlik savaşlarının olmadığı, işçi sınıfı dışındaki tüm emekçi sınıfların bir hokus pokusla yok olduğu, demokratik sorunların da kapitalizmin gelişimi ile birlikte onun tarafından çözüldüğü bir dünya algısıdır bu. Bu algı bana göre eksik ve bir o kadar da tehlikelidir!

Tek başına enerji kaynakları ve güzergahlarının denetimi üzerinden olup bitenler bile emperyalizmin sadece emek-sermaye çelişkisi olarak değil, diğer çelişkileri ile de halen varolduğunu göstermeye yeter sanırım! Kürt sorunundaki gelişmeleri izleyen biri açısından da bu aşikar olmalıdır. Ya da yakın gelecekte su sorunu vs. üzerinden kopacak fırtınalar küçümsenebilir mi? Örnekler çoğaltılabilir…

Onun özsel karakteristik çizgisini tespit etmek bir şeydir, bu yapılmalıdır da. Ama bu yapılırken başka her şeye gözlerini yummak doğru bir yaklaşım değildir. Bu toptancı ve düz bir yaklaşım olur. Böyle olduğu için de dünya düzleminde işçi sınıfı başta olmak üzere, tüm emekçileri sınıf düşmanının ete kemiğe bürünmüş ifadesi olan emperyalist kapitalizme karşı savunmasız bırakmaya açıktır.

Ayrıca onun varlığı ile doğa dahil aklımıza gelebilecek her şey üzerinde yarattığı tahribat, evet bir sonuçtur.

Sonuçta daha fazla kar, daha fazla egemenlik emperyalizmin doğası gereğidir. Ve onun bu doğası işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıfları (işçileşme eğilimi hızlanan) etkileyecek sonuçlar yaratıyor, yaratacak.

İşçi sınıfının bu canavara karşı daha güçlü bir savaşım verebilmesi de kendisi ile birlikte tüm sınıfları ve sınıf kesimlerini etkileyen emperyalist kapitalizmin yarattığı bu çok yönlü yıkıma karşı savaşması, bu savaşa önderlik etmesine bağlıdır.

Denilecektir ki “emek sermaye çelişkisi demek bunu karşılamıyor mu? Tüm bu çelişkilerin bu eksen içerisinde tanımlanması bunu karşılamıyor mu?” Çok net söyleyeyim ki esas sorunu belirlemek, diğer sorunları ortadan kaldırmıyor. Kafanızdaki teorik çerçeveler hayatın diyalektiği ile pek çok yönü ile çakışmıyor!

BD’NİN İLK TASLAĞINDAKİ EMPERYALİZM YAKLAŞIMI ÖZÜNDE KORUNUYOR! 

Yukarıda kısaca özetlediklerim Fuat yoldaşın son yazısı (“Zamanı Gelen Fikirler Durdurulamazlar”-nba) ile BD’nin ilk taslağı arasında farklılaştırdığı belli başlı konuları oluşturuyordu.

Fakat Fuat yoldaşın o ilk taslağın ruhunu ifade eden en özsel konularda aslında aynı noktada durduğunu ve hatta kiminde daha net ve cüretkar bir tutum sergilediğini görüyoruz son yazılarında. Bu bakımdan BD’nin önceki taslağında da, şimdi de savunulan, “Küresel düzeyde ve bölge ve ülkelere dönük stratejik kararların alındığı G-8, G-20, Güvenlik Konseyi, Nato gibi kurumlar, Davos, Bilderberg gibi bunların alt yapısını hazırlayan mali oligarşinin küresel düzeyde kaynaştığı yönetsel organ ve ilişkiler vardır. Buralarda büyük burjuvalar, tekel yöneticileri, hükümet başkanları, bakanlar, muhalefet üyeleri, emekli generaller, stratejisyenler, araştırma kurumları yöneticileri, medya patronları ve elit gazeteciler, bilim adamları, din adamları, sanatçılar, hepsi bir arada bir çevrim halindedirler. IMF, DB, DTÖ. vb. de merkezi ekonomik yönetsel organlardır. Sayılanlar, mali oligarşinin hakimiyetini doğrudanlaştıran ve dikeyleştiren, yoğunlaştıran ve merkezileştiren kurum ve organizasyonlardır. Burjuvazinin “dünya devleti”nin kurumları, ilişki ve organizasyonlarıdır. Politika ve güç onlar üzerinden merkezileştirilmiştir. Küresel, bölgesel, kritik yerel sorunlar buralarda konuşulmakta, kararlar alınmakta, stratejiler oluşturulmakta ve uygulanmaktadır. Sermayenin uluslararası ve giderek küresel düzeydeki birikim sürecine geçilmesi, küresel birikim temellerinin genişlemesi, ekonomilerin artan bağımlılığı ve içiçe geçişi, emperyalist kapitalist hiyerarşi içerisinde artan ölçüde dikeyleşmeyle yeni karar merkezlerini ve yönetsel organları ortaya çıkartmaktadır. Sermayenin üst düzeydeki birikimi, yoğunlaşıp merkezileşmesi arttıkça, güç de -çelişkili birlikler olarak- yoğunlaşıp merkezileşmektedir. Bunların karşısında, proletaryanın uluslararası ve dünya ölçeğindeki mücadelesi de sosyalist bir dünya devrimi stratejisiyle yürütülecektir.” görüşü bunlardan biridir.

Burada ifade edilenler, emperyalist kapitalizmin yeni birikim politikalarının ortaya çıkardığı ekonomik sonuçların siyasal ifadesinin dile getirilmesi açısından çarpıcıdır. Bu görüş Fuat yoldaşın BD’ü üzerinden kopan onca tartışmanın toplaşma noktalarından birini oluşturuyordu. Ve aslında onun emperyalist kapitalist sistemin yaşadığı BD’ün yarattığı sonuçları ve özelde siyasal sonuçları nasıl okuduğunun tipik bir göstergesi olması itibari ile tüm yaklaşımının özet ifadesi olarak kabul edilmeyi haketmektedir.

Sermayenin uluslararası ve giderek küresel düzeydeki birikim sürecine geçilmesi, KÜRESEL BİRİKİM TEMELLERİNİN GENİŞLEMESİ, EKONOMİLERİN ARTAN BAĞIMLILIĞI VE İÇİÇE GEÇİŞİ, EMPERYALİST KAPİTALİST HİYERARŞİ İÇERİSİNDE ARTAN ÖLÇÜDE DİKEYLEŞMEYLE YENİ KARAR MERKEZLERİNİ VE YÖNETSEL ORGANLARI ORTAYA ÇIKARTMAKTADIR. Sermayenin üst düzeydeki birikimi, yoğunlaşıp merkezileşmesi arttıkça, güç de -çelişkili birlikler olarak- yoğunlaşıp merkezileşmektedir.” Altını çizdiğim cümlelerin, Kautsky’nin ya da İmparatorluk yazarlarının savundukları ile tek farkı, “Bunların karşısında, proletaryanın uluslararası ve dünya ölçeğindeki mücadelesi de sosyalist bir dünya devrimi stratejisiyle yürütülecektir.” vurgusunun yapılmış olmasıdır.

Fuat y, döne döne proletarya devriminden bahsederek durumu kurtarmaya çalışsa da, aslında emperyalizmin kendi iç çelişkilerini aşıp başka bir sisteme dönüştüğü ve aslında bu hali ile de bir dünya devrimi olmaksızın yıkılamayacağı sonucuna ulaşmış oluyor.

Gelinen noktada sermayenin ulaştığı uluslararasılaşma düzeyinin bir dünya devriminin nesnel koşullarını olgunlaştırdığını söylemek ile Fuat yoldaşın emperyalizmin gücünü bu denli abartmış olması arasında önemli farklılıklar vardır. Elbette ki emperyalizm “kağıttan bir kaplan” da değildir. Hele sınıf mücadelesinin bu denli zayıflamış olduğu, sınıfın yeni üretim organizasyonları içerisinde neredeyse tüm örgütlenme araçlarından yoksunlaştığı, kendi içinde paramparça edilip, birbiri ile rekabet eder hale geldiği günümüz koşullarında bu daha daha fazla böyledir.

Ancak Fuat’ın dediği gibi emperyalizmi emperyalizm yapan belli başlı niteliklerinden de vazgeçmiş değil! Bu açıdan da mesela ulus devlet denilen araçtan vazgeçemeyeceği gibi, iç içe geçmiş te olsa rekabetten vazgeçmesi de mümkün değildir. Mesela son krizde bu uluslararası birlikler yakıcı kolektif sorunlarının çözümü konusunda uzun süre ortak bir fikir ve plan oluşturamadılar. Ki halen de oluşturabilmiş değiller aslında! [DİP NOT: Diğer örnekler bir yana birkaçının ne denli subjektif olduğuna değinmeden geçemeyeceğim: Dünyada ve Türkiye’de Gidiş yazısından cımbızlanan ve üzerine sayfalarca yazı döktürülen şu artıdeğer meselesi mesela. O yazıda Türkiye’de kapitalist gelişimin ilk birikim süreçlerine dönük yapılan “yağma ve talan vurgusu” o denli uçlaştırılmıştır ki neredeyse Yusuf aslında tüm kapitalist gelişme sürecini bununla açıklıyormuş gibi bir tablo çıkarmaya kadar gidilmiştir. Ki yazıda -şimdi elimde olmadığı için yeniden bakamadım- Türk tekelci burjuvazisinin ve bir bütün olarak kapitalizminin gelişimine ilişkin (bu gelişimin özgün çizgileri ile birlikte) son derece net argümanlar getirilmekteydi (Ki bu yağma ve talan sadece ilk dönemlerle de sınırlı kalmamıştır. Artı değer sömürüsü, devletin bu sömürüdeki özel rolü, emperyalizmle ilişkiler vs. epey bir yol alındığı zamanda bile -mesela ’50’ler gibi geç bir tarihte bile- yağma ve talan politikası söz konusu olabilmiştir). Bunu söylemek artı değer sömürüsü gibi kapitalizmin özsel niteliğini oluşturan temel bir olgunun üzerinden atlamak anlamına geliyorsa söyleyecek söz bulamıyorum. Kaldı ki artı değer sömürüsünün bundaki belirleyiciliğini, özellikle ilk birikim sürecinden sonra- belirtmemek için insanın aklını peynir ekmekle yemesi gerekir. Bu açıdan da ben sizin Yusuf’a yüklediğiniz “muhafızlık” tanımının size daha çok uyduğunu düşünüyorum. Daha A demeden “ha sen B dedin!” diyecek kadar ürkütücü bir muhafızlık sizinkisi! DİPNOT BİTTİ]


Aynı şeyi şu “özür politikası” üzerinden de yapıyorsunuz. Hem Fatma’nın o yazısındaki resmi devlet söylemi ile çakışan bölümün üzerinden atlayarak yapıyorsunuz bunu. Hem de bu nedenle yazılan o yorumun daha girişinde belirtilen; “Evet liberalleri eleştirmeliyiz. Ama bunu devletin resmi söylemleri ile aynı zemine düşmeden yapmalıyız” anlamına gelecek ön uyarının üstünü bir kalemde çizerek. Bir kere o yorum neden yazılmıştı. Fatma o yazıda açıktan, “Önce Ermeni komitacılar katliama girişti, ardından da bu karşıtını yarattı” anlamına gelecek gerçek anlamda devlet söyleminin dışına çıkmayan bir tespit yapmıştı hatırlarsanız. Fuat, Yusuf’un eleştirisine yanıt verirken bu nokta basit bir hataymış gibi değinip, Yusuf ile tarih bilgisi yarışına girmekle yetinmişti. Yorumun yazılma nedeni, kaygısı o zaman da görülmemiş, görülmemesi için uğraşılmıştı. Şimdi ama hem yazının bu noktası es geçilerek, ama hem de Leyla ve Yusuf’un girişte yaptıkları kayıt yokmuş gibi onların aslında liberallerle aynı zeminde hareket ettikleri söyleniyor. Bu yaklaşım her şeyden önce samimi değil. Ayrıca kafalardaki önvarsayım çerçevelerinin yarattığı subjektivizmin görülmesi açısından çarpıcıdır! Şu yd’de aynı “içerikte bir metnin imzalandığı” meselesine ise konuyu bilmediğim için değinmiyorum. Orada ortak platformdan çıkan metinlerin pek çoğu çok sorunluydu. Hatta en son 1 Mayıs ile ilgili bir metin vardı epey bir tartışmadan sonra imzamızı koymamıştık. Fakat bazen bizim geç müdahale etmemizle (ki bir kere oldu bu, o da 24 Nisanla ilgili bir metindi. İçeriğinde Türk olmaya dönük hakaretlerin vs. olduğu kötü bir metindi bu! Bizim geç ses vermemiz nedeniyle imzamız konulmuştu. Sonra geri çeksek de kamuoyuna açıklanmıştı, iş işten geçmişti!) “onayladığımız” sonucuna ulaşılıp, imzamızın kullanıldığı da oldu. Şimdi sizin örnek verdiğiniz metinle ilgili bilgim yok. Fakat siz arka planını öğrenerek mi kullandınız bu örneği gerçekten merak ediyorum! Elinde tokmak olanın gördüğü her şeyi çivi sanması gibi durumundan yola çıkarak soruyorum bu soruyu!!!!


Çiçek Küba ile ilgili bir yazı yazdı. O yazıya gelen yorumlar benim açımdan bir milattır. Yazı zayıflıkları, geri noktaları, hatalı ifadeleri, kurulduğu eksenin sorunları üzerinden değil, direkt sanki Küba sosyalist deniliyormuş varsayımı üzerinden “eleştirilmişti”. “Gerçekten hayret” demiştim o zaman ve artık bizim aramızdaki ilişkilerin önyargı ve varsayım çerçeveleri içerisinden yürüdüğünü ve bundan çıkmanın da çok çok zor olduğunu düşünmüştüm. Çiçek de saf saf “benim Küba’ya sosyalist dediğim mi anlaşılıyor” gibi bir şeyler yazmıştı gelen yorumlara karşı. Gelinen noktada Fatma eksen farklılıklarını kanıtlamak için bu örneği de kullanmış. İnsan okurken -en azından kendi adıma diyeyim- “eksen denilen şeyi bu denli pervasızca bir yarılmaya götürenler varsın kendi yollarında yürüsünler” duygusundan kurtulamadan okuyor tüm o yazılıp, çizilenleri! Keza bu denli uçlaştırmalar olmasa, daha sağlıklı ve birbirini anlamaya dönük bir tartışma iklimi olsa farklılıklara kanıt olarak getirilen pekçok konunun esasında söylendiği gibi aşılamayacak eksen farklılıklarını oluşturmadığı daha net görülecektir diye düşünüyorum.


En son da Yusuf’un Parti yazısının üstüne atladılar bir şahin gibi! Bu yazıya dönük benim de söyleyeceklerim olacak. Ama hem sizlerin durduğunuz noktadan değil, sizlerin neleri nasıl bir hokus pokusla yok ederek, neleri nasıl başka bir şey haline getirerek teori kurduğunuz açısından, hem de kendi kişisel değerlendirmelerim açısından… Şimdi yarım avuçlardan (cezaevleri-nba) gelen yazıyı okudum. Şu Parti konusu hemen oralara da uçurulmuş. Hem de “kanatlı, hizipli parti” biçiminde. Bunu kim, nasıl yaptı? Ayrıca güvenlik açısından da o açıklıkta mektuplar yazılmasını nereye oturtuyorsunuz? Oysa ki biz OKHK’da sadece kaleme alınan ortak imzalı metin ve hazırlıkta çıkan bazı yazıların yollanması kararı almıştık. Yoldaşların pekçok konuyu içerecek tarzda görüşlerini ifade etmiş olmaları anlamlıdır, değerlidir. Bundan bağımsız olarak diyeceğim, kim hangi hakla OKHK’da karara bağlanmamış konuları bu yoldaşlara taşıdı? Hangi mantıkla?!

Hejar, 19.09.2009

Not: Yazım “Somut bir mücadele ekseni yoktur“, “Yapısalcılarla aynı zeminde” başlıkları ve parti yazısına dair değerlendirmelerimle devam edecek. Bu bölümleri de en kısa sürede tamamlayacağım. Rejim tipi ile ilgili düşüncelerimi farklı bir dosya olarak koyuyorum. Yanısıra N’nin son yazısında sözünü ettiği bilgi notuna dair de yazacağım. 

****

SOMUT BİR MÜCADELE EKSENİ YOKTUR! (Hejar/ 2 Kasım 2009)

Fu y yüzlerce sayfalık yazıda bir mücadele ekseni çizmeye çalışıyor. Döne döne aynı şeyleri tekrarlıyor olmasını onun da bu konuda henüz netleşememiş olmasının göstergesi olarak okuduğumu belirtmekle söze başlayacağım.

Yazıdaki bu tekrar durumu, bir zamanlar TV programcılığı ile ilgili yaptığı bir değerlendirmeyi hatırlattı. Değerlendirmesi; “Başarılı TV programcıları bir fikri seyircinin kafasına kazımak için o fikri haplaştırılmış cümlelerle defalarca tekrarlarlar, her defasında altını çizerler” şeklindeydi. Fakat şunu belirtmeliyim ki TV programcılığının amacı seyirciyi edilgen bir alıcı yapmaktır. İkincisi de onlar bir fikri popülarize etmek için bu yöntemi kullanırlar ve karşısındaki seyirci de bunu bu şekilde alabilecek bir kütledir, en azından onlar böyle farzederek hareket etmelidirler.

Fakat bu yöntem bizim durumumuza uyarlanamaz. İki açıdan da uyarlanamaz… Birincisi biz bir eksen çıkarmaya çalışıyoruz. Ve bu da popüler tanımlarla, döne döne aynı şeyleri farklı cümlelerle söylemekle yapılacak bir iş değildir. Teori ile onun somut pratik karşılığının bütünlüğü içinde yapılmalıdır bu. İkincisi de del. ler TV izleyicisi değildir! Biz de bir eksen sunarken onlara TV izleyicisi muamelesi yapamayız. Eğer teorik bir çerçeve çıkarmışsak bunun pratikteki karşılığını, neyi nasıl tasavvur ettiğimizi de en azından genel hatları ile ve daha açık bir tarzda koymalıyız. Fakat Fu y. bunu bu şekilde yapmak yerine iş somut konuşmaya gelince aynı şeyleri farklı biçimlerde tekrarlamanın ötesine geçemiyor. Bu açıdan da bu durum, yıllardır aradığı teorik eksenin henüz kendisi açısından da olgunlaşmamış boyutları olduğunu gösterir diyeceğim. Ya da vardır ama şimdilik açıktan ifade etmeyi gerekli görmüyordur. Yeri ve zamanı değildir!!!

Bana göre onun tüm söylediği şu cümlelerde özetlenebilecek içeriktedir; “emperyalist kapitalizmin yaşadığı içsel dönüşümün yarattığı toplumsal sonuçlar her şeyi yeniden kurmamızı gerektiriyor. (Hem sınıfın yapı ve bileşiminde, hem yeni sınıfsal dengelerde ve hem de toplumsal kültürel dokuda anlamında) Gelinen noktada belirleyici olan emek sermaye çelişkisidir. Meta egemenlik ilişkilerinin tüm toplumun dokularına kadar nüfus ettiği bu koşullarda, burjuva devletin karakteri de bu değişim ve farklılaşmalara göre genişleyip-derinleşmektedir. Kapitalizm sadece zor aygıtı olan bir devletle değil, tüm sivil toplumu ile burjuva iktidarı toplumun hücrelerine kadar genişletip-derinleştirmektedir. Ki burjuva devletin de yegane misyonu zor ve baskı değildir. Daha karmaşık ve çok işlevli bir alettir o. Ayrıca ekonomi cephesindeki işlevi de tüm bunlarla bağlantılı olarak artmaktadır. Toplumun artıdeğer sömürüsünün derinleştirilmesine hazırlanması gibi önemli roller oynamaktadır. BD’nin ortaya çıkardığı toplumsal yapı faşist rejimlerde olan tek tornadan çıkmış birey yapısını ve dolayısı ile toplumsal yapıyı ve ona ait pek çok kırmızı çizgiyi patlatmıştır, bu dönüşüm ve farklılaşmalar artık rejimin faşist tipten, gerici yönü ağırlıklı bir liberal demokrasiye yönelmesini zorunlu kılmaktadır. Biz de buna uygun bir mücadele programı ile onun karşısına çıkmalıyız!”

Benim açımdan tüm o sayfaların esas fikri özetlediğim bu cümlelerde toplaşıyor. Fakat dediğim gibi “peki nasıl bir mücadele programı?” sorusunun yanıtı ise yoktur! Oysa ki son derece genel ve aklımıza gelebilecek tüm mücadele biçimlerinin ardı ardına sıralanması ile geçiştirilen bu soruya verilecek yanıt ciddi bir eksensel içeriğe sahiptir. Teorik düzeyde yapılan eksensel farklılaşmanın yaratacağı pratik karşılığın asgari de olsa çizilmesi herkes açısından doğal bir beklenti olsa gerek. En azından kendi açımdan böyle …

Bu dediğimden Fu y.ın çizdiği o teorik çerçeveyi bütünü ile reddettiğim anlaşılmasın. Orada altı çizilen “emek sermaye çelişkisi belirleyicidir” tespitine ya da “meta egemenlik ilişkilerinin kazandığı boyut”a,”ortaya çıkan yeni toplumsal doku ve ilişkilere”, sermaye egemenliğinin “sadece siyasal zor değil, tüm bir sivil toplumuyla kitlelerin derinliklerine kadar nüfuz ettiği”ne ilişkin söylenenlere bir itirazım yok. (DİPNOT: Fakat o toplumsal dokunun tek başına meta egemenlik ilişkilerine göre değiştiği tespitine katılmıyorum. Bu belirleyicidir. Fakat aynı zamanda sermayenin siyasal egemenlik aracı olan devlet ve bir bütün olarak rejimin bu kitle üzerinde yarattığı politizasyonun üzerinden atlanmamalıdır. Kapitalist gelişme elbette ki tüm ideolojik kategorileri de kendisine uyarlanmak durumunda bırakmıştır. Mesela dinsel etkinin altında olan geniş toplumsal kesimler kapitalist gelişimin hız kazanması ve bizzat bu ideolojik argümana dayanan sermaye kesimlerinin giderek güçlenmeleri, tekelleşmeleri ile ciddi bir farklılaşma yaşadı. Fakat bu kesimler, aynı zamanda dinsel etki de kendisine daha geniş bir toplumsal alan açtı (siyasallaşmış din olgusu ile birlikte).

Yani bu değişimde kapitalist gelişme belirleyici etkenken, bu kesimlerin siyasal ve ekonomik bir güç haline gelmiş olmaları, yıllardır yaşanan rejim içi çekişmeler de aynı şekilde birbirini etkileyip, bu tabanı genişletmiştir.

Aynı şey kırmızı çizgilere sahip çıkan “ulusalcı” kesimler açısından da farklı bir kutuplaşma şeklinde tezahür etmiştir/ediyor. Onlar da kapitalist gelişim, derinleşen meta egemenlik ilişkileri ile birlikte bir dönüşüm ve farklılaşma yaşamıştır. Fakat aynı zamanda rejim tarafından yürütülen mühendislik çalışmaları ile gerici bir politizasyonla katılaşmışlardır. Türkiye’deki tüm o tarihsel gericilik birikimi yeni koşullarda sentezlenip, bu kesimlere içerilmiştir. Özellikle 28 Şubat sonrasında bu açıdan sistemli bir politizasyon faaliyeti yürütülmüştür. Sermaye arası farklılıklar ve bunların siyasal ifadeleri üzerinden gelişen çekişme ve çatışmalar tarafların kendi toplumsal tabanlarını genişletme çaba ve pratikleri ile birlikte yaşanmıştır. Ve Türkiye, koşullar uygun olsaydı nazi tipi bir faşist darbe yaşamanın eşiğinden dönecek bir noktaya gelmiştir. -Burada hem uluslar arası ve hem de Türk tekelci brj.si açısından çıkarları gereği buna izin verilmezdi denilebilir. Evet öyledir, nitekim sonuç da böyle olmuştur. Ama sınıf savaşı haritası farklılaşmış olsaydı bu sermayeler yine de böyle bir tutum sahibi olabilirler miydi?- Yine tüm bu olup bitenler Türkiye gibi bağımlı bir ülkenin emperyalist güçler açısından taşıdığı anlamlardan koparılabilir mi? … vs. vs.

Bu açıdan da yaşanan toplumsal farklılaşmayı sermaye içi çekişmelerden, siyasetten, tarihsel birikimlerden, bağımlılık olgusundan kopararak ele almak sakıncalıdır. Sakıncalıdır.. Çünkü sınıf mücadelesinin bu önemli alanına karşı duyarsızlaşma sonucuna götürür. Ki bu da sınıfı ve öncüsünü olası gelişmelere karşı duyarsızlaştırır, silahsızlaştırır.

Fu ve onun eksenini savunan y. lar bunlardan bahsetmeyi dar siyasal devrimcilikle mahkum edebilirler/ediyorlar. Tek başına bunları merkeze koymak elbette ki mücadeleyi darlaştırır ve giderek aslolandan (emek sermaye çelişkisi) uzaklaştırır. Ve gündeminizi burjuva siyasetindeki gelişmelere bağlamaya başlar. Fakat bu tehlike, bu gerçeğin üzerinden atlamayı gerektirmez. Atladığınızda giderek siyasal iktidar fikrinden de uzaklaşırsınız. Pratiğiniz de sivil toplumun ele geçirilmesi uğraşına dönüşür. Ki bu da başlı başına bir sorun olur! Çünkü bu durumda da devrim stratejinizden, günlük pratik mücadeleye kadar tüm her şeyinize sermayenin siyasal egemenlik dışındaki egemenlik araçlarının da ele geçirilmesi fikri ile devrimi, siyasal iktidarı ele geçirme düşüncesini silikleştirmeye ulaşırsınız. DİP NOT BİTTİ)

Bunlar nesnel gelişmelerin somut ifadesidir. Fakat tüm bunların hem burjuva demokrasisi ile ilişkilendirilişi ve burjuvazinin siyasal iktidar gücünün alabildiğine muğlaklaştırılmış olması, hem de tüm bu egemenlik biçimlerine karşı mücadelenin son derece genel formülasyonlarla, deyim yerindeyse savuşturulması sorunludur.

TÜRKİYE AVRUPA DEĞİLDİR, AVRUPA DA ESKİ AVRUPA DEĞİLDİR!

Fu y. bizde yaşanan devasa kapitalist gelişim ve onun yarattığı sonuçları Avrupa ve ABD gibi emperyalist metropollerle aynı zeminde ele almaktadır. Oralarda özellikle 2. Dünya savaşından sonra başlayıp bir süreç olarak yaşananları bizim durumumuzla eşitleme hatasına düşüyor. Avrupa’da toplumsal doku öncesinde yaşanan güçlü demokratik altüst oluşlar içerisinden şekillenmiştir en başta. Bu konuda en sorunlu olan Almanya’da bile 2. Dünya savaşı sonrasında ciddi bir demokratik hesaplaşma yaşanmış ve o azımsanmayacak bir birikim de yaratmıştır.

Bu noktada bu ülkelerde kapitalist özümseme gerçekten de geniş bir sivil toplum ağı ve meta egemenlik ilişkileri üzerinden yaşanmıştır. Burjuva demokrasisi de tüm bu nesnellik üzerinden ifade kazanmış ve kitleler bu toplam durum içerisinden özümsenmeye çalışılmıştır. Bunda azımsanmayacak başarılar da elde edilmiştir. Sendikalar, kiliseler, okullar, iletişim araçları … ile çok geniş bir egemenlik ağı kurulmuştur. Bizim ülkemizde devlet cezaevleri, mahkemeleri, polisi vs. ile çıplak bir siyasi zor aracı olarak hükmünü konuştururken, bu ülkelerde onun zor aracı olması binbir perde ile gizlenmiştir. Mesela Almanya’da son yıllara kadar (11 Eylül sonrası) polis ya da diğer zor araçları değil de devasa bir bürokrasi olarak görünür devlet. Sekülerleşmiş de olsa okul ve kreşlerin neredeyse yarısından çoğu kiliselere aittir. Sistem dışı gibi görünen sınırsız sayıda “sivil toplum” ağı vardır, bunların hepsi burjuva demokrasisi ruhu ile geniş kesimleri son derece esnek biçimlerle sisteme bağlamanın volan kayışıdırlar. Burjuva siyaset cephesinde bizimkine benzer iç krizler ve bunlar üzerinden toplumsal taban oluşturma pratiği yoktur. Kapitalist egemenlik devasa bir ağ olarak ve sınırsız sayıda biçimlerle yayılıp, derinleştirmiştir. vs. vs. daha pek çok şey sayılabilir. (Bu arada bu sistemin dışına çıkanlara nasıl bir muamele çekildiği de bilinir. RAF örneği)

Fakat bu ülkelerde bile bu durum epeydir farklılaşıyor. Bunu hem neo liberal sosyal yıkım politikaları ve bunların yarattığı toplumsal sonuçlar açısından söylüyorum, hem de 11 Eylül sonrası yaşananlardan yola çıkarak söylüyorum. 11 Eylül sonrası, o zor aygıtı olarak sayısız perde ile gizlenmiş devleti açık hale getirmekte, toplumun tek başına meta egemenlik ilişkileri ile değil, aynı zamanda yaratılan toplumsal çelişkilerle politize edilmesi için (göç ve göçmenlik meselesi üzerinden ya da yine bununla bağıntılı olarak doğu-batı, islam-hristiyan kültürleri arasında çelişkiler, devletin farklı bir biçimde reorganizasyonu… vs.) ciddi uğraşlar verilmektedir. Devletler bu konuda yıllardır çalışmaktadır. Mesela Almanya’da neo nazi örgüt bizzat istihbarat örgütünce kurulmuştur.

Buradan şuna geleceğim, bu ülkelerde yaşanan kapitalist gelişim ve onun toplumsal karşılığı ile bizimki arasında birebir paralellik kurmak doğru olmaz. Benzerlikler elbette ki atlanamaz. Fakat bunlar özgün çizgilerinden koparıldığında ve bunun da ötesinde tarihsel koşullardan bağımsızlaştırıldıklarında isabetli sonuçlara ulaşılamaz. Tarihsel koşullardan kastım Avrupa demokrasilerinin bile kendilerini faşizm yönünden tahkim ediyor olmalarıdır. Bunlardan bağımsızlaştırılıp kapitalist gelişim, burjuvazinin devlet dışında tüm bir sivil toplumla örgütlenmeye girişmiş olması (yıllardır) ve bunun yaratacağı toplumsal sonuçlar determinist bir yaklaşımla ele alınıp siyaset tüm araçlardan herhangi biri haline getirilemez. Hele bu sınıf mücadelesindeki bu dengesizlik koşullarında hiç yapılamaz.

Fu y. dar siyasal devrimciliğin militanlığı da dar ölçütler içerisinden kavramış olmasına ve bunun yarattığı yanılsamalara döne döne vurgu yapıyor. “… Bu yanılsamayla birlikte, sosyalist demokrasi ve özgürlük mücadelesinin nasıl içeriklendirileceğini ve nasıl yürütüleceğini bilememek, alışılagelmiş önceki siyasal düşünüş , duygu ve eylemden kopamayarak onlara sıkıca tutunmaya çalışmak, demokratik devrimciliği anti-faşist militanlık temelinde sürdürme korku ve çabası sosyalist devrimciliğe, onun düşünüşüne, gücünü komünizm ideolojisinden ve işçi sınıfından alan militanlığına uzak durmanın başta gelen nedenidir. Bu militanlığın yanlış ölçütler üzerinden, en baştada militanlığı oluşturan içerik ve değerlerin ne olduğunu pek de düşünmeyen bir biçimde tanımlanmasıdır. Militanlığa mücadelenin devrimci şiddete dayalı biçimlerle yürütülmesi konusunda dar örgüt ve kadro militanlığı noktasından bakmanın yanısıra bir diğer yanlış bunun öncelikle mücadele biçimleri üzerinden görülüp tanımlanıyor oluşudur. Bu mücadele biçimlerinin tek yanlı özellikle militan mücadele biçimleri olarak algılanması ve sadece bunların devrimci görülmesi gibi üzerinden atlamayacağımız, daha sonra ele alacağımız son derece yanlış bir görüşe yol açtığı gibi bunun da sınıf ve kitle militanlığı temelinde değil sadece dar örgüt ve kadro militanlığı düzeyine ve onun biçimlerine indirgenerek düşünülmesiyle de birleşmektedir.”cümlelerindeki fikri farklı cümleler kurarak tekrarlar.

Tüm bu tekrarlarda dar siyasal devrimciliği doğru bir biçimde mahkum ederken, “bunun alternatifi nedir?” sorusuna ya; “ … Oysa, militanlığımızı belirleyen siyasal proğramımız, bugünkü durumda sosyalist devrim proğramımızdır. Proğramımız ancak devrimci bir stratejiyle başarıya ulaşabilir ve onda yer alan istemleri gerçekleştirebilmek, onlar için döğüşmeyi, büyük bir savaşa girmeyi gerektirmektedir.” gibi genel cümlelerle ya da aklımıza gelebilecek tüm mücadele biçimlerini arka arkaya sıralayarak yanıtlamaya çalışır.

Elbette ki o dar militanlık anlayışı da, bunun ebeliğini yapan dar siyasal devrimcilik de miadını doldurmuştur. Burjuva iktidarının aile, okul, din, TV, kültür-sanat… vs. araçlar üzerinden toplumun derinliklerine nüfuz etmesi gerçeği elbette ki reddedilmez… Kapitalist gelişme ile birlikte derinleşen meta egemenlik ilişkilerinin üzerinden atlanamaz. Fakat bu gerçek kimi y.ların dilinde daha şimdiden açık bir şekilde, “burjuvazinin toplumsal iktidarı ele geçirilmeden bir devrim olamaz”, “ancak toplumsal devrim…” gibi bir çarpılmaya uğradığında o zaman bunu daha net tanımlarla ifade etmek kaçınılmaz olur.

Keza böylesi bir algı bizi en başta siyasal iktidar fikrinden uzaklaştırıp, burjuvazinin toplumsal egemenlik araçlarının ele geçirilmesi ile birlikte iktidarın ele geçirilebileceği gibi yanlış sonuçlara götürür. (Onun toplumsal iktidarı, proletaryanın iktidarının kurulması ile mümkün olabilir ancak.) Burjuvazinin bu egemenlik ağları sınıf mücadelesinin gelişimi ile birlikte bir çözülmeye uğrarlar. Bu doğal bir sonuç olur. Sınıf mücadelesi kendi kültürünü, değerler sistemini toplumun geniş kesimlerini de etkisi altına alan bir çekim merkezi olmaya başladıkça, bunların etkisi de içten içe çözülür. Ya da aynı şekilde proletarya devrim mücadelesi içerisinde kendi demokrasisini yani yaygın bir tabirle “kitlelerin kendi kendilerini yönetme kabiliyeti kazanabilmelerinin araçlarını ve doğal olarak kültürünü yaratarak ilerlemelidir. Bu gerek gelişkin bir devrim ve gerekse iktidarın ele geçirilmesi ile birlikte kendi diktatörlüğünü daha sorunsuz bir şekilde kurabilmesi açısından da zorunludur.

Fakat bunu söylemek bir şeyken, sermayenin toplumsal iktidarını sağlayan araçlarının ele geçirilmesi ile bir devrimin olabileceğini vurgulamak farklı bir şeydir. Bu ikisi arasındaki temel farklılık siyasal iktidarın ele geçirilmesi noktasında toplaşır. Leninist devrim anlayışının esas ruhunu oluşturan konu da burasıdır. Lenin bunu; “…Sınıf savaşımının, ancak siyaset alanına yayıldığı zaman gerçek, tutarlı ve gelişmiş bir durumuna geldiğini söylemek yetmez. Siyasette de, önemsiz ayrıntılarla yetinilebilir, ya da daha derinliğine, özsele değin gidilebilir. Marksizm, sınıf savaşımının, siyasete yayılmakla yetinmeyerek, ancak siyasette en özsel olan şeyi; devlet iktidarının örgütlenmesini kavradığı zaman en yüksek gelişmesine eriştiğini,”tüm ulus ölçüsünde” olduğunu kabul eder.” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü sf.42) der. Fu y.ın sunduğu metnin ruhunda bu özsel duruş başka şeylerin içinde silikleşmiştir.

Keza gerek onun yazdıklarında, gerekse onunla aynı eksen içerisinde düşünen y.lerin söylemlerine yansıyanlardan şu sonuca ulaşmak pekala mümkün olabilir; belediyelerin, sendikaların, okulların, medya vs. iletişim araçlarının ele geçirilmesi gerçekleşmedikçe tek başına siyasal iktidarın ele geçirilmesi bir devrim için yetmez! O açıdan da Fu y.ın somut mücadele proğramını en azından belli başlı noktalardan daha net ve tanımlı bir biçimde koyması gerekir. Yoksa bu hali ile her yere çekilebilecek bir yaklaşımın varlığını vurgulamak kaçınılmazdır.

Proletarya siyasal iktidarı ele geçirmedikçe, burjuvazinin iktidarını dağıtıp, kendi diktatörlüğünü kurmadıkça, bu araçların şu ya da bu şekilde ele geçirilmesi, hatta güçlü sınıf savaşlarının konusu haline getirilerek savunulması bir noktadan sonra giderek siyasal iktidar fikrinden uzaklaşılmasını getirebileceği gibi, bu araçların sistemce yeniden özümsenmeleri de kaçınılmaz olur. Bu dediğimden bunların ele geçirilmesinin önemini küçümsediğim anlaşılmaz umarım. Dediğim siyasal iktidar ele geçirilmediği ya da bu fikir giderek silikleştiği sürece proletarya hangi kazanımları elde etmiş olursa olsun onların zamanla sisteme içerilmesi kaçınılmazdır. Avusturya Komünist Partisi ya da diğer Avrupa partilerinin onlarca yıl önce ulaştıkları başarılar, elde ettikleri kazanımlar ve sonrası bu açıdan manidar örneklerdir.

YAPISALCILIKLA AYRIM NEREDE?

Fu y. yazısının 2 bölümünde teorisini, Alman İdeolojisi’nden sivil toplumla ilgili bir alıntıyı merkeze koyarak kurmaya girişir. Hegel’de geçen sivil toplum kavramı üzerinden yürütülen çalışmalar Marx ve Engels’in Hegel idealizminden kopuşlarının temel çıkış noktasını oluşturur. Marx bunu Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde; “Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı. “ sözleri ile de ifade eder.

Hegel idealizminden kopuşu bir süreç olarak yaşayan Marx, bu arada Engels’le birlikte kapsamlı bir araştırmaya girişir. Onların Hegel’den idealizm anlamında kopuşlarının hikayesi iki ciltlik el yazmalarında mevcuttur. Alman İdeolojisi de bu kopuş sürecini ifade eden bir geçiş dönemi eseridir. “Kendileri için yazılmış”tır yani. O yüzden de “farelerin kemirici eleştirisine bırakmaktan” sakınmamışlardır. Ama içerik olarak Marksizmin temel parametreleri de kimi lekelerle birlikte elbette ki bu eserde mevcuttur. Fakat Marksizmin esas çizgileri ile ve lekelerinden arınmış olarak tarih sahnesine çıkması yine Marksın deyimi ile; “Bizim görüş tarzımızın kilit noktaları, polemik tarzında olsa da, ilk defa olarak bilimsel şekilde 1847’de yayınlanmış olan ve Proudhon’u hedef tutan Felsefenin Sefaleti adlı yapıtımda sunul(muştur)”. Arkasından gelişim süreçlerinin hikayesini resmetmeye devam eder Marx.

Bunları neden anlatıyorum. Fu y.’ın Marx’ın Alman ideolojisinden alınmış; “Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişim aşaması içerisinde bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da, her ne kadar dışarda milliyet olarak kendini olurlamak ve içerde devlet olarak örgütlemek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar. Sivil toplum terimi, 18. yüzyılda , mülkiyet ilişkileri, ilkçağ ve ortaçağ ortaklığından kurtulur kurtulamaz ortaya çıktı. Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte , üretimin ve ticaretin doğrudan doğruya sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üst yapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.”(Seçme Yapıtlar I; sf 92) sözlerden yola çıkarak bir eksen oluşturma çabasındaki bana göre hatalı yönleri anlatmak için.

Fu y. bu tanımla tarihsel materyalizme hakettiği canlılığı yeniden kazandıracağını, bugüne kadar dar siyasal devrimciliğin ya da kaba materyalistlerin buradaki anlamları derinlere gömmüş olduklarını ve kendisinin bu tanımı yeniden gün yüzüne çıkararak Marksizmin diyalektik ruhunu yeniden dirilteceği”… vs. anlamına gelecek şeyler söylüyor.

Ben bu alıntıyı Marksların sonraki eserlerinde koyup geliştirdikleri diyalektik ve tarihsel materyalizm anlayışının öncülü olarak okuyorum. Bu açıdan da sonrası ile bütünlük oluşturur. Marksizm altyapı-üstyapı ilişkilerini ne kaba, determinist bir ilişkilendirişle ele alır, ne de bu ilişkilerin üstyapısal yansımalarını tek başına siyaset sınırlarına hapseder. Bu itiraz edilemeyecek bir gerçektir. Ve onların bu konuda net tanımları da vardır. Hatta kendilerinin böyle anlaşılmış olmasına dönük düzeltme çabaları da … Bu açıdan da Fu y. elbette ki genel bir doğruya parmak basıyor.

Fakat aynı Marks’ın daha sonra ortaya çıkan tarihsel gelişmelerle bu anlayışı nasıl somutladığına, o gelişmeleri hangi parametreler içerisinde okuduğuna değinmemesi ile bizzat kendisi kaba materyalizmin kulvarına girmiş oluyor. Mesela Marx bu eserinden birkaç yıl sonra 18. Brumaire’de sivil toplum-sermaye ve üst yapı alanından siyaset ilişkisine dair biraz uzun olacak ama şunları söyler; “… Barrot-Falloux kabinesi, Bonapart’ın ilk ve son parlamenter kabinesi oldu. Dolayısı ile bu kabinenin görevine son verilmesi, kesin bir dönüm noktası oluyor. Bu kabine ile birlikte, düzen partisi de, parlamenter rejimin savunulması ve yürütme gücüne sahip olunması için vazgeçilmez olan bir konumu bir daha ele geçirememek üzere yitirdi. Yürütmenin, birbuçuk milyondan büyük bir memurlar ordusunu emrinde bulundurduğu, dolayısıyla çıkarların ve geçim olanaklarının muazzam bir kitlesini, sürekli olarak mutlak bağımlılığı altında tuttuğu; devletin, en geniş varlık belirtilerinden en ufacık devinimlerine kadar, en genel varlık biçimlerinden, bireylerin en özel yaşamlarına kadar sivil toplumu sımsıkı sardığı, denetlediği, düzenleştirdiği gözetim ve vesayet altında tuttuğu; bu asalak yapının, en olağanüstü bir merkezileşme yardımıyla, benzerlerini ancak toplumsal gövdenin mutlak bağımlılığında, bağlantısız biçimsizliğinde bulan her yerde bulunma, her şeyi bilme ve daha hızlı bir devinim yeteneği ve esneklik kazandığı Fransa gibi bir ülkede, evet böyle bir ülkede, ulusal meclisin, bakanlık mevkilerini istediği gibi kullanma hakkını kaybetmekle, aynı zamanda, tüm devlet yönetimini basitleştirmediği, memurlar ordusunu alabildiğince azaltmadığı, ve en sonu sivil topluma ve kamuoyuna hükümet iktidarından bağımsız kendi öz organlarını yaratma olanağını vermediği taktirde, gerçek etkinliğini, söz geçirirliğini de kaybettiği kolayca anlaşılır. Ama, Fransız burjuvazisinin maddi çıkarı, kesinlikle, bu geniş ve karmaşık hükümet makinasının sürdürülmesine sımsıkı bağlıdır. İşte burjuvazi, kendi fazla nüfusunu buraya yerleştirir ve kar, faiz, rant ve serbest meslek ücreti olarak cebe indiremediklerini, maaş biçiminde tamamlar. Öte yandan, burjuvazinin siyasal çıkarı, onu, baskıyı günden güne ağırlaştırmaya ve dolayısıyla da hükümet iktidarının araçlarını ve personelini arttırmaya zorlar; oysa aynı zamanda, kamuoyuna karşı kesintisiz bir savaş yürütmesi, toplumun bağımsız devindirici organlarını tümden budamayı başaramadığı yerde kıskaçlıkla sakat bırakması ve felce uğratması gerekir. Böylece, Fransız burjuvazisi, sınıfının durumu gereği, bir yandan bütün parlamenter iktidarın varoluş koşullarını ve dolayısıyla da bizzat kendi varlık koşullarını yoketmek, öte yandan ona düşman olan yürütme gücüne karşı durulmaz bir kuvvet kazandırmak zorundaydı.

Louise Bonaparte darbesinin tarihsel arka planınını irdelediği bu eserinde burjuvazinin iktidarını korumak ve süreklileştirmek için devlet de dahil tüm bir sivil toplumu ile kurduğu toplumsal hakimiyetten, tam da sınıflar arası güç dengelerinin bozulması durumunda nasıl vazgeçebileceğini anlatır. Burjuvazinin bir bütün olarak sivil toplumu ile kurduğu egemenliğin esasında siyasal iktidarı sağlamca elinde tutmasına bağlı olduğunu söylemek ister. Bu noktada zayıfladığı anda çıplak zor aygıtı olarak devletin öne çıkmasına, daha doğrusu bu zorun somutlaştığı yürütme aygıtının öne çıkmasına başvuracağına vurgu yapar. Ki bu darbenin sınıflar açısından hangi tarihsel koşullarda gerçekleştiğini de; “koşulların ne proletaryanın kendi iktidarını kurmasına, ama ne de burjuvazinin eski biçimlerle kendi iktidarını sürdürmesine elvermediği” sözleri ile tasvir eder. Kısaca özetleyecek olursam burjuvazinin tüm bir sivil toplumu ile kurduğu hakimiyet onun açısından en sağlam hakimiyettir. Fakat bu hakimiyet de en nihayetinde siyasal iktidarın kendi elinde olması ile sözkonusu olabilir. Yani sivil toplumun yegane garantisi esasında siyasal iktidarın, zor aygıtı olan devletin varlığına bağlıdır. Bu iktidar tehlikeye düştüğü anda bu bütünlüklü hakimiyet düşüncesinden vazgeçmesi de gündeme gelir. Bu açıdan da burada altı çizilmesi gereken esas olgu siyasal egemenlik aygıtının önemidir. Bu konuda herhangi bir muğlaklık söz konusu olamaz.

Fu y. bu noktada eksenini burjuvazinin tüm bir sivil toplumunu kullanarak iktidarını güçlendirdiği olgusunu mutlaklaştırmak üzerinden kuruyor. Bu açıdan da özünde kapitalist istikrara fazlasıyla çubuk büktüğü gibi, sınıf mücadelesi konusunda da fazlası ile bugün içerisinden düşündüğünü göstermiş oluyor. Keza sınıf mücadelesinin gelişimi ve değişen dengeler karşısında aynı sermaye mesela faşizm yönünde de tercihte bulunabilir. (Kendisinin gerici yönü olan liberal demokrasi tespiti dolayımı ile böyle konuşuyorum.)

Kaldı ki tüm bir sivil toplumun kullanımı tek başına burjuva demokrasilerine has bir durum da değildir. Mesela Almanya’da Nazi döneminde tüm bir sivil toplumun kullanımı söz konusudur. Elbette ki sıkı bir merkeziyetçilik ve ideolojik denetim içinde. Fakat aile, okullar, kiliseler, kültür-sanat, iletişim araçları, … devasa bir genişlikte kullanılmıştır. O açıdan da Fu y.ın bu durumu burjuva demokrasilerine hasmış gibi varsayması da doğru değildir. Aralarında içerik ve nitelik farkı olsa da sermaye tüm bir üst yapı alanını her zaman kullanır. Keza bu iktidarını güçlendirmek için zorunludur. Fakat rejimin tipi ne olursa olsun sermayenin tüm bir üst yapıyı kullanarak egemenliğini derinleştirmesi asıl olarak siyasal iktidarı elinde tutmasına bağlıdır. Gerçi Fu y. rejim tipi de dahil, tüm bir sivil toplumun kullanımını asıl olarak kapitalist gelişimle ilişkilendiriyor. Bu açıdan da altyapı-üst yapı arasında özünde determinist bir yaklaşım sergilemiş oluyor.

Türkiye’de yaşanan kapitalist gelişme, üretim ilişkilerinin kazandığı nitelik elbette ki üstyapısal karşılığını da yaratıyor. Sermaye egemenliği daha karmaşık ve derinleşmiş bir anlam kazanıyor…vs. vs. Bunu tanımlamak ve buna uygun bir mücadele ekseni oluşturmak önemlidir. Fakat bu siyasetin, siyasi alanın, daha tam ifade ile siyasi iktidarın tüm bir üst yapı alanı içerisinde diğerleri ile aynı kefede ele alınması şeklinde ele alınmasına vardırıldığında siz siyasal iktidar fikrinden de koparsınız! Bu alanların ele geçirilmesi üzerine (ki burjuva demokrasisi teorisi de esnek, yayılmış, yerelleşmiş bir devlet örgütlenmesi olduğuna göre! Ki teori bunun üzerine kuruluyor aynı zamanda…) inşa edilmiş bir çeşit reformizme düşmeniz de kaçınılmaz olur! Belediyelerin, sendikaların, iletişim araçlarının, … vs. sivil toplum ağının ele geçirilmesi ile iktidarın ele geçirilmesi arasındaki olmazsa olmaz bağdan koparsınız.

Gerçi Fu y. ; “Keskin bir siyasal iktidar savaşımı ve onun bilinci olmadan iktidar için mücadele edilemez ve burjuvazinin devlet iktidarı yıkılıp parçalanamaz. Leninizm bize bunu öğretir.” der demesine. Fakat bunu her söylediği yerde hemen arkasından “Fakat…”la başlayan cümlelerden kaçınamaz. “Fakat ne devlet iktidarı salt siyasal olanla sınırlıdır ne de burjuva sınıf egemenliği kurumsal olarak, işleyiş ve ilişkiler olarak sadece devlete dayanır.” buna benzer vurgular ve ardından gelen aynı minvalde “fakat”ların sayısını sayamadım. Şimdi burda “ideoloji alanına” bükülen bu çubuğu aşırı bulduğumu belirterek ben dar siyasal devrimci oluyorsam olayım diyeceğim.

KAPİTALİZM KOŞULLARINDA SD’İN HANGİ TALEPLERİ GERÇEKLEŞİR?

Ki Fu y. yazının bir yerinde de; “Sosyalist devrimci bir proğramı ve bu proğramın kapsamı içerisinde yer alan ÇOK SAYIDA TALEBİ GERÇEKLEŞTİREBİLMEMİZ sadece dolaysız iktidar savaşımı yürtülürken değil günlük mücadeleler yürütülürken de SALT BARIŞÇIL MÜCADELELERLE mümkün olmaz; bir devrim gerçekleştirmeden de böyle bir proğramı BİR BÜTÜN olarak uygulayamayız. Öte yandan, burjuvazi emekçi sınıfların başkaldırısını İÇİNDE ŞİDDETİN DE YER ALDIĞI POLİTİKALARLA bastırmaya yönelimli olduğu gibi burjuvazinin iktidarını devirerek ancak gerçekleştirilebilecek bir proğrama ve o proğram ve talepler için yürütülecek mücadelelere, sınıf eylemlerine karşı da acımasızca...” der.

Daha önce belediyelerle ilgili yazıda geçen, “kapitalist sistem içinde de sosyalist belediyecilik mümkündür” (cümleyi tam hatırlamıyorum) tespiti ile bu cümleler arasında bir devamlılık ilişkisi olduğu bana göre açıktır. Bu açıdan da; “… bir devrim gerçekleştirmeden de böyle bir proğramı BİR BÜTÜN olarak uygulayamayız” derken “bir bütün olarak” uygulayamıyorsak, hangi parçalarını, nasıl bir anlayışla kapitalist üretim ilişkileri ve egemenliği koşullarında uygulayabiliz buna açıklık getirmelidir!

Belediyeler, sendikalar, … olduğunu önceki yazılarından biliyorum. Ama burada daha genel bir ifade ediş var. Burjuvazinin yaklaşımları konusunda da daha esnek ifadeler kullanılıyor. Yine; “Öte yandan, burjuvazi emekçi sınıfların başkaldırısını İÇİNDE ŞİDDETİN DE YER ALDIĞI POLİTİKALARLA bastırmaya YÖNELİMLİ OLDUĞU GİBİ burjuvazinin iktidarını devirerek ancak gerçekleştirilebilecek bir proğrama ve o proğram ve talepler için yürütülecek mücadelelere, sınıf eylemlerine karşı da acımasızca…” derken, “ İÇİNDE ŞİDDETİN DE YER ALDIĞI POLİTİKALARLA bastırmaya YÖNELİMLİ OLDUĞU GİBİ…”cümlesinde ifade bulan yaklaşımı nereye oturtmalıyız? Benim açımdan bu ideoloji alanına fazlası ile çubuk bükmenin yansımasıdır. Burjuva demokrasisini mutlaklaştırmasının yansımasıdır…

Yine üretici güçlerdeki gelişim ile üst yapı arasında düz bir ilişki kurması ve kurduğu ilişkiyi değişmez ilan etmesi ile ilişkilidir. Ve bu yaklaşım aslında bir zamanların halkçıları (belediye sosyalizmi), Maocular (iktidarın parça parça ele geçirilmesi) ve yapısalcılarla (ideoloji alanına bükülen çubuk) çeşitli noktalarda kesişiyor. Fakat militan bir sosyalist devrimcilikle ya da sloganlaştırılan işçi sınıfı sosyalizmi ile ilişkisi sorunludur!

Kısacası, “Bu yaklaşımın nasıl bir parti ve mücadele stratejisi, yöntemler bütünlüğü ve iktidar anlayışı vardır?” soruları net bir şekilde yanıtlanmadıkça hem bir eksen olarak soyuttur, ama hem de bu soyut hali ile bile sorunludur.

Bu arada Fu y. “polis devleti” tanımı ile ne anlatmak istiyor? Bu tanımın ML devlet tanımı ile alakası olmadığı açık olsa gerek.

Hejar

02.10.2009